Allah’ın İnsanları Bela Musibetlerden Koruması, Saklaması Allah’ın El-Hafîz İsmi

Allah’ın İnsanları Bela Musibetlerden Koruması, Saklaması Allah’ın El-Hafîz İsmi

Allah’ın (c.c.) El-Hafîz (Kendisine sığınanları koruyan, saklayan) isminin tecellilerini doğada ve insan üzerinde her zaman görebiliriz. Bir bitki tohumunu elimize alıp incelediğimizde onu olumsuz dış koşullara karşı koruyan bir kabukla çevrili olduğunu görürüz. Hayvanlar dünyasında yeni doğan yavruların uzun bir süre annelerinin şefkatli himayeleri altında olduklarını biliriz. Bir tavuk gücüne bakmayarak yavrularını korumak için gerektiğinde bir köpekle savaşır. Hâlbuki o tavuk anne olmadan önce bir köpek gördüğünde kaçacak bir delik arardı. El-Hafîz güzel isminin insan üzerindeki tecellisi bizleri daha derin düşüncelere sevk etmektedir. Daha bebek doğmadan önce anne karnında güvenli bir şekilde korunur. Doğar doğmaz annenin memelerinde oluşan sütle yaşamı için gerekli tüm gıdalar ve su miktarı en mükemmel şekilde ve en ideal bir kıvamda ona sunulur. Anne ve babanın kalplerine yerleştirilen şefkat ve merhamet duyguları ile en itinalı bir biçimde büyütülür. Dünyaya güçsüz ve çaresiz olarak gelen bu bebek, güvenlik duvarları ile etrafı çevrilen bir devlet adamından daha güzel korunur.

Allah (c.c.) sadece nesli korumakla kalmaz. Varlıkların tüm ihtiyaçlarını doğada var ederek yaşamı da güvence altına alır. Bu koruma dünyayı, güneşi, evreni de içine alır. Dünyanın eğimi, izlediği yörünge, güneşe uzaklığı canlı varlıkların yaşamlarını devam ettirmesine olanak sağlayan ve onları koruyan bir hesaba, ölçü ve uyuma göre tespit edilmiştir.

Bela ve musibetler ancak Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile insanlara ulaşır. Sadece deprem, yangın, sel gibi doğal afetler değil, insanlardan da gelebilecek her türlü zarar ziyan, şer de ancak Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile meydana gelir. Allah (c.c.) bela ve musibet konusunda kendisine el açıp sığınan kullarını korur. Hadis-i şeriflerde geçtiği üzere başa gelebilecek bela ve musibetler dua ile üzerimizden kalkabilir; ayrıca sadaka da bela ve musibeti def edebilir. Allah’ın (c.c.) bu güzel ismi ile Allah’a (c.c.) sığınma adeta can ve mal sigortası yaptırmak gibidir. Kuşkusuz hiçbir insan Allah’ın (c.c.) kaderini yargılama ve eleştirme hakkına sahip değildir. İnanan bir insan için O’ndan gelen şer de olsa mutlaka içinde bir hayır gizlidir. Bu açıdan nasıl bir malı sigorta yaptırdığımızda o mala zarar gelmesini önleyemediğimiz halde bu zararı karşılayacak bir kurum buluyorsak Allah’a (c.c.) bu güzel ismin yüzü suyu hürmetine sığındığımızda başımıza gelen bela ve musibetlerde ancak kendimizin bir sır olarak algılayabileceği bir ilahi yardımı aldığımıza da şahit olabiliriz. Çünkü Allah (c.c.) kimsenin duasını boş çevirmez.

El-Hafîz (Kendisine sığınanları koruyan, saklayan) güzel ismi ile kula düşen görev, şu hadis-i şerifle güzelce özetlenmiştir: “Allah’ı koru ki, Allah da seni korusun.” Kuşkusuz Allah’ın (c.c.) korunmaya ihtiyacı yoktur. Burada “Allah’ı koru” ifadesi ile O’nun dinini korumak, yani emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak anlatılmıştır. İşte böyle bir gerekçe yerine getirilirse elbette Allah (c.c.) da o kişiyi, ailesini, malını mülkünü, namusunu bela ve musibetlerden koruyacaktır.

