SİNİR SİSTEMİ
SİNİR SİSTEMİ
ALPEREN GÜRBÜZER
Sinir sistemi embriyolojik sürecin 5 haftalık veya 9 mm uzunluğunda bir ceninde bile gelişmeye başlayan elektrik yüklü çok önemli bir örgü ağımızdır. Hatta embriyonal süreçte ektoderm, mezoderm ve nöral olmak üzere üç çeşit sinyalizasyon katmanın olduğu artık bir sır değil. Nitekim blastula safhasında bu üç ayrı tabaka içerisinde faaliyet gösteren hücrelerce protein içerikli sinyallerin salındığı belirlenmiştir. İşte bu sinyaller sayesinde komşu hücrelerle iletişim sağlanarak gerekli değişim ve dönüşümler gerçekleşir.
Bilindiği üzere vücudun kas, sindirim, dolaşım, solunum gibi ana organların faaliyetleri sinir sistemi sayesinde olmakta. Yani dış dünyamızdan her hangi bir duyu organına (reseptör) gelen bir mesaj (uyaran), o reseptörle ilgili sinirin dendritin de (bilgi giriş kolları) elektrik akımı oluşturmaktadır. Öyle ki bu elektrik akımı sırasıyla önce sinir hücresinin gövdesine, daha sonra aksona iletilir. Aksondan sonra da elektrik yüklü mesajlar çeşitli snapslardan (terminaller-kod çözücü) geçerek merkez icra organımız beyne aktarılır. Bu arada beyinde değerlendirmeye tabi tutulan sinyallerin lüzumsuz olanları elenir, lüzumlu olanlar ise sentezlenerek başlangıçtaki uyarana karşı cevap olarak sahne alır. Peki, tüm bu faaliyetler için bu kadar güç sarf edildiğine göre sinir sistemi için gerekli olan bu enerji nerden temin ediliyor? Böyle bir soru karşısında verilecek cevap sinir sisteminin tek enerji kaynağı olan saf halde ki glikoz yakıtı sayesinde elbet. Burada dikkat ettiyseniz özellikle yakıcı oksijenden bahsetmeyip sadece glikoz için yakıt ifadesi kullandık. Tabii ki bu durum glikozun oksijenle yakılıp sonra enerji elde edilebileceği gerçeğini ortadan kaldırmayacaktır.
Şurası muhakkak vücudun bütün sinir ağları (sinir lifleri-telgraf telleri) kas katmanları içerisine gömülüdür, sadece dirseğimizdeki bir sinir yüzeysel olup derinin hemen altından geçer. Nitekim dirseğimiz en ufak bir darbede sızlar ve ani bir refleksle hop oturur hop kalkarız. Burada dirseğimiz reseptör konumunda olup, ilk anda çekmeye sebep olan unsur ise şuursuz reaksiyon dediğimiz refleks olayıdır. Dolayısıyla alınan bir darbe ile dirsek reseptörünce elektrik akımına çevrilip sinir hücresinin gövdesine ve aksona aktarılır, oradan da bir snaps aracılığı ile motor sinirin dendtrit ve gövdesine transfer olur. Böylece motor sinir icra organı kas lifiyle irtibata geçmesi sonucunda refleks olayı gerçekleşir. Demek ki basit bir uyarılmayla dahi kas lifinin kasılması ya da aktifleşmesi gerçekleşebiliyormuş. Dahası ya hep ya hiç kanunuyla başka bir sinir hücresi tarafından tüm uyartılar durdurulabiliyor. Çünkü gücünün üstünde bir eşik değerle problem aşılamıyorsa her şey yok farz edilir, değim yerindeyse boşa kürek sallanmaz. Mesela aktif halde bir sinir hücresi dışardan sodyum iyonlarını hücre içerisine alabilecek durumdaysa uyarılan nokta negatifleşir, zar boyutunda ise pozitif hale geçer. Böylece bu iki zıt iyon etkileşimi sayesinde meydana gelen akım sinir aksonu boyunca ilerleyip lüzumlu olan mesajlar doku ve organlara ulaştırılabiliyor. Ki; bu noktada mesajlar iletilen yerin durumuna göre bazen kas kasılması, bazen de tükürük salgılaması vs. tarzında tezahür eder.
Sinir hücresi (nöron) deyip geçmemeli. Zira her birinin belli bir giriş ve çıkış kapısı olduğu gibi mükemmel bir şekilde organize olmuş uçakların kara kutusunu andıran kapalı sisteme sahip bir durumda söz konusudur. Bu kapalı kutunun merkezi hiç kuşkusuz beyindir. Beyin ortalama 10 milyar sinir hücresinden meydana gelmiş devasa bir santral. Aynı zamanda bu santrale bağlı milyar rakamlarla sayılamayacak kadar sinir lifleri dediğimiz sinir ağı mevcuttur. Dolayısıyla merkezi rol oynayan beyin, beyincik ve omurilik tek başlarına bir anlam ifade etmezler. Mutlaka bunların vücut doku ve organlarıyla irtibatını sağlayacak sinir tellerine ihtiyaç var. Bunun anlamı ortalama 10 milyar sinir hücresini birbirine bağlayan sayılamayacak derecede sinir liflerinden teşekkül etmiş takriben 10 milyar sinir santralinin devrede olmasıdır. Ki; bunların ileteceği total mesaj sayısı 210.000.000.000 olarak hesaplanmıştır. Dahası sinir sistemi merkezi ve periferal iki alt sisteme ayrılmakta. Bunlardan merkezi sinir sistemi omurilik ve beyinden ibaret bir mekanizma olup, periferal sinir sistemi ise ganglion ve sinirlerden oluşan bir örgü ağıdır. Zira omuriliğe gelen sinyaller anlık olarak ara nörondan geçtikten sonra motor nörona aktarılmakta ve buradan da iki snaps aralığından aşarak gelen mesajlar analize tabi tutulup refleks (aksetme-yansıma) şeklinde cevaba dönüşür. Temelde bu iki yapı ve fonksiyon bakımdan birbirini tamamlayan bir mekanizma olarak işlev görmekle beraber, görev alanları farklıdır. Bu bakımdan sinir kelimesi daha ziyade merkezi sinir sistemi için kullanılmakta. Çünkü bilgilerin işlenmesi, değerlendirilmesi merkezde gerçekleşir hep. Sonuçta her bir sinir merkezinin kararları diğerleri tarafından değerlendirildikten sonra tek bir icra organına havale edilmektedir. Yani bir hareket ilk önce iradeli bir şekilde fonksiyon kazanmakta, sonra bir kez o iş öğrenilince bu sefer iradesiz otomatik eyleme dönüşüp sinir sisteminin bir elemanına devr olunmaktadır. Zira on parmak klavye kullanmanın ilk aşamasında bilincimiz içerisinde tuşlara dokunuruz. Ne zamanki bu öğrenme meleke haline gelir o zaman bilinç dışı reflekslerle parmaklarımızın otomatikleşerek hızlıca klavye tuşlarını çalıştırdığına şahit oluruz. İşte merkezi sinir sisteminin marifetleri bu olsa gerektir.
