SEYDA Hz.LERİNİN DİLİNDEN TASAVVUFİ SOHBETLER
SEYDA Hz.LERİNİN DİLİNDEN TASAVVUFİ SOHBETLER
ARATIRMACI YAZAR:ALPEREN GÜRBÜZER
CAİLİN ÂBİDİ DE, SOFİSİ DE HÜSRANDADIR
Devlet erkanının Menzil'e dönmesine müsaade etmesinden sonra mecburî ikametten önce olduğu gibi tebliğ ve irşad hizmetlerine devam etmiştir. 1990 Ramazan Bayramı'nda bayramlaşma sırasında zehirli enjektörle kendisine suikast yapılmış, aldığı zehirler sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir.
Seyda Hazretleri, şeker ve yüksek tansiyon hastalığı sebebiyle senelerce tedavi görmüştü. Hakk'ın takdiri ile 22.10.1993 Cuma günü 63 yaşında Ankara'da Rahmet-i Rahman'a kavuşmuştur. Mübarek naaşı Menzil'de toprağa verilmiştir.
Talebelerinin ısrarı üzerine, İmam Rabbani'nin (k.s.) ''Mektubat''ı gibi tasavvuf konularını ihtiva eden bir eser hazırlamaya niyet ettiyse de ömrü kifayet etmediği için böyle bir eseri hazırlayamamıştır. Ancak kalb ve gönüllerini Allah'a çevirmiş, siretlerini de Resûlüllah (s.a.v.)'a uydurmaya gayret eden onbinlerce yaşayan eser bırakmıştır.
*Seyda Hazretleri'nin meşrebi, üç bölümde yoğunlaşır: Tevbe, ilim ve zikir.
Tevbe telkini:
Sadat-ı Nakşibendî'nin büyüklerine baktığımızda onlarda görülen haller, âdetler ve sıfatlar Seyda Hazretleri'nde mevcut idi. Mesela Muhammed Bakîbillah (k.s.) Hazretleri'nin âdetleri şöyle idi: Her kimi kabul etseler, önce tevbeye davet ederlerdi. Eğer o talebede kendisine karşı büyük bir aşk ve muhabbet müşahede ederlerse rabıtayı emrederlerdi. Seyda (k.s.) Hazretleri'nin âdetleri de böyleydi. Talebelerine önce el ele tutup bey'at etmek suretiyle tevbe telkin ederlerdi. Bir gün şöyle buyurdular: ''Siz bilir misiniz Gavs (k.s.) Hazretleri neden böyle büyük bir zat oldu?'' Cemaat sükut etti. Seyda Hazretleri şöyle devam etti: ''Gavs Hazretleri, tevbe telkin ettiğinde kendisi de tevbe edenle birlikte kendi günahları için Allah'a tevbe ederdi.''
''Ey cemaat! Bakınız. İslâm'da tevbe vardır. Kul veli de olsa kusursuz olmaz. Yalnız tevbe kalben olmalıdır. Gafletle yapılan tevbe sahibine fayda vermez. Bir kimse halis bir şekilde tevbe etse Cenabı Hakk o kişinin geçmiş günahlarını siler, hatta yerine sevap dahi yazabilir.
Tevbe halis olduğu zaman insan istikametini düzeltir, yönünü Allah'a çevirir, hali güzelleşir, yeni bir hayat yaşamaya başlar. Bu yeni hayatını Allah'ın rızası istikametinde devam ettirse bu hal kulun tevbesinin kabulüne işarettir.
Ey cemaat! Siz küçük günahları hafife almayın. Çünkü küçük günahlar büyük günahlara sebep olmaktadır.
Sakın kibir üzre olmayın! Cenab-ı Hakk, şeytana secde etmesini ve bu suretle Hz. Âdem'in (a.s.) üstünlüğünü kabul etmesini emrettiği halde şeytan kibrinden dolayı secde etmedi. Malumunuzdur ki, şeytan çok ibadet ve taat
ehli olmasına rağmen itirazı neticesinde İlahî huzurda tart edildi.
Her türlü günah, nefisten ve kibirden zuhur eder. İnsan ne zaman fakrını ve acizliğini idrak ederse o zaman nefsin kibir ve azameti kalmaz. İşte o zaman kişi, kamil bir mü'min sıfatı ile hayatını devam ettirir.''
İlme teşviki:
Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hazretleri, ilim tahsil eden ve ilim öğrenenleri çok severdi. İlim tahsili hususunda kişinin kendi cemaatinden olup olmamasına bakmazdı. Bir defasında talebelerinden birine şöyle söyledi:
''Ey Allah'ın kulu! Bir talebe yetiştirmek bin kişiyi sofi yapmaktan efdaldir. Hele o talebe varisü-l enbiya olursa... Siz dininizi beldenizde bulunan en büyük alimlerden öğreniniz. Herkesten fetva sormayın. Çünkü memlekette fetva verecek kimse çok azdır. İlimle meşgul olan kimse dünyada en güzel iş ile meşgul oluyor. İlim olmadığı zaman cehalet olur. Cahilin abidi de, sofisi de hüsrandadır. Siz Osmanlı'ya bakınız. Ne idi ne oldu. Sultan Abdülhamid arif-i billah idi. Başa geçer geçmez memlekette talebe yetiştirme seferberliği başlattı.
Nakşibendî tarikatı medrese ve tekkeyi beraber yürütür. Hazret Muhammed Dıyauddin (k.s.) doğu cephesinde müritleri ve talebeleri ile savaşırken bölüklerinin başka bir yere nakledilmesi icap etti. Gittikleri yerde müridler, önce mutfak çadırını kurmaya başladı. Hazret çalışma mahalline gelince, ''Talebelerin seslerini duymuyorum, bu ne çadırıdır?'' diye sordu. Müridleri, mutfak çadırı olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Hazret (k.s.), bu durumda savaşmaya gerek kalmadığını, düşman ile savaşmanın sebebinin ilay-ı kelimetullah olduğunu ve bunun medreselerle ve talebe yetiştirmekle mümkün olabileceğini beyan etti. Hemen mutfak çadırının bozulup önce medrese çadırının kurulmasını, sonra diğer çadırların yerleştirilmesini emretti. Hazret (k.s.), medrese çadırları kurulduktan sonra kalkıp savaşa devam etti.''
Zikir telkini:
Seyda (k.s.) zikir telkin ederken usülleri şöyleydi:
Önce beşbin kalb virdinden başlatır; kalb zikri beşbin ile yirmibir bin arasında devam ederdi. Bir müritte letâif zikrine geçiş alamet ve istidadını görünce letaif zikrini tarif ve telkin ederdi. Letaif zikri yirmibir bin ile yüzbir bin arasında çekilmektedir. Bu zikirde de muvaffak olup, nefy-u isbat ve hatme-i tehlil zikrine istidad gösterenlere nefy-u isbat zikrini tarif ederdi ki bu zikir, zikirlerin en efdalidir. Hadis-i şerifte: ''Zikirlerin en efdali 'La ilahe illallah' zikridir'' buyrulmuştur.
Seyda Hazretleri'nin hizmetleri ve terbiyesi genelde üç kısma ayrılmaktadır. Birincisi, İslâm'ı hiç bilmeyen veyahut tamamen günahlara dalmış insanlara tevbe telkin ederek onları İslâm ve iman dairesine çekmesidir. Bu yönüyle, Üstad Bediüzzaman gibi, insanları imana çağırma hizmetini yürütmüştür.
İkincisi; akidesi düzgün ama gafletle yaşayan mü'minleri velayet nuru ve zikir telkini ile amel-i salih işlemeye sevk etmek, ihlas ve hizmetlerini artırmak.
Üçüncüsü; aşk ve muhabbet ehli, kabiliyetli Müslümanlara seyr-u sülüku tamamlatmak.
Bu üç yol Seyda'nın İslâmî hizmetlerde genel usulü idi. Çoğu kez şöyle buyurmuşlardır:
''Bu devirde bizler tarikat hizmetinden çok iman hizmeti görüyoruz. Eskiler bir insanı farz borçlarını kaza ve eda etmeden tarikata almazlardı. Ama günümüz böyle değildir.''