İnsanın başına bela ve musibet ansızın gelebilir. Çünkü bu dünyada imtihan edilmekteyiz. Bela ve musibetler imtihanın en can alıcı noktalarıdır. Böyle anlarda Allah’ın emir ve yasakları dışına çıkmamak kolay olmadığı gibi bela ve musibetlere sabır göstermek de herkesin harcı değildir. Onun için dualarda kaldıramayacağımız yüklerle imtihan edilmemeyi istemek gerekir. Ayrıca ‘Amene resulü’ (ayetlerini) duasını yatmadan önce (veya yatsı namazından sonra) okumak gerekir. Hz. Ömer (r.a) aklı başında olan bir Müslüman’ın bu duayı uyumadan önce okumayı terk edemeyeceğini söylemiştir.

Bir de bela ve musibetlerin beklendiği anlar vardır. Mesela savaş hali böyledir. Her an insanın başına savaşta çeşitli bela ve musibetler gelebilir. Bizleri sevmeyen, bizlerden nefret eden insanlardan da düşmanlıklar, zararlar görebiliriz. İşte böyle durumlarda her daim Allah’a (c.c.) sığınmak ve Allah’ın El-Hafîz güzel ismini daima zikretmek, en azından evden çıkarken ve eve girerken zikretmek büyük yararlar sağlar.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin şu beyti asırlardır dillerdedir:
Bela gelmez kula kul azmayınca-Kaza gelmez başa Hak yazmayınca

Bela ve musibet kelimeleri birbirine yakın anlama sahiptirler. Onun için birbirlerinin yerine kullanabileceği gibi bizim yaptığımız gibi bir deyim imişçesine birlikte de kullanılabilmektedir. Bela Allah’tan imtihan edilmek için gelir. Musibet ise kulun daha önce işlemiş olduğu günahların sonucu olarak ona isabet eder. Neticede her iki durumda insan imtihan edilmektedir. Başa gelen bela ve musibetler sırasında insanın halini gözden geçirip günahlarına tövbe etmesi çok güzel bir davranıştır. Yüce Allah’ın (c.c.) o kimsenin günahlarını affetmesine vesile olabilir. Kuşkusuz bir insanın başına bela ve musibet gelmeden günahlarına tövbe edip hatasını tamir etmesi çok daha güzel bir davranıştır. Hele bunun için sadakalar vermesi çok yerindedir. Normalde başına gelebilecek bela ve musibetleri önleyebilir. Hadiste belirtilen ‘az sadakanın çok belayı önlemesi’nin sırrı da budur. Yüce Allah (c.c.) kin sahibi olmadığı gibi intikam almada da ısrar etmez. Musibetler insanın başına kulun azması, günahlarını bilmek istememesi, günahlarına tövbe etmemesi, hatalarını düzeltmemesi üzerine iner. Onun için insanların Allah’ın El-Hafîz güzel ismine sığınmadan önce hallerini düzeltmeleri gerekir. Yoksa bu zikrin yararını pek göremezler.

Günahlar sadece ahrette insanın başına bela olmaz. Dünyada da birer musibet kaynağıdırlar.

Bela ve musibet öncesinde ve sonrasında Allah’a (c.c.) sığınmak gerekir. Ama bela ve musibet öncesinde Allah’a (c.c.) sığınmak en güzel tedbirdir. Sonrasında sığınmanın da büyük yararları varsa da öncesinde sığınmak kadar değildir.

Her insanın muhtelif korkuları ve kaygıları vardır. Düşmanı olmayan insan yok gibidir. Bir insan önce günahlarına tövbe edip sonra halini Allah’ın razı olduğu şekilde değiştirirse (yani Allah’ın emir ve yasaklarına uygun bir yaşam biçimine girerse) daha sonra da düşmanlarından gelebilecek zararlara karşı Allah’a (c.c.) sığınıp Allah’ın El-Hafîz güzel ismini çokça zikrederse yüce Allah onu elbette koruyacaktır. Düşmanlarının ona zarar vermesini engelleyecektir. Allah’ın (c.c.) bu güzel ismi o kadar tesirlidir ki, yaşananlar ona sanki birer mucize gibi gelecektir. Böyleleri adeta şu ayet-i celilenin kapsamı içerisine alınırlar: ‘Kendilerine savaş açılan kimselere karşı koymaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları muzaffer kılmaya herhalde kadirdir (Hacc suresi, 39).’