Bilindiği üzere sinir dokusu nöronlardan yapılmıştır. Mesela iki nöronlu (bir snapslı) sıçramalı mesajların cevabının verildiği merkez motor nöron gövdesidir. Üç nöronluların (iki snapslı) merkezi ise, ara nöron ve motor sinir hücresi gövdesi kapsam alanında cereyan etmektedir. Dolayısıyla sinir sistemi çeşitli nöron gruplarının devreye girmesiyle birlikte daha yüksek merkezlere bağlanıp, tıpkı kitle iletişim ağları gibi mesajların değerlendirildiği veya cevaba çevrildiği bir örgü ağı olarak adını duyuracaktır. Sinir lifleri ise vücudun özel kısımlarını birbirine bağlayan ara kablolarımız olarak adından söz ettirecektir. Ara kablolar malum, gelen mesajları bir yandan ara nöronlar aracılığıyla motor hücresine iletirken diğer yandan da daha üst basamak olan beynin duyu organlarıyla iletişime geçerler. Anlaşılan o ki sinir sistemi nöronlardan yapılmış olup, aralarında snaps denen boşluklar vardır. Belli ki elektrik devrelerindeki işleyiş mekanizması snapslardan örnek alınmış. Nitekim beyinde 50 milyon nöron olduğu tahmin edilmektedir. Bir o kadara yakın da snaps bulunmaktadır. Üstelik her nöron gerekli bilgilerin alınması noktasında ortalama 20 sinapsla temas halindedir. Tabiî ki bu sıradan bir temas değil. Tam aksine kuvvetli bir temasla 1 trilyon civarında aktiviteyi başlatacak bir yapıya sahipler. Bunun manası herbir nöron aynı anda 20 çeşit iletişime uygun tarzda en güzel cevabı verecek nitelikte tek başvuru merci makamı konumunda olmasıdır. Hatta bunu internet âleminde server (sunucu) ve client (istemci) arasındaki iletişime de benzetebiliriz. Ayrıca snapslar hayatın işleyişinde en mühim noktalar olduğundan nikotin, tütün gibi zehir saçan birçok maddeleri bile doğrudan etkileyecek hücreleri de bünyesinde bulundururlar. Mesela merkezi sinir sisteminde bulunan boz, ak madde, glial yapıda yardımcı bezler bunun tipik misalini teşkil ederler. Hatta bu yardımcı bezler sinir hücreleri arasındaki bağlantıları sağlamanın yanı sıra çeşitli görevler üstlenmişliğin bilinciyle muhtemel sinir sisteminde nüksedecek yaralanmalara karşı fagostik karakterde iyileştirme gibi özelliklere de sahiptirler. Bu yüzden yardımcı hücreler nörilenma diye de zikredilir. Nörilenma bir nevi glial hücre demektir. Dahası beynin ekseriyatı nörilenma hücresinden yapılmıştır. Keza beyinden türeyen sinir tümörleri de nörilenma menşelidir. Beyin tümörlerinin diğer kaynakları ise meningiler, kan damarları ve tükrük bezleri olup metastaza aracılık yapmaktalar.
Talamus
Beyne bağlanan duyu mesajları yol ayrımında çaprazlaşarak beyinde talamus adı verilen çekirdeklerde değerlendirmeye alınmak üzere misafir edilirler. Bir başka ifadeyle beynin üst kısmında iki sinir hücresi var ki bunların her birine Talamus adı verilir. Dolayısıyla dokunma, acı, soğuk, sıcak, tat, görme, duyma ve işitme gibi birçok duyular talamus tarafından ayırt edilerek organize edilir. Yani insan beyni ve beyin yarımkürelerinin en yüksek karar seviyesine erişme işlemi talamus sayesinde gerçekleşir. Eğer beyin yarımküre hücrelerinde bozulma, herhangi bir zedelenme olursa bu organizasyon talamus tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla bu durum Talamik sendrom olarak bilinir. Talamus genelde acıları ve kederleri başkalarıyla paylaşmayıp gerekli yerlere iletmez de. Ancak hoş mutluluk veren duygular olduğunda beynin bazal ganglion ve ön beyin kısımlarına iletmeyi görev bilir. Anlaşılan duyu hücrelerine seçicilik özelliği de verilmiş.
Talamusun hemen altında şeker parçası büyüklüğünde hipotalamus bulunup gerek kalp, gerek nefes ritimlerini ve gerekse uyku dönemlerini düzenleyen bir bölüm olarak dikkat çekmektedir. Hipotalamus aynı zamanda otonom sinir sisteminin lider kontrol merkezidir. Mesela sarsılma anında düşmeyi önleyecek denge hareketi, hatta vücudun su dengesi gibi hususlar hipotalamus tarafından düzenlenir. Hipotalamusun zedelenmesiyle hemen ölüm olmaz, ancak uzun yıllar insanın bitkisel hayat yaşamasına neden olmaktadır. Üstelik tedavisi şimdilik mümkün gözükmüyor da.
Beyin kökünün her iki yanında ise birbiri üzerine kapanmış talamusu örten beyin yarımküresi vardır. Bunlar beynin % 80’inini oluşturur. En ileri beyin faaliyetleri, basit ve otomatik hareketlerimizin dışında bütün faaliyetlerin kontrolünün planlanması, ruhi faaliyetler gibi fonksiyonlar beyin yarımküresi tarafından yürütülür. Her iki yarım kürenin tabanında birkaç büyük sinir hücre kümesi yerleşmiş olup, bunlara bazal gangliyon denir. Bazal gangliyonun başlıca görevi ritmik yürüme, yüzme gibi basit faaliyetlerin kontrolünü yapmaktır. Bazal gangliyonda çıkabilecek bozukluklar ise ameliyatla veya talamektum tedavisi denen bir usulla giderilmeye çalışılır. Fakat talamektum tedavisinin herzaman iyi bir sonuç alınamamaktadır, bu durumda ister istemez beyne kan akışının aksaması sözkonusudur. Dolayısıyla beyin hücreleri yeterince kanla beslenemediğinden bu hastalık zekâ geriliği şeklinde kendisini gösterir. Hatta bu sendrom gençken Talamektum, yaşlılarda Pallidektum adını alır. Keza bu durum beyinde parkinson hastalığı olarakda bilinir. Bazal ganglionun tam cerrahi tedavisi şimdilik tamamen çıkartılıp alınması şeklinde uygulanmaktadır.
Korteks
Bilindiği üzere beyin sayesinde hem sinir hücreleri şarj (dolmakta) olmakta, hem de saniyede 5–10 defa aralıklarla deşarj (boşalmakta) gerçekleşmektedir. Bu yüzden Shcrington elektrik akımı ileten stimülatör aracı ile beynin çeşitli yerlerine yokladı, sonunda birtakım hareket ve his türünden cevapların alındığı beyin kabuğunu tespit etmiştir. Daha sonra Kanadalı Wilder Panfield, Jasper ve diğer birçok bilge insan beynin uyarılma noktalarını tespit edip mesela şakak kısmını uyararak insanın geçmiş hatıralarını tekrardan canlandığını gözlemlediler. Böylece beyne ait hatıra ambarı da kayıtlara geçmiş oldu. Meğer beynin kendi kimyasal depolarında insanı hayrette bırakacak hayaller saklıymış. Dahası Talamusa gelen mesajlar değerlendirilip ayırt edildikten sonra beyin kabuğunda (korteks) her duyumla ilgili iletiler merkezlere taşınarak mutluluk, stres gibi birçok tanınma faktörleri tezahür etmektedir. Bu yüzden beyin yarımkürelerinin her ikisini dıştan örten zara korteks denmektedir. Korteks baz maddelerden teşekkül eder. Halk değimiyle zekililikle alakalıdır. Hatta korteks beyin yarımküresinin üzerinde daha fazla biriktiği alanları teşkil ettiğinden mental kabiliyetle yakından ilgilidir. Korteksin kalınlığı ise beyin bölgelerine göre değişebiliyor. Bu anlamda korteks üç bölgeye ayrılır:
1-)Uyartıları doğrudan alan ve alt organlara ileten motor sinirler, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma ile ilgili bölgeler. Yani bu bölgeler beynin orta kısmında, omuriliğin üst bölgelerine kadar uzanan ağ cismi denilen retiküler’in uyanıklıkla ilgili bölüm olduğu belirlenmiştir. Böylece ağ cismin icraatı sayesinde beyin kabuğuna gelen sinyaller devamlı uyanık halde bulunmamızı sağlar.
