MOLLA AHMED HAZRETLERİ
MOLLA AHMED HAZRETLERİ
ARAŞTIRMACI YAZAR:ALPEREN GÜRBÜZER
Molla Ahmet Hz.leri 1948’de doğdu. Hayatının büyük bir bölümü Hane-i Saadet’e yakın geçti. Seyda Hazretlerinin yanında çok kaldı.
Molla Ahmet Hazretleri ile ilk karşılaşması 1957-1958 seneleri arasıdır. Molla Ahmet Hazretleri aynı zamanda 11-12 yaşlarında Gavs Hazretlerini de görme nasip olmuş ve dergahına gitmiştir. O yıllarda Seyda Hazretleri Gavs’ın yanında ve medresede ilim öğreniyordu.
Molla Ahmet Hz.leri Seyda Hazretlerinin gerek medrese hayatına ve gerekse irşad hayatına yakinen vakıf olan zattır. 1956’dan beri hem Gavs Hazretlerine hem de Seyda Hazretlerine karşı muhabbet, bağlılık ve hizmetleriyle sevilmiş, Kur’an, sünnet ve ehl-i beyt sevgisi takdir edilerek hane-i saadetten birisi olarak sayılmış ve Seyda Hazretleri tarafından damatlığa, evlatlığa kabul edilmiş. Seyda Hazretlerinden iki kere icazet almış, hem damat olmuş hem de halife.
Edebi, hayası, hizmeti, maddi ve manevi güzellikleri hakkında bundan öte ne denebilir ki.
Şu anda Van’da Seyda Hazretlerinin takib ettiği yolda irşada devam ediyor...
Şimdi Seyda Hz.lerinin vefatının ardından feyiz dergisinde yayınlanan Molla Ahmedle yapılan sohbet ve röportajlarına hep birlikte göz atalım. Bakın Molla Ahmed ne diyor:
Elhamdülillahi rabbül Alemin essalatü vesselemü ala hayrihi ve halkıhı Muhammedin ve alihi eshabihi ecmain.
Seyda (K.S.) çok büyük bir zattı. O herkes tarafından Menzil mürşidi olarak bilinen alim bir zattı. Alem onu öyle tanıyordu. Lakin, filhakikat Seyda Hz.'nin (K.S.) yaptığı ameller, hareket, sekanetlar Resulü Ekrem (S.A.V) Hazretlerinin ahlakına benziyordu. Kur'an-ı Kerimin ibaresine benziyordu. Tabii insan orada, onun yanında kalmadığı zaman tam hakkıyla onu tanımıyor. Allah (C.C.) lütfu keremiyle, sadatın himmetiyle biz orada, onun yanında çok kaldık. Küçükken hayatımız orada geçti. Ben 1948 doğumluyum. Allah'ın (C.C.) lütfu keremiyle onunla ilk karşılaşmamız 1957-58'de nasip oldu. Küçük yaşta 11-12 yaşında Gavsın (K.S.) dergahına gittim. O zaman Sultanımız (K.S.) talebeydi. Medresede tahsil görüyordu. Gavsın dergahında o zaman 30-40 tane talebe vardı. Bu talebeler içerisinde Seyda Hz. (K.S.) tek şahıs olarak gözüküyordu. O kadar halim o kadar muttaki, o kadar sükunetliydi ki, çok harikaydı. Yani insan diyordu ki bu insan değil melektir. Seyda Hz.'nın (K.S.), Resulullah (S.A.V) Hz.'ne çok mutaabatı vardı. Resulullah'a (S.A.V) 40 yaşındayken risalet gelmişti. Sultanımız (K.S.) ona mutabaat yapmış, 40 yaşında halifelik icazetini Gavsımız (K.S.) ona vermiştir. Halifelik emri tabi manevi bir emirdir. Bu manevi emir, Cenab-ı Rabbül Alemin tarafindan, Resulü Ekrem'in ve Sadat-ı Kiram'ın mürşide bildirmesiyle oluyor. Mürşidin haberi oluyor ve bazen o zatın, o halife olan kişinin de haberi oluyor. Yine Sadat-ı Kiram yoluyla veya rüyayı sadıkla haberi oluyor. Sultanımız (K.S.)'a halifelik emri geldiğinde, Gavsımız (K.S.) Suriye'de vefat etmiş mürşidinin yani Şeyh Ahmed-el Haznevi'nin (K.S.) yanına götürmüş. Tabii Şah-ı Hazne (K.S.) o zaman hayatta değil, onun oğlu Şeyh Alaaddin irşad yapıyordu, o zaman hayattaydı. Gavsımız (K.S.) demiş ki: "Kurban Seyyid Muhammed Raşid'e böyle emir vardır, Sadatların işaretleri vardır, Resulü Ekrem'in (S.A.V) işareti vardır, halife olmak için, ben sizin kapınızın dergahına getirdim. Şah-ı Hazne'nin dergahına getirdim, onun merkadına getirmişim. Siz bu halifeliği tebliğ edeceksiniz, icazeti vereceksiniz". Şeyh Alaaddin (K.S.) demiş ki: "Seydam, (Gavsımız Şeyh Seyyid Abdulhakim (K.S.) ona da ders verdiği için Seyda demiştir) senin oğlun Şeyh Muhammed Raşid (K.S.) öyle büyük bir evliya, öyle bir erkek, öyle bir Allah dostu ki, burada böyle halifelik vermeyi ben layık görmüyorum. Ancak bunu Resulü Ekrem'in (S.A.V) yanına götüreceksin, Ravzayı Mutahharanın yanında, orada manen de Resulü Ekrem (S.A.V) ona tebliğ edecek, zahiri olarak da siz orada vereceksiniz. Ancak öyle layık görüyorum". O zaman Gavsımız (K.S.) onun emrini yerine getirmek için Cenab-ı Rabbül Alemin için, Resulü Ekrem (S.A.V) hatırı için daha fazla feyz, daha fazla maneviyat vermek için onu aldı götürdü. Medine-i Münevvere'de Resulullah (S.A.V)'ın, Ravzayı Mutahharanın yanında halifelik tebliğ etti. Bu halifelik almak tam Resulü Ekrem'e (S.A.V) mutabaat olmuştur. 40 yaşındayken halifelik icazeti almıştı. Ondan sonra irşada başlamıştır. Bilindiği gibi Resulü Ekrem'e (S.A.V) 40 yaşındayken risalet gelmiş ve risalet irşadına başlamıştır. İkincisi Sultanımız (k.s.), Resulü Ekrem'e mutabaat yapmıştır. Hicreti, aynı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) hicreti, Kasrik'ten Menzil' e hicret etti. Yine İslamiyet için, bu tarikatı yaymak için, İslamiyeti yaymak için tam Türkiye'nin ortasında bütün müslümanlar her taraftan gelsinler menfaat alsınlar diye o niyetle (niyeti Allah (c.c.) rızası için yaptı) oraya gitti. Adıyaman Kahta ilçesi Menzil köyünü seçti ve orada para ile köy aldı. Orada ev yaptılar. Tabii bazı şeyler de oldu. Akrabalar da komşular da eziyet verdiler. Münkirler de eziyet verdi. Aynı Resulü Ekrem'e (s.a.v.) mutabaat olarak nasıl akrabaları, müşrikler eziyet verdiği gibi. Resulullah (s.a.v.) Cenab-ı Rabbül aleminin emriyle hicret etti. Menzil'in eski ismi de Menzil'di... Sonra Sultanımız (k.s.) Menzil ismini Buhara olarak değiştirdi. Resulü Ekrem (s.a.v.) Mekke'yi Mükerreme'den hicret edip, Medine'ye gittiği zaman; Medine'nin ismi Yesrib'di. Resulü Ekrem (s.a.v.) bu ismi Medine-i Münevvere olarak değiştirdi. Sultanımızın (k.s.) Menzil ismini Buhara olarak değiştirmesi Resulü Ekrem'e (s.a.v.) mutabaattı. Sultanımızın üçüncü mutabaatı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) 63 yıl yaşaması iledir. Sultanımız da O'nun gibi 63 yıl yaşadı. Hatta Sultanımız vefatından bir gün evvel, Allah-u Alem, dayımız Seyyid Hacı Nureddin'e sordu; "Resulü Ekrem'in (s.a.v.) yaşına girdim, tamam oldu. Ben yaşımın Resulü Ekrem'in (s.a.v.) yaşını geçsin istemiyorum" dedi. O akşamın ertesi günü, cuma günü, Sultanımız vefat etti.
Resulü Ekrem'e (s.a.v.) başka bir mutabaatı, Cenab-ı Rabbül Alemin öyle lütfu ihsan etmiş ki nasıl Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün aleme inen rahmetti. Cenab-ı Rabbül Alemin O'nun hakkında Kur'an-ı Kerim'de şöyle emretmiştir: Estauzubillah "Vema erselnake illa rahmetellil alemin" Sadece bizim alemimize değil, Ey benim Habibim, seni bütün alemlere rahmet olarak gönderdim. Çok alem vardır. Binlerce alem vardır. Alemi insan vardır, alemi kübra var, alemi hayvan var, çeşit çeşit cemadat var, kafir bir alemdir, müslüman bir alemdir. Resulü Ekrem (s.a.v.) herkese rahmetti. Herkes Resulü Ekrem'den (s.a.v.) menfaat almıştır. canlı cansız, müslüman kafir herkes menfaat almıştır. Resulü Ekrem (s.a.v.) meşrebi âmdır (umumidir). Lakin başka peygamberler bir memlekete, bir kavme, bir köye gelmiş, bir şehre, bir eve gelmiş, kendi nefsine peygamber olmuş. Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün aleme Peygamber olmuştur. Şimdi mürşid de öyle. Çeşit çeşit, sayılamayacak kadar evliyalar, mürşidler, alimler gelmişler, halife olmuşlar, irşad sahibi olmuşlar. Herkes kendi çevresine göre, kendi evini, kendi köyünü, kendi memleketini irşad yapmışlar. Tabi dereceleri Cenab-ı Rabbül Aleminin yanında, kimse bilmiyor hangisi daha büyüktü.