İnsanın halini düzeltmeden Allah’ın El-Hafîz güzel ismine sığınmak istemesi, her şeyden önce bu isteğinde samimi olmadığını gösterir. Bu durumu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Farz edelim ki, bir evlat babasına karşı asidir. Onun namaz emrini dinlememektedir. Babasıyla kavga eder, evden ayrılır. Başka bir yerde yaşamaya başlar. Ama başı belaya girer. Babasından yardım umar. Şimdi böyle bir evladın babasından yardım ummadan önce babasının isteğini yerine getirmesi, babasına karşı hatasını anlayıp halini düzeltmesi gerekmez mi? Kuşkusuz halini düzeltmeden kendisine sığınan evladını bir babanın koruması da güçtür. Çoğu kez onun buna müstahak olduğunu düşünür. İşte aynı kanun yüce Allah (c.c.) için de geçerlidir. Çoğu kişi başına bir bela ve musibet geleceğini sezer. Çaresizlikle ne yapacağını şaşırır. Kapana kısılmış fare gibi aynı şeyleri, alacağı tedbirleri, çareleri gözden geçirir. Hâlbuki sebeplerin gerisinde yüce Allah’ın (c.c.) elini unutur. Hayır da şer de Allah’tandır. Tövbe edip halini düzeltip Allah’a sığınacağına çeşitli tedbirlerine ve çarelerine güvenir. Başına bela ve musibet geldiğinde çarelerinin ve tedbirlerinin ne kadar boş olduğunu görür. Ama bu sefer de iş işten geçmiştir.

Her şeyin bir zamanı vardır. Bela ve musibet başa gelmeden önce Allah’a (c.c.) sığınmak insana büyük yarar sağlar. Bunun için de insanların günahlarına tövbe edip kendilerini düzeltmeleri, hatalarını telafi etmeleri gerekir. Bir atasözümüzde denildiği gibi ‘Araba devrilince yol gösteren çok olur.’ Ama o zaman da yol göstermenin bir yararı olmaz. Mesele insanın başına (beklediği) bela ve musibet gelmeden önce doğru, Allah’ın rızasına uygun hareket etmesidir.

‘Başınıza azap gelmeden önce tövbe ile Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız. Haberiniz olmadan, ansızın başınıza azap gelmeden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun, onu hayatınıza uygulayın (Zümer suresi, 54,55).’

Allah’a sığınmak, Allah’ın (c.c.) El-Hafîz güzel ismini zikretmek bir nasip meselesidir. Düşmanlarından korkanlara değil gerçekten Allah’tan korkanlara, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inananlara bu güzel ismi gereğince zikretmek nasip olur.

Yüce Allah(c.c.) bela ve musibetler başımıza gelmeden önce günahlarımıza tövbe etmeyi, halimizi düzeltmeyi, emir ve yasakları istikametinde yaşamayı nasip eylesin. Bizleri El-Hafîz (Kendisine sığınanları koruyan, saklayan) güzel isminin hürmetine bela ve musibetlere karşı korusun. Âmin.
Muhsin İyi

Ölüm Ecel, Rahmete Kavuşma, Allah’ın El-Mümît Güzel İsmi

Dünyadaki bütün canlılar, belirli bir ömre sahiptir. Mikroptan file, ottan elma ağacına kadar her canlı varlık, ömrünü tamamlayınca mutlaka ölmektedir. Oysa insanın içerisinde bir ebediyet özlemi bulunmaktadır. Bu nedenle ölüm insanda büyük bir kaygıya neden olmaktadır. Çoluk çocuk sahibi olmak istememizde, onların onca sıkıntısına katlanmamızda bunların bizlerin ölümü ile içimizdeki ebedi yaşam arzusunu bir derecede de olsa sürdürmeleri rol oynar. Ayrıca bu durum ölüm kaygısını azaltmaktadır. Dedelerin ve ninelerin öz çocuklarını yeterince sevme imkânı bulamadıkları halde torunları yanında iken duydukları huzur ve mutluluk hissinde ölüm kaygısının o sırada ortadan kalkmasının önemli bir rol oynadığı açıktır.