2-)Beynin önden arkaya doğru uzanan üç boşluk ruhun merkezi mesabesinde bir yer olsa gerektir. Bir başka ifadeyle burası zihni faaliyetlerin ruhi yönlerini organize eden kompleks fikirlerin dönüp dolaştığı bölgedir. Böylece bu merkezden dağılan sinir ağları vasıtasıyla ruhi talimatlar kolayca çevreye yayılabiliyor. Her ne kadar ruhi faaliyetleri görmesek de onların yok olduğu anlamına gelmez. Çünkü onu idare eden bizim dışımızda manevi bir güç olduğu muhakkak.
3-) Yukarıda bahsi geçen birinci ve ikinci maddede belirtilen hususlarla ilgili yapılan işlerin beraberce yürütüldüğü yüksek organizasyon bölgesidir (sessiz bölge). Yani sinir ağı vasıtasıyla iletilen bilgiler beynin hard diskine kayd edilerek hafızada depo edilirler. Bu kısım aynı zamanda elektrikle uyarıldığı zaman bile herhangi bir cevap alınamayan bölgedir. Yine bu üçüncü kısım kelimelerin depolanması, konuşma, yazma, anlama ve anlaşma işlerin yürütüldüğü özel bölgedir. Zaten bunların bozulması sonucu Aphasia denen mental bozukluklar ortaya çıkar. Neyse ki hafıza merkezimizin bir tarafı bozulsa bile diğer taraf normal faaliyetine devam edebiliyor. Özellikle sol yarımküre zedelenirse sağ tarafta felçler görülüp, sessiz bölgede çeşitli hafıza kayıplarına yol açmakta. Bu tip arızaların gençlerde tedavisi mümkün, fakat yaşlılarda hafıza kayıpların telafisi tedavi edilemez noktalardadır.
Omurilik
İnsanoğlu iletişim yönünde teknikleri keşfetmeden önce belki de bizatihi kendi vücudunun iletişim ağı ile örülü olduğundan habersizdi. Belli ki bir bilge insan; “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır” diye boşuna dememiş. Her ne varsa, şunu iyi bil ki kendi vücut sarayımızda mutlaka bir tasarımı var. Yeter ki insan kâinatın özü olduğunu idrak etsin, bir şekilde vücut sarayının iletişim ağını açıklamak elbet kolay olacaktır. İşte bu şuurla iletişim şebekemiz olan sinir sisteminin beyin, omurilik ve otonom sistemi gibi muhteşem iletişim ağı sayesinde düzenli çalıştığının farkına varıyoruz. Şimdiye kadar merkezi iletişim organlardan bahsederken sırasıyla talamus dedik, ardından korteks dedik. Bunların ötesi de var. Şöyle ki; yukarıda bahsettiğimiz aşamalardan geçen dış dünyaya ait birtakım duyumlarla ilgili mesajlar filtre edildikten sonra nihai emir olarak omurilikteki motor sinir hücresi gövdesine aktarılması da söz konusudur. Zira motor hücresi gövdesi kendisine iletilen emrin yerine getirilmesi için motor hücrenin aksonu vasıtasıyla dışarıya yansıtacak eylemi kas gibi spesifik yürütme organlara havale ederek çözmektedir.
Bilindiği üzere omuriliğin asıl görevi tıpkı radar sistemi gibi beyinden vücuda dağılan sinyallere geçitlik yapmak, iç organlar ve salgı bezlerin faaliyetlerini kontrol ve idare etmektir. Ayrıca omurilik sadece beyinden gelen sinyallere açık bir kanal olmayıp aynı zamanda ikinci bir başka kanal dediğimiz omurilik içerisindeki ara nöron vasıtasıyla refleks hareketlerini yapmak görevi de üstlenmiş durumda. Nitekim elimizi yanlışlıkla sıcak bir sobaya dokunduğumuzda ani bir refleksle elimizi çekeriz. Çünkü parmaklarımızdaki sinirler derhal durumu omuriliğe bildirir, omurilik ise gereğini yapıp parmağımızı çekme konusunda talimat verir, bizde gereğini yapıp çekeriz de. Omuriliğe bu mesaj iletilince haberin beyne anında ulaşılması beklenilmez zaten. Zira vakit kaybına yol açacağı muhakkak. Ancak beyne sonradan gelen bu haber sadece acı olarak hissetmek şeklinde yankı bulur. Böylece omuriliğin talimatı doğrultusunda fazla yanmaktan kurtulmuş oluruz. Tıpkı bu olay gözümüze ani ışık geldiğinde göz kapaklarımızı kapatmak, biber koklayınca hapşırmak, karanlıkta ansızın birisi karşımıza çıktığında ürpermek gibi reflekslerin de olduğu gibi cereyan etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki tüm bu refleksler vücudumuzda otomatik korunma sisteminin varlığına işaret etmektedir. Buradan hareketle omurilikle günümüzde kullanılan radar sistemi arasında ilişki kurabiliriz. Bilindiği üzere radarın kullanıldığı yerlerde uçakların bulunduğu uçuş yüksekliğini belirleme, dağların yerini bulma, gemilerin yerlerini belirleme, hatta diğer gemilerin yerini bulma gibi bir dizi alanlarda kullanılır. Dolayısıyla omurilikte merkezi sinir sisteminin en küçük parçası olarak buna benzer işlere imza atmaktadır. Ayrıca bu en küçük entegremizin hemen altında dışarıya uzanan sağlı sollu sinir çiftleri diyebileceğimiz sinir sisteminin en ilkel lifleri de bu iş için vardırlar. Bir başka ifade ile üçüncü kaburganın altında bulunan dışarıya uzanan sinir çiftleri basit refleks hareketleri yapmak için kendi kendine çalışan kordonlar olarak sahne alırlar. Zira omurilik nöron ihtiva edip, beyine birtakım duyu mesajları (duyu sinirleri) taşımaktalar.
Nöronlar beyinden organlara mesaj getiren motor sinirlerin birleşiminden yapılmıştır. Eğer sinir kordonu kısmen veya tamamen zedelenirse mesajlar kaybolup bu durumda ister istemez iletişim kontrol dışında kalacaktır. Hatta bir sinir hücresinin çekirdeği öldü mü felç kaçınılmazdır. Çünkü mesaj alamayan kaslar işlevsiz kalır artık. Dolayısıyla zedelenen omuriliğe ait sinirlerin tedavisini imkânsız kılacaktır. Bu yüzden omuriliğin çok mühim bir aza olduğu şuradan belli ki; Yaratıcı omurilik sinirlerinin muhtemel darbeler maruz kalıp zedelenmesi halinde görev yapamayacaklarını ezeli ilmiyle bildiğinden vertebral omurla destekleyip koruma altına almıştır. Anlaşılan o ki haberleşme sistemi beyne otomatikman gönderilmekte.