Diyelim ki misal olarak Gavs Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (k.s.) büyük bir zat idi, çok acayip keramet sahibiydi, çok takva idi. O nereliymiş, Hizanlı. Hizan Bitlis'e bağlıdır.İkincisi Seydayi Tahi (Şeyh Abdurrahmanı Tahi) (k.s.) ariflerdendi, çok büyük bir zatdı, o da oraya bağlıydı, yine Hizan'a, Gavs'a bağlıydı, Oda Bitlis'e. Üçüncüsü Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s.), o da çok büyük zat, o da oraya bağlıydı. Hazret (k.s.) da aynı öyle, bu dört şahıs büyük zatlar büyük mürşidler. Bunlar bir memleketi tamam ve ihya etmişler, çok geniş bir kesime hitap etmişlerdir.
Cenab-ı Rabbül Alemin, hidayet yetkisini bu zatlara o kadar çok vermiştir. Seyda Hz.'ne (k.s.) gelince; Resulü Ekrem'in (s.a.v.) irşadı âmdı (umumi), bizim Sultanımızın (k.s.) irşadı âmdı (umumi). Kendi memleketi değil, kendi çevresi değil, kendi devleti değil, bütün dünyanın devletlerine onun irşadı amildi. Herkes ondan menfaat buldu. Şimdi sen kime sorarsan sor, ister askeriyeye, ister emniyete, ister sivile, ister kafire istersen müslümana sorduğun zaman Adıyaman'daki zatı herkes tanıyor, herkes işitmiş herkes tanıyor. Herkes ondan menfaat almıştır. Sultanımız irşadında da Resulü Ekrem'e (s.a.v.) mutabaat yapmıştır. Resulü Ekrem'in (s.a.v.) ahlakı çok halim, Sultanımız da çok halimdi. Resulü Ekrem (s.a.v.) çok çalışkandı, Sultanımız da çok çalışkandı. Hiç durmadan çalışıyordu. Tedrisat zamanı tedrisat yapıyordu, sohbet zamanı sohbet yapıyordu, irşad zamanı irşad yapıyordu, hatme zamanı hatme yapıyordu, okumak zamanı Kur'an-ı Kerim okuyordu. Ondan sonra ek işlerle uğraşıyordu, dergah işleriyle uğraşıyordu. Evi de temizliyordu. Resulü Ekrem (s.a.v.) nasıl ki kendi evini, kendi odasını süpürmüş, temizlemiş yatağını kaldırmış, Sultanımız da aynen öyle. Hiçbir zaman bu iş, kadın işidir, bu iş çocuk işidir, işçinin işidir demiyor her işe koşuyordu. camiden çıktığı zaman, değirmen nasıl çalışıyor, fırın nasıl çalışıyor, hayvanların yemi nasıldır, hayvanlara işçiler nasıl bakıyorlar, harman nasıl oldu, buğday nasıl oldu, mercimek nasıl oldu, bütün bu işleri önce kendisi yaparak gösteriyor ve işlerin yapılmasını sağlıyordu. Sultanımızın (k.s.) gerek dünya işlerinde, gerek ahiret işlerinde niyeti sırf Allah (c.c.) rızası idi. Sofilere de böyle emretti. Dedi ki, "Ben akıl baliğ olduktan bugüne kadar ne iş yapmışsam dünya ve ahiret niyetim Allah (c.c.) rızası idi". Onun için bizim Sultanımızı methetme bitmiyor. O çok harikaydı. Resulü Ekrem'e (s.a.v.) çok mutabaat yapmıştı, eli çok rahmetli, çok şefkatliydi.
Kimsesizlere, yetimlere çok düşkündü, çok seviyordu, çok yardımcı oluyordu. Bilhusus akrabalara, çok sahip çıkıyordu. Herkesin ihtiyacına göre veriyordu. Buğday zamanı, akrabaları, komşuları, fakirleri çağırıyordu, soruyordu, "senin ihtiyacın ne kadardır? Sana ne kadar buğday lazım?" Onlar diyorlardı "Kurban 20 teneke lazım". O diyordu "al sana 20 teneke götür." Senin ne kadar yiyeceğin var?" derdi. Bunlarla Resulullah'a (s.a.v.) mutabaat yapıyordu. Onun yanına alimler, şeyhler geliyorlardı. Onlara çok kıymet veriyordu. Onlara çok muhabbet yapıyordu. Onlara diyor ki; "Gayemiz Allah (c.c.) rızası için olsun. daima insan hizmet yapacak." Hatta böyle bir gün alimler, şeyhler geldiler, Seydamız (k.s.) dedi ki: " Resulü Ekrem (s.a.v.) şöyle söylemiş hadisi şerifte 'Küllüküm rain küllüküm mesulin' hepiniz çobansınız, hepiniz kendi sürünüzden mesulsünüz. Ümmeti Muhammed için çok çalışmak lazım. Her ne kadar hidayet veren Cenab-ı Rabbül Alemin ise de; herkes çalışmak mecburiyetinde. Çalışacak ki Resulü Ekrem (s.a.v.)'in huzurunda perişan olmasın. Gavsı Hizani (k.s.) zamanında bir sofi varmış ismi Ali. Ali devamlı bal çalarmış. Herkes demiş ki sen bu balı nereden getiriyorsun, elalemin malını niye yiyorsun, sen Allah'tan (c.c.) korkmuyor musun? O zaman Ali gitmiş, oturmuş, düşünmüş. Demiş ki bu millet haklıdır. Ben kendime bir petek, bir arı alacağım evime bırakacağım, herkes bilsin bizim peteğimiz, arımız vardır, ondan sonra bol bol bal çalarım ve soranlara diyeceğim ki, 'bak benim arım var, peteğim var'. Ondan sonra Ali gitmiş, kendine arı, petek almış gelmiş, evine bırakmış. Arıya demiş ki; 'Ey arı, vız vız senden, bal benden.' Seyda Hz. dedi ki 'hocalar, alimler size de vız vız lazımdır. Siz vız vız yapın Cenab-ı Rabbül Alemin bal gönderecek. Bal nerede olacak, bal nereden gelecek siz düşünmeyin. Siz yeter ki vız vız yapın". Seydamıza (k.s.) birgün şöyle soruldu; "Kurban bazı alimler vardır, bazı şeyhler vardır birbirini sevmiyorlar, birbirine haset yapıyorlar, niye böyle oluyor?". Seyda Hz. dedi ki: "Ben de acaip karşılıyorum. Halbuki mürşidi kamil öyle olacak, hakiki alim öyle olacak ki, isteyecek ki böyle on tane yirmi tane mürşid olsun. Hz. Muhammed (s.a.v.) ümmetine hizmet yapsınlar. Ben diyorum ki iki mürşid bir yerde bir memlekette birbirini sevmediği zaman demek ki onların yaptığı iş hakikat değildir. Hakikat olsa birbirlerine çok yardımcı olacaklar. Birbirine çok muhabbetli olacaklar, birbirini çok sevecekler. Zaten bu İslamiyet’in adabıdır. Şayet bir alim Resulü Ekrem'in (s.a.v.) varisi ise, mürşidi kamil ise, daha daha birbirine yardımcı olacaklar ki, bu dine hizmet olsun diye."
Sultanımız (k.s.) kendini hiç görmüyordu. Demiyordu ben şeyhim, ben alimim, ben mürşidim, bu kadar alim gelmiş benim dergahıma. Anamız bir gün sordu; "Kurban olayım Seydam ne yaptın, kıyamet koptu, bizim oturacak, yemek yiyecek, yatacak yerimiz kalmadı, her taraf misafir doldu, hiç bir yer kalmadı, ne dışarıda, ne içeride, bu nasıl olacak?". Seyda Hz. dedi ki "Hani ne olmuş, ne oldu". Annemiz dedi "Kurban daha ne olacak?". Seyda Hz. dedi ki "Bana ne, ben ne yapmışım, ben çağırmıyorum. Bunlar Gavs (k.s.) hatırı için, babamın markadının hatırı için geliyorlar, benim için gelmiyorlar. Kimse beni sevmiyor, benim için de değil, bende bir şey yoktur." Kendinde hiçbir şey görmüyordu. Bazen analarımız diyorlardı. "Kurban olayım hoş cübbeler vardır, hoş taç vardır, sargı vardır, Sultanımız giysin, millet onu güzel görsün." Seyda Hz. diyor ki; "Şeyhlik sargıyla, cübbeyle olmuyor, elbiseyle olmuyor." Kendini hiç görmüyordu, kendini sofi olarak, alim olarak da görmüyordu, çok muazzamdı. Seydamızın (k.s.) ahlakı tam Resulü Ekrem (s.a.v.) ahlakı idi. Herkese cevap verirdi, binlerce millet soru sorar, herkese cevap verirdi. Hiç kimsenin kalbini kırmadı, aciz olmadı, herkese de kulak veriyordu, herkesin sözünü dinliyordu. Herkesin aklına ve anlayışına göre cevap veriyordu. Burada Resulü Ekrem'e (s.a.v.) mutabaat yapıyordu. Devamlı evine, çoluk çocuğuna, ehline, akrabalarına, cemaatine vasiyette bulunuyordu: "Hiçbir zaman haktan ayrılmayın, takva olun, emri marufu yerine getirin, nehyi münkere de mani olun". Derdi ki: "Eğer bir insanın bütün dünya malı olsa, emri marufa uygun olmazsa hiç kıymeti yok, illa emri maruf. Ne yapıyorsanız emri maruftan çıkmayacaksınız, münkerlerden de kaçacaksınız. Öyle olmazsa fayda olmaz. İnsan ne kadar büyük olsa ne kadar alim olsa, ne kadar mürşid olsa eğer emri marufa uygun olmazsa faydası yok." Hatta birgün Sultanımız (k.s.): "Bir insan gaybı bilse kıymeti yoktur. Haşa şeytan da gaybı biliyor. Bir insan havada uçsa, kerameti o kadar çok olsa, bütün memleketlerde gezse, yine kıymeti yoktur, illa şeriati garraya uygun olacak, illa emri marufa uygun olacak, kuş da havada uçuyor ama kıymeti yoktur. Hatta ki suda geziyor, yine hiç bir zarar görmüyor, onun da kıymeti yoktur. Balık gece gündüz sudadır, hiçbir zarar da olmuyor. İlla insan şeriatı garraya uygun olacak, hareketleri, hep halleri, takvaları tüm şeriatı garraya uygun olsa o zaman insan bilecek ki bu ehildir, layıkdır, bu hakkıyla evliyadır. Öyle olmasa keramet ile havada uçmayla, suda gezmekle bu Allah'ın dostudur veya bunun büyük kerameti vardır denilemez. En büyük keramet şeriati garraya uygun olmaktır."