RÂBITA, NEFSE KARŞI EN BÜYÜK İLAÇTIR
Rabıta ve Tevessül Hakkındaki Görüşleri:
Seyda Hazretleri'ne bir gün ''Efendim, rabıta, tevessül ve himmet konularında bize sohbet eder misiniz?'' diye sorulduğunda mübarek şöyle buyurmuştur:
''Tarikat-ı Nakşibendî'de mürşid rabıtası çok önemlidir. Çünkü müride en fazla fayda veren şeyh rabıtasıdır. Bir mürid şeyhinin ruhaniyetini manevî tasarruf ve yardımını her an yanında düşünmelidir. Hatta her attığı adımda şeyhinin ayak izlerine bastığını düşünerek onda (onun halinde) fani olmaya bakmalıdır. Çünkü insan şeyhine rabıta yapa yapa onun manevî tasarrufatı altına girer ve ondan istifade eder. Müridin mürşidinden istifadesi iki şekilde olur: Birincisi, zahiren ondan şeriatı öğrenmek,. İkincisi, batınen şeyhin feyzinden istifade etmek. Birincisinde her Müslüman, Müslümanca yaşaması için gerekli olan ilimleri öğrenmektedir. İkincisinde ise yine herkese farz-ı ayn olan ilahî muhabbeti tahsil, ihlasa ulaşma, ahlâk-ı hamideyi elde etme, kin, haset, ucub gibi çirkin sıfatlardan kurtulma gibi nimetleri elde etmektedir. Bu ilimlerin öğrenimi ve uygulanması ekseriya bir manevî tedavi neticesinde vukua gelir. Bu feyiz ve nisbet, kalblere tasarruf eden Cenab-ı Hakk tarafından verilir. Allah kime murad ederse Sadat-ı Kiram o tarafa yönelir ve o kimseye nasibini ulaştırır. Bu işte herşey, şeyhin isteği ile değildir. Öyle olsaydı Gavs- Hizanî (k.s.) manevî emaneti (hilafeti) Seyda-ı Taği'ye değil, kendi çocuklarına verirdi.
Sadatın nisbeti, Peygamber Aleyhisselamın ümmeti için verilmiş bir rahmet, bereket ve hidayettir.
Geçmiş meşayih aynı usul ve meşreb üzere olmayıp, değişik şekillerde terbiye, ta'lim ve irşad içindeydiler. Mesela, Gavs-ı Hizani kendisi zahirî ilmi Molla Camî'ye kadar okumuştu. Ama Halid-i Ölekî (k.s.) gibi zamanın büyük bir alimi, onun yanında seyr-u sülukunu tamamlıyordu.
Gavs- Hizanî (k.s.) çok az konuşurdu fakat, müridlerinde aşırı bir muhabbet ve cezbe vardı. İrşad ve vaazda en önemli olan; va'z eden kimsenin manevî durumudur. Seyru sülukunu tamamlamış bir kimsenin irşadı farklı olur. Sâdatların hâli başkadır. Bir gün Hazret (k.s.) sevdiği bir hocaya şöyle demiştir: ''Hoca! Şu karşıdaki ağaçlara bak; içinde kalem gibi doğru olanlar da var, eğri büğrü olanlar da var. Sadatlar, kalem gibi düzgün ağaca benzer, sen onlardan istifade etmeye bak.''
Bir ayet-i kerimede ''Sadıklarla beraber olun'' buyurulmuştur. Bu ayeti kerimenin tefsirinde birçok ulema rabıtaya işaret olduğunu söylemiştir.
Elimize kuvvetli bir mıknatıs alsak etrafımdaki küçük metal parçalarını kendisine çektiğini görürüz. İşte insanın durumu da böyledir. İlmen ve aklen kuvvetli olan kişiler etrafındaki insanları etkilerler.
Mürşidler kuvvetli imanlarından ve ilâhî tasarruflarından dolayı müridlerinin kalplerini dünya sevgisi ve malayani şeylerden temizleyip Allah'a bağlarlar. Bu da tevbe-i nasuh ile meydana gelir. Tevbe-i nasuh insanın sıfatını değiştirir. Sıfatın değişmesi demek, haram fiilleri, çirkin sıfatları terkederek İslâm'ın meşru dairesine girmek yani sırat-ı mustakim üzere yaşamaktır.
Bazı sadatlar demişler ki: ''Bizim görevimiz çözüp bağlamaktır.'' Kendilerine: ''Siz neyi çözüp bağlarsınız?'' diye sorulduğu zaman ''Biz, bize tabi olanların kalplerinden dünya muhabbetini çözüp Allah ve ahiret sevgisine bağlarız'' demişlerdir.
Rabıta manevî bir hattır, müridi, mürşidine ve geçmiş sadatlarına bağlar. Rabıtaya sımsıkı sarılıp devam ettiriniz. İslâmî hizmetleri bırakmayınız.! Virdlerinize devam ediniz. Sülukunuzu ilerletiniz. Letaiflerin aslî makamlarına ulaşmasına gayret ediniz. O zaman göreceksiniz ki Allah'ın izniyle Peygamber Efendilerimiz manen size yardım ediyor, geçmiş sadatlar tasarrufta bulunuyor. Bu nimetleri dünyada iken kazanmak isterseniz, tarikat-ı aliyye'nin edeblerine uyunuz; o zaman halk içinde Hakk ile beraber olma sırrı tecelli eder, imanınız taklitten tahkike yükselir. İlme'l yakin ise ayne'l yakin, ayne'l yakin ise hakke'l yakin olur. Bunların hepsi tarikatin temin ettiği nimetlerdir.
Allah dostları hakkında ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: ''Biliniz ki Allah'ın velileri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.'' Bu nimete ermek ancak dünyada amel-i salih yapmakla olur. Amel-i salih sahipleri için ahiret alemi ne kadar kolay ve ne kadar güzeldir. Ameli olmayanların vay haline. Akıllı kişiler, bir nefesini dahi gafletle geçirmeyen kimselerdir. Siz akıllı kimselerden olun.''
Bir gün Seyda (k.s.) Hazretleri'ne ''Efendim! Namazda, virtte, hatmede rabıta olur mu? Olursa nasıl yapılmalıdır? diye sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: ''Namazda rabıta hususunda bazı sadatlar değişik sözler söylemişlerdir. Sonra cahiller onu ifrata götürüyor. Sizler, namaza başlamadan önce rabıta yapınız. Böyle olursa namaza huşu içinde başlanır.
Cenab-ı Hakk, her müridinin yanında mürşidinin bir ruhaniyetini halkeder (Onun ruhunun nuraniyeti mürid üzerine akseder). Bu yolla mürşid, kalbe tasarruf eder. Bu, Cenab-ı Hakk'ın bir ikramıdır; herşeyi halkeden O'dur. Bu halin vakıada örnekleri çoktur. Nitekim bazı müridlerin kötülüğe meyil durumunda, bazen mürşidi temessül ederek, bazen rüyada, bazen de manevî bir halle onu sakındırdığı vakidir. Bu işleri hakikatte yaptıran Allah'tır. Tarafından bir rahmet olarak mürşidi bu işe vesile kılmıştır.
Virtte rabıtaya gelince; sadatlara okunan fatiha bir hediyedir. Hediye karşılıksız olmaz. Bu sayede silsiledeki meşayih sizleri tanır. Böylece hatme ve teveccühte sadatlarla baraber olursunuz. Hatmeleri kaçırmayın; teveccüh, ilahî muhabbeti getirir.
Bir mürid, zikir çekerken fatihalardan sonra biraz rabıta yapar sonra zikrine başlarsa çok fayda görür. Zikir çekerken huşu ve edebinizi kontrol ediniz.
İnsana en çok fayda veren bir şey de ölüm rabıtasıdır. Ölüm rabıtası tul-i emeli yıkar, ihlas ve yakîni doğurur.
Hazret (k.s.), her gün yakınlarından ahirete gidenlerin isimlerini zikrederek ''sıra bize geldi'' derdi.
Rabıta, nefse karşı en büyük ilaçtır. Rabıta kuvvetlendikçe insan, nefsin hile ve azgınlıklarından kurtulur. Rabıtaya devam ediniz.
