GEN DÜNYAMIZ
GEN DÜNYAMIZ
ALPEREN GÜRBÜZER
Kalite kontrol kavramını sıkça duyar olduk artık. Peki, kontrol sistemi dünyevi beşeri ilişkilere has bir olgu mu? Elbette hayır. Çünkü mikro âlemde gizli bir el tarafından tanzim edilmiş kontrol sistem ağı mevcut. Bu arada özellikle kalıtım olayı sadece üreme hücrelerinde bulunan genler tarafından kontrol edilmekte. Zaten kontrol edilmesi de gerekir. Çünkü Yaratıcı güç böyle murad etmiş ve üreme olayını böyle kanunlaştırmış. Nitekim her karakter en az iki genin kontrolünde bulunup, bilim adamlarınca bu gen çiftinin her biri allel gen diye isimlendirilmiştir. Zira kâinatta hemen hemen her şey çift yaratılmış, dolayısıyla her bir allel genin bir araya gelmesiyle birlikte birbirini tamamlayan homozigot ya da heterezigot lokus alleller oluşturması bunu doğruluyor da.
Malumunuz yumurta ve spermlerin varlığı tek başına bir anlam ifade etmez. Ortada mutlaka şehevi arzuların da baskın hale gelmesi gerekir ki çiftleşme gerçekleşebilsin. Aksi takdirde neslin devamı sağlanamamaktadır.
İnsanoğlu yumurta mı tavuktan meydana gelmiş, tavuk mu yumurtadan meydana gelmiş düşüne dursun, aslında her ikisi de değil. Sonuçta yumurta cenine (embriyon) besin kaynağı olmanın yanı sıra vuslatı gerçekleştirecek döl hücresine de aracılık yapmaktadır. Bu aracılığın akabinde genlerin harekete geçmesiyle birlikte zigot oluşmaktadır. Ardından zigotun bölünme safhaları oluşunca artık yumurtayı meydana getirecek tavuğu (civciv) doğurmak kaçınılmaz olacaktır. Şöyle ki; yumurta ve spermlerin her biri bir tek gene sahipler, dolayısıyla döllenme spermatozoit ve ovaryum hücresinin bir araya gelip genetik kodların buluşma hadisesi olarak ortaya çıkacaktır. Zira canlı neslin devamında aktif görev yapan sperm ve yumurta hücrelerin üretimi rastgele olmamakta, aksine belli bir sistematik program dâhilinde vuku bulmaktadır. Hatta bu süreç çok değişik aşamalardan geçtikten sonra bir takım gen kombinasyonları sonucu üreme gerçekleşmektedir. Üreme hücreleri ile vücut hücreleri arasındaki en temel fark ise vücut hücrelerinin 2n kromozoma sahip olması, üreme hücrelerinin ise bir tek (n) kromozom ihtiva etmesidir. İşte bu gerçekler ışığında anneden gelen tek bir (n) kromozom, babadan gelen bir (n) kromozomu karşılayıp, böylece yeni bir canlının temeli atılmış olmaktadır. Tabii dünyaya gelen çocuk bütün bu olanlardan habersiz bir şekilde yine bilmediği bir âlemle karşı karşıya gelmekte, ama her doğan can burada da durucu olmayıp bu sefer ki yolculuğu sonsuz hayata göç etmek olacaktır. Zira bebek daha doğar doğmaz annenin şefkat kollarında ihtimamla korunurken belki de acziyetin ne demek olduğunu bu noktadan sonra anlayacaktır.
Bu arada gen dünyasına herhangi bir obje gözüyle bakmaktan ziyade her birine bilgi program paketi olarak bakmak en doğrusu. Zira genler maddenin atomlarına nizam vermekte. Çünkü bilinçsiz maddenin kendi kendine bilgi üretebilecek kapasitesi olmadığı gibi organizasyon kabiliyeti de yoktur. Ayrıca hem bilgi için hem de organizmanın kendisini örgütleyebilecek düzen için DNA veya RNA’ya ihtiyaç vardır. İşte adına bilgi yüklü paket programlar denilen genler bu noktada devreye girerek her tür canlının hayatını belirlemekteler. Bilindiği üzere genler DNA moleküllerinden meydana gelmiştir. Dolayısıyla yarı anne ve yarı babadan gelen genetik karakterlerin yavrulara geçmesini sağlayan genetik dizilimin lideri hiç kuşkusuz DNA’dır. Özellikle bütün hayati faaliyetler onun başkanlığında gerçekleşmektedir.