Gavsımız (k.s.) çok büyük bir zattı, çok alimdi. Gavsımız (k.s.) Sultanımızı (k.s.) çok seviyordu, tabii baba olarak çok şefkatli, çok merhametliydi. Sultanımız (k.s.) evlat olarak onun karşısında hiç bir gün görmedik ki edebini bozmuş olsun. Gavs (k.s.) hayatında herşeyi Seydamıza (k.s.) bıraktı. Gavsımız (k.s.) darul fenadan darul beka olmadan dört sene evvel Seydamıza halifelik verdi. Sultanımız (k.s.) onun hayatında irşada başladı, herşeyi onun eline verdi, yani bir çok nadir mürşidlerin zamanında çok nadir olaylardan biridir bu. Bu harika bir şey. Bu sadece Sultanımıza (k.s.) mahsustu. Yani onun babası, mürşidi hayattaydı, aynı evde, aynı köyde, aynı dergahta irşadı onun eline verdi, dört yıl önce halifelik verdi,ona icazet verdi ve ona irşad emri verdi, irşad yaptı, teveccüh yaptı,alanen. Hatta bir gün Menzil'e geldiği zaman tabii Gavsımız (k.s.) hayattaydı ben onun yanında okuyordum. Ben zahiri ilmi Gavsımızın yanında okudum. 1957-58'de başladık, 1970'e kadar Gavs (k.s.) yanında kaldık, okuduk, tedrisat gördük. Menzil camisi bazı sofiler tarafından yapılıyordu bazı mühendisler, müteahhitler, inşaatçılar Gavsımıza (k.s.) dediler ki: "Kurban biz projeyi yapacağız, malzemeyi getireceğiz, camiyi biz yapacağız". Gavs (k.s.) "Peki" dedi. Kendilerine süre tanıdılar zaman bıraktılar. O süre içerisinde onlar gelmediler. Sultanımız (k.s.) geldi, ben de orada hazırdım, dedi ki "Kurban, Ankara'dan gelecekler gelmediler. Öyleyse camimizi biz yapalım, zaman geçti."
Sofiler camisiz idare etmiyorlar. Yani Menzil'e geldiklerinde cami yoktu, küçük bir mescid vardı. Dedi, peki başlayın! Başladılar. Bir kaç tane usta, 6-7 tane
işçi çalışıyordu. Sultanımız (k.s.) onların başında, Allah-u alem temeli bir veya bir buçuk metre taş yapmışlardı. Baktım sonra müteahhitler geldiler, büyük iki araba da kereste ve demir doluydu. O inşaatçiler gelince "kurban niye bizi beklemediniz?" Seyyid Muhammed Raşid öyle istedi dediler. Neyse, gittiler ölçtüler. Dediler ki, bu proje olmadı, bu camiyi yıkacağız, tekrar kendimize göre yapacağız. Gavs (k.s.) "Siz bilirsiniz" dedi. Onlar gittiler. Temelin üzerinde iken Sultanımız (k.s.) "kurban siz ne emrediyorsunuz, şimdi bunlar kabul etmiyor. Bunlar diyor ki bu cami büyük olmuş. Bence bu cami Gavsa (k.s.) ancak kafi gelir. Bu cami küçük olur" dedi. Gavs Hz. (k.s.) Muhammed Raşid'e (k.s.) "siz bilirsiniz. Siz kendi dediğinizi yapın." O da gitti. ( Allah (c.c.) rahmet etsin) Hacı Ömer diyorlar, Batmanlı Ömer Usta geldi. O da taşaronluk yapıyordu. Gavs Hz. 'ne dedi "kurban, bu inşaatçıların dediğini mi yapalım. Onlara siz bilirsiniz, dediniz. Bir de Seyyid Muhammed Raşid'e (k.s.), siz bilirsiniz dediniz. Bu inşaat nasıl olacak?". Gel sana söyleyeyim, dedi. "Türkiye değil bütün dünyanın mühendisleri müteahhitleri bir araya gelse Raşid gibi bilmiyor. Cenab-ı Rabbül alemin öyle bir kamil akıl vermiş, öyle bir bilgi vermiş ki, onun ki gibi kimse de yok. Onun dediği olacak. Evet bu cami ancak bana kafi gelecek. Benim zamanım geçtikten sonra onun zamanında bu cami kafi gelmez, Muhammed Raşid isterse bu tarafta bahçe tarafını da ilave edebilir. İsterse güney tarafından ilave edebilir. İsterse doğu tarafından ilave edebilir." Gavs (k.s.) bunu söylediği zaman Sultanımız orada değildi. Tabii o cami Gavsa (k.s.) kafi geldi. Gavs'tan (k.s.) sonra Sultanımız (k.s.) Gavsımızın (k.s.) işaret ettiği gibi duymadığı halde doğu tarafından, güney tarafından, camiye ilave yaptı. Bu gördüğünüz cami Gavs'ın (k.s.) işaret ettiği gibi Seydamıza (k.s.) kafi gelmedi, tabii. Şimdiye kadar yine devam etmişler ilave etmeye, Şeyh Seyyid Abdulbaki (k.s.) zamanında da. Büyük keramet; odur ki Resulü Ekrem'in (s.a.v.) sünneti seniyyesine çok uygun hareket ediyordu. Hem evinde, hem dışarıda, hem misafirlere hem de işçilere karşı.
Seyda'nın (k.s.) sofilerine tabii büyük vazife düşüyor. Sofiler kendilerinin ahlaklarını çok hoş edecekler. Madem ki Sultanımızın (k.s.), mürşidimizin ahlakı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) ahlakı idi. Herşey; İslama uygundu. Demek ki onun elinden tutan, onun yanında biat eden, ahlakı onun gibi ahlaklı olacak. Resulü Ekrem (s.a.v.) diyor ki: "Müslümanlar ahlaka bakıyor". Bir müslümanın ahlakı uygun oldu mu, herşey uygun oluyor. Ahlak çok mühim, ahlak çok mühim, madem ki mürşidimizin, Sultanımız'ın (k.s.) ahlakı çok hoştu, İslamiyete göreydi, bizim ahlakımız da bütün sofilerin ahlakı da çok hoş olacak. Bu büyük bir vazifedir, çok güzel ahlaklı olmak için sünneti seniyeye uyacaklar. Yani hiçbir zaman hakaretli, zulümlü olmayacaklar, haramlara yanaşmayacaklar. Emri marufa uygun olacaklar. İşte mürşidi kamilin büyüklüğü o zaman belli oluyor. Bu sofidir veya sofi değildir, ne zaman belli oluyor? Güzel ahlakta ve sünneti seniyyeye uyma da belli oluyor. Zaten bizim mürşidimizin, Sultanımızın (k.s.) daima vasiyeti öyleydi. Sofi odur ki ahlakı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) ahlakına benzeyecek, ahlakı tam İslamiyete uygun olacak ve sadık olacak, ihlaslı olacak ve çalışkan olacak. Tertemiz olacak, hem zahiri hem manevi. Zahiri öyle temiz olacak ki hiç necis birşey olmayacak Haksız kazanca, günaha, harama yanaşmayacaklar. Bunlar zahirde olacak. Bir de içinden kalbi tertemiz olacak, haset, kibir, nefis, ucub içinde hiç bir şey bırakmayacak. Bu İslamiyet ahlakıdır. Bir insan, sofiliğe kast ederse buna mecbur olacaktır. Nasıl zahiri tertemiz olacak, bir de içi tertemiz olacak. Hatta kibir, ucub, riya, nefs diye hiç bir şey kalmayacak. Öyle olmazsa insanın maneviyatı artmıyor, yani zahiri olarak insan ibadetle Allah'a (c.c.), Allah'ın (c.c.) rızasına yetişmiyor. İnsan illa ahlaken tertemiz olacak. Nasıl Cenab-ı Rabbül Alemin Resulü Ekrem'e (s.a.v.) emretmiş; "Sen kendini tâhir et, elbiseni de tahir et", ayetini bazı müfessirler Allah'ın (c.c.) lütfu keremiyle mürşidi kamilin yanında tövbe ettiği için, ahlakını sünneti seniyeye uygun hale getirmek için hem içini tertemiz edecektir hem de zahirini temiz edecektir. Yani, hasetten, kibirden. Ve öyle olacak ki kimseye muhtaç olmayacak, çalışkan olacak, cesaretli olacak ve ticarette, memuriyette her ne olursa olsun sadık olacak, ihlaslı olacak, zahir olarak da çalışacak, kalbinden de, manen Allah'tan (c.c.) rızkı isteyecek, bilecek ki bu iş Allah (c.c.) 'ın emridir. Allah (c.c.)'ın emriyle yapıyorum ve Cenab-ı Rabbül Alemin o sebeple bana helal rızk verecek. Razıkı mutlaka Allah'tır (c.c.).
