MİKROBİK ÂLEM
MİKROBİK ÂLEM
ALPEREN GÜRBÜZER
Topraktan sudan yaratıldık deriz hep, ama her nedense topraktaki mikrobu unutur ya da görmezden geliriz. Oysa mikrobun en önemli faaliyeti kimyevi madde üretmektir. Belli ki mikrobun canlılıkla bir ilişkisi var. Dolayısıyla canlılar âleminde ilk evvela mikrobun yaratıldığını düşünürüz. Madem mikropta bir canlı, o halde her türlü canlının DNA’sı olması icap eder. Bilindiği üzere deoksiribonükleik asit son derece basit sarmal halka gibi görünse de iç âlemine yöneldikçe adına adenin(adenilik asit), guanin(guanilik asit), timin(taymidilikasit) ve sitozin (saytisilik asit) denilen 4 grup asit çeşidi ile karşı karşıya kaldığımızı fark ederiz. İşte fark ettiğimiz bu dörtlü sacayağın kendi aralarında eşleşmesiyle birlikte organizma bir anda canlılık kazanabiliyor. Böylece hayatın temelinde pürin ve pirimidin moleküllerinin kendi aralarında kurdukları bağ ilişkisi olduğunu idrak ederiz. Nitekim söz konusu bu dört asit molekülün yapısında karbon, oksijen, hidrojen, oksijen, azot, kükürt ve fosfor atomlarının bulunması hayatın özünü ortaya koymaktadır. Mesela havadaki azotu bağlayan toprak bakterisi amino asit imal etmedikçe canlılık oluşamıyor. Tabir caizse azot bakterisi, hem azotu bağlıyor hem de üretiyor, bundan dolayı çalışkan bir bakteri olarak dikkat çekmektedir. Anlaşılan ortada bir bakteri programı var, bir de maddenin temelini oluşturan karbon ilişkisi var. Hatta karbon maddesi yeri geldiğinde +4, yeri geldiğinde ise –4 değer kazanabiliyor. Fakat karbonun -4 değere indirgenmesi için enerjiye ihtiyaç vardır. Yani bir enerji olmalı ki; en basitinden glikoz yapılabilsin. Demek ki her şey durup dururken olmuyor. Mutlaka karbon -4 yüklü bir programda gereklidir. İşte bu program sayesinde organik karbon dönüşümü gerçekleşebiliyor. Şöyle ki; bu dönüşümle birlikte beraberinde hem eksi (-) değerli azotla birleşmiş, hem de amino asidin hidrojeniyle bağ kurmuş -4 değerli bir karbon yapısı sahne alır. Derken dirlik tohumu toprağa serpilip canlının kullanacağı bir materyal haline gelmiş olur. Bu materyal hepimizin yakından tanıdığı karbon ve azotun eksi (-) değerine bağlı DNA molekülünden başkası değildir elbet.
DNA aynı zamanda merdiven basamaklarını andıran sarmal bir zincir görünümünde muhteşem bir minaremizdir. Bu sarmal zincirin basamaklarını ise glikoz, fosfor ve amino asitler oluşturmaktadır. İşte ilk merdivenimsi program budur. Sonrasın da ise bu programın nesilden nesile nasıl taşınması gerektiği hazırlığı sözkonusudur. Bu iş için elbette özel bir donanım gerekir ki DNA zincirini oluşturan parçalar merdivenin ayaklarına tekrar dizilebilsin. Nitekim söz konusu sistem hücre içerisine kurulmuş bile. Zaten bu noktada hücre içerisinde konuşlanmış Endoplazmik Retikulum bulunmaz bir nimet olarak karşımıza çıkıp, bünyesinde taşıdığı viskozitesi yüksek bir sıvı adeta iyon santralı vazifesi görmektedir. Öyle ki bu santral sayesinde önce kendi hayatını idame ettirir, sonra DNA zincirini uzatarak bir sonraki hücreye hammadde hazırlar. Tabii bunları yaparken emrine amade 5–6 çeşit mekanizma çalışmaktadır. Mesela bu mekanizmanın aktörlerinden mitokondri ve ribozom herhangi bir maddeyi, istedikleri maddeyle birleştirip gerekli yerlere monte edebiliyorlar.