İnsan kendini mahlukatın en aşağısı olarak görmelidir. Köprü gibi olmalıdır. Üzerinden herkes geçse o görevini yapmalıdır. Nakşibendi nisbeti, nefsini terbiye eden, ihlas ve teslimiyet sahibi kimselerin üzerine gelir. Evrad-ı nakşibendiyeden maksad nefsi ıslahtır. Şeytanın helakı, kendini üstün görmesindendir. Cenab-ı Rabbu'l alemin bizleri nefsin şerrinden muhafaza eylesin.''
Kaynak: Zaman Gaztesinde Seyda Hz.lrinin ardından yayınlanan tasavvufi sohbetleri.
dedekorkut1
27 Aralık, 2018 - 12:41
Kalıcı bağlantı
Seyda Hazretleri'nin hayat serüveni
Seyda Hazretleri'nin hayat serüveni
SELİM GÜRBÜZER
Seyda Hazretleri (k.s.), Allah'a giden yolda Sadat-ı Kiram'ın metodunu manevi tasarruflarıyla insanların yüreğine işleyen bir gönül sultanıdır. O, aynı zamanda alışılmışın dışında bir uygulamayla vaazsız, nasihatsiz ve icabında hiçbir kelam etmeye fırsat bulmaksızın etrafında halka oluşturan bir Allah dostudur. Gerçekten de binlerce insanın birbirinden bağımsız kafileler halinde Menzil'e gidip Seyda Hazretleri'nin manevi tasarruf şemsiyesi altında halka oluşturması akıllara durgunluk veren bir hadisedir. Elbette ki bu durumu ne akılla, ne de kitapla izah edilebilir, ancak ve ancak bunu “Allah bir kulunu sevdi mi, isterse bütün dünyayı ayağına getirir” tarzında bir ifadeyle izah edebiliriz. Nitekim her şey sevgi ve sevilmek denen iksir içinde gizlidir. Besbelli ki insanlar akın akın Menzil’i ziyaret etmekten kendini alamıyorlar. Zira Seyda Hazretleri etrafında halka oluşturan kalabalığın sayısına bakmaksızın, Allah'a giden yolda Sadat-ı Kiramın ortaya koyduğu düsturları hem yaşayarak hem de yaşatarak hayırhah daire çizerek ispatlıyor. Meğer bu işin sırrı İslam’ı yaşamak ve yaşatmaktan geçiyormuş.
Bikere her şeyden önce tövbe; işlediği günahlarla esaret zincirine mahkûm kalan insanların hürriyete giden yolda başvuracağı ilk kapıdır. Sadat-ı Kiram'ın kapısında zaten gelene gelme denilmediği gibi, gidene de gitme denilmez. Kapıda engelleyen hiç bir durum gözükmez, bilhassa burada 'Ne olursan ol yine gel' sözünün tatbikatı tüm açıklığıyla gözler önüne serilir de. Bövlece bu kapıyı aralamanın ilk adımı tövbeyle başlamakta. Çünkü tevbe, esaretten hürriyete kavuşmanın ilk kurtuluş reçetesidir. Kaldı ki Hâcegân yolunda "Her hayrın başında ve sonunda tevbe ediniz" düsturu esastır. Aslında Saadat-ı Kiram daha yolun başında ilk iş olarak sünnete uygun bir uygulamayı icra ediyorlar. Nasıl icra etmesinler ki, bu yolda tevbe huzura edeple varışın ilk lütfudur. Nitekim tarikat-ı Aliye’nin bütün amellerinin başında ve sonunda 25 estağfurullah denmesi bunun içindir. Bir sofi huzura varmaya dursun bir bakmışsın gerek Hatme-i Hâcegânda hatmi şerif eda ederken, gerek Rabıtada tefekkür ederken ve gerekse günlük virdini çekerken 'Estağfurullah' deyip öyle ameline start verir. Yine huzurdan ayrılacağı zamanda 25 'Estağfurullah' deyip işlediği amelleri layık-ı veçhiyle yapamadığının kaygısıyla içten içe nedamet duyarak ayrılır. Derken bütün bu yolun usul ve adaplarını uygulayan sofi, mürşidine olan muhabbeti kat be kat artmış olarak ilerler. İşte bu yüzden Şeyh Ahmed el Haznevi (k.s.): "Muhabbet sofilerin bineğidir" demiştir.
Gerçekten de muhabbet ‘gül neslin’ şavkıdır. Zaten aşk ve muhabbet olmadan gül’ün nübüvvet kokusu nasıl hissedilsin ki. Öyle ya, madem kâinat aşk üzerine yaratılmış, madem her yaratılan cevherin özünde muhabbet ve sevgi seli var o halde aşk-ı muhabbeti nasıl görmezden gelebiliriz ki. Kaldı ki Mürşid-i Kâmilden feyiz ve muhabbet almanın en temel kaidesi Allah Resulü (s.a.v.)’in yoluna sımsıkı sarılmaktan geçmekte. Bakın Gül neslin evladı Seyyid Fevzeddin Hz.leri ne diyor:"Kalbim çalışmıyor, ya da beynim çalışmıyor diyorsanız, elbette çalışmaz. Nefsin hevasına kapıldığı sürece Allah'ın muhabbetini gönle yerleştirmek çok zor. Ancak nefsi ıslah ederek muhabbet kapılarını açabilirsiniz. Böylece kalpte çalışır, kafa da çalışır (akl-ı selim)." Anlaşılan bu cümlelerle, sofilerin muhabbet erleri olmasını ve kuru kalabalık olmaktan sakınmalarını dilemekte. Hatta sözlerinin akabinde: "Sofi daima nefsinin zıddını yapmalı. Nefsin hevesine kapılmamalı. Bu yüzden bu hale 'nefse muhalefet' denmiştir. O halde nefsi başıboş bırakmamak gerekir. Şayet insan nefsini kontrol altında tutmazsa o insan kulluk idrakine varamaz. Unutmayalım ki, Allah ile kul arasında en büyük perde nefsidir. Dolayısıyla nefs perdesini kaldırmak elzemdir." İşte Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere insan nefsin esiri olmamalıdır.
Malum olduğu üzere Seyda Hazretleri (k.s.), Peygamber soyundan gelen Evlad-ı Resuldür. Yani soy ağacı bakımdan Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in 30’ncu göbekten torunudurlar. Dahası O; ehlibeyt neslinden olmanın şuuruyla hayatını tanzim eden büyük bir zattı. Öyle ki Resulullah (s.a.v.)’in geçirmiş olduğu hayat biçimini esas alıp hayatı boyunca yaşamaya gayret etmiştir. Böylece Seyda Hazretleri'nin Sünnet-i seniyye’ye ittiba etme gayretinin sonucunda Allah Resulü'nün geçirmiş olduğu hayat çizgileri üzerinde tecelli edip gönüllerde Gönüller Sultanı olarak taht kurmuştur. Dile kolay peygamberlik Allah Resulü'ne 40 yaşında gelmişti. Seyda Hazretleri'ne de 40 yaşında halifelik nasib olmuştur. Üstelik Şeyh Ahmed el Haznevi’nin (k.s.) oğlu Şeyh Alâeddin’in işaretiyle Gavs-ı Bilvanisi (k.s.) Medine-i Münevvere'ye götürmesinin akabinde halifelik gerçekleşmiş. Hani tasavvufta üçler yediler kırklardan bahsedilir ya, gerçekten de 40 yaş onun için hayatının dönüm noktası olmasına yetmiştir. Böylece manevi veraset bakımından da altın silsilede 38’nci basamakta yerini alır da. Altın halkada yer aldığı silsile Peygamberimizden (s.a.v.) günümüze kadar uzanan manevi halkanın ta kendisi olup bu zincirin 38’nci durağında artık Seyda (k.s) vardır. İyi ki de Seyda (k.s.), altın silsileyi şerife halkasında hak ettiği yerini almış, bu sayede ömrünün geri kalan 21 yılını insanları irşat etmekle geçirecektir. Hatta O, irşat postuna oturmadan evvelde hal ve hareketleriyle babası Gavs Hazretleri’nin çoktan dikkatini çekmiş olsa gerek ki "Ey oğul, Allah sana mübarek eylesin, inşallah İmam-ı Rabbani Hazretleri'ni geçersin" duasına mazhar olacaktır. İşte baba duası bu ya, Seyda (k.s.) 40 yaşında halifeliği aldıktan sonra dur durak bilmeden ömrünü Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna adayacaktır. Öyle ki artık zamanın iman kurtarma zamanı olduğu bilinciyle arayış içerisinde olan herkesi manevi şemsiyesinin altına alır bile.