Biz öyle istiyoruz ki, tabi mürşidimiz öyle emrediyordu. Bir insan Allah (c.c.)'ın lütfu keremiyle biat ettiği zaman ahlakını güzelleştirecek, düzgün olacak, sünneti seniyyeye uygun hareket edecek, kendi ailesiyle, çoluk çocuğuna iyi davranacak, onlara helal rızk kazanacak, helal yedirecek ve ilk olarak din adabını, din emri neyse onları anlatacak. Namaz nasıl kılınır, abdest, gusül nasıl alınır, ahlak nasıl olacak, Resulü Ekrem (s.a.v.) kimdir, nerede doğmuş, nerede vefat etmiş, sünneti seniyyeler nelerdir onları anlatacak. Ailesinden, evlatlarından hiç bir gayri meşru hareket olmaması için gayret sarfedecek ki, o zaman onun tövbesi kabul olmuş anlaşılacak. Onun mürşidi, onu kendine kabul etmiş ve defterine yazmış, kaydetmiş demektir. Eğer bir insan tövbe ettikten sonra aynı eski hareketleri yaparsa, o şahıs demek ki tövbeyi hakiki yapmamıştır. İnsan tövbe ettikten sonra, önceden tam sünneti seniyyeye uygunken tövbe ettikten sonra daha fazla dikkat ederse bu alamettir ki tövbesi kabul edilmiştir. Eğer önceden hiç bir yaşantısı yokken, düzelip yaşarsa tabii o daha iyidir. Fakat yok aynı eski adamsa, lazım ki bir daha tövbe edecektir, bir daha biat edecektir, mürşidine halini bildirecektir. Efendim, ben tövbe ettim, sekiz şartı yerine getirdim. Bana verdiğin adap talimatını yerine getiriyorum ama artık olmuyor, benim muhabbetim Allah'a (c.c.) çok fazla olmuyor, ne yapayım? O zaman mürşidi onun durumuna göre muamele yapacak. Hatta Seydamız (k s.) Gavs (k.s.)'tan sonra irşada başladığı zaman dedi ki; "Ey millet, eğer siz benim yanıma Allah (c.c.) rızası için geliyorsanız gelin, yoksa seyyid olduğum için, alim olduğum için, Gavs'ın (k.s.) oğlu olduğum için benim yanıma gelmeyin, eğer siz o niyetle gelirseniz ben kıyamet gününde Resulü Ekrem'in (s.a.v.) huzurunda sizden davacı olacağım. Niyetinizi Allah (c.c.) rızası için yapın, öyle gelin. Geldiğiniz zaman, tövbe ettikten sonra eğer ki bu dergahta menfaat görmediyseniz başka mürşide gidin. Belki Cenab-ı Rabbül Alemin size hidayeti burada vermemiştir. Eğer burada hidayetiniz olmadığı takdirde siz başka yere gitmezseniz yine kıyamet günü ben sizden davacı olacağım". Sultanımız (k.s.) insan, niyetini Allah (c.c.) rızası için yapmalı diyor. Bakın Resulü Ekrem (s.a.v.) "El muhubbi lillah vel buğzu lillah" diyor yani muhabbeti de Allah (c.c.) rızası için, buğzu da Allah (c.c.) rızası için yapacaksın.
İnsan önceden ibadet yapıyor, beş vakit namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekat veriyor, hacca da gidiyorken, mürşidi kamilin yanına gittiği zaman amelleri de maneviyatı da artacaktır. Kalbinde gaflet bırakmayacak, malında haram varsa o haramı çıkartacak, hukuk varsa üzerinde bırakmayacak, küsmüşse barışacak, aldığı malı iade edecek, velhasıl sünneti seniyyeye uygun olacak. Sultanımız (k.s.) diyordu ki; bizim ibadetimiz bittikten sonra, zikirlerimiz, evradlarımız bittikten sonra biz ne yapacağız, ne yapmak gerekli denildiği zaman devamlı dilinizi damağınıza yapıştıracaksınız, Allah Allah diyeceksiniz, Allah (c.c.) zikri yapacaksınız, derdi. İnsan mürşidi kamile bağlandı mı, ehli tasavvuf oldu mu gece ibadeti yapacak, o zaman sünneti seniyyeye uygun olur. Gece ibadeti Resulü Ekrem'e (s.a.v.) vacibdi. Onun için ona mutabaat etmek için gece ibadeti yapacaksın, bu ekseriyetle böyleydi. Hatta Sultanımızın (k.s.) adetiydi, geceyi üçe ayırırdı. Bir kısmında, tövbe veriyordu, sohbet yapıyordu, bir kısmında yatıyordu, üçüncü bölümünde ibadete kalkıyordu. Devamlı Sultanımız ibadete kalkıyordu. Eğer insanın maneviyatı artarsa gece ibadetinden ayrı kalmaz, gece ibadeti yapar ve çok sadık olur, dilinde sadık olur, ibadetinde ihlas olur, yaptığı ibadeti böyle halis olunca Allah razı olur.
Şeyh Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hz.'nin Halifelerinden MOLLA AHMET HZ. İLE RÖPORTAJ
Efendim, tasavvuftan gaye nedir?
MOLLA AHMET HZ.: Tasavvufun gayesi beş şeydir:
1. (Takvallah) yani Allah'a (c.c.), açık olsun, gizli olsun takva olmak, muttaki olmak. Şeriatta istikamet üzere olmak ve hakiki manada Allah (c.c.) korkusunu kalbe yerleştirmek.
2. (İttiba-i Sünnet), yani kişinin her söz ve hareketinde sünnet-i seniyyeye tabi olması. Ahlakını Hz. Resulullah (s.a.v.) ın ahlakına benzetmesi.
3. (El irad), yani kişinin sabır ve tevekkül ehli olması, bütün mahlukattan kendini muhafaza etmesi.
4. (Er rıda), Allah'ın (c.c.) verdiğine rıza göstermek, kanaatkar olmak ve Allah'a (c.c.) tam teslim olmak.
5. (Er rücu), kişinin zararlı ve faydalı şeylerden vazgeçip, Allah'a (c.c.) dönmesi. Allah' a (c.c.) her halükarda çok şükretmesi, şakir olması...
Tasavvuf, nefsin ahvalini necis ya da tahir, iyi ya da kötü şeklinde, kendisiyle bildiği batıni bir ilimdir. Bu ilmin neticesi Allah'a (c.c.) varmaktır ve bu yönüyle en büyük ilimlerdendir. Bu ilim, Allah'ın (c.c.), Resulüne vahiy yoluyla indirdiği bir ilimdir. Tasavvuf, bütün din ve şeriatlerin ruhu olmuştur. Tasavvuf üç şeyden oluşur. 1.Şeriat, 2. Tarikat, 3. Hakikat.
Şeriat; Allah'ın (c.c.) Resulüne (s.a.v.) indirdiği ahkamdır. Tarikat, sünnet-i seniyyeye göre amel etmektir. Hakikat, kişinin nefsini ahlakı rezailden kurtarıp, rıza sıfatıyla donatmasıdır. Salih amellerin tesiri altına girmesi ve hayırlı işleri kendine kolaylaştırması, insan; bu şeriatı, tarikatı, hakikatı hakkıyla yaşayınca, adeta insan suretine bürünmüş melek gibidir. Ahiretin yolu, bu üç şeyi birleştirmekten geçer. Şeriatsiz hakikat olmaz, batıldır. Hakikatsiz şeriat ise faydasızdır. Şeriat, kişinin maksadına ulaşması için lazım olan bir vapura benzetilmiştir. Tarikat ise, içinde hakikat cevheri olan bir deryaya benzetilmiştir. Bu cevhere ulaşmak isteyen, şeriat gemisine binmek zorundadır.
Efendim, bazıları rabıtayı inkar ediyor. Bu konuda neler söylersiniz?
MOLLA AHMET HZ.: Rabıta, Kur'an, Sünnet, ve İmamların kavliyle sabittir. Kur'an-ı Kerim'de "Sizi Allah'a yaklaştıracak vesileler arayın." (Maide 35). Buradaki vasıta (vesile) kelimesi umum ifade eder. En güzel vasıta, rabıta ile olur. Çünkü vasıta, ya Peygamber (s.a.v.) ya da O'nun varisleridir. Kur'an-ı Kerim'de yine, "De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, bağışlayan, esirgeyendir." (Al-i İmran 31). Bazı alimler Rabıtaya, Allah'ın (c.c.), "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve Sadıklarla beraber olun." (Tevbe 119) buyruğunu delil göstermişler. Sadatlardan Şeyh Abdullah El Ahrari (k.s.); "Sadıklarla beraber olmak ya manen ya da zahiri olur. Zahiren birliktelik sohbet, manen birliktelik ise rabıta ile olur." şeklinde tefsir etmiştir. Sünnette ise, Buhari'nin rivayet ettiği, -seyyidimiz Hz. Ebubekir'in; "Ya Resulullah, her yerde hatta helada bile, senin ruhaniyetin benden ayrılmıyor. Bundan haya ediyorum" diyerek durumunu şikayet etmesi- işte bu ruhaniyet, rabıtadır.
İmamların kavline gelince; İmam-ı Şarani Arifibillah, "Nefahat" adlı eserinde, müridlerin kalbinin fethi için gerekli olan 20 adaptan bahseder. Bunların dördüncüsünde de, "zikre başlarken kalbiyle, şeyhin himmetinden istimdat beklemek, şeyhinden medet istemek; gerçekte Resulullah'tan (s.a.v.) istimdad dilenmektir. Çünkü mürşid, onunla Peygamber (s.a.v.) arasında bir vasıtadır." der. Yedinci adapta ise, her iki gözün arasında, şeyhin suretini tasavvur etmektir der. Bu da rabıtadır.
Rabıta, Allah'a yaklaşmakta başlı başına bir yoldur. Kalbi, fenafillah olan şeyhe bağlamaktır. Faydası ise, huzurunda şeyhinden aldığı feyzi, gıyabında da almaktır.