Nefis, ölümün kendi başına geleceğine inanmaz. Elbette her insan, ölümlü olduğunu bilir. Bir gün bunun başına da geleceğini anlar. Ama buna karşın ölüm olayının şu an, içerisinde bulunduğu zamanda gerçekleşebileceğine inanmaz. Buna ihtimal bile vermek istemez. Bunu inkâr eder. Ölümün çok ileriki bir zamanda gerçekleşeceğini varsayar. Nefis sanki bu konuda Allah’tan bir ahit almış gibi davranır. İnsan istese bile ölüm düşüncesini, şu anda ölme ihtimali olduğunu hiçbir zaman kolay kolay kabullenememektedir. Bunun bir nedeni de insanın ebedi yaşam için yaratılmış olmasıdır. Gerçekten ölüm olayı ile insan yaşamı görünüşte ortadan kalkıyorsa da aslında başka bir boyutta bu yaşam sürmektedir. Kabir ve berzah âlemi, kıyamette diriliş yeri, mahşer, cennet ve cehennem bu ebedi yaşamın devam eden yada edecek olan geçici yada daimi mekanları olmaktadır. Ruh ölüm olayı gerçekleştiğinde ölmemektedir. Bedenin toprak olması ile onun bir çeşit atmosferi olan nefis de yok olmaktadır. İnsan özü olan ruhu ile var olmaya devam etmektedir. Kıyamet günü bu ruha yüce Allah (c.c.) yeniden beden elbisesi giydirecektir.

Ölüm olayı İslam dinine göre Allah’ın (c.c.) emri ile gerçekleşir. Kazalar, hastalıklar aslında birer perdedir. Azrail Aleyhisselam da sadece vadesi dolan insanın canını almada görevli bir melektir. Aslında her şey, Allah’ın (c.c.) izni ve yaratmasıyla meydana gelmektedir. Bu nedenle ölen kimse için “Allah’ın rahmetine kavuştu.”, ölen kişiye de ‘rahmetli’ derler.

Allah’ın (c.c.) ölümü kazalarla, hastalıklarla, hatta Hz. Azrail (a.s.) isimli melekle perdelemesinin bazı hikmetleri vardır. Bunların içerisinde en kayda değer olanı, ölüm sırasında insanların yaşadıkları kayıpla yüce Allah’a karşı edepsizlik ve saygısızlık yapmalarını önlemektir. İnsanlar genellikle sebeplere takılırlar ve kayıplarında isyanlarını bunlara sergilerler. Yoksa yüce Allah’a karşı ağızdan çıkan terbiyesizce ve saygısızca sözler insanları bağlayabilir, onların dünyada ve ahrette büyük cezalar almalarına neden olabilirdi. Bu durum da aslında yüce Allah (c.c.) tarafından biz kullarına verilen büyük bir nimettir.