Evet, O'nun dergâhına gelen ister Türk, ister Kürt, ister Laz, ister Çerkez her ne olursa olsun aynı halkada "Bir" oluyordu. Yetmedi Menzil’in manevi atmosferinde herkes kardeşçe yaşama şuuruna ermiş oluyordu. Böylece etnik kimlikler ayrılık sebebi olmaktan çıkıp gönüller Lafza-i Celal (Allah adında) ikrarında birleşir de. Nasıl gönüller Lafza-i Celal zikrinde birleşmesin ki, insanlar kalpten Allah Allah dedikçe aşkların en güzeli İlây-ı kelimetullah tutkusu ruhunda yankı bulup muhabbet fedaisi hüviyete bürünüyorlardı. Elbette ki böyle bir aşk bütün ayrılıkları bertaraf etmeye yetecek güçtedir. Düşünün ki her türden değişik siyasi görüşe sahip insanlar bir bakmışsın eski husumet duygularını bir kenara bırakıp aynı kaba kaşık çalaraktan çorba içtikleri gibi aynı safta Seyda Hz.lerinin imamlığında omuz omuza namaza durmaktalar. Keza Hatme-i Hâcegân halkasında dizler bitişik huşu işinde cem oluyorlar da. İlginçtir bu zamanda insanları bir araya getirip kaynaştırmak mümkün değilken nasıl oluyor da böyle bir atmosferde tüm dünyevi rütbe ve şanlar bir kenara atılıp aynı iklimde kaynaşma olunuyor doğrusu şaşmamak elde değil. Tabii ki, Saadat-ı Kiramın manevi tasarrufatını akılla izah etmek çok zor. Bunu ancak yaşayan bilir, yaşamayan bilmez elbet. Zaten yaşadıkça da Allah Resulü'nün "Ne Arabın Acem'e, ne de Acem'in Arab'a üstünlüğü var. Üstünlük takvadadır" sözlerinin tatbikatını her daim Menzil’de görmek mümkün olabiliyor. Yeter ki tevhid yolunda birlikte yaşamanın bütün çizgilerini Seyda Hazretleri’nin oluşturduğu manevi iklimde tatmanın kıymetini bilelim, gerisi gelir elbet.
Bilhassa Seyda Hazretlerinin hayatına bakıldığında köy köy gezip zahiri ve manevi ilimlerle hemhal olduktan sonra bizatihi babasının adına Buhara dediği Menzil köyünde konaklayıp orada irşad faaliyetlerini yürüttüğünü görürüz. Seyda (k.s), değim yerindeyse konakladığı kuş uçmaz kervan geçmez köyü şehre taşımadı, tam aksine şehir insanlarını akın akın Menzil köyüne taşıyıp ziyaret edilir bir mekân haline getirmiştir. İşte o gün bugündür Menzil hala çekim merkezi olmaya devam etmektedir. İnancımız odur ki bundan böyle de ziyaretler hiç kesilmeyecektir. Malum O’nun ilk dünyaya teşrif ettiği mekân Siirt'in Kozluk ilçesine bağlı Siyanus köyüdür. Köy çocuğu olmak çok güzeldir elbet, hele köy köy dolaşıp başka köylere hicret edince de güzelliğine daha da bin güzellik katacaktır. Düşünsenize 1930 yılında doğduğu bu köyden daha 2 yaşında körpe çocukken Siirt’in Baykan ilçesine bağlı Taruni köyüne göç etme şerefine erecektir. Ne iyi etmişler de ailece buraya göç etmişler. Zira 15 yaşına kadar bu köyde hem zahiri hem de manevi ilimler yönünde yetişip gencecik nurani bir çehreye bürünmüş tığ delikanlı olacaktır. Ancak ne var ki bu yaşta ilim bakımından mesafe kat etmesine tahammül edemeyenler cirit atınca onun bu köyden gitmesine sebep teşkil edecektir. Hatta kıskançlık ve tahammülsüzlük illeti önce Seyda Hazretleri'nin çıkmasına, akabinde babası Gavs Hz.lerinin bu köyden uzaklaşmasını beraberinde getirecektir. Hani bunda da bir hayır vardır deriz ya hep, meğer bu çıkış ilerisine yönelik bir hazırlığın bir işaret taşıymış. Gerçekten de Seyda Hz.lerinin bu göçü Havil köyünde ikamet eden Hocası Molla Muhyiddin'in yanında 1,5 yıl zahiri ilimleri tahsil için bir göç olduğu anlaşılır. Sonrasında Dilbe'ye gelir ve burada ise dayısı Molla Abdulbaki Hz.leri Hocalık eder. Sonrasında Narlıdere ve Nurşin köyüne hicret etmek vardır. Nurşin’de yarıda bıraktığı ilim tahsilini yine Seyda-i Molla Muhyiddin üstlenecektir. Şimdi tüm bu ilim koşuşturmalarından anlıyoruz ki, Sadat-ı Kiram'ın yolunda gerekirse ilim için dünyanın öbür ucunda da olsa koşuşturma mecburiyeti vardır. Nitekim Seyda Hazretleri de çocukluk yaşından itibaren gerek Muhammed Diyâeddin’in (k.s.) torunu Şeyh Muhammed Nasır’la beraber uzun seneler zahiri ilmi tahsil için diyar diyar dolaşmakla, gerekse en son babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)'in yanında ilmi icazetini almakla tamamlayacaktır. İlmi icazet almak her baba yiğidin harcı değil elbet. Hele Seyda Hazretleri söz konusu olunca bu üst seviyede doyumsuz bir ilim aşkı durumla karşılaşırız. Nitekim bu uğurda Narlidere köyünden sonra Kasrik köyüne hicret edilir. Fakat Kasrik zaman içerisinde, ilim taleb edenleri madden kaldıramaz hal alır. Bu yüzden ilim için her bakımdan müsait bir mekân olarak Gadir tercih edilir. Bu arada tarihin sayfaları 1964 yılına çevrildiğinde vatani vazifesi için askere gidecektir. Tabii terhis olduğunda Gadir’de tekrar kaldığı yerden durmak yok dergâh hizmetinde yola devam diyecektir. Ancak bir müddet sonra Gadir köyü de Gavs-ı Bilvanisi'yi kabullenmeyecektir, bunun üzerine köyün adına uygun davranıp gadr (göç) edeceklerdir. Gadr ettiler de ne oldu, en nihayetinde göçlerin en güzeli gerçekleşip artık hemen herkesin dilinden düşürmediği şu meşhur Menzil köyünde konaklayacaklardır.
Evet, kaderde Menzilde konaklamak varmış. Zaten Menzil’de Durak köyü demek, dahası onca geçirilen hicret hayatı serüveninden sonra irşadın zirve yapacağı en son duraktır. Üstelik bize bu durak Medine’yi hatırlatır da.
Menzil önceleri kıraç arazili bereketsiz bir köy olması bir yana aynı zamanda pek uğrak bir yer de sayılmazmış. Sanki Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)’in yolunun düşeceği anı iple çeker bekler halde dururmuş. Geldiğinde zaten çiçek gibi açılır da. Nasıl çiçek gibi açılmasın ki, Gavsın işaretiyle ab-ı hayat suyla buluşur da. Gerçekten de vurulan sondaj sıradan bir sondaj değildi, bilakis çorak ve kıraç olan topraklara hayat katıp zemzemi hatırlatan sondajdır bu. İşte, Gavs'ın işaretiyle çıkartılan bu su yetmez olunca bu kez Seyda Hz.leri tarafından bir başka sondajla da artan kalabalığın ihtiyaçlarını giderir hale gelecektir. Menzilde halen bugün olmuş bahçeler sulanıyorsa, tarlalar ekilip biçilip elde edilen ürün değirmene gönderiliyorsa biliniz ki mana âleminden işaret edilen bu sondajların neticesi bir durumdur. Yine Türkiye'nin dört bir yanından gelen misafirlere kazanlarla çorba verilmesi de öyledir. Hakeza değirmende öğütülen unun Fatıma anamızın ekmek mayasıyla yoğrulup fırına verilmesiyle birlikte ekmek olarak ikram edilmesi de öyledir. Üstelik tüm bu ikramlar hiç kimsenin cebine dokunulmadan sunulmakta. Zaten Sadat-ı Kiram'ın hayatları incelendiğinde dergâhına gelen her kim olursa olsun çorba ve ekmek ikram ettikleri görülecektir. Bu demektir ki Seyda Hazretleri yeni bir şey keşfetmiş değil, sadece yaptığı Sadatlara mutabaat ederekten kıyamete kadar bu güzel geleneği sürdürmek olmuştur.