Ateş
Bu arada baş ağrısı da büyük bir nimet. Bu ağrı aslında hastalık olarak nitelense de aslında ağrı değil beklenen anormalliğin habercisidir. Bu haberleşme sayesinde insanın derhal harekete geçip önlemini alması gerektiği sinyali verilir. Bu yüzden önlem alınmazsa tehlike çanlarının kapımızı çalması muhtemeldir. Başımız ağrıdığında alnımıza elimizi koyar ateşimiz var mı diye kontrol ederiz. Oysa ateşin yükselip yükselmediğini sadece alnımızdaki sıcaklıktan anlamayız, bunun başka türlüde hissederiz. Bilindiği üzere beden harareti 36,5 derece ile sınırlıdır. Şayet bu sınır aşılmışsa doğal olarak ateşimizin yükseldiğini fark edip sık sık idrarımızın artmasından veya vücut sıvı kaybından söz ederiz. Anlaşılan sıvı kaybıyla hücrelerin içerisinde mevcut olan suyun azalması bir alarmmış. Meğer bu alarmla hücrenin büzüşmesi hedeflenmiş ki bu yolla hararet kaybı önlensin. Yani damarlar devamlı şişkin kalsa mikroplara karşı verilen mücadele sonucunda büyük ölçüde zarar göreceği muhakkak. O halde damarlar büzüşmeli ki hem adalelerin titremesiyle birlikte hararet artırılmaya çalışılsın hem de mikropların manevra alanı daraltılıp etkisiz hale getirilebilsin. Zaten öylede yapılır. İşte bu noktada ateşin büyük bir nimet olduğunu anlamış oluruz. Aslında vücut dengesini bozacak her türlü biyolojik ve psikolojik alarm canlılığın devamına yönelik çabalardan başkası değildir. Zira denge durumundan firar etmek isteyen, ya da hedefini şaşıran her türlü etken, sinir sisteminin olaya el koyma diyebileceğimiz refleksine tabii tutularak vücut dengesi sağlanmaya çalışılır da. Tüm bunlar canlı olan her şeyin ölüm anına kadar entropisinin artmasının önüne geçilme adına yapılmaktadır. Yine de her şeyi sinir sisteminin kontrol mekanizmalarına bırakmamak gerekir, ilaveten dışardan serbest enerjinin verilmesi işlemlerine de başvurmalı. Elbette ki vücudumuzun ateşini düşürmek istediğimizde bunun kontrolü yine sinir sistemi tarafından yapılmaktadır. Fakat siz siz olun dışarıdan bir takım takviye edici önlemlere başvurduğunuzda vücudu ısıtıyorum derken fazla ısıtmak, ya da tam tersi uygulamalarla kaş yapım derken göz çıkarmak cinsten lüzumsuz girişimlere tevessül etmeyin.
Demek ki kontrol sistemi vücudumuzun bir gerçeği olarak karşımıza çıkmaktadır. Keza kan şekeri düştüğünde adrenalin hormonu beyinde var olan uyanıklıkla alakalı sinir merkezlerini derhal haberdar ederek kontrol mekanizmalarının harekete geçmesine vesile olmaktadır. Böylece salgılanan adrenal hormonu sayesinde bir yandan kandaki glikojen depoları serbest hale gelirken diğer taraftan sinirlerinin uyarıcı etkisiyle açlık ve gıda arayışı duygularının devreye girmektedir. Böylece şeker seviyesinin normal seviyelere gelmesi sağlanır. Yine bir örnek verecek olursak bilindiği üzere göz bebeği ışık arttığı zaman küçülüp, ışık azaldığı zamanda büyüyen bir yapıya bürünmektedir. Aslında bu büyüme ve küçülme reflekslerinden amaç ışık miktarını retina tabakasında sabit tutmak içindir. Belli ki bu amaca hizmet eden en önemli faktör sinir sisteminin merkezinden gönderilen talimat içeren sinyallerden başkası değildir. İşte gelen bu sinyaller sayesinde göz bebeği gerektiğinde daralır gerektiğinde genişleme gibi reflekslerine tabi tutulur. Derken retina tabakasında ışık dengesi sağlanmış olur.
Velhasıl, günde ortalama 50–100 bin sinir hücresi mevta olmakta ve bir daha yenisi gelmemekte, tamamı öldüğünde ise zaten bizde ölmüş oluyoruz. Anlaşılan ömrü bedenimizin ömrü ile hemen hemen yaşıt olan sinir sisteminin tüm iletişim ağlarının bağlantılarını ölümden başka hiçbir güç kesememektedir.
Vesselam.
dedekorkut1
4 Mart, 2023 - 20:48
Kalıcı bağlantı
SİNİR SİSTEMİ MUCİZESİ
SİNİR SİSTEMİ MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Sinir sistemi embriyolojik sürecin başlangıcında daha 9 mm uzunluğunda 5 haftalık cenin halde iken bile elektrik yüklü bir örgü ağımız olarak adından söz ettirir. Ve bu söz konusu elektrik yüklü örgü ağımız sırasıyla nutfe (zigot), alaka (embriyo), mudga (fetüs), kemik oluşumlarının akabinde vücut bulmakta. Dolayısıyla sinir sistemi tam olarak teşekkül etmeden önceki embriyolojik süreçte ektoderm, mezoderm ve nöral sinyalizasyon katmanları olarak varlığının hissettirir. Nitekim blastula safhasında bu üç katman içerisinde faaliyet gösteren hücreler tarafından protein içerikli sinyaller salınmakta. Böylece bu sayede komşu hücrelerle iletişime geçilerek gerekli değişim ve dönüşümler sağlanmış olur. Gerçekten de Yüce Allah’ın Kur’an’da “Ne oluyor size de Allah’ın büyüklüğünü hesaba katmıyorsunuz? Oysa O sizi türlü evrelerden geçirerek halk etmiştir” diye beyan buyurduğu veçhiyle aşama aşama tüm sistemlerin bir araya gelmesiyle vücut bulmaktayız.
Bilindiği üzere vücudun kas, sindirim, dolaşım, solunum gibi tüm sistemik faaliyetler sinir örgü ağı sayesinde işlerlik kazanmakta. Bikere dış dünyadan gelen verilerin algılanmasını sağlayan duyu organları, özelleşmiş sinir veya epitel hücreleri bu iş için vardır. İşte bu nedenledir ki duyu organlarında konumlanan ve belirli bir enerji formuna göre özelleşmiş bu hücreler reseptör (almaç) olarak anlam kazanır. Öyle ki dış dünyamızdan her hangi bir duyu organına (reseptör) gelen bir mesaj (uyaran), ilgili reseptöre bağlanarak sinir dendritin de (bilgi giriş kolları) elektrik yüklü sinyalizasyon akımı şeklinde varlıklarını hissettirip bu elektrik yüklü akım sırasıyla önce sinir hücresinin gövdesine, daha sonrasında aksona iletilir de. Böylece aksona iletilen elektrik yüklü mesajlar nöron snapslarından (terminaller-kod çözücü) geçerek merkez icra organımız olan beyin merkezimizde konuşlanmış olurlar. Derken beyinde konuşlanıp değerlendirmeye tabii tutulan bu elektrik yüklü sinyaller başlangıçtaki uyarıların cevabı karşılığını almış olarak özel nitelik kazanır. Nasıl mı? Hiç kuşkusuz başlangıçtaki reseptörlerden gelen uyaranın cinsine göre beyinde değerlendirildiğinde ya termoseptörler (sıcaklık) olarak, ya kemoreseptörler (ışık ve tat vs.) olarak, ya fotoreseptörler (ışık) olarak, ya mekanoreseptörler( işitme ve denge) olarak, ya baroreseptörler (basınç) olarak anlam kazanır. Peki, tüm bu anlamlandırma faaliyetleri için sarf edilen enerji nereden sağlanmakta denildiğinde böyle bir soru karşısında verilecek cevap; sinir sisteminin tek enerji kaynağı olan saf yakıt deposu diyebileceğimiz glikoz sayesindedir elbet. Kelimenin tam anlamıyla glikoz, oksijenle yakılıp sonrasında enerjiye dönüşen bir yakıt depomuzdur.