Allah’ın (c.c.) bazı insanlara uzun, bazılarına da kısa ömür vermesi hikmetini ancak ahirette tam olarak anlayabileceğimiz bir rahmettir. ‘Bir canlıya ömür verilmesi de onun ömrünün kısaltılması da bir kitaptadır (ilahi bir kanunladır). Şüphesiz bunlar Allah’a kolaydır (Fatır suresi, 11).’ Allah (c.c.), ölüm gibi kimsenin hoşlanmadığı bir olayı engin ve sonsuz rahmetiyle gerçekleştirmektedir. Öyle ki insan ahrette amel defterine baktıktan ve ilişkide bulunduğu diğer insanların durumlarına vakıf olduktan sonra El- Mümît olan yüce Allah’ın engin ve sonsuz rahmetiyle kendisinin tam zamanında ölümüne karar verdiğini görüp sonsuz bir sevinç ve şükran duygusu yaşayacaktır. Bundan razı olacaktır. Hatta dünyada iken küçük yaşlarda ölen evlatları için anne ve babalar da bu duyguyu yaşayacaklardır. Kuran-ı Kerim’de Kehf suresinde anlatıldığı üzere Hz. Hızır Aleyhisselam’ın sebepsiz yere küçük bir çocuğu öldürmesi manidardır. Bunun altında yatan hikmeti Hz. Hızır Aleyhisselam, Hz. Musa Aleyhisselam’a anlatırken onun ileride büyüdüğünde anne ve babasına karşı asi bir evlat olacağını, anne ve babasını da inkârcılığı ve azgınlığı ile kötü yollara sürükleyeceğini gerekçe olarak gösterir. Belki bunda küçük yaşta evlatlarını kaybeden anne ve babalara bir teselli bulunmaktadır. Zira küçük yaşta ölen çocuklar, ahrette hesaptan muaf tutulmaktadırlar. Bu durum onlara için bir kurtuluş, anne ve babaları için bir sevinç kaynağı olmaktadır.

Allah’tan (c.c.) sadece uzun ömür istemek doğru değildir. O’ndan hayırlı uzun ömür istemek gerekir. Çünkü böyle olunca uzun ömür ahret için bir sermaye olur. Yoksa hayır içermeyen uzun ömür insana her gün büyük zarar ve ziyan getirir. Olmaması, olmasından yeğdir. Hadis-i şerifte ifade edildiği üzere ‘Dünya, ahretin tarlasıdır.’ Buna göre kendisine hayırlı uzun ömür verilen insanlar, ahret sermayelerini artırma imkânı bulabilirler. Çünkü böyle bir ömürde salih amelleri daha çokça işlemeleri mümkün olur. Salih ameller, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) Mektubat’ta belirttiği üzere en başta İslam’ın beş şartıdır. İslam’ın beş şartı ile yoğrulmayan bir hayat büyük bir kayıptadır. Her geçen gün, onun için büyük bir zarar ve ziyandır. Yüce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de onlarca ayet-i kerime ile iman eden ve salih ameller yapan kullarını altında ırmakları akan cennetlere koyacağını beyan buyurmuştur. Fakat günümüzde insanların büyük kısmı, şeytanların vesvesesi ve nefislerinin azgınlığı ile çeşitli günahların pençesi altında bulunmakta, İslam’ın beş şartından uzaklaşmakta ve sadece kalplerinin temiz olduğu gerekçesi ile bu cennetlere gireceğini iddia etmektedirler. İman ve salih ameller ahret için temel sermayedir. İnsanın kalbinin temiz olduğunu iddia etmesi şeytanları güldürecek boş bir sözdür. Nefis bütün günahları işleyecek potansiyelde yaratılmıştır. Mümin her an nefsiyle savaş halindedir. Bazı insanlar, nefsinin elinde esirdir. Çeşitli günahlara düşerler. Bunlardan kurtulmak isterler ama başaramazlar. Bazı insanlar ise, bu günahlardan memnundur, hatta bunlarla övünürler. Böylelerinin imanları da yavaş yavaş kaybolur, küfre düşerler. Çünkü her günahta insanı küfre düşüren bir yol vardır. Uzun bir ömrü hayırlı yapan iman ve salih amellerdir. Ömür iman ve salih amellerle yoğrulursa Allah’ın mağfiretine, rahmetine, dahası rızasına erebilir. Bunun dışında bir yolla insanın bunlara ereceğine inanması, nefsin ve şeytanların vesveselerinden başka bir şey değildir. İnsanların kendilerini kandırması veya daha da kötüsü kandırılmaya razı olmasıdır. Onun için bu esasa dikkat etmek şartıyla dualarda hayırlı uzun ömür istenebilir.

Peygamberimiz (s.a.s) hadis-i şeriflerde ümmetinin ömrünün geçmiş kavimlere göre kısa olacağını, ümmetindeki kişilerin genellikle 60 ila 70 yaşları arasında öleceğini belirtmiştir. Ölümlerin ise genellikle nazardan, yani kötü bakıştan kaynaklandığına da işaret etmiştir. İstatistiklere baktığımızda ise günümüzde çağın getirdiği bazı olumsuzluklar yüzünden ölümlerin genellikle 50’li yaşlarda sıklaştığı görülmektedir.