Efendim, Muhammed Raşid (k.s.) Hz.lerinin ahlakı, hizmeti, irşadı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
MOLLA AHMET HZ.: Sultanımız Esseyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hz. nin ahlakı, Hz. Resulullah'ın (s.a.v.) ahlakına tıpatıp benziyordu. O'nun ahlakı, Kur'an ahlakıydı. Yaptığı her hareketi, duruşu, yürüyüşü her şeyi sünnete uygundu. Mübareğin (k.s.), sıfatları sadık, doğru, cesaretli ve hem zahiri hem de manevi yönden ileri görüşlüydü. Tatmin ehliydi, çok kanaatkar, çok cömert, misafirperver idi, çok hizmetkar idi. Hem kendinin hem ailesinin ve misafirlerinin hizmetini kendi görürdü. Çok zakirdi, devamlı zikrederdi. Lüzumsuz konuşmuyordu, çok adildi. Kendisi hiç adaletten ayrılmadığı gibi, başkasının da adaletten ayrılmasını istemiyordu. Ben küçükken, talebeyken, O'na yardımcı olmak için, beraber bir köye gittik. Çıktığımız zaman beni çağırdı. "- Gel talebe, pazarlığımızı burada yapalım, üç saatlik yolumuz var, bir de hayvanımız var. İkimiz birlikte binersek hayvana zulüm olur. Bineğe sırayla binelim. Bunu da kura ile belirleyelim" dedi. Kura bana çıkınca illa, " -Sen önce bineceksin" dedi. Ben; "- Kurban, hakkımı sana hibe ediyorum" dedim. O, bir müddet bindikten sonra indi ve "-Gel, sıra senindir" dedi. Üç kez böyle değiştik. Bu da O'nun, çok adaletli oluşuna delalet etmektedir. Yolda yemeğe beni de davet ediyor, yarısını bana veriyordu. Halbuki ben O'na hizmet etmek için yanında bulunuyordum.
Efendim, Muhammed Raşid Hz.'den hilafet almanızdan, yani o hatıranızdan bahseder misiniz?
MOLLA AHMET HZ.: Hilafet, Allah'tan (c.c.) gelen bir lütuftur. Allah (c.c.), Mürşid ve Halife arasında bir sırdır. Bunu açıklamak doğru değildir.
Muhammed Raşid (k.s.) Hz. en çok hangi konular üzerinde dururdu ve ne gibi nasihatlerde bulunurdu?
MOLLA AHMET HZ.: Sünnete uymayı, güzel ahlakı ve salih ameli tavsiye ederdi.
Efendim Seyda Hz.'lerini nasıl ve ne zaman tanıdınız?
MOLLA AHMET HZ.: Seyda Hz.'lerini ben 1956'da tanıdım. İlk tanışıklığımız o zamandan başlar.
Efendim o zaman Seyda Hz.'lerinin gençlik yıllarına ve o yıllardaki hallerine şahit olmuşsunuzdur. O yıllar hakkında bizlere biraz bilgi verir misiniz? Hem onun yolundan gitmek isteyen tüm müslüman kardeşlerimize de örnek olur.
MOLLA AHMET HZ.: Seyda Hz.'leri çok sakin idi. Halimdi... Sünnet ve şeriata mutabatı da çok fazlaydı.
Gavs (k.s.)'nin oğlu olduğu halde, Seyyid olduğu halde öyle değilmiş gibi hareket eder, çok fazla hizmet ederdi. Çok ahlaklıydı, onun cömertliğini anlatamam. Çok da merhametliydi.
Efendim sizler O'nu (k.s.) çok iyi tanıyorsunuz. Çünkü damadısınız. Yani evinden birisiniz. Bizlere mübareğin gizemli manevi tasarrufu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
MOLLA AHMET HZ.: O'nu nasıl anlatalım, bu zor bir şeydir. Dilimizin döndüğü kadar anlatmaya çalışarak şöyle diyebiliriz ki, maneviyatta çok büyük idi. Zaten maneviyat gücü pek gizli de değildi, irşadından belliydi. Ama nasıl tasarruf ettiği dille izah edilemez akılla da anlaşılamaz. Aslında ben burada misafirim memleketime dönünce yanıma gelirseniz çok daha geniş bir şekilde mübarek hakkında bilgi verebilirim.
Bir mesajınız var mı?
MOLLA AHMET HZ.: Akide ilmini okusunlar. Fıkhi meseleleri okuyup öğrensinler.
dedekorkut1
16 Ocak, 2019 - 09:52
Kalıcı bağlantı
HAS BAHÇENİN GÜLLERİ
HAS BAHÇENİN GÜLLERİ
HAS BAHÇENİN GÜLLERİ
(Gavs-ı Sani k.s)
SELİM GÜRBÜZER
Nasıl ki her bir sanat eseri kendi sanatkârlarını gösteriyorsa, her bir gül bahçeside kendi bahçıvanlarını göstermektedir. Hatta o bahçıvanlar bu dünyadan göç etmiş olsalar da ardından bıraktıkları her bir Gül fidanlar sayesinde tasarrufatlarını devam ettirebiliyorlar. Örnek mi? İşte Seyda Hz.leri bunun en bariz örneğidir zaten. Gerçektende Seyda Hz.leri göç ettiğinde bir baktık ardından bıraktığı her bir Gül fidan yurdun dört bir yanında irşad ettiklerini gördük. Yani bu demektir ki ardından bıraktığı Gül fidanlardan birini kaynağında (Menzil’de) bırakmak suretiyle kimi İstanbul’da, kimi Urfa’da, kimi Konya’da, kimi Van’da irşad faaliyeti yürütmek için vardır. Hem büyükler boşuna mı demişler “Bir kilime on derviş sığar ama on şeyh soğmaz“ diye. Hiç kuşkusuz bu kelam boş bir kelam değil elbet. Bu yüzden her bir yetişen Gül fidanın yurdun çeşitli yerlerinde irşad etmeleri gayet tabii bir durumdur. Dolayısıyla şu mekanda veya bu mekanda bulunmanın pekte bir kıymeti harbiyesi yoktur, burada önemli olan üstlendikleri görevi en iyi şekilde deruhte etmeleridir. Madem öyle, Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte irşada koyulan altı Gül halife nasıl vazife yüklenmişler bir görelim. Bu arada şunu belirtmekte fayda var her bir Nübüvvet Gü‘lünü anlatmaya bizim gücümüz yetmez, yinede biz dilimizin döndüğü kadarıyla Seyda Hz.lerinin has bahçesinde yetişen her bir Gül fidanını koklamaya çalışalım.
SEYYİD ABDÜLBAKİ HAZRETLERİ
(Gavs-ı Sani )
Bilvanis, Siyanüs, Taruni, Havil, Dilbe, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayıp Menzil köyünü mesken tutunan Gavs Hz.leri ve oğulları bu köye geldikleri günden bugüne, hatta kıyamete dek sürecek bir irşad faaliyeti içerisinde bulundukları artık bir sır değil. Hiç şüphe yoktur ki “Allah sırlarını takdis etsin” sırrın gereği gelişlerinde ki temel gaye ve hedef Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Kasr-ı Arifan’da başlattığı Nakşibendiyye nisbetini Menzil’de daha da uç noktalara taşımak olmuştur. Nitekim bu temel gaye ve hedef doğrultusunda köy köy, diyar diyar hicret etmeyi de göze almışlardır. Öyle ki hicretlerinin en son evresi Menzil köyünde durakladıklarında babaları Gavs Hz.leri burası için ikinci Buhara demekten kendini alamaz da.
Gerçektende Menzil’de duraklamak bir bambaşka hissiyattır. Çünkü Medine’yi de hatırlatan en son durak olacaktır. Meğer köy köy, diyar diyar dolaşmak iş olsun babından bir göç değilmiş, bilakis Şah-ı Nakşibend (k.s)‘ın nisbetini yeniden ihya ediş hicretidir. İyiki de hicret etmişler, bu sayede Kasr-i Arifan ruhu Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri ve oğulları eliyle yeniden dirilişe geçmiş oldu. Nasıl dirilişe geçmesin ki, bikere bu hamurun mayasını çok yıllar öncesinden elden ele Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s), Şeyh Fethullah (k.s), Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s) ve Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s) eliyle yoğrulmuş, sonrasında yoğrulmuş bu hamurun kıvam haline gelme işide başta babaları Gavs Hz.leri olmak üzere evlatlarına düşecektir. Gerçekten de bu anlamda Menzil ikinci Buhara olmayı çoktan hak etti bile. Malumunuz her iki oğul da Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin göz bebeğidirler. Babaları dar-ı bekaya göç ettiğinde nöbeti ilk önce Seyda Hz.leri devr alacaktır. Seyda Hz.lerinden sonra da kardeşi Seyyid Abdülbaki Hz.leri devr alır. Aslında Abdulbaki Hz.leri kardeş olmanın ötesinde tam yar ve yardımcısı diyebileceğimiz bir yol arkadaşıdır. Onu bilenler bilir zaten. Hele onu bilhassa eski Sofilere bir sorun ta Seyda Hz.leri zamanından beri biliyorlar. Ki, o zamanlar kalabalıktan dolayı Seyda Hz.lerine ulaşmak zor olabiliyordu, bu yüzden sofiler sıkıştıklarında hep ona müşkülünü sorarlardı, o da Allah var sofileri kırmayıp Seyda Hz.lerinin omuzundaki yükü hafifletmeye çalışırdı. Oldu ya, sofilerle hemhal olduğu esnada Seyda Hz.leri gözüktüğünde değim yerindeyse o an tası tarağı toplayıp iki büklüm halde adab vaziyetine bürünürdü. O an gök çökse yer yarılsa hiç islimini bozmayacak bir adap duruşuydu bu. Zaten biri çıkıp dese ki Seyyid Abdulbaki denince ilk akla gelen nedir diye sual etse, hiç kuşkusuz sofiler “Adabın ta kendisidir” diye cevap vereceklerdir İşte böylesi bir cevaba şaşmamak gerekir. Çünkü Seyda Hz.lerinin döneminden beri sofiler hep onu böyle gördüler, böyle bildiler. Değilmidir ki onun tıpkı ölü teneşirinde ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi duruşu, ziyadesiyle Menzil’in ikinci Gavs’ı Sanisi olmasına yeter artar da. Tabii ki böylesi bir mertebeye erişmek bir anda olmadı, tâ çocukluk çağına uzanan çile bülbülüm çilenin neticesi bir mertebedir. Öyle ya bülbül âşığı, gül mâşuku temsil ettiğine göre bülbülün güle aşkından ötürü çektiği çileye karşılık gelen “Ne kadar çile o kadar ecir derler” ya onun gibi bir şeydir bu. Düşünsenize çocukluk çağında verem hastalığına yakalanıp zayıf ve bitap bir hale düşer de. Olsun yine de o dergahın hizmetinden bir an olsun geri durmayacaktır. Aslında bu zayıf ve bitap düşüş hali onun ilerisinde manevi heybet bir hale bürüneceğinin ilk işaretiydi. Nitekim ileri ki yıllarda üzerinde heybet hali belirgin hale gelir de. Babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s) pekala biliyordu ki bu yol çile üzerine kurulu, bu yüzden oğlunu bu hal vaziyette bile Siirt ve Van’a ilim tahsili için göndermekten imtina etmez de. Sadece ilim tahsili mi, bunun yanısıra tevbe de verecektir. Öyle ya, madem babası vazifelendirmiş o halde gereğini yapmak gerekirdi. O da hiç üşenmeden gereğini yapar da. Ancak Yusufiye çilesi de beraberinde gelecektir. Gelmeside gayet tabii, çünkü etrafında halka genişledikçe birilerinin uykusu kaçacaktır. Neymiş efendim yöre halkı içki alışkanlıklarını terkediyormuş da, yok şuymuş da yok buymuş da eften püften sudan bahanelerle durumdan vazife çıkarıp şikayet edeceklerdir. Derken iki-üç günlük tevkifin ardından otuz günü bulan bir tutuklama hadisesi vuku bulur bile. Tabii ki bu tutukluluk hiç arzu edilmeyen bir durumdu. Yani can sıkıcı durumdu. Bir başka ifadeyle Baba Gavs duyduğunda üzülecek endişesi sarmıştı. Bu yüzden Molla Ahmed ilk etapta durum vaziyeti açıklamaya cesaret edemez, sadece dayısı Seyyid Sıtkı’ya duyurmakla yetinecektir.