Günler günleri kovaladığı 1972 yılı gelip çattığında onun için hem hüzün yılı hem de sorumluluk üstlendiği yıl olacaktır. Dile kolay babası Seyyid Abdûhakim el Hüseyni’yi (Gavs-ı Bilvanisi) ebediyete uğurlayacaktır. Bu göç şimdiye kadar ki yaşadığı göçlerden farklıydı. Babası 24 Mayıs'ta Allah'a kavuşur da. Her nefis ölümü tadacak hükmü veli kullar içinde geçerli hüküm elbet. Ancak gözü arkada kalmayacaktır. Ne de olsa nakli mekân etmeden 2 yıl önce emaneti oğlu Seyda Hz.lerine Ravzayı Mutahhara’nın yanında halifeliği vermişti. Artık kendisinden sonra ki evrede 21 yıl sürecek yeni bir irşad hayatını sürdürecek oğlu vardır. Zaten Seyda Hz.leri de babasını aratmayacak bir şekilde emaneti üstlenip Menzil’i adeta Şah-ı Nakşibend (k.s.)’ın Kasr-ı Arifan'ı diyebileceğimiz bir mekân hale getirerek adından söz ettirecektir. Ancak irşad süreci içerisinde çileler bir türlü yakasını bırakmayacaktır. Hani elması olan ağaç taşlanır ya, malum Türkiye’de her on yılda yapılan darbeler hep can yakıcı olmuştur. Hele irşad halkası büyüdükçe Seyda Hazretleri'ni bu mekânda rahat bırakmayacaklardır. Allah Resulü'nün hayatında görülen çile yolculuğu Seyda Hazretleri'nin yaşantısında da görülecektir. Maalesef 12 Eylül ihtilalinin acı meyveleri Seyda Hazretleri'ne de sirayet eder. Nitekim Seyda Hz.leri Menzil köyünden alınıp askerler tarafından bir jeeple Gökçeada’ya götürülür. Seyda Hazretleri sanki hiçbir şey olmamışçasına üç odalı bir eve yerleştiğinde şu mana yüklü sözleri dile getirmekten kendini alamaz da:
"-Şükredin, bir odamız daha oldu. Şükrümüzü artıralım. Bakın hem geniş bir yerde oturuyoruz, hem de bizi koruyan güvenlik görevlilerimiz var. Bizi her yerden gözetiyorlar da.”
Hatta Seyda Hazretleri zaman zaman romatizma ağrıları için Gökçeada'da girdiği kuma baktığında "Sanki Medine'nin kumları gibi" demesi de bir başka mana yüklü inci sözler olarak yankı bulur. Hiç kuşku yoktur ki dilinden dökülen bu inci taneli sözler Allah Resulü'nün, Mekke'den Medine'ye göçünü hatırlatan aynı zamanda Peygamberimize yürekten bağlılığını ortaya koyan sözler olarak gönüllere nakş olunur.
Seyda Hazretleri'nin ardından
Peki ya hicret sonrası? Malum, mecburi ikamete tabi tutulduğu o yıllarda Başbakan olarak Turgut Özal devreye girer. Başında Kenan Evren olmasına rağmen onun özel gayretleriyle Ankara Gülhane Hastanesi'nde tedavisi gerçekleşir. Neyse ki doktorlar, Ankara'da ikamet edilmesine dair heyet raporu verir de Gökçeada'dan dönüşü vuku bulur.
Malum, Özal halkın oyuyla seçilip başbakan olduğunda, Cumhurbaşkanı Kenan Evren'den Seyda Hz.lerinin sürgün cezasının kaldırılmasını ister. Fakat bu isteği Evren Evren’in anılarından da anlaşıldığı üzere 'Midem Bulandı' diye değerlendirmiştir. Onun midesi bulana dursun Turgut Özal ise pes etmeyip kendi gönül zaviyesinden Gönül Sultanının kıymetini şöyle değerlendirmiştir:
"-O dönemde birçok kişi yargılanmadan cezalandırılıyordu, adı geçen zat da onlardan biriydi. Gökçeada'da mecburi ikamete tabi tutulmuştu, hem de hiçbir sorgulama geçirmeden."
Gerçekten de Özal’ın şahsi gayretleri meyve verir de. Özal Allah dostuna hizmet eder de maneviyattan nasiplenmez mi, hem Seyda Hz.lerinin yaşadığı suikastın bir benzeri suikasta maruz kalmakla (Kartal Demirağ’ın attığı kurşunun eline isabet etmesiyle), hem de Türkî Cumhuriyetlerde zehirlenerek şahadete yürümesiyle nasiplenecektir.
Gökçeada, Ankara derken en nihayet dönüş Menzil'edir. Dönüşü de bir bambaşkadır elbet. Hasretlik öyle yüreğine işlemişti ki, ilk iş Gavs Hazretleri’nin markadını ziyaret, ardından şükür namazı ve Mevlit… Öyle ki hicret dönüşü irşat halkası daha da bir bambaşka hal alacaktır. Adeta Allah Resulünün fetih yıllarını hatırlatan bir irşat gözlemlenir. Biz gözlemleriz de birileri de gözlemlemez mi, malum birtakım mahfillerde sinsi plan kurgulayarak gözlemleyeceklerdir. Pusuya yatıp fırsatını yakaladıklarında harekete geçmeyi ihmal etmeyeceklerdir. Nitekim bir bayram ziyareti esnasında bir gizli el, sofilerin arasına sızaraktan el öpme anında zehirli iğneyi eline saplayıp şırınga edecektir. Bir an kendimizi Seyda Hazretlerinin yerine koyduğumuzu varsaymış olsak feryadı figan eyleyip yeri göğü inleteceğimiz malum, ama o öyle yapmayıp sofilerin linç etmesine fırsat vermeksizin sanki hiçbir şey olmamışçasına bu fiili işleyen şahsı affeder de. İşte merhamet abidesi olmak budur. Anlaşılan o ki kendisine girişilen bu suikastı bir sünnetin icrası olarak telakki etmiş. Tıpkı Resulullah (s.a.v.)’in Haydar fethinin müteakibinde bir ziyafet sofrasında sunulan zehirli eti birazcık ısırmanın ardından affettiği gibi o da aynısını yapmıştır. Ne ilginçtir ki bu zehir hadisesi Allah Resulünün vefatına iki yıl kala denk düşmüş olmasıdır. İşte tam manasıyla mutabaat budur.