İnsanların birbirlerine zulmetmeleri, bunun sonucu olarak yaptıkları bedduaları da ölüm nedenidir. Hayırlı uzun ömür ise, insana genellikle kalp kazanmakla, dua almakla ihsan olunur. Kalp kazanmak, dua almak ise kolay değildir. Genellikle ufak tefek iyiliklerle değil dişe dokunur veya büyük iyiliklerle insana nasip olur. Tabii hiçbir iyiliği de küçük görmemek gerekir. Bir de her insan bir esmaya, Allah’ın güzel bir ismine mazhardır. Bunu daima göz önünde bulundurmak gerekir. Onun için atalarımız, ‘Herkesi Hızır, her geceyi Kadir bilmek gerekir,’ demişlerdir. Beddualarda ve dualarda insanların üzerinde tecelli eden Allah’ın güzel ismi çok etkili olur. Hatta kalp kırmak ve gönül almak da tıpkı beddua etmek ve dua almak gibidir. Nasıl doğada her çiçek bir hastalığa şifa ise her bir insan da boşuna yaratılmış değildir. Bedduası ve kırık kalbi çeşitli hastalıklar ve ölüm getiren insanlar çoktur. Tabii hadis-i şerife göre beddua eden kişi haksız ise yaptığı beddua kendisine döner. İşin bir de bu cephesi vardır. Onun için bedduadan; beddua gerektirecek yanlış ve kötü işlerden, zulümlerden uzak durmak gerekir. Bir de haklı olsak bile sürekli bedduaya başvuruyorsak haksız olduğumuz durumlarda Allah (c.c.) bizim için başkalarının beddualarını da işleme koyabilir. Farkına varmadan, bilmeden zulmettiğimiz insanlar olabilir. Yakınlarımızın çirkin işleri bile bizlere olumsuz olarak tesir edebilir. Yani bu beddua yolunu hayatımızdan çıkarmak akıl karıdır. Peygamberimizin (s.a.s) evinden çıkarken yaptığı duada dediği gibi ‘zulmetmekten ve zulme uğramaktan Allah’a sığınmak’ gerekir. Zaten kalp kırıklığının beddua gibi olduğunu söyledik. Bu intikam için yeter de artar bile. Yine aynı insan bir derde de şifadır. Duası, gönlü alındığında bunu ikram eder. Elimizden geldiğince gönül almak, başkalarının dualarına talip olmak hayırlı uzun ömür için vesile olabilir. Ama bunların dünya veya ahret hayatlarımızda yada her ikisinde daha başka pek çok hayırlara vesile olacağı muhakkaktır. Çünkü yüce Allah (c.c.) en küçük bir iyiliği, hatta ‘zerre kadar bir iyiliği’ boşa çıkarmaz (bk. Zilzal suresi, 7). Sosyal hayatımızda, iş hayatımızda dua ve gönül almak için sayısız imkânlar vardır. Her gün karşımıza bunun için pek çok fırsat çıkabilir. Akıllı insanlar hem işlerini yaparlar hem de bu açıdan kazançlı olmaya bakarlar.

El- Mümît (hayatı alan, öldüren), yüce Allah’ın (c.c.) dünya yaşamında ömrü tamamlananların canını alması anlamına gelir. Ölen mümin Allah’ın (c.c.) rahmetine kavuştuğu için ölüm aslında kutsal bir olaydır. Ölümle insan Allah’a yaklaşmaktadır. Ölümle insanın inanması gereken şeylere yakinliği artmaktadır. Örneğin insan ölümle melekleri görmekte, kabir azabına veya kabrin cennet bahçelerinden bir bahçeye dönüşüne tanık olmaktadır. Ölüm insanı herhalukarda yaratıcısına yaklaştırmaktadır. Bu hem mümin hem de kâfir için böyledir. Kâfir, kabir azabı ile yaratıcısının hak olduğuna inanmaktadır. Tabii bu imanı onu azaptan kurtaramamaktadır. Allah (c.c.) ölümün ötesinde yer aldığına göre ölüm, asıl sevgiliye ulaştıran bir köprüdür. Mevlana Celaleddin Rumi ölüme bu yüzden şeb-i arus (düğün gecesi) demiştir.