Şu bir gerçek vücudu çepeçevre saran sinir ağı örgümüzün (sinir lifleri-telgraf telleri) hemen hemen tümü kas katmanları içerisine gömülü halde bulunup bu noktada sadece dirseğimizdeki sinirler yüzeysel olarak derinin hemen altından geçmekte diyebiliriz. Nitekim dirseğimiz en ufak bir darbede ani bir refleksle hop oturur hop kalkmamızın arka planında yatan birinci ana neden o bölgedeki sinirlerimizin yüzeysel olarak konumlanmalarından ötürüdür. İşte bu nedenledir ki dirseğimizi ilk anda çekmeye iten reseptör konumunda sinir hücrelerinin gösterdiği bu tepki bu hadisesine refleks denmektedir. Öyle anlaşılıyor ki herhangi bir darbeye maruz kalındığında reseptörler tarafından alınan darbe uyarıları elektrik akımına çevrilip sırasıyla önce sinir hücresinin gövdesine ve aksona aktarılmakta, sonrasında bir snaps aracılığı ile motor sinirin dendritine veya gövdesine aktarılmak suretiyle motor sinir icra organı kas lifiyle irtibata geçmesi sonucunda refleks olayı gerçekleşmekte. Ayrıca en basit bir uyarılma karşısında bile başka bir sinir hücresi tarafından kas liflerinin kasılması aktifleşmesi şeklinde tüm uyarılar refleks şeklinde de kendini gösterebiliyor. Şayet refleks hadisesinde sınırlarının altında yani eşik değerin altında bir uyartı problemi söz konusuysa bu durumda ya hep ya hiç kanun gereği yok hükmünde addedilip değim yerindeyse durduk yere asla boşa kürek sallanmaz ve tepkide verilmez. Yok, eğer ortada eşik değerlerin üstünde yani aktif halde bir uyarım söz konusuysa bu durumda sinir hücresi dışardan sodyum iyonlarını hücre içerisine alacağı uyarılar negatifleşirken, zar boyutunda ise pozitif hale geçer. Böylece bu iki zıt iyon etkileşimi sayesinde oluşacak olan elektrik akım sinir aksonu boyunca ilerleyip lüzumlu diyebileceğimiz mesajlar doku ve organlara ulaştırılmış olur. Ki; bu noktada mesajlar iletilen bölgenin durumuna göre bazen kas kasılması, bazen de tükürük salgılaması vs. tarzında tepki vererek kendi varlığını göstermiş olurlar. Madem öyle, sinir hücresi (nöron) deyip es geçmemeli. Zira her bir sinir hücresinin giriş ve çıkış kapıları olduğu gibi mükemmel bir şekilde organize olmuş uçakların kara kutusunu andıran kapalı devre çalışan donanım ağı durumu da söz konusudur. İnsan bedeninin kara kutusu da hiç kuşkusuz beyindir. Nitekim kara kutu görevi ifa eden beynimiz ortalama 10 milyar sinir hücreden meydana gelmiş merkez santralimizdir Ve bu santrale bağlı milyar rakamlarla sayılamayacak kadar sinir lifleri de eklemlenerek sinir ağı koridoru oluşturulur. Dolayısıyla sinir ağı koridorunu bir bütün olarak düşündüğümüzde ne merkezi rol oynayan beyin, ne beyincik ne de omurilik tek başlarına bir anlam ifade etmeyecektir. İllaki bütünü oluşturan tüm parçaların bir araya gelip sistem oluşturması gerekir ki bir anlam ifade etmiş olsun. Düşünsenize en basitinden vücut doku ve organlarıyla irtibatı sağlayacak sinir tellerine her halükarda ihtiyaç vardır. Dolayısıyla ortalama 10 milyar sinir hücresini birbirine bağlayan sinir liflerinden teşekkül etmiş 10 milyar civarında her bir sinir santralinin devrede olması gerekir ki işler tam takır yürümüş olsun. Aksi halde sinir santrallerinin ileteceği toplamda ileteceği 210.000.000.000 gibi bir rakama tekabül eden mesaj sayısı yerini bulmayacaktır. Her neyse, işleyen sistemi rakamlarla izah ederek daha fazla kafa karışıklığına uğramadan sinir sistemini genel hatlarıyla kategorize ettiğimizde merkezi ve periferal sistem üzerine kurulu bir düzen olduğunu görürüz. Malumunuz sinir sisteminin merkezini omurilik ve beyin oluştururken periferisini de gangliyon ve sinirler oluşturmakta. oluşan bir sinir örgü ağı özelliği içerir. İyi ki de merkezinden periferisine uzanan böylesi mükemmel donanımda sinir örgü ağımız var da, bu sayede omuriliğe gelen sinyaller anlık olarak ara nörondan geçtikten sonra motor nörona aktarılabiliyor. Derken buradan da iki snaps aralığından aşarak gelen mesajlar analize tabi tutulup refleks denen aksetme ve yankı bulma şeklinde geri dönüşüm olarak cevabi aktarıma dönüşebiliyor. İşte sizde görüyorsunuz ya, bu iki ana hat üzerine kurulu bir düzen içerisinde fonksiyon bakımdan birbirine zincirlemesine bağlı bir mekanizma olarak işlev görmekle birlikte şu da bir gerçek görev alanları birbirinden farklılık arz etmektedir. Nitekim bilgilerin işlenmesi, değerlendirilmesi merkezi organımız beyne has görev alanı iken iletilen mesajlara aracı olmak ise daha çok periferi yapıya has bir durumdur. Ve bu sayede merkeze gelen her türden sinyaller değerlendirilip filtre edilerekten otomatikman eyleme dönüşüp anlam kazanır da. Nasıl ki on parmak klavye kullanmanın ilk öğrenme aşamasında tek tek tuşlara dokunup sonrasında meleke haline geldikten sonra bilinç dışı reflekslerle parmaklarımız kendiliğinden otomatikleşir hale geliyorsa aynen öyle de merkezi sinir sistemi de bu şekilde otomatiklik kazanmakta.