Mikroplar çok küçük canlılar olmasına rağmen adeta korkulu rüyamızdırlar. Neyse ki yüz binlerce mikroptan sadece yaklaşık yüz tanesi hastalık yapabiliyor. O halde zaman zaman kendi kendimize; “Ey nefis gururlanma! Allah’ın yarattığı bir mikroba karşı bile güç yetiremiyorsun” demekte fayda var. Çünkü mikroplar insanoğlunun yıllar boyunca mücadele ettikleri canlılardır. Tabiî bu arada faydalı bakterilerde var, mesela yoğurt faydalı mikropların faaliyetleri sonucu elde edilen iyi bir besin kaynağımızdır. Üstelik yoğurtta zararlı mikroba karşı enzimlerde var. Kelimenin tam anlamıyla yoğurt; karaciğerde bile üretilmesi zor, ancak insan için hayati öneme haiz birtakım ferment ve enzimleri içeren en önemli gıda ürünümüzdür. Keza küflenmiş peynirlerde öyledir. Bilhassa peynirin penicilum ihtiva etmesi ona antibiyotik özelliği katmakta olup, bizleri mikroplara karşı dirençli kılmamızı sağlar. Yüce Allah(c.c), yoğurdun dışında vücudumuzda faydalı mikroplarda yaratmış. Nitekim bağırsağımızda birbirini dengelemiş yüzlerce faydalı bakteriler var. Bunların kimi sindirim sistemine katkıda bulunarak yediğimiz bitkilerin selülozunu sindirmekte, kimi vitamin yapımı, kimi vücudun yapamayacağı folik asit gibi maddeleri üretmek, kimi ise artık maddelerin içerisindeki zehirli maddeleri ayrıştırmakla görevlidir. Hatta vücutta zehirli maddelerin gazlarını giderme işlemleri içinde seferber olurlar. Özellikle bağırsaklarımıza konaklamış olan E.Coli bakterisi vücudumuz için faydalı olan B vitamini üretmekte vazifeli olduğu muhakkak. Dolayısıyla hastalandığımızda rasgele antibiyotik almamalı, aksi takdirde vücudumuzdaki faydalı bakterileri gereksiz yere yok etmiş oluruz. Bu arada lenfositlerin de hakkını yememek gerekir. Çünkü onlar mikropların amansız düşmanıdırlar. Aslında bahsettiğimiz her iki hususta ilahi programın gereğini yapıyor. Bir başka açıdan değerlendirdiğimizde ise mikroplar sayesinde lenfositlerin devamlı uyanık tutulmasının sağlandığı gözlenmektedir. Demek oluyor ki mikroplar olmasaydı vücudumuz hastalıklara karşı uyanık kılınmayacaktı. İşte vücudun direnç kazanması bu ikilinin mücadelesinde gizlidir diyebiliriz.
Sonuçta mikroplar bir hücre hiyerarşisini temsil eden canlılardır. Zira mikrobun olmadığı yer hemen hemen yok gibi. Hatta atmosfer içerisinde on bin metre yüksekliklerde bile bakteri ve mantarın yaşadığı artık bir sır değil. Madem biyosfer (canlı küre) atmosfere kadar uzanmakta, o halde yeryüzünde her adım attığımız yerde veya her nefes aldığımız çevre aynı zamanda bakteriyel alan demektir. Şayet yediğimiz hayvansal veya bitkisel kaynaklı proteinli besinler sindirim sistemi içerisinde parçalanıp ayrıştırılmadan doğrudan kana karıştırılmış olsaydı hayatımız zindan olurdu. Anlaşılan vücut için faydalı proteinler L-aminoasit grubunu oluşturmaktadır. Bakteri zarını oluşturan proteinler ise D-amino asit içermektedir. Maalesef sindirim sistemi mensubu enzimler bu tür kapsül içeren proteinleri parçalayamadıkları için vücudumuzun savunma mekanizması güçsüz kalmaktadır. Yani bakteri zarı protein kılıfı ile kuşatıldığından dost düşman ayırt edilmesi noktasında güçlük çıkmaktadır. Dolayısıyla Yüce yaratıcı mikroplardan korunmak adına bitkisel ve hayvansal kaynaklı protein, yağ ve karbonhidratları doğrudan alınması yerine uzun ve meşakkatli bir sindirim sistemi yolunu uygun görmüştür. Zira alınan gıdalarda binlerce mikrop olmasına rağmen rahatça yiyebiliyoruz. Neyse ki yediklerimizi ağzımızda ilk karşılayan tükürük bezlerinin içerisinde bulunan lizozim enzimi olup, bu enzim mikrobu parçalayıp bertaraf edebiliyor. Şayet canlı mikrop lizozim enziminden paçayı kurtarabildiyse bu sefer mide içerisinde bulunan asit deryası engeline takılacaktır. Derken mide asitleri onları eritip heveslerini kursaklarında bırakabiliyor. Fakat bunlar arasında öyle dayanıklı mikro organizmalar var ki asit cenderesinden sıyrılıp bağırsak hücresi villusları tarafından emilerek kana karışabiliyorlar. Yinede bu noktada fazla telaşa kapılmaya gerek yoktur. Zira bu seferde vücudun kimya fabrikası olan karaciğerimiz zararlı mikroorganizmaları süzerek rahat nefes almamızı sağlamaktadır. Oldu ya karaciğerden de bir şekilde kurtulabilen mikroorganizmalar oldu, bu durumda ister istemez vücuda yayılmaları kaçınılmaz olacaktır. Onlar yayıla dursun bu kez vücudun savunma mekanizmasını oluşturan büyük bir ordu devreye girip mikropların ekseriyetini saf dışı bırakma ümidi doğacaktır. Böylece vücudumuzun korunmasız olmadığını bir kez daha şahit olmuş oluruz. Yeter ki bu doğal direncin yanı sıra düzenli bir beslenme hayatımız olsun, bak sağlıklı hayat neymiş, elbet o zaman daha iyi anlamış oluruz. Yani böylesine yaşamanın tadına doyum olmayacaktır. Aksi takdirde kurda kuşa yem olmak an meselesidir.