Ölümü çokça düşünmek hadislerde tavsiye edilmiştir. Tarikatlarda ölüm murakabesi önemli bir derstir. Hatta tarikatların çoğuna girişte bu ders şart olarak yapılır. Bazı tarikatlar, zikir (virt) öncesinde müritlerinin ölüm murakabesi yapmasını isterler. Ölüm murakabesinin temeli kişinin kendisinin öldüğünü kabul etmesi ve ölümden sonraki işlemleri kafasında canlandırmasıdır. Yıkanma, kefenlenme, namazının kılınması, kabre yerleştirilmesi, meleklerin onu sorguya çekmesi vs. Ama kişinin bilhassa kendini kabirde çürümüş olarak düşünüp Allah’ın rahmetine ve mağfiretine muhtaç olduğunu anlaması ölüm murakabesinin temel esasıdır.

Bir insan anne ve babasının veya diğer yakınlarının ölümünden ders alamıyorsa ona başka hiçbir şey tesir etmez. Hiçbir nasihat kar etmez. Çoğu insan hak yola girmeye, günahlardan tövbe edip İslam’ın şartlarına sarılmaya genellikle yakınlarını kaybettiğinde başlar. Böylece onların ölümü kendisi için bir rahmet vesilesi olur. Ölüm insan için dünyada başına gelebilecek en korkunç şeydir. Çünkü dünyada ondan öte bir şey yoktur. İnsan yakınları ölünce bir şok yaşar. Bu korkunç olayın daha önce başına gelmeyeceğine veya çok ileriki bir tarihte geleceğine inanan nefsi, bu inanışında derin bir kuşku duyar. Yakını ansızın öldüğüne göre bunun kendi başına da bu şekilde geleceğini düşünür, anlar. Onun için insanlar bu durumda iken tövbe edip salih ameller işlemeye çok müsaittirler. Bu anlar güzel değerlendirilir ise insanlar için hak yola girmede bir milat olabilirler. Taziyelerde ölü yakınlarını teselli ederken onlara bu yolda güzel öğütler vermeyi ihmal etmemek, onları hak yola davet etmek gerekir. Tabii her şeyi edep ve usulüne göre yapmak, kimsenin de kalbini kırmamak da önemlidir.