Evet, öyle anlaşılıyor ki, sinir sistemi ağımız nöronlardan oluşmakta. Mesela iki nöronlu (bir snapslı) sıçramalı mesajların cevabının verildiği merkez konumda ki motor nöron gövdesidir. Üç nöronluların (iki snapslı) merkezi ise, ara nöron ve motor sinir hücresi gövdesidir. Dolayısıyla sinir sistemimiz çeşitli nöron gruplarının devreye girmesiyle birlikte daha üst merkezlere bağlanıp, tıpkı kitle iletişim ağları gibi vücudumuzu saran ara kablolarımız olarak adından söz ettirmiş olur. Ara kablolarımız malum, gelen mesajları bir yandan ara nöronlar aracılığıyla motor hücresine iletirken diğer yandan da daha üst basamak olan beynin duyu organlarına iletmekteler. Şu da var ki canlılar âleminde iletişim yapısı olarak sinir sisteminin ilk özelleşmeye başladığı grup sölenterler olup difuz (ağsı) sinir sistemi olarak addedilen merkezileşmemiş bir yapısı vardır. Bu nedenle sinir hücreleri böylesi bir yapıda iletişim teması vuku bulur bulmasına ama sinaps yapmazlar Örnek mi? İşte Hidra’nın sinir sisteminde sinaps yapmadan gerçekleşen iletişim teması bunun tipik örneğini teşkil eder. Malum bu verdiğimiz örnekten biraz daha gelişmiş düzeydeki canlı organizmaların sinir sisteminin merkezinde ve odağında ise temel yapı olarak merkezileşmiş sinapslar ve ara nöronlar yer almaktadır. Örnek mi? İşte solucanlar merkezileşmenin ilk görüldüğü grup olması bunun tipik örneğini teşkil eder. Hakeza Planarya grubundan halkalı solucanlarda ve eklembacaklılarda da ip merdivenimsi bir yapıda sinir sistemi yer alır. Öyle ki ip merdivenimsin bu yapıda konnektif ve kommısur denen segmental sinir şeritleri ile sinir hücreleri toplulukları olan gangliyonlar birbirine ip-merdivenimsi yapısı şeklinde bağlanmışlardır. Örnek verecek olursak mesela böcekler de ışık tat, koku ve dokunma duyuların algılayan reseptörlerle ilişkili merkezlerde baş gangliyonunda yer alırken toraks (göğüs) ve abdomen (karın) bölgesindeki sinir kordonu ve gangliyonların bağımsız işlevleri olduğu gibi beyinle de her daim irtibat halde bağlıdırlar. Omurgalılarda ise daha farklı bir durum söz konusu olup yukarıda belirttiğimiz üzere iletişim hattı merkezi ve perifel (çevresel) yapı olmak üzere iki ana eksen üzerine kurulu bir sinir sistemi yapısı vardır. Tüm bu verdiğimiz örneklerden anlaşılan o ki, hele bilhassa ileri seviyelerde gelişmiş canlıların sinir sistem mekanizması nöronlardan oluşan bir yapı olup bu yapının aralarında snaps denen boşluklar vardır. Merkezi sinir sistemi beyin ve omurilikten teşekkül etmekte. Periferik sinir sistemi de beyin ve omurilikle ilişkili sinir hücreleri ve sinir tellerinden teşekkül edip somatik ve otonom sinir sistemi olarak iki grup olarak kategorize edilirler. Malumunuz somatik sinir sistemi iskelet kaslarının uyarılması ve kontrolünü sağlarken, otonom sinir sistemi de istemsiz çalışan düz ve kalp kasının çalışmasını sağlamakta. Belli ki her iki durumda da elektrik devrelerindeki işleyiş mekanizması snapslardan örnek alınmış. Nitekim periferik sistemle ilintili reseptörler tarafından algılanan uyarılar merkezi sinir sisteminde değerlendirilip buradan da yine periferik sistem ile effektör (tepki organı; kas ve salgı bezi hücresi) organlara iletilerek geri dönüşüm diyebileceğimiz tepki iletiminin ortaya çıkması sağlanır. Hem nasıl geri dönüşüm iletim mekanizmasının işlevliği gün yüzüne çıkmasın ki, bikere beyinde 50 milyon nöronun var olduğu bir hücre yapısı durum söz konusudur. Bir o kadara yakın da snaps bulunmaktadır. Bu durumda elbette ki her bir nöronun, takriben 1 trilyon civarında aktiviteyi başlatacak kuvvetli yapısal temasın sağlanması son derece gayet tabii bir durumdur. Bunun manası her bir nöron aynı anda 20 çeşit iletişime uygun tarzda en güzel cevabı verecek nitelikte tek başvuru merci makamı konumunda olmasıdır. Hatta bu durumu internet âleminde server (sunucu) ve client (istemci) arasındaki iletişim ağı veya iletişim hattına da benzetebiliriz. Ayrıca snapslar sinir sisteminin işleyişinde en mühim noktalar olduğundan nikotin, tütün gibi zehir saçan birçok maddeleri bile doğrudan etkileyecek hücreleri bünyesinde bulundurabiliyor. Mesela merkezi sinir sisteminde bulunan boz, ak madde, glial yapıda yardımcı bezler bunun tipik misalini teşkil ederler. Hatta bu yardımcı bezler sinir hücreleri arasındaki bağlantıları sağlamanın yanı sıra sinir sisteminde olası nüksedecek yaralanmalara karşı fagositik karakterde iyileştirme gibi özellikleri de bağrında taşır. Bu yüzden yardımcı hücreler nörolemma olarak adından söz ettirirler. Nörolemma aynı zamanda nörogliya veya gliyal hücre demek olup ekseriyeti nörolemma hücrelerinden teşekkül etmekte. Hatta beyinde ki sinir tümörlerin oluşum kaynağı da nörolemma menşelidir. Beyin tümörlerinin beslendiği diğer yapılar ise meningiler, kan damarları ve tükrük bezleri olup bir nevi metastaz oluşumuna aracılık yapmaktadırlar.
Talamus
Beynin üst kısmında iki sinir hücresi vardır ki bunların her birine talamus adı verilir. İyi ki de beyne iletilen duyu mesajları yol ayrımında çaprazlaşarak beyinde ki talamus adı verilen çekirdeklerde değerlendirmeye alınmak üzere misafir edilmekteler. Bu sayede dokunma, acı, soğuk, sıcak, tat, görme, duyma ve işitme gibi birçok duyular talamus tarafından ayırt edilerek işlevlik kazanılmış olur. Öyle ki insan beyni ve beyin yarımkürelerinin en yüksek karar seviyesine erişme işlemi talamus sayesinde gerçekleşmekte. Eğer beyin yarımküre hücrelerinde bozulma, herhangi bir zedelenme olursa biliniz ki bu durumda talamusun kontrolünde vuku bulup talamik sendrom olarak kendinin gösterir. Değim yerindeyse talamus bu noktada acıları ve kederleri başkalarıyla paylaşmayıp gerekli yerlere iletmezken ta ki hoş mutluluk veren duygular baskın olur ancak o zaman beynin bazal gangliyon ve ön beyin kısımlarına iletmeyi görev bilir. Anlaşılan duyu hücrelerine iyiyi kötüden ayırıcı kabiliyeti diyebileceğimiz seçicilik özellikler de verilmiştir.
Talamusun hemen altında şeker parçası büyüklüğünde hipotalamus bulunup gerek kalp, gerek nefes ritimleri, gerekse uyku dönemlerini düzenleyen bir bölüm olarak dikkat çekmektedir. Hipotalamus aynı zamanda otonom sinir sisteminin lider konumunda ki bir kontrol merkezidir. Mesela sarsılma anında düşmeyi önleyecek denge hareketi, hatta vücudun su dengesi gibi hususlar hipotalamus tarafından düzenlenir. Hipotalamusun zedelenmesiyle hemen ölüm olmaz, ancak uzun yıllar insanın bitkisel hayat yaşamasına neden olabilecek türden hastalık tablosu nüksedebiliyor.
Beyin kökünün her iki yanında ise birbiri üzerine kapanmış talamusu örten beyin yarımküresi vardır. Bunlar beynin %80’inini oluşturur. Basit ve otomatik hareketlerimizin dışında diğer tüm faaliyetlerin kontrolünün planlanması, ruhi faaliyetler gibi fonksiyonlar beyin yarımküresi tarafından yürütülmekte. Her iki yarım kürenin tabanında birkaç büyük sinir hücre kümesi yerleşmiş olup bunlara bazal gangliyon denir. Bazal gangliyonun üstlendiği misyon ritmik yürüme, yüzme gibi basit faaliyetlerin kontrolünü yapmaktır. Her ne kadar bazal gangliyonda nüksedebilecek bir takım bozukluklar ameliyatla veya talamus tedavisi denen bir usulle giderilmeye çalışılsa da talamus hasarının giderilmesinde her zaman iyi bir sonuç alınamayabiliyor, bu durumda ister istemez beyne kan akışının aksaması sözkonusudur. Dolayısıyla beyin hücreleri yeterince kanla beslenemediğinden bu hastalık zekâ geriliği şeklinde kendisini gösterir. Hatta bu hastalık tablosu gençken talamus hasarına yol açarken, yaşlılarda parkinson hastalığına yol açar. Bazal gangliyonun tam cerrahi tedavisi şimdilik tamamen çıkartılıp alınması şeklinde uygulanmaktadır.