Mikropları bakteriler olarakta telaffuz edebiliriz. Bakteriler şekillerine göre isimlendirildiğinde; basillus (çomak), vibrio (virgül), sprullum (spral, kıvrımlı), coccus (yuvarlak) vs. şeklinde kategorize edilirler. Hatta gram negatif bakteriler ile gram pozitif bakteriler arasında fark ise şunlardır:
1-Gram negatif bakterilerin çeperleri daha kalın ve daha karmaşıktır.
2-Gram pozitif bakterilerde murein madde daha kalın tabaka oluşturur. Demek ki yaratılan her şeyin şekli şemalı var, o halde mikroplarında kendine has birçok şekli şemalının olması gayet tabiidir. Bu arada hücre âlemini temsil noktasında Coli basili iyi bir örnek teşkil etmektedir. Dolayısıyla hücre tarafından Coli basilinin bir cinsine radyoaktif azot verilmiş, ancak bu bakteri kendisine verilen radyoaktif maddeyi kendi genetik kartı için değil bizatihi radyoaktif madde taşıyan bir molekülün teşhisi için kullandığı gözlemlenmiştir. İşte bu noktada radyoaktif maddeyi kimyevi yolla teşhis edebilen bu faydalı bakteriye ne kadar teşekkür etsek azdır. Demek ki mikrobun içerisinde bile teşhis yapabilecek bir donanım söz konusu. Hakeza bugün radyobiyolojide kullanılan altını saflaştıran bakteriler içinde aynı temennide bulunabiliriz. Çünkü bu bakteri kuyumcuların gözde bebeğidir. Zira kimya fabrikaları dahi altını saflaştırmada %99.99’ın ötesine geçememektedir, dolayısıyla saflaştırma işlemini %100 başaran sadece bu mikroptur. Kaldı ki teşhis işlemlerinde iptidai diye ilan ettiğimiz birçok tek hücreli mikro organizmaların bile envai türlü kimyasal maddeleri birbirinden ayıracak donanıma sahip oldukları tespit edilmiştir. Öyle ki gerek oksijen, gerek azot, gerek albümin bileşikleri, gerekse amonyakla alakalı tüm maddeleri seçebiliyorlar. Bu nedenle oksijene hassas bakterilerin hangi üstün teçhizatla oksijeni arayıp buldukları bilim adamlarının hayretine şayan olmaktadır. Dolayısıyla pek çok bilim adamının herhangi bir kapalı ortamda minimum düzeylerde bile oksijenin varlığını tespit için aerobik bakterilerinden faydalanma cihetine gitmelerini kayda değer buluyoruz.
Mikropların vücut içinde izledikleri yollar genellikle solunum veya sindirim yolu, kan damarları, lenf kanalları ve sinirler vasıtasıyla gerçekleşir. Şayet vücuda çeşitli yollarla giren herhangi bir bakteri vücudun savunma mekanizmasını bertaraf etmeyi başarabilirse o insan artık hastadır diyebiliriz. Bu durumda doktora başvuran hasta için bakterinin cinsine göre hastalığın teşhisi yapılmaya çalışılır.