Peki Dayı Sıtkıy‘a durum bildirildiğinde ne oldu? Olan olmuştu artık, hem Gavs üzülecek diye de bu bilgiyi saklamakda doğru olmazdı elbet. O halde eksik kalan bu kısmın hikayesini de dayısından dinleyelim. Nasıl mı? Menzil’de Seyda Hz.lerinin anısına Seyyid Saki Hz.leriyle yaptığıım röportajın ardından bir ara Seyyid Dayı Sıtkı‘nın dükkanına girdiğimde bizatihi kendisine sorduğumda ancak bu kısmı öğrenebilmiş oldum. Sağ olsunlar kendileri de lütfedip Molla Ahmed’den aldığı haberi Gavs’a nasıl aktardığını şöyle anlattılar:
“ Tabii ben Molla Ahmed’den aldığım bu haberi Gavs Hz.lerine söyleyince üzüleceğini sanmıştım, beklediğimin tam aksine bir baktım yüzü çiçek gibi açıldı. Öyle içi ferahladı ki, dönüp bana şöyle dedi:
-Bundan daha ne büyük nimet olabilirdi ki? Kaldı ki bu kutlu yolda İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibend, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne gibi nice Sadatlar çile çekmişler, gelin şükredelim. Zaten bu hadiseyle birlikte Sadatlara mutabaat olmuş. Nasıl ki başkaları suç işlediğinde tevkif edilip ceza yiyorsa, Oğlum da Allah yolunda tevkif edilip nezaret altına alınmış. Dolayısıyla ne kadar şükretsek o kadar azdır.”
Evet; Yöre halkının git gide kötü alışkanlıklarını terketmesinden rahatsızlık duyanlar, maalesef 25 muhtardan topladıkları imzayla durum vaziyeti Yüzbaşı’ya intikal ettireceklerdir. Tabii Yüzbaşı da boş durmaz, o da huduttaki bir başka komutana intikal ettirip en nihayetinde gözaltına alınacaktır. Şikayet ettilerde ne oldu, otuz gün sonra serbest bırakıldığında pişmanlık duyacaklardır. Üstelik şikayet edenlerin bir kısım hakikati gördüklerinde bu yola da girecektir. Tabi baktılar ki bu gencecik talebeye ne kadar çile çektirsek, Allah’da kat be kat o nisbette feyz ve bereketini artırıyor. En iyisimi yol yakınken tevbe etmekte fayda var deyip onlarda hatme halkasına oturacaklardır. Şu bir gerçek hiç bir şey yapanın yanına kâr kalmıyor. Şayet ortada bir kâr menfeat varsa, o da hiç şüphesiz Allah yolunda çile çekenlere has manevi şirket hükmünde hatme halkası kâr sermayesi vardır. Nitekim 30 günlük Yusufiye çilesinin ardından heybesine doldurduğu manevi sermaye ile birkte dönüş yine Menzil’edir. Ama o yine de dönem dönem ilim tahsili için oralara gidip gelmeyi ihmal etmeyecektir. Çile bu yolun tadı tuzuydu zaten, pes etmek doğru olmazdı elbet. Başta da dedik ya, ne kadar çile, o kadar ecir vardır bu yolda.
Öyle anlaşılıyor ki Gavs-ı Sani Hz.lerinin çocukluktan halifelik dönemine kadar olgunlaşmasında baba Gavs Hz.leri, Molla Derviş ve pekçok medrese hocalarının yanısıra kardeşi Seyda Hz.lerinin de çok büyük emeği ve desteği vardır. Onlar destek verir de meyve vermez mi? Hem de öyle tarif edilemiyecek derecede meyve verir ki, Seyda Hz.leri nasıl ki Gavs Hz.lerinin emrinde koşturup Gönüller Sultanı olduysa, Seyyid Abdulbaki (k.s)’de Seyda Hz.lerinin emrinde koşturup babalarının ikinci Buhara diye andığı Menzili şerifin ikinci Gavs-ı Sanisi olacaktır. Dahası Seyda Hz.lerinin irşat döneminde gösterdiği o müthiş teslimiyetiyle birlikte Menzil-i şerif artık kabına sığmaz bir hüviyet kazanırda.
Düşünsenize Gavs-ı Sani Hz.leri genç yaşlarda hastalığından dolayı çok zayıf ve cüssesiz bir fiziki görünüme sahipmiş. Gavs Hz.leri ta ki oğlunu tedavi için Ankara’ya gönderir, işte o gün bugündür heybet hali üzerinden hiç kalkmayacaktır.. Tıpkı babası Gavs Hz.leri gibi üzerine heybet hali hakim olur. Keza yüz siması da aynı hal alır. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi’yi dünya gözüyle görmeyipde merak eden varsa oğlu Seyyid Abdulbaki’yi görmesi kâfidir dersek yeridir. Gerçekten de bu benzerliği hayatta halen yaşayan, yani Gavs-ı Bilvanisi zamanından kalma sofiler de tıpkı babasının bir kopyasıymış şeklinde teyit etmekteler. Peki sadece fiziki benzerlik mi, elbette ki buna bir dizi çileler, hastalıklar ve sabır yürüyüşleri de dahil. Ne mutlu böyle bir oğula ki babasının izini iz sürüp Seyda Hz.lerinin has bahçesinde olgunlaşan gül oldu.
Düşünün ki o daha çocukluğunu yaşamadan hayatında iki şeyi aziz bilerek kemale erecektir. Birincisi Kur’an ve hadis ışığında, ikincisi de canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi ve kardeşi Seyda Hz.lerinin izini iz sürerek ilerleyecektir. o’na da o yakışırdı zaten. Bu öyle bir iz sürüşdir ki önce babasının babasının izini sürerken, sonra da kardeşinin izini iz sürrken kendinden geçti. Nasıl mı? Canından aziz bildiği babası Gavs Hz.leri vefat ettiğinde adeta şok hali yaşayarak elbet. Nasıl kendinden geçmesin ki; Gavs Hz.lerine öyle sıdk ile bağlıydı ki, o’nun dar-ı bekâya irtihali çok ağır gelmişti. Öyle ki dergahın hizmetine birlikte koştuğu kardeşi Seyda Hz.lerini o an unutacak derecede bir şok halidir bu. Zira Seyda Hz.leri irşada başlamış, aradan yirmibir gün geçmiş ama hala şok halinden çıkamayıp biat edememişti. İşte bu kendinden geçme halidir ki Seyda Hz.lerine beyatını geciktirmesine sebep olmuştur. Tabii Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu haline taaccüb edenlerde olmuş. Neyse ki markada kapandığı yirmi birinci gününde Seyda Hz.leri markad’a gidip Kur’an okumaya başladığında kardeşi de murakabe halde ordaymış zaten. İşte o an orada ne oluyorsa oluyor kardeşine:
“ Abdulbaki otur...” dediğinde beyatı o anda gerçekleşmiş olur. Hatta bu hususta Gavs (k.s.)‘ın maneviyatta Seyda Hz.lerine üç sefer:
“- Muhammed Raşid, Seyyid Abdulbaki’ye dikkat et. O’nu sana teslim ettim” demesi üzerine beyat ettiği rivayet edilir. Böylece Seyda Hz.leri de Seyyid Abdulbaki’ye “Otur” deyip emanet yerini bulunca o şok hali ortadan kalkar da. Hatta Seyda Hz.leri ilerisinde o’nun halifeliğini Molla Abdulbaki ile beraber verecektir. Her nekadar Gavs-ı Bilvanisi Hzleri hayatteyken en büyük yardımcısı Seyda Hz.leri olsada büsbütünde yanlız sayılmazdı, çünkü o yıllarda da yine yanında en büyük yardımcı kardeşi Seyyid Abdulbaki Hz.leriydi. Seyda Hz.leri Gavs’tan sonra irşada başladı, yine yanında en büyük yardımcı o oludu elbet. Gavs döneminden tek fark, dergah hizmetlerinde Mürşit-Halife ikilisi şeklinde yürüyecektir. Üstelik sırt kısmında nükseden ağrılara rağmen dergâhın hizmetine koşturacaktır. Abdulbaki Hz.leri sırt ağrılarını belli etmemeye çalışsada nereye kadar gizleyebilirdi ki. Bir şekilde sırt ağrıları çektiği gözlerden kaçmayacaktır. Ta ki Seyda Hz.leri emir buyurur, işte ozaman Ankara’da ameliyatla ağrıları dindirilmiş olur.