Korteks
Bilindiği üzere beyin sayesinde hem sinir hücreleri şarj olmakta, hem de saniyede 5-10 defa aralıklarla deşarj olmakta. Bu yüzden İngiliz nörofizyolog Charles Scott Sherrington, elektrik akımı ileten stimülatör (uyarıcı) aracıyla beynin çeşitli yerlerini yoklayaraktan en nihayetinde birtakım his türünden sinyallerin alındığı beyin kabuğunun varlığını belirlemiştir. Daha sonra Kanadalı beyin cerrahı Wilder Penfield ve çalışma arkadaşları, Jasper ve diğerleri insan beynin uyarılma noktalarını tespit edip bilhassa başın her iki yanında gözler ve kulaklar arasında elmacık kemiklerinin üzerindeki hafif çukur kısmında yer alan şakakları uyararak insanların geçmiş hatıralarını anımsadıkları verilerin varlığını tespit etmişlerdir. Böylece beyne ait hatıra albümünün de olabileceğini gösteren veriler kayıtlara geçilmiş oldu. Kelimenin tam anlamıyla tüm bu çalışmalar bize beynin kendi kimyasal depolarında insanı hayrette bırakacak derecede nice hatıra ve nice hayallerin kayıt altına alınıp muhafaza edildiğini göstermektedir. Öyle ki talamusa gelen gelmiş geçmiş her ne mesaj varsa tüm bunlar belli aşamalardan geçip ayırt edildikten sonra beyin kabuğunda (korteks) harmanlanıp ilgili yerlere iletilmek suretiyle acı ya da tatlı hatıralar olarak yansıyabiliyor. Bilindiği üzere korteks beyin yarımkürelerinin her ikisini dıştan örten ve baz maddelerden teşekkül etmiş bir zar tabakasıdır. Aynı zamanda halkın değimiyle zekilikle alakalı bir yapıdır. Dahası beyin yarımküresinin üzerinde daha fazla birikim alanları oluşturması hasebiyle akıl, zekâ, ruhsal olarak da mental özellik içerir. Bu bakımdan korteks kalınlığı beyin bölgelerine göre değişkenlik gösterip üç başlık altında mütalaa edilir:
Birinci mental durumda uyartıları doğrudan alan ve alt organlara ileten motor sinirler, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma bölgeleri olarak kendini gösterirler. Yani bu söz konusu bölgeler beynin orta kısmında, omuriliğin üst bölgelerine kadar uzanan ağ cismi denilen retiküler’in uyanıklıkla ilgili bölüm olduğu belirlenmiştir. Böylece ağ cismin icraatı sayesinde beyin kabuğuna gelen sinyaller devamlı uyanık halde bulunmamızı sağlar.
İkinci mental durumda beynin önden arkaya doğru uzanan üç boşluk ruhun merkezi mesabesinde bir yer olarak kendini hissettirir. Bir başka ifadeyle burası zihni faaliyetlerin ruhi yönlerini organize eden kompleks fikirlerin dönüp dolaştığı bölgelerdir. Böylece bu bölgesel merkezlerden dağılan sinir ağları vasıtasıyla ruhi talimatlar can damarlarımıza ilmek ilmek işlenebiliyor. Her ne kadar ruhi faaliyetleri görmesek de onların yok olduğu anlamına gelmez. Çünkü onu idare eden bizim dışımızda manevi bir güç olduğu muhakkak.
Üçüncü mental durumda yukarıda bahsi geçen birinci ve ikinci mental durumlarda (zihin ve akıl ile ilgili faaliyetlerde) belirtilen hususlarla ilgili yapılan işlerin beraberce yürütüldüğü yüksek organizasyon bölgeleri (sessiz bölgeler) olarak kendini gösterir. Yani sinir ağı vasıtasıyla iletilen bilgiler beynin hard diskine kayd edilerek hafızada depo edilirler. Bu kısım aynı zamanda elektrikle uyarıldığı zaman bile herhangi bir cevap alınamayan bölgedir. Yine bu üçüncü kısım kelimelerin depolanması, konuşma, yazma, anlama ve anlaşma işlerin yürütüldüğü özel bölgedir. Şayet bu özel bölgeler herhangi nedenlerle hasar gördüğünde söz yitimi denen aphasia (afazi) denen mental bozukluklar baş gösterebiliyor Neyse ki hafıza merkezimizin bir tarafı hasara uğrasa da diğer taraf normal faaliyetine devam edebiliyor. Özellikle sol yarımküre zedelenirse sağ tarafta felçler görülüp, sessiz bölgede çeşitli hafıza kayıplarına yol açmakta. Bu tip arızaların gençlerde tedavisi mümkün, fakat yaşlılarda hafıza kayıpların telafisi tedavi edilemez noktalardadır dersek yeridir.
Omurilik
İnsanoğlu iletişim teknikleri keşfetmesine keşfetmiş ama uzun bir süre kendi vücudunun iletişim ağından habersiz bir şekilde keşfetmiş gözüküyor. Bu yüzden Yunus Emre ne de güzel söylemiş “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır” diye. Belli ki boşuna dememiş bu sözü. Baksanıza her ne varsa, kendi vücut sarayımızda orijinal tasarımı mevcut zaten. Yeter ki insanoğlu kâinatın özü olduğunu idrak edivermiş olsun bir şekilde vücut sarayının iletişim ağlarının sırrına vakıf olması an meselesidir diyebiliriz. Derken bu idrak şuuruna erişmek sayesinde iletişim şebekelerimizden beyin, omurilik ve otonom sistemlerinin düzenli bir şekilde gece gündüz demeden her saniye her salise duraksamaksızın bizim için çalıştıklarının farkına varmış oluruz. Şimdiye kadar merkezi iletişim organlardan bahsederken sırasıyla talamus dedik, ardından korteks dedik, tabii söyleyeceklerimiz bunlarla sınırlı değil dahası var elbet. Şöyle ki; yukarıda bahsettiğimiz aşamalardan geçen dış dünyaya ait birtakım duyumlarla ilgili mesajlar filtre edildikten sonra nihai talimat varı mesajlarında omurilikteki motor sinir hücresi gövdesine aktarılması gerekmekte. Zira motor hücresi gövdesi kendisine iletilen talimatların yerine getirilmesi için motor hücrenin aksonu vasıtasıyla kas gibi son derece çok özel yürütme organlarına havale ederek bir takım işleri çözüme kavuşturmakta.