Seyda Hz.lerinin gerek geçirdiği sürgün hayatı, gerek eline zehir şırınga hadisesi, gerekse kendi şahsi hastalıkları onu irşattan alıkoyamadı, bilakis, çile çektikçe irşad dairesi daha da dalga dalga yayılıp Allah Resulünün Medine’den Mekke’ye dönüşünde ki fetih günlerini hatırlatan bir büyümeye dönüştü. Kendisi bir ara Menzil'den göz ameliyatı için Ankara'ya teşrif ettiğinde ve daha sonraki yıllarda ise romatizma ağrıları için Afyon'da Jeotermal kaplıcalarında tedavi ve istirahat için geldiklerinde bile bir an olsun irşaddan geri durmamışlardır. Hatta Afyon dönüşü yol güzergâhı boyunca uğradığı bir takım yerlerde Sadat-ı Kiram'ın yoluna girmek isteyen taliplilere tövbe vermeyi de ihmal etmemiştir. Dahası yarın ölecekmiş gibi ahrete çalış hükmü gereği yine bir seferinde yine Afyona geldiğinde vefatına sayılı günler kala, herkesi şaşırtırcasına Afyon'da hutbe irad etmeleri çok ilginç bir vuslat anı olarak tarihe geçecektir. Şöyle ki, Seyda Hz.lerini yakından tanıyanlar şundan eminlerdi ki onun irşat faaliyetlerinden fırsat bulup sohbet edecek vaktinin olmadığıdır. Bu yüzden vefatına yakın dönemlerinde nerden geldiği bilinmeyen ve ansızın ardı arkası kesilmeyen sohbetlerin peşi sıra gelmesi herkesi derin derin düşündürmeye yetmiştir. İşte, bu sohbet onun artık ayrılış işaretiydi. Fakat zihinler o an şaşkın halde bu durumu çözecek basiretten yoksundu. Öyle ki, Seyda Hazretleri'nin veda konuşmasının son cümlelerinde;
"... Sofiler ayakta çok beklediler. O'nun için sohbetime bu arada ara veriyorum. Cuma'ya kadar inşallah evimizde olacağız. Allah hepimizi affetsin..." diyor ve hiç bir sofi "Cuma'ya inşallah evimizde olacağız" sözünden vuslat anının yaklaştığını aklının ucundan bile geçirmiyordu.
Evet, gerçekten de Seyda Hz.leri Cuma evinde oluyor ama bu dünyadan ve çok sevdiği sofilerinden ayrılaraktan 63 yaşında Rasullullah’a mutaabat edip ebedi istirahatgâhında Gavs’ın yanına defnedilerek veda eder. Şeb-i arus eylediği gün ise cumadır. Ve ardından binlerce sofi gözyaşları içinde onu son yolculuğuna uğurlar. İşte o an yürekleri rahatlatacak birine ihtiyaç hâsıl olur ki, işte bu noktada oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri devreye girip sofileri şöyle teskin eder:
"-Ağlamayın, Allah Resulü'ne ne yapıldıysa, babama da o yapılacak..."
Evet, Seyda Hz.leri Ankara’nın Pursaklar ilçesinde Sultan camiinde cenazesi yıkandıktan sonra tabuta konulur da. Tabut sofilerin omzunda otobüsün üst kısmında koltukların üzerine konularak Menzil'e defnedilmek üzere kafileler eşliğinde yola çıkıldığında boyunlar bükük hüzün doruktadır. Yani Seyda Hz.leri son yolculuğunda da sofileriyle beraberdir. Menzile varıldığında bir anda Türkiye'nin dört bir yanından gelen yaklaşık 20 kilometreyi bulan uzunlukta araç kafilesi eşliğinde adeta mahşer gününü hatırlatan bir kalabalık oluşur. Artık vuslat günüdür. Nitekim cenaze namazının akabinde omuzlarda Gavs Hz.lerinin yanında toprağa verilir de. Toprağa verildiğinde Resulullah (s.a.v.)’in "Âlimin ölümü âlemin göçü" sözleri gönüllerde yankı bulur da. İşte bu yankı Hasan Kılıçatan'ın ilahisinde bir başka anlam kazanır da:
Resulüllah'ın torunu
Ceddin Muhammed Nebi
Dertlerin dermanıydın
Sen Gönüller Tabibi
Zühd vera teslimiyet
Nice sırlar sahibi
Bıraktın bizleri
Ağlattın Seydam...
Mevlanaca Gel dedin
Yunusca sevgi dedin
Sevgi ile insanları daima birleştirdin
Ayırmadan hiç kimseyi Hak yola davet ettin.
Karanlıklar içindeydim bir zamanlar ben de
Işık tuttun yoluma olgunlaştım sayende
Bataklıklar içindeydim çiçek oldum sayende
Bıraktın bizleri ağlattın Seyda.
Seydam, Seydam, Seydam
Ağlattın bizleri mübarek Seydam...
Gerçektende Seyda Hazretleri'nin cenazesinde Türkiye’nin her bölgesinden insan ağlıyor ve gözyaşlarının akmasına mani olamıyordu.
O şimdi babası Gavs Hazretleri’nin kabrinin yanı başında medfundur. O sofilerden ayrıldı ama bizden hayırlılara kavuştu. Başta Allah Resulü olmak üzere Hz. Ebû Bekir-i Sıddık (r.a.), Ömer-ül Faruk (r.a.), Hz. Osman (r.a) ve Hz. Ali (k.v.) dört büyük Halife ve Şah-ı Nakşibend (k.s.), İmam-ı Rabbani (k.s.) gibi dostlarına kavuşup böylece Şeb-i Arus'a yürüdü.
O'nun vefatı aslında bizlere dünyanın geçici olduğunu, ahretin ise ebedi hayat olduğunu tekrar hatırlattı. Nitekim Seyyid Fevzeddin Hz.'leri bu manada cenaze namazını müteakiben ağlayan sofilere şöyle seslenir de:
"-Resulullah'ın ölümü sırasında Ebû Bekir-i Sıddık (r.a.), ağlayan Müslümanlara dönerek, 'kim Resulullah'a tapıyorsa, O ölümlüdür ve ölmüştür. Kim Allah'a tapıyorsa O diridir' demiştir. Aynı şeyi şimdi biz tekrarlıyoruz. Seydamız Allah'ın rahmetine kavuşmuştur. Biz ona değil, kendimize ağlıyalım. Onun yolundan gidelim. Kurmuş olduğu o evi yaşatalım. Kendimize merkez edinelim. Kendini geride bırakan ölmez buyruluyor. O ilmiyle kendini geride bıraktı ve ölmedi. O'na karşı iki görevimiz var. İlki onun yolunu takip etmek. O seviyeye nasıl çıkmışsa biz de aynı yolu takib ederek o seviyeye çıkmaya çalışmalıyız. Seyda Hazretleri: "Arkamdan bol bol Kur'an-ı Kerim okuyun buyuruyordu. Bizler de arkasından bol bol Kur'an-ı Kerim okuyalım."
Allah’a şükürler olsun ki Seyda Hz.leri bizi yetim bırakmadı. Vefatını müteakip görevi devr alan kardeşi Gavs-ı Sani Abdulbaki (k.s)’de. a tıpkı Seyda Hz.leri gibi irşad faaliyetlerini aynı kararlılıkla yürütmektedir. Belli ki niyet hayır olunca akıbette hayır olmaktadır.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2600/seyda-hazretlerinin-hayat-seruveni.html
dedekorkut1
18 Mart, 2020 - 07:15
Kalıcı bağlantı
RABITA-İ ŞERİFE
RABITA-İ ŞERİFE
SELİM GÜRBÜZER
Düşünmek iyi yönde de olabilir, menfi yönde de. Hani güzel bir atasözümüz var ya: ‘Dervişin fikri neyse zikri de odur’ diye. Madem öyle, iyi olanı düşünmek varken, menfi yönde düşünmekte niye? Hem menfi düşünmekle, ta baştan Hz. Ali (k.v)’in beyan buyurduğu “Niyeti kötü olanın attığı ok eninde sonunda kendine döner” veçhiyle kendi kendimizi heba etmiş oluruz. O halde daha ne duruyoruz, gelin hep birlikte iyi yönde düşünelim ki; Ariflerin deyişiyle hayırlar feth ola, şerler def ola, gönüller şad oluversin.