Vakta ki Seyda Hz.leri de bu dünyadan göç ettiğinde bütün yük üzerine binip Menzil’in işleri daha da bir yoğunluk kazanacaktır. Bir yandan camii inşaatı, diğer yandan markad inşaatı ve diğer yandan vakıf faaliyetleri bunun en büyük göstergeleridir. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı içindir büyük çapta inşaat ve imar faaliyetlerine hız verecektir. Tabii bu işlere tam koyulmadan önce ilk iş Türkî Cumhuriyet’lerini ziyaret etmek olacaktır. Yani buralarda Sadatların kabr-i şerifleri ve bulunduğu mekânları ziyaret edecektir. Sonrasında ise Umre ziyaretiyle Allahın beyti Kâbe’ye Gül Nebinin Mescid-i Nebevisine yüz sürecektir. Malum, tüm bu ziyaretlerin akabinde ise dönüş yine Menzil’edir. Belli ki bu sıradan bir dönüş değil, baba Gavs’ın ve kardeş Seyda (k.s.)’ın temellerini attığı Menzili daha da mamur hale getirmek için bir dönüştür. Nitekim de Menzil’e daha ayağını basar basmaz tez elden markad ve camii inşaatına hız verecektir. Bu arada sene içerisinde fırsat bulduğunda ise mürşidi Seyda Hz.lerine mutabaat edip Afyon ve Pursaklar’ı ziyaret edecektir. Keza daha ileri ki yıllarda da Umre ve Hac ziyaretlerinde bulunacaklardır. Derken o çok yoğun tempo içerisinde yürüttüğü irşad faaliyetleri arasında geriye dönüp baktığımızda baba Gavs ve kardeşi Seyda Hz.lerinden devr aldığı Nakşibendiyye nisbetini kat be kat daha da artırdığı gözlerden kaçmaz da. Nasıl gözlerden kaçsın ki, görünen köy klavuz istemez, her şey ortada zaten. Baksanıza artık tek tek, ya da on kişiye birden elle tövbe vererek kalabalık dizginlenemiyor. Onca kalabalığın yükü ancak sarık şeklindeki bez şeritle kaldırılabiliyor. Aksi takdirde ne namaza, ne hatmeye, ne sohbete ne de hizmete vakit yeter. İşte tek başına şeritle tövbe vermesi bile omuzlarında ki yükün ne kadar arttığının göstermeye yeter artar da. Şu da var ki, Allah’a tam teslimiyet olmasa bu denli yükü omuzlarında taşımaları asla mümkün olamazdı. İşte bu nedenledir ki Nakşibendiye Sadatları için Allah’a tam teslimiyet ve tam tevekkül olmazsa olmaz şart hükmünde bir temel dusturdur..
Peki, onca çileler ne için yaşanmıştı derseniz, şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak içindi. Buna inancımız tam da. Düşünsenize camii hınca hınç dopdoluluktan nefessizlikten dayanılmaz halde olduğu halde, o yine de her şart ve ahvalda durmak yok yola devam deyip bir yandan namaz kıldırmakta, bir yandan hatme Hacegan yaptırmakta diğer yandanda tevbe vermektedir. Gerçekten de şöyle etraftan bir baktığımızda gerek imar faaliyetleri, gerek ameli faaliyetler, gerekse kültürel faaliyetler olsun hiç fark etmez, her üç faaliyetinde bir arada yürütülüyor olmasına bir türlü insan akıl sır erdiremiyor. Üstelik tüm bunları sırtında nükseden dayanılmaz bel ağrıları çekmesine rağmen yürütmekte. Şayet biz o halde olsak, ne yapacağımız besbelli, ahlanmaktan sızlanmaktan inlemekten geri durmayıp ayan beyan her şey ortaya dökülecekti. Dahası yeri göğü inleteceğimiz adeta malum olacaktı. Ama sözkonusu Allah dostları olunca, öyle olmuyor. işte görüyorsunuz bunun en bariz örneği zaten önümüzde duruyor. Nitekim bu hususta Gavs-ı Sani Abdülbaki Hz.lerinde şimdiye dek en ufak ne uflanmasını, ne hayıflanmasını ne de sızlanmasını gördük. Zaten görmeyiz de. Nasıl görülsün ki, öyle narin, öyle zarif bir ruh seciyesine sahip bir mizacı var ki, dayanılmaz bel ağrılarını bile dile getirmeyi kendine hayâ edinecek bir karakter abidesidir o. Sofiler onun bel ağrıları çektiğini ancak sırtını çeviremediği anlarına şahit olduklarında ya da da camiye tekerlekli sandalye ile girişlerinde farkedip hissedebiliyorlardı. Bunun dışında en son gelen aşamada ise bel ağrıları öyle bir hal alır ki artık saklayamaz da. Çünkü namaz vakitlerin pek çoğunu oğlu Seyyid Saki Hz.leri kıldırmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Ehl-i Beyt Gül nesli ne kadar çile çekse Allah’da ona göre ecirlerini daha da artırıp manevi makam almalarına vesile kılmakta, buna asla şüphe duymayız bile. Çünkü biz biliyoruz ki, dünyada en çok çile çekenler Peygamberlerdir, dolayısıyla bu çileden Peygamber varislerinin de istifade etmeleri gayet tabii bir durumdur. .
Velhasıl kelam Seyyid Abdülbaki Hz.leri için en son şunu diyebiliriz ki, O Nakşibendiyye nisbetini Seyda Hz.lerinden devr aldığından bugüne camii, medrese, markad, tuvalet ve çeşme inşaatı gibi pekçok imar faaliyetlerine hız vermesiyle, yine vakıflaşma, dergi, kitap, televizyon radyo yayını gibi bir dizi kültürel faaliyetlere girişmesiyle, keza tevbe almak için gelenlere artık elle değil sarıkvari bir şeritle tövbe veriyor olması, sofilerini sırf muhabbetle değil virdle yönlendiriyor olması, aynı zamanda sofilerin ilmihal eksiklklerinin giderilmesi noktasında sohbetciler tayin ediyor olması gibi pekçok ameli faaliyetleriyle dikkat çeken Hadimül hizmetkâr Gönül Sultanıdır. Burada cümlenin sonuna dikkat edin hizmetkâr dedik. Niye derseniz, her şey gayet açık, çünkü Menzil’de bilhasssa bu dönemde kazanlarla daha çok çorba kaynatılıyor olması, daha çok buğdayın değirmende öğütülüyor olması, ekmeğin daha çok fırınlarda kızırtılıyor olması, musuluklardan daha çok su akıtılıyor olması gibi bir dizi hizmet alanlarının genişlemesi hizmetkarlığının en belirgin zişanı zaten. İşte bu yüzden hizmet nimettir buyurmaktalar.
MOLLA YAHYA EL ABBASİ EL HAŞİMİ HAZRETLERİ
Molla Yahya Hz.leri ta 1957-1958 yılları arasında Gavs Hz.lerinden beyat aldığından beri kendisine Menzilin öz evladı gözüyle bakılmıştır hep. Nasıl böyle bakılmasın ki, ta Gavs’ın zamamnıda Kasrik dergahında hem ilim tahsil etmiş hem de Gavs’ın yol arkadaşı olmuştur. Derken bu arada Gavs Hazretlerinin oğlu Seyda Hazretleriyle de aralarında dostluk bağı kurulur. Öyle ki birlikte medrese ilmi tahsil edecektir. Tabii ki ilimde de Seyda Hz.leri öndedir, bu yüzden imamlığa Seyda Hazretleri, kendisi de müezzinliğe geçecektir. Malum, Seyda Hz.leri irşad postuna oturduktan sonra da yine dostluk devam edecektir, ama bu kez dostluk farklı şekilde tezahür edecektir. Yani Seyda Hz.leri mürşid dost, kendisi ise halife dost olacaktır. Ki, bu dostluk Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte İstanbul‘da irşada koyulmasıyla da taçlandırılmış olur. Hiç kuşkusuz Molla Yahya Hz.leriyle yazılacak daha pek çok şey var. Ama daha önceden de kendisiyle ilğili Enpolotikde yayınlanan İlimsiz Tasavvuf Asla! başlıklı makale yayınlandığı için şimdilik bu kadarıyla yetinebiliriz. Yinede geniş bilgi isteyenlerin şu linke tıklamaları kafidir:
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2549/ilimsiz-tasavvuf-asla.html
MOLLA FARUK-İ MUHAMMED EL KONYEVİ HAZRETLERİ
Molla Muhammed Hz.leri deyince aklımıza hep Seyda Hz.lerinin müezzini olarak gelir hep. Hatta bundan öte o bizim Bilali Habeşimizdir dersek yeridir. Madem öyle Bize Bilali Habeşiyi hatırlatan Molla Muhammed Hz.leri ilgili bilgiyi Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde Molla Muhammed Konyevi hakkında kaleme aldığı biyografisini aktararak bu bilgiyi edinmiş olalım. Ancak kitabın önsözünden alıntı yaparken Seyda ismi geçen satırlarda Seyda yerine Molla Muhammed olarak isimlendirip öyle aktardım. Çünkü okurlarım Molla Muhammed Hz.lerini mürşidi Seyda Hz.lerinin ismiyle karıştırmasın diye böyle yaptım. Her neyse fazla sözü uzatmadan asıl mevzuya geçebiliriz:
Molla Muhammed Hazretleri, 1942 yılında Mardin ilinin Kızıltepe ilçesine bağlı Konaklı köyünde doğdular. Altı yaşına geldikleri zaman o yıl köylerine açılan ilkokula kaydoldular. Öğrenimleri devam ederken aynı zamanda dayılarının yanında Kur’an-ı Kerim öğrendiler. Bu esnada dayıları, seni medreseye göndereceğim derlerdi. Molla Muhammed Hz.lerinin okul öğretmenleri onu öğretmen okuluna gönderme kararı verdiler. Bu zaman zarfında Molla Muhammed Hz.leri öğretmen okulunda namaz kılmaya müsaade etmediklerini öğrenip, bu karara karşı çıktılar. Okulu bitirince bir süre kendi koyunlarına çobanlık yaptılar.