Bilindiği üzere omuriliğin asıl görevi tıpkı radar sistemi gibi beyinden vücuda dağılan sinyallere geçiş yapmak, iç organlar ve salgı bezlerin faaliyetlerinin sevk idaresini sağlamaktır. Ayrıca omurilik sadece beyinden gelen sinyallere geçit sağlayan bir kanal olmayıp aynı zamanda ikinci bir başka kanal dediğimiz omurilik içerisindeki ara nöron vasıtasıyla refleks hareketlerini yapmak gibi görevleri de üstlenmiş durumdadır. Nitekim elimizi kazaen sıcak bir sobaya dokunduğumuzda ani bir refleksle geri çekmekteyiz. Niye deresiniz, çünkü parmak sinirleri derhal durumu omuriliğe bildirir, omurilik ise gereğini yapıp parmağımızı çekme konusunda talimat verir, böylece bizde gelen sinyaller doğrultusunda elimizi anlık olarak çekmiş oluruz. İşin anlık olarak gerçekleştiği şundan besbelli ki omuriliğe gelen bu mesaj beyne anında ulaşılması beklenilmeden gereği yapılıp refleks olayı gerçekleşmekte. Aksi halde vakit kaybına uğrayacağımız muhakkak. Bu haber sadece beyne sonradan acı olarak hissetmek şeklinde yankı bulup böylece omuriliğin ön rol alması sayesinde daha fazla canımız yanmadan ileri derecedeki yanık risklerinden kurtulmuş oluruz. Tıpkı bu olay gözümüze ani ışık geldiğinde göz kapaklarımızı kapatmak, biber koklayınca hapşırmak, karanlıkta ansızın birisi karşımıza çıktığında ürpermek gibi reflekslerin de olduğu gibi cereyan etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, tüm ansız nükseden refleksler vücudumuzda otomatik korunma sisteminin varlığına işaret etmektedir. Buradan hareketle omurilikle günümüz radar sistemleri arasında benzer bir ilişki kurabiliriz. Bilindiği üzere radarın kullanıldığı yerlerde uçakların bulunduğu uçuş yüksekliğini belirleme, dağların yerini bulma, gemilerin yerlerini belirleme, hatta diğer gemilerin hangi limanlarda demirlediğini tespit etme gibi bir dizi alanlarda kullanılmakta. Dolayısıyla omurilikte merkezi sinir sisteminin en küçük parçası olarak buna benzer işlere imza atmaktadır. Ayrıca bu en küçük entegre tesisimizin hemen altında dışarıya uzanan sağlı sollu sinir çiftleri diyebileceğimiz sinir sisteminin en ilkel lifleri de bu iş için vardırlar. Bir başka ifadeyle üçüncü kaburganın altında bulunan dışarıya uzanan sinir çiftleri basit refleks hareketleri yapmak için kendi kendine çalışan kordonlar olarak sahne alırlar. Zira omurilik nöron ihtiva edip, beyine birtakım duyu mesajları (duyu sinirleri) iletmek için vardır.
Nöronlar beyinden organlara mesaj getiren motor sinirlerin birleşiminden yapılmıştır. Eğer sinir kordonu kısmen veya tamamen zedelenirse mesajlar kaybolup bu durumda ister istemez iletişim ağımız kontrol dışında kalacaktır. Hatta bir sinir hücresinin çekirdeğinin vadesi dolup öldüğünde felç riskiyle karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz olur. Çünkü mesaj alamayan kaslar işlevsiz halde kas katı kesilip kala kalmaktalar. Dolayısıyla zedelenen omuriliğe ait sinirlerin tedavisini imkânsız kılacaktır. Bu yüzden omuriliğin çok mühim bir sinir paketimiz olduğu şuradan besbellidir ki; Yaratıcı güç tarafından omurilik sinirlerinin muhtemel darbelere maruz kaldığı durumlara karşı omurgayı oluşturan 33-34 vertebra kemik yapısıyla destekleyip koruma altına alınmıştır.
Ateş
Her ne kadar ağrılarımız karşısında ah vah edip sitem etsek de, ağrılar bir noktada vücutta arızalarımızı bildirmesi bakımdan ilk işaret taşlarımızdır. Hele ki bu noktada baş ağrısı işaret taşı olmanın ötesinde çok büyük bir nimet de. Zira baş ağrısı beklenen hastalığın işaret fişeğimiz olması hasebiyle erkenden önlem almamız gerektiğinin ilk sinyalini bu sayede almış oluruz. Şayet ilk elden önlem alınmazsa hastalık yönünden tehlike çanlarının kapımızı çalacağı muhakkak. Başımız ağrıdığında genellikle ateşimiz var mı yok mu diye alnımızdaki sıcaklıktan hissetmek pekâlâ mümkün. Ki, normal beden hararetimizin 36,5 derecede olması gerekir. Şayet bu normal sınır aşılmışsa doğal olarak ateşimizin yükseldiğine işarettir, Hatta bu durumu sık sık idrarımızın artmasından veya vücut sıvı kaybından da anlayabiliriz. Sıvı kaybı bir noktada vücuttaki hücrelerimizin içerisinde mevcut olan suyun azaldığına işarettir. Bu yüzden tez elden gereken tedbiri almamız gerekir ki hararet kaybının önüne geçilebilsin. Damarlarımız genişleyip sürekli şişkin kaldığı durumlarda ise mikroplara karşı verilen mücadele de büyük ölçüde zarar göreceği muhakkak. Yani bu durumda damarları büzüştürücü önlemler alınmalı ki mikropların manevra alanı daraltılıp etkisiz hale getirilmiş olsun. İşte bu noktada ateşin büyük bir nimet olduğunu idrak etmiş oluruz. Aslında öyle anlaşılıyor ki vücut dengesinin bozulacağına dair ilk elden verilen birtakım alarm sinyalleri bizim lehimize olan canlılığın devamına yönelik çabalardan başkası değildir. Zira denge durumundan firar etmek isteyen, ya da hedefini şaşıran her türlü etken unsur, sinir sisteminin olaya el koyma diyebileceğimiz refleksine tabii tutularak vücut dengemiz sağlanmaya çalışılır da. Tüm bu çabalar canlı olan her şeyin ölüm anına kadar entropisinin artmasının önüne geçilme adına yapılmaktadır. Yine de her şeyi sırf sinir sisteminin kontrol mekanizmalarının işleyişine bırakmamak gerekir, dışardan takviye edici önlemlere de başvurmak gerekir. Ancak şu da var ki dışarıdan takviye kuvvetlere başvuruyum derken sakın ola ki üşüdüğümüzde vücudumuzu aşırı ısıtmak, ateşlendiğimizde ise tam aksine bir işlemle kaş yapıyım derken göz çıkarmak girişimlerine tevessül etmiş olmayalım.
Evet, her ne kadar vücudumuzda mevcut kontrol mekanizmaların varlığından bihaber olsak da sonuçta vücudumuzun herhangi bir yerinde arıza nüksettiğinde en önemli kozlarımızdan ve denetçilerimizden oldukları gerçeğini değiştirmeyecektir. Nitekim kan şekerimiz düştüğünde adrenalin hormonu beyinde var olan uyarım kontrol merkezleriyle ilintili iç denetçi mekanizmalar durum vaziyetten haberdar edilir edilmez salgılanan adrenal hormonuyla birlikte bir yandan kandaki glikojen depoları serbest hale getirilirken diğer yandan da sinirlerinin uyarıcı etkisiyle açlık ve gıda arayışı duygularının devreye girmesi sağlanmış olur. Hakeza bir başka denetçi mekanizmalarında göz bebeğimiz içinde ki ışığa duyarlı retinalar aşırı ışık karşısında küçülerek duyarlılık gösterirken, bunun tam aksine ışık azaldığı zamanda büyüme yönünde duyarlılık göstermekte. Aslında her iki durumda duyarlılıktan maksat ışık miktarını retina tabakasında sabit tutmak için olup göz bebeğine gelen uyarıcı sinyaller sayesinde gerektiğinde göz bebeği daralır gerektiğinde ise genişleyerek görme sisteminin işleyişine katkı sunulmuş olunur.
Velhasıl-ı kelam; günde ortalama 50-100 bin arasında sinir hücresi mevta olup üstüne üstük yerine yenisi gelmemekte, tamamı mevta olduğunda bizimde iletişim bağlarımız tamamen kopmuş olur. Dahası ana rahmine düştüğümüz andan itibaren bedenimizin ömrü ile hemen hemen aynı yaşıt olan sinir sisteminin tüm iletişim ağlarıyla irtibatımızın kesilmesi de ancak ölümle nihayet bulmakta.
Vesselam.
https://www.bayburtpostasi.com.tr/edebiyat/selim-gurbuzer-in-ikinci-kitabi-medine-den-buhara-ya-h22210.html