Malumunuz İslam’da müsbet manada düşünmek tefekkür olarak karşılık bulurken, menfi düşünmekse koyu cehalet ve taassub olarak karşılık bulur. Hakeza tasavvufi manada deruni düşüncelere dalmak ise, tıpkı Abdurrahim Karakoç’un ‘Ben hep seni düşünürüm’ şiirinde dile getirdiği:
“Aşktan yana söz duyunca,
Ben hep seni düşünürüm,
Uçsuz hayaller boyunca
Ben hep seni düşünürüm” şeklinde ‘Rabıta-i Şerife’ olarak anlam kazanacaktır. Öyle ya, kâinat aşk üzerine mayalandığına göre, bir sofi içinde Allah’ı hatırlatacak bir kâmil mürşide aşkla muhabbetle gönlü gönle bağlayıp bu durumun rabıta-i şerife olarak anlam kazanması son derece gayet tabiidir. Zira Ubeydullah Ahrar (k.s)’ın Reşahat’ta geçen sohbetinde “Bu keyfiyet iki kısımdır: Birincisi zahiren beraberlik, ikincisi kalbi beraberliktir” diye beyan buyurması bunun teyididir. Öyle ki bu teyid ‘Rabıta-ı Şerife’ manasına bir teyittir. Şayet ortada kalbi beraberlik yoksa zahiri beraberlik ister istemez şekli olacaktır. İlla ki kalbi bağ kurmak gerekir ki şekli olmaktan çıkılabilsin. Nitekim Yüce Allah’ın “Allah’tan korkun, sadıklarla beraber olun” (Tevbe suresi, 119) diye beyan buyurduğu hükmün kapsayıcılığı hem zahiren hem de manen bağlılık gerektiren bir hükümdür. Ki; Sadatlardan Şeyh Abdullah El Ahrari (k.s.); bu ayet-i celileyi okuduğunda sadıklarla zahiren beraberliği ‘sohbet beraberliği’ manasına tefsir ederken, manen beraberliği ise gönlü gönle bağlama manasına ‘Rabıta-i şerife’ olarak tefsir etmiştir. Anlaşılan o ki, rabıtasız sofilik olmaz, tasavvufi hayat gönlü gönle bağlamayı gerektirir çünkü. Zaten bir sofiyi tasavvufi hayata bağlayan da, ya mürşidinin lisanından çıkan güzel bir sohbet kelamı, ya da mürşidinin iki kaşı arasından süzülerek kalbine akan nurani feyzidir. İşte bu bağlayıcılık olmasa sofi ne mümkün ki, tefekkür deryasına dalabilsin. Bakınız, Peygamberimiz (s.a.v)’e Allah’ın veli kulları kimlerdir diye sual tevdi edildiğinde verdiği cevap çok manidardır: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah (c.c) hatıra gelir “ (Taberi, 4/2731).
Gerçektende Allah Resulünün bu güzel beyanına tasavvufi gözle baktığımızda ‘Rabıta-i Şerife’nin ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz dersek yeridir. Zaten öyle de anlamamız icab eder. Çünkü Yüce Allah’ın kâinatı Habib’inin yüzü suyu hürmetine yaratmasının temelinde bizatihi ilahi aşk gerçeği yatmaktadır. Dolayısıyla bir sofinin ilahi aşka kayıtsız kalması sofilikle asla bağdaşmaz, bilakis sofinin ‘Onlar görüldüğünde Allah’ı hatıra gelir’ hadis-i şerifin mana ve ruhuna uygun olarak aşkla muhabbetle rabıta yapıp Allah Resulünün bu buyruğuna icabet etmesi gerekir. Malumunuz Rabıta-i Şerife’nin Arapça lügat anlamı gönlü gönle bağlamak demektir. Hatta Rabıta-i Şerife’nin lügat manasının ötesinde yukarıda zikrettiğimiz Karakoç’a ait ‘Ben hep seni düşünürüm’ şiirinin devamındaki dizelerle bile anlamlandırabiliriz pekâlâ:
Yıldızlar kayar yüceden;
Renkler sıyrılır geceden;
Yüreğim sızlar inceden;
Ben hep seni düşünürüm.
* **
Aklın ucu değer hiçe;
Yol ararım içten içe,
Kâinat uyur sessizce,
Ben hep seni düşünürüm.
İşte bu müthiş dizelerden yola çıkarak kâinat uyuya kalsa da, aklının ucu hiçe değse de gönlünü mürşidine rabt etme halini sofinin ruh dünyasında Allah’ı hatırlatacak derecede nasıl etki yaptığını az çok tahayyül edebiliyoruz. Şayet dizelerinde bizim gibi aklı melekeleri olmuş olsa tahayyül gücüyle oyalanmak yerine kendini sofinin yerine koyup ‘Rabıta-i Şerife’ hal lisanınca şöyle dile gelecekti:
Korkunun bittiği yerde,
Haz duyarım perde perde,
Bir mezar görsem bir yerde,
Ben hep seni düşünürüm.
***
Zaman hep sonsuza akar,
Meyve dökülür, dal kalkar,
Çiçeklere bakar bakar,
Ben hep seni düşünürüm.
* **
Rüzgâr esen ilden ile
Sağlıkta bitmez bu çile,
Vardan öte, Yokta bile,
Ben hep seni düşünürüm.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz gerçek aşk-ı bendi ve gönül bağı bu dizelerin dilinde gizlidir. Bu öyle aşk-ı bendi bir haldir ki, üstelikte vardan öte, yokta bile Allah’ı hatırlatacak derecede bir gönül bağı gizemdir bu. Varda yok yokta var, hiç fark etmez, sofi için asl olan düşünde hep o’nun var olması mühimdir. Hele sofinin yolu bir mezara düşmeye görsün kendini ölümsüz aşk deryasının ortasına düşmüş hissedecektir. Sofi nasıl öyle hissetmesin ki, iç âleminde kıpır kıpır cezbe halde dizginleyemediği öyle bir aşk muhabbeti vardır ki, o aşk-ı bendi cezbesi kemale erdiğinde bir tutkudan bir tutkuya kendisini taşıyan aydınlık bir meşale olur da. Öyle ki, içindeki bu aydınlık aşk-ı bendi meşalesi sayesinde sırasıyla bir bir “Fena Fil Sofi, Fena Fiş Şeyh, Fenâ Fir Resul, Fenafillâh, Bekabillah" basamaklarını aşıp en nihayetinde şeb-i arus vuslat hâsıl olurda.
Bakınız, Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül adlı kitabın sayfalarını çevirdiğimizde Seyda Hazretleri'ne bir gün ''Efendim, rabıta, tevessül ve himmet konularında bize sohbet eder misiniz?'' diye sorulduğunda mübareğin şöyle buyurduğunu görürüz:
''Tarikat-ı Nakşibendî'de mürşid rabıtası çok önemlidir. Çünkü müride en fazla fayda veren şeyh rabıtasıdır. Bir mürid şeyhinin ruhaniyetini manevî tasarruf ve yardımını her an yanında düşünmelidir. Hatta her attığı adımda şeyhinin ayak izlerine bastığını düşünerek onda (onun halinde) fani olmaya bakmalıdır. Çünkü insan şeyhine rabıta yapa yapa onun manevî tasarrufatı altına girer ve ondan istifade eder. Müridin mürşidinden istifadesi iki şekilde olur: Birincisi, zahiren o’ndan şeriatı öğrenmek,. İkincisi, batınen şeyhin feyzinden istifade etmek. Birincisinde her Müslüman, Müslüman’ca yaşaması için gerekli olan ilimleri öğrenmektedir. İkincisinde ise yine herkese farz-ı ayn olan ilahî muhabbeti tahsil, ihlâsa ulaşma, ahlâk-ı hamideyi elde etme, kin, haset, ucub gibi çirkin sıfatlardan kurtulma gibi nimetleri elde etmektedir. Bu ilimlerin öğrenimi ve uygulanması ekseriya bir manevî tedavi neticesinde vukua gelir. Bu feyiz ve nisbet, kalblere tasarruf eden Cenab-ı Hakk tarafından verilir. Allah kime murad ederse Sadat-ı Kiram o tarafa yönelir ve o kimseye nasibini ulaştırır. Bu işte her şey, şeyhin isteği ile değildir. Öyle olsaydı Gavs- Hizanî (k.s) manevî emaneti (hilafeti) Seyda-ı Taği'ye değil, kendi çocuklarına verirdi.
Sadatın nisbeti, Peygamber Aleyhisselamın ümmeti için verilmiş bir rahmet, bereket ve hidayettir.
Geçmiş meşayih aynı usul ve meşreb üzere olmayıp, değişik şekillerde terbiye, ta'lim ve irşad içindeydiler. Mesela, Gavs-ı Hizani kendisi zahirî ilmi Molla Camî'ye kadar okumuştu. Ama Mevlana Halid-i Ölekî (k.s) gibi zamanın büyük bir âlimi, onun yanında seyr-u sülukunu tamamlıyordu.