Molla Muhammed Hz.leri, aradan bir süre geçince yanına bir yatak alarak evden kaçtılar. Bir medreseye yerleştiler. Bu günlerden bahsederken: “O günlerin tadı bambaşka idi. İlim ve din aşkı ve din aşkından deli olacaksın”diye üzüldüklerini beyan ederlerdi diye aktarıyor.
Medrese yılları boyunca bütün arkadaşları ile hoş vakit geçirmeye çalışır ve azami dikkat sarfederlerdi. Hocalarını da memnun etmek için var güçleri ile çalışırlardı. Hatta hocalarından birisinin şöyle dediği nakledilmiştir: “Yalnız o talebeliğin hakkını veriyordu.” Molla Muhammed Hz.leri hocalarını anarken; “Allah onlardan razı olsun” diye dua ediyorlar.
Medrese arkadaşları ile çok iyi geçinmelerine rağmen, bir gün arkadaşı ile ağız kavgası yapmışlar. Şer’an dahi arkadaşı haksız olmasına rağmen o gece herkesin uyumasını bekleyip, daha sonra gidip o arkadaşından özür dilemiş ve helalleşmişlerdir. Böyle davranmalarına neden olarak şu âyeti celileyi gösteriyorlar. “Bir kimse sahibi bilcem’den (birlikte olduklarından) sorulacaktır.
Hocalarından birisi de Seyda-i Molla Süleyman Banihi idi. Çok yaşlı idi. Hatta Şah-ı Hazne (k.s.)’nin halifesi olan Şeyh Abdurrezzak da ondan ders almıştır.
Molla Muhammed Hz.leri ve bir arkadaşı ile beraber medreseden ayrılmaları icap etmiştir. O zaman Seyda-i Süleyman Banihi onları yanına alıp evine götürdü ve çay ikram etti. Dedi ki: Bu güne kadar çok talebe okuttum. Ancak hiçbirinin gidişine bu kadar üzülmedim. Siz hem talebe olarak hem de ahlak olarak çok başkasınız. Gidişiniz beni üzüyor. İşte böyle hocalarını memnun ederlerdi.
Medrese yılları esnasında bütün talebeler harmanlara çıkarak zekat toplarlardı. Molla Muhammed Hz.leri okumasına devam ederdi. Ramazan ayında civar köy camiilerine giderek imamlık yapıp harçlık temin ederlerdi. Bu şekilde devam edip daha sonra kayınpederleri olan Molla Abdüssamed Hazretlerinden mollalık icazetlerini aldılar. Ve memleketleri olan Konaklı köyüne döndüler.
Konaklı köyünün imamı amcalarının oğlu idi. O kişi bu görevden ayrılınca köy halkı görevi kendilerine teklif ettiler. Molla Muhammed Hz.leri kendi köyü olması hasebiyle kabul etmek istemedi. Ancak ısrar üzerine onlara iki şart koştu. Bunlardan biri davul zurnalı düğünlerin terk edilmesi ve kadın erkek bir arada oynamamaları idi. İkincisi ise beraberlerinde getirdikleri talebelerin bakımının üstlenilmesi idi. Köylüler bu şartları kabul ettiler. Orada küçük bir medrese yaparak üç yıl ikamet ettiler. O günlerden kalan bir anı şöyledir. Köy halkından birisi düğün isteyince şu cevabı verdi. Kızınızı altınla süsleyip verseniz de, biz imamımıza söz verdik. İsterseniz vermeyin. Üç yıl sonra kendi tabirlerince oradaki nasipleri bitti ve köylülerden birisi düğününü bu şekilde yapınca oradan ayrıldılar. Bazı geceler hayırlı bir yer ve hayırlı bir nasip dileyerek ağladıklarını anlatıyorlar.
O sıralarda Gavs Hz.leri (k.s.a.) vefat etmişler ve Seyyid Muhammed Raşid Hz.leri (k.s.a.) irşada başlamışlardı. Seyda Hz.leri Molla Muhammed Hz.lerini Menzil’e davet ettiler. Yanlarında Molla Abdüssamed olduğu halde Menzil’e geldiler. 20 küsur yıl orada hizmet ettiler. O günleri anarken de; “Keşke bütün ömrümüz hizmetlerinde geçseydi. Allah (c.c) onlardan razı olsun” diye anlatırken gözleri doluyor.
Molla Muhammed Hz.leri Seyda Hz.lerinin vefatından 6 ay teberrüken Menzil’de kaldıktan sonra, hayattayken işaret buyurdukları Konya’ya hicret ettiler. Halen Konya’nın Ankara yolu üzerinde 18 km.sindeki Kayacık Köyünde tebliğ ve irşadlarını sürdürmektedirler.
Kaynak: Ahmet Öz’ün bir kitabının önsözünde M.Muhammed Konyevi ile ilgili biyografisi.
ŞAH-I URFA MOLLA SEYYİD ABDÜLBAKİ BİLVANİSİ HAZRETLERİ
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri Seyda Hazretlerinin dayısı ve halifesidir. Aynı zamanda Seyda Hazretlerine hocalık yapan da ilk isimdir. Öyle ki; Seyda Hz.leri daha henüz üç yaşındayken, Siirt’in Kurtalan kazasına hoca olarak gelip, Seyda Hazretlerine ilk medrese tahsilini vermeye başlamıştır. Evet ilk hoca ve ilk talebe ilişkisi böyle başlar. Derken bu güzel ikili ilerisinin de habercisi olarak birbirlerinden istifade ile Seyda Hz.lerini irşad makamına ulaştırmış, en nihayet dayısını da ona halife kılmıştır.
Molla Seyyid Abdülbaki Hz.leri ise öğreniminin büyük bölümünü Gavs Hazretlerinin yanında görmüştür. Hatta sekiz yıl gibi bir süre de Gavs’ın yanında okuduktan sonra, Molla Muhyiddin’in derslerine üç yıl devam etmiş, ordan da Dilbey’de okumaya koyulmuştur. Dilbey Köyü aynı zamanda Seyda Hazretleriyle göz göze gelmek bakımından önemli kavşak noktasıdır. Çünkü o mekan hem Seyda Hazretlerine, hem de yeni gelenlerin Seyda Hazretleri ile birlikte ders okutmanın beldesi olur. Zaten günlerinin çoğu Seyda Hazretleri ile yer, içer, oturur ve muhabbet ederek birlikte geçirirdi. Hem dayı, hem de hocası olmanın bahtiyarlığını yaşayan Molla Seyyid Abdülbaki Hazretleri hane-i saadetin inci gülüydü.. Böylece Seyda Hazretlerin hayatını yakinen görme fırsatını elde ettiği gibi, irşad yıllarında Seyda Hz.lerinden halifelik almıştır. Bu arada belirtmekte fayda var; Seyyid Fevzeddin Hz.leri babasının (Seyda Hz.leri) vefatının ardından birkaç yıl sonra Molla Seyyid Abdülbaki Hz.lerine intisap ederek halifelik alıp Eskişehir’in Sivrihasar’ın Bilvanis köyüne yerleşip irşada başlamıştır.
MOLLA AHMED EL VAN-İ HAZRETLERİ
Molla Ahmed Hz.lerinin doğum yılı 1948’dir. Hayatının büyük bir bölümü Hane halkı ile geçti diyebiliriz. Böylece 11-12 yaşlarında Gavs Hazretlerini de görme nasib olmuş ve dergahına gitmiştir.Molla Ahmed Hazretlerinin Seyda ile ilk tevafuku ise 1957-1958 tarihler arasıdır. Ki; o yıllarda Seyda Hazretleri Gavs’ın yanında ve medresede ilim öğreniyordu. İşte 1956’dan beri bu derece yakın olması hasebiyle hem Gavs Hazretlerine, hem de Seyda Hazretlerine karşı büyük bir sadakale içten muhabbet duyup bu muhabbet Seyda Hazretlerinin damadı olmasına bile yetecektir.. Bu buluşma Hz. Osman (r.a)‘ın iki nur zişanını hatırlatan bir buluşma olacaktır. Yani bu bir anlamda Seyda Hazretlerinden iki kere icazet almak anlamına gelip, hem damat olmuş hem de halife olmasına işaret teşkil edecektir.. Herşeyden öte onun Sadata olan derin edebi, hayası, hizmeti, maddi ve manevi güzellikleri herşeye yetiyor artıyor da.
Seyda Hazretlerinin vefatının ardından Van’da Seyda Hazretlerinin takib ettiği yolda irşada koyulmuştur.
SEYYİD YUSUF ARVASİ HAZRETLERİ
Kendisi Gavs-ı Hizanı (k.s.)’ın akrabalarından olup, aynı zamanda Arvas Seyyidlerindendir.
Seyyid Yusuf Arvas Hazretleri, mollalık icazetini amcası Şeyh Mustafa Hazretlerinden almıştır. Amcası ise Şeyh Şahabeddin Hazretlerinin halifesi olması bir yana Nakşibendi silsilesinin Halidiye kolunun büyük zatlarından Gavs-ı Hizani (k.s)’ın torunudurlar da. İşte böylesi büyük bir zatın torununun pınar çeşmesinden beslenip Gavs-ı Bilvanisi Hazretlerinin dergahında şereflenmek ancak amcasının vefatından sonra, yani tarihler 1966’yılın gösterdiğinde nasib olacaktır. Malum, o sıralarda Seyda Hazretleri askerde olduğu için tanışamamış, bilahare terhis olup asker dönüşü sonrası hemhal olacaklardır. Seyda Hz.lerine biatı ise Gavs Hazretleri 1972 yılında vefat edince gerçekleşir. Böylece bu biatla birlikte uzun bir zaman dilimi diyebileceğimiz irşat süreci boyunca Menzil dergahına hizmet için seferber olur. Derken bu seferber olmanın neticesinde 1977 yılında Seyda Hazretlerinin has bahçesinde yetişen Gül tanesi olurda. Seyda Hzlerinin vefatının akabinde ise irşad faaliyetine koyulacaktır.
Velhasıl Yukarda zikrettiğimz her bir Gül tanesini karınca kaderince ancak böyle yad edebildim. Şayet sürçü olan olduysa affola.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2770/has-bahcenin-gulleri.html