Ölümle yüzleşmeyen kişi yaşamın ciddiyetini, önemini ve amacını kavrayamaz. Böyle bir insanın hayvandan farkı yoktur. İnsan ne zaman ölümle yüzleşirse o zaman varoluşunu sorgular: Ben niçin yaratıldım? Yaşadığım hayat, Allah’ın rızasına uygun mudur? Hayatımdaki işlerin ve sözlerin hesabını ahrette verebilecek miyim? Bunlar ve benzeri sorular, ancak ölümle yüzleşen ve hayatının sorumluğunun bilincine varan kişilere mahsustur. Onun için varoluşçu filozoflar ölümle yüzleşmeye çok önem verirler. Kişinin hayatını sorgulamasını, ona bilinçli bir şekilde biçim vermesini buna bağlarlar. Ölüm gerçekliğinin, insanın yaşamına karşı sorumluğunu gerçekleştireceğini düşünürler. Fakat bir varoluşçu filozof bu konuda bir müminin parmağı kadar bile olamaz. Varoluşçu filozoflardan inançlı olanları bulunmakla birlikte onlar genellikle Allah’a ve ahret gününe inanmazlar. Mümin bu dünyayı aşan bir inanca sahiptir. O sadece ölümün soğuk çehresi nedeniyle yaşamın ciddiyetini ve sorumluğunu hissetmez. Onu asıl kaygılandıran şey, ölümden sonraki hayatta, kabirdeki ve yeniden bedene kavuşturulup hesaba çekileceği mahşer meydanındaki durumudur. Ebedi hayatı için yargılanmasıdır. Dünyada yaptığı her işin, söylediği her sözün hesabının görülmesidir. Cennet ve cehennemle ödüllendirilmesi veya cezalandırılmasıdır. İşte bu durumlar, mümini yaşama karşı daha ziyade sorumlu ve ciddi kılmaktadır. Çoğu varoluşçu filozof, sanki bir marifetmiş gibi yaşamlarına kendi elleri ile son verirler. Ölümü varoluşun en önemli aşaması olarak gördüğü ve bu konuda bireysel hakları olduğu gerekçesi ile bunu yaparlar. Hâlbuki ölüm, öldürmek Allah’ın hakkıdır. Canı O verdiğine göre ölümü de insana O tattırmalıdır. İnsanın canı üzerinde hiçbir hakkı bulunmamaktadır. Şeytanlar verdikleri vesveseler ile nefsin kendini büyük görme damarını okşayarak maalesef varoluşçu filozofları bu şekilde kandırmaktadır. Aslında varoluşçu filozoflar bu davranışı ile ölümü küçük gördüğünü, dolayısıyla hayata karşı da bir sorumluğunun olmadığını dışavurmaktadırlar. İntihar eden bir varoluşçu filozof, her şeyi böyle bir koskoca yalan üzerine bina ettiğini bu davranışı ile ispat etmektedir. Bir müminse ölüme ve yaşama karşı saygılıdır. Ömrü Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmak için bir vesile olarak görür. Hayattan bezse bile ümidini kaybetmez. Hayatın amacı ölüme, ölümden sonraki yaşama hazırlıktır. Mümin Allah’tan her daim hayırlı uzun ömürler ister. Çünkü salih ameller ile dokuduğu her gün onun için ebedi hayatında bir ahret sermayesidir.

El- Mümît güzel ismini zikrin büyük faydaları vardır. Her şeyden önce bu zikir insanın imanını, özellikle ahrete imanını güçlendirir. Ayrıca bu zikir çeşitli ruhsal sıkıntılara, problemlere, özellikle panik atak, nedensiz kaygı ve strese çok iyi gelir. İnsan bu zikirle asla ölümünü veya başkalarının ölümünü arzu etmemelidir. Bu doğru değildir. İnsanın ebedi hayatında büyük pişmanlıklara ve cezalara neden olabilir. Bu, Allah’ın ismini ve zikrini kötüye kullanmadır. Bunlar için yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, 180).” Bu güzel ismi Allah’ın El-Hayy (Diri, hayat sahibi) güzel ismi ile birlikte zikretmek daha güzeldir. ‘Ya Hayyu, ya Mümîtu’ zikri, Allah’ı tanımada büyük bir yakinlik sağlar. Bu güzel isimlerin zikri büyük dünyevi ve uhrevi armağanları saklar. İnsanların büyük çoğunluğu ölümü düşünmedikleri gibi Allah’ın bu güzel ismini de inkâr ederler. Bir kişi Allah’ı bu güzel isimleri ile çokça zikrederse kendisine büyük bir hikmet de verilir. Çünkü hikmet (Allah’ın rızasına uygun derin düşünce) en çok ölümü tefekkürle doğar. Hayırlı uzun ömür, güzel bir halle ölme, Allahın rızasına erme de bu zikrin kayda değer dünyevi ve uhrevi armağanlarındandır.

El- Mümît (hayatı alan, öldüren) güzel ismi ile kula düşen görev, ölen her insandan bir ders çıkarıp sıranın da bir gün kendisine geleceğini düşünmesidir. Her an öleceğini bilmesidir. Ayrıca kul ölüm olayı gelmeden önce her fırsatta tövbe ile yaşamına çeki düzen vermeli, Allah’ın (c.c.) emir, yasaklarına ve rızasına uygun yaşamalıdır. Ölümden sonrası için salih amellerle hazırlık yapmalıdır.

Allah bizlere hayırlı uzun ömürler ihsan eylesin. Bu sayede razı olacağı salih ameller nasip eylesin. Âmin.

Muhsin İyi