Gavs- Hizanî (k.s) çok az konuşurdu, fakat müridlerinde aşırı bir muhabbet ve cezbe vardı. İrşad ve vaazda en önemli olan; va'z eden kimsenin manevî durumudur. Seyru sülukunu tamamlamış bir kimsenin irşadı farklı olur. Sâdatların hâli başkadır. Bir gün Hazret (k.s) sevdiği bir hocaya şöyle demiştir: ''Hoca! Şu karşıdaki ağaçlara bak; içinde kalem gibi doğru olanlar da var, eğri büğrü olanlar da var. Sadatlar, kalem gibi düzgün ağaca benzer, sen onlardan istifade etmeye bak.''
Bir ayet-i kerimede ''Sadıklarla beraber olun'' buyrulmuştur. Bu ayeti kerimenin tefsirinde birçok ulema rabıtaya işaret olduğunu söylemiştir.
Elimize kuvvetli bir mıknatıs alsak etrafımdaki küçük metal parçalarını kendisine çektiğini görürüz. İşte insanın durumu da böyledir. İlmen ve aklen kuvvetli olan kişiler etrafındaki insanları etkilerler.
Mürşidler kuvvetli imanlarından ve ilâhî tasarruflarından dolayı müridlerinin kalplerini dünya sevgisi ve malayani şeylerden temizleyip Allah'a bağlarlar. Bu da tevbe-i nasuh ile meydana gelir. Tevbe-i nasuh insanın sıfatını değiştirir. Sıfatın değişmesi demek, haram fiilleri, çirkin sıfatları terk ederek İslâm'ın meşru dairesine girmek yani sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.
Bazı sadatlar demişler ki: ''Bizim görevimiz çözüp bağlamaktır.'' Kendilerine: ''Siz neyi çözüp bağlarsınız?'' diye sorulduğu zaman ''Biz, bize tabi olanların kalplerinden dünya muhabbetini çözüp Allah ve ahiret sevgisine bağlarız'' demişlerdir.
Rabıta manevî bir hattır, müridi, mürşidine ve geçmiş sadatlarına bağlar. Rabıtaya sımsıkı sarılıp devam ettiriniz. İslâmî hizmetleri bırakmayınız. Virdlerinize devam ediniz. Sülukunuzu ilerletiniz. Letaiflerin aslî makamlarına ulaşmasına gayret ediniz. O zaman göreceksiniz ki Allah'ın izniyle Peygamber Efendilerimiz manen size yardım ediyor, geçmiş sadatlar tasarrufta bulunuyor. Bu nimetleri dünyada iken kazanmak isterseniz, tarikat-ı aliyye'nin edeblerine uyunuz; o zaman halk içinde Hakk ile beraber olma sırrı tecelli eder, imanınız taklitten tahkike yükselir. İlme'l yakin ise ayne'l yakin, ayne'l yakin ise hakke'l yakin olur. Bunların hepsi tarikatın temin ettiği nimetlerdir.
Allah dostları hakkında ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: ''Biliniz ki Allah'ın velileri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.'' Bu nimete ermek ancak dünyada amel-i salih yapmakla olur. Amel-i salih sahipleri için ahiret âlemi ne kadar kolay ve ne kadar güzeldir. Ameli olmayanların vay haline. Akıllı kişiler, bir nefesini dahi gafletle geçirmeyen kimselerdir. Siz akıllı kimselerden olun.''
Bir gün Seyda (k.s) Hazretleri'ne ''Efendim! Namazda, virtte, hatmede rabıta olur mu? Olursa nasıl yapılmalıdır? Diye sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: ''Namazda rabıta hususunda bazı sadatlar değişik sözler söylemişlerdir. Sonra cahiller onu ifrata götürüyor. Sizler, namaza başlamadan önce rabıta yapınız. Böyle olursa namaza huşu içinde başlanır.
Cenab-ı Hakk, her müridinin yanında mürşidinin bir ruhaniyetini halk eder (Onun ruhunun nuraniyeti mürid üzerine akseder). Bu yolla mürşid, kalbe tasarruf eder. Bu, Cenab-ı Hakk'ın bir ikramıdır; her şeyi halk eden o’dur. Bu halin vakıada örnekleri çoktur. Nitekim bazı müridlerin kötülüğe meyil durumunda, bazen mürşidi temessül ederek, bazen rüyada, bazen de manevî bir halle onu sakındırdığı vakidir. Bu işleri hakikatte yaptıran Allah'tır. Tarafından bir rahmet olarak mürşidi bu işe vesile kılmıştır.
Virtte rabıtaya gelince; sadatlara okunan fatiha bir hediyedir. Hediye karşılıksız olmaz. Bu sayede silsiledeki meşayih sizleri tanır. Böylece hatme ve teveccühte sadatlarla baraber olursunuz. Hatmeleri kaçırmayın; teveccüh, ilahî muhabbeti getirir.
Bir mürid, zikir çekerken Fatihalardan sonra biraz rabıta yapar sonra zikrine başlarsa çok fayda görür. Zikir çekerken huşu ve edebinizi kontrol ediniz.
İnsana en çok fayda veren bir şey de ölüm rabıtasıdır. Ölüm rabıtası tul-i emeli yıkar, ihlâs ve yakini doğurur.
Hazret (k.s.), her gün yakınlarından ahirete gidenlerin isimlerini zikrederek ''sıra bize geldi'' derdi.
Rabıta, nefse karşı en büyük ilaçtır. Rabıta kuvvetlendikçe insan, nefsin hile ve azgınlıklarından kurtulur. Rabıtaya devam ediniz.
İnsan kendini mahlûkatın en aşağısı olarak görmelidir. Köprü gibi olmalıdır. Üzerinden herkes geçse o görevini yapmalıdır. Nakşibendî nisbeti, nefsini terbiye eden, ihlâs ve teslimiyet sahibi kimselerin üzerine gelir. Evrad-ı Nakşibendiyyeden maksad nefsi ıslahtır. Şeytanın helakı, kendini üstün görmesindendir. Cenab-ı Rabbu'l âlemin bizleri nefsin şerrinden muhafaza eylesin''(Bkz. Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül-Hazırlayan: Ömer Yıldız).
Yukarıda da namazda rabıta hususunda her ne kadar sadatlar değişik görüşler bildirmiş olsalar da bu mesele Kütub-i Sitte'de özetle şöyle geçer:
Ashab-ı Kiram'dan biri Hz. Peygamber'e (s.a.v.) rabıta yapıp namaz kıldığında bunu bir sahabe arkadaşıyla şöyle paylaşır:
- Belki inanmayacaksın ama şimdiye kadar hiç böylesine lezzetli namaz kılmamıştım.
Tabii arkadaşı bunun üzerine itiraz edip şöyle der:
-Sen nasıl olurda Hz. Peygamberi (s.a.v.) böyle hayal ediyorsun (rabıta ediyorsun) bu bir küfürdür.
Derken her iki sahabede soluğu Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanında alırlar.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e durum intikal ettiğinde hoş görüp:
-İyi yaptı der.
Fakat burada ince bir ayrıntıya dikkat etmekte fayda vardır. Şöyle ki, bu hususta sadatların da hem fikir olduğu, yani dikkat edilmesi gereken husus sofinin kendi kendine “mürşidim benim ne yaptığımı, nerede olduğumu her an, her saniye her halime vakıftır” türünden yanlış düşüncelere kaptırmaması çok mühimdir. Oysa mürşidin mürid üzerindeki tasarrufatı Allah bildirirse bildirir kadarıyla bir tasarrufattır, bunun aksini iddia etmek maazallah haddi aşmak olur, zaten küfürdür bu. Hiç kuşkusuz mutlak manada bilmek sadece Allah'a (c.c) mahsus bir sıfattır.
Velhasıl-ı kelam, Rabıta-i Şerife hakkında adı geçen kitapta Seyda Hz.leri söyleyeceğini söylemiş zaten, bize ancak bu noktada Gönül Sultanının ardından bıraktığı Gönül Sultanlarına gönülden rabt olmak düşer.
Vesselam.