Bir zamanlar insanda var olan timus bezi, epifiz bezi, bademcik ve kuyruk sokumu kemiği gibi organlar işe yaramaz ve körermiş organ olarak biyoloji derslerinde anlatılırdı. Oysaki gelinen noktada timus bezi ve bademciklerin mikroplara karşı savunma görevi yaptıkları anlaşılmıştır. Timus bezi aynı zamanda kemik iliği hücreleri tarafından imal edilen lenfositlerin eğitim gördüğü bir karargâhtır. Bu karargâh göğüs kemiğinin hemen altında bulunup, özellikle lenfositin canlı ve dinamik tutulmasını sağlar. Yani lenfosit kemik iliği hücresine konuk olmadan önce inaktif olup, konuk olduktan sonra yaklaşık 30 bine yakın şifre yüklenmekte ve yüklendiği misyon gereği hücre dolaşımına geçip kontrol dışı her ne kadar yabancı hücre varsa hepsini yok etmektedir. Değim yerindeyse timus bezi hoca pozisyonunda, lenfosit ise talebe konumundadır. Zira bu hoca talebe ilişkisi lenfositlerin diplomasını alıp hayata atılacağı ana kadar devam etmektedir. Öyle ki; lenfositler kendisine öğretilen şifrelere uymayanları anında imha edebilecek düzeye gelecek şekilde yetiştirilirler. Her kim sisteme uyumlu bu noktadaysa o zaman problem yok demektir, kim uymazsa sistem dışı edilmeye mahkûmdur. Bu yüzden lenfositler bizim kontrol amirlerimizdir.
Bakterilerden daha küçük canlılar varmı? Elbette ki var, bunlar hepimizin bildiği virüslerden başkası değildir. Yani canlıların en basit hali onlardır. Mikroplar genel itibariyle 1 mikron (milimetrenin binde biri) birim değerindedir. Virüsler ise 8–15 milimikron ölçekli olmaları hasebiyle ancak elektron mikroskobuyla görülebiliyorlar. Keza elektron mikroskobunda incelendiğinde dış kısmını koruyan bir çeper, merkezinde ise çekirdeğin varlığına şahit oluruz. Dış kısmını saran çeper protein ihtiva edip, çekirdek kısmı ise desoxyribonucleic acid (deoksiribonükleik asit) içermektedir. Sadece merkezde yer alan nükleik asiti analiz ettiğimizde bu bölümün iki ayrı proteinden meydana geldiği görülecektir. Yani birincisi yaklaşık beş milyon molekül ağırlığında, hastalık yapmayan, asit nükleik içeren bir yapı olup, diğeri ise hastalık yapan üç milyon molekül ağırlığında ve aynı zamanda asit nükleik içermeyen bir protein olduğu anlaşılacaktır. İşte görüyorsunuz son derece asit nükleik denilen basit bir donanımla hayat kazanan virüsler çok daha karmaşık donanıma sahip canlıları gerektiğinde dize getirebiliyor. Maalesef onlara karşı sürekli mücadele içerisindeyiz. Üstelik virütük hastalıklara karşı mikroplara karşı geliştirilen antibiyotik gibi bir ilacımızda yok. İlginçtir birçok virüs cansız ortamda iken inaktif durumdadır. Bu yüzden ilk etapta onları tehlikesiz sanırız. Oysa vücuda bir şekilde konuk olduğu takdirde canlı ortamda ister istemez inaktif halden aktif hale dönüşebiliyorlar. Derken konuk olduğu konuma göre hastalanabiliriz de. Mesela Hepatit B karaciğere konuk olmuş bir virüsün faaliyetleri sonucu oluşan bir hastalıktır. Ki; bu hastalık zaman zaman vücudumuzda taşıyıcı olarak kalır, zaman zamanda karaciğerde siroz, ya da kansere dönüşen bir hastalık şeklinde sahne alabiliyor. İster cinsel yoldan, ister kan yoluyla, isterse solunum yoldan bulaşmış olsun, belli ki bir virüsün sinsice ilerleyen bir düşman olduğu muhakkak. Dolayısıyla normal mikroskopla görülmeyip, ancak elektron mikroskobu ile görülebilen bu canlılar hayat devam ettiği müddetçe görmezden gelemeyeceğimiz varlıklar değillerdir. Anlaşılan o ki yaşadığımız hayat görünen bir âlemle sınırlı kalmamakta. Yani görünen âlemin ötesinde mikro düzeyde de olsa bir âlem sözkonusu. Mikro âlemin ötesinde bir âlem varmı derseniz, şüphesiz var. Fakat bu âlem metafizik öte âlem olup, daha henüz o boyutun sırlarını çözebilecek bilim adamı günümüze kadar çıkmadı. Tabiî ki kolay bir iş değil, o âlem ancak Allah’a yakini artmış kulların idrak edebileceği bir âlemdir. Biz sadece görünen âlemle ilgili ipuçları üzerinde oyalanabiliyoruz ancak.