Düşünsenize 46 kromozomluk bir zigotta 2–3 milyon gen bulunmakta ve aynı zamanda bu kadar sayıda ister kullanılan genler isterse kullanılmayan genler olsun zigot içerisinde hiç tanımadıkları beyin, akciğer, mide, rahim, göz ve kulak gibi organların ihtiyacı olan farklı sayıda hücreleri belirleyebiliyorlar. Dolayısıyla ihtiyaçları belirlenen herhangi bir hücrede 10.000 kadar genin bulunduğu tespit edilmiştir. İhtiyaçlar nasıl belirlenirse belirlensin sonunda dünyaya gelecek insan vücudunu oluşturan organlar ne bir eksik ne bir fazla yaratılmaktadır. Anlaşılan o ki tüm organlara nizam veren genler bulundukları konum ve özelliklerine göre dominant (baskın) ya da resesif (çekinik) olarak ad almakta. Bu yüzden bilim dünyası dominant genleri büyük harfle, resesif genleri de küçük harfle göstermişlerdir. Elbette böyle simgelemeleri doğru bir tavırdır, fakat bu arada gen dünyasının akıl almaz sırrına da dikkat çekmek gerekir. Hatta dizilimlerinde var olan olağan üstü mükemmeliyete de vurgu yapmak icap eder. Şöyle ki; kromozomları oluşturan nükleotidler çift sıra halde dizilmekteler. Nitekim kromozomlar üzerinde oluşan kısa tekrar dizilimi denilen STR DNA gen bölgeleri kendi ilgi alanına odaklanıp linear bir diziliş gösterirler. İşte bu yüzden genlerin STR DNA gen bölgeleri üzerinde her birinin bulunduğu özel konuma lokus denmektedir. Hatta yarı anne ve yarı babadan çocuğa geçen kromozomların aynı lokus bölgelerinde yer alan genler “allel genler” olarak nitelenir. Ki; bunlar belli bir atomik sayılarla belirlenir. Mesela Adenilik asit diye tarif edilen “Adenin-Pentoz-Fosfor”dan oluşan bir nükleotid 39 atomdan meydana gelmiştir. Bunun anlamı 13 karbon, 11 hidrojen, 9 oksijen, 5 azot ve 1 fosfor demektir. Yani insan DNA’sını düşündüğümüzde vücudumuzun yaklaşık 210 milyar kadar atomla donatıldığı anlaşılmakta. Zira atomlar merkezde çekirdek etrafında dönen elektronların seyriyle vücudumuzda her salise Allah’ı zikretmekte, fakat biz bundan bihaberiz. Biz öyle inanıyoruz ki bu zikir halkası levh-i mahfuzumuz olan DNA’mızda kodlanıp Mevlana’ca dönmekteler.
Her şeyin bir zahiri bir de manevi yönü vardır. Dış ve iç birbiriyle ilişkilidir zaten. Bu yüzden dış iç âlemin bir nevi fotoğrafı sayılmaktadır. İç ise dış kalıbın ruhu mesabesinde değerlendirilmekte, yani iç dışın görünmeyen yüzü olarak yansımaktadır. Dolayısıyla bir organizmanın sahip olduğu genlerin tümüne genotip denmekte. Fenotip ise genotipin dışa yansıması veya bir organizmanın dış görünüşü diye bilinmektedir.
Kromozomların sayıca, şekilce ve büyüklük yönünden tespitine karyotip, sınıflandırılmasına idiyogram denmektedir. Zira canlı olan ve kendine benzer eşlerini yapabilen kalıtım birimlerine Pangen (DNA) diye tarif edilmektedir. Dahası pangenler gruplanarak id (genler), id’lerde linear tarzda dizilerek idantları teşkil ederler. Bir başka ifadeyle kalıtım materyali idioplazma, kromozomlar idant, genler ise id adını alır. Tabir caizse DNA gen kimliğimizdir. Bu öyle bir kimlik ki yaratılmışların en üstünü olan insan kimliğimizi de ortaya koymaktadır. Öyle ki DNA sayesinde ışığa karşı hassas göz hücreleri, acıyı tatlıyı ayırt edebilecek dil hücreleri, hatta sıcağı soğuğu hissedebilecek sinir hücreleri, ses dalgalarını duyacak kulak hücreleri, yediğimiz besinleri sindirecek sindirim hücreleri gibi tüm oluşumlar vücut bünyemizde işlerlik kazanmaktadır. Dahası hücreler anne karnında zigot haldeyken göz, kalp ve beyine dönüşmesi ve dönüşen bu yapıların dünya şartlarına göre dizayn edilmesi aklımızı karaya oturtsa bile Allah demek bizi rahatlatır diye düşünüyorum. Bu yüzden Allah-ü Teala; “Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra diğer yaratılışa çevirip kemale erdiriyor…”(Zümer 6) diye beyan buyurmaktadır.
Aslında Pangenezis adı verilen teori sayesinde modern genetiğin başlangıç kapısı açılmış oldu. Genetik dünyasında ilerlemeler bize gösteriyor ki basit bir proteinin bile kendi
kendine çoğalması asla mümkün değildir. Çünkü protein enzimlerini oluşturmak için DNA ve RNA’ya ihtiyaç var. Dahası genler arasındaki koordinasyonu da hesaba katmak gerekir. Çünkü Jacob ve Monod teorisine göre regülatör (düzenleyici) genler repressör madde göndererek operatör genlerin faaliyetini durdurup askıya alabiliyorlar. Demek ki bu tezden hareketle operatör genler ancak repressör madde gelmediği zamanlarda strüktürel genlere işlerlik kazandırabiliyor. Derken faaliyete geçen strüktürel gen mesajını mRNA vasıtasıyla ilgili yerlere ulaştırıp, böylece ribozom üzerinde protein sentezi gerçekleştirilmiş olur. Belli ki bazı statükocu kesimler biyogenez (kendiliğinden oluş) görüşünü doğrulamak için, hatta materyalizmi destekleme adına protein gibi karışık moleküllere olduğundan fazla misyon yükleyerek bunların kendiliğinden var olduğunu ya da zaman içerisinde tedricen oluştuğunu söylemek handikabına düşmüşler. Hâlbuki bir protein ve çekirdek asidinin oluşma (mesela Stokrom-c’nin dizilimini meydana getirme ihtimali) şansı değim yerindeyse astronomik derecede sıfır ihtimal denecek kadar azdır. Belli ki protein oluşumunda insan düşüncesinin çok ötesinde bir güç tarafından yaratılış gerçeği söz konusu olup, her bir ayrı protein molekülün şifresini taşıyan yapısal gen adı verilen strüktürel genler yaratılış fermanı gereği özel bir görev üstlenmişlerdir. Dolayısıyla her bir gen aynı zamanda tek kodluk yazılım fermanı demektir. Bu durumda ne diyebiliriz ki, ancak ferman padişahındır demek düşer bize.
İnsan DNA’sı 46 kromozoma pay edildiğinde kromozomlarda ki her bir hücre yaklaşık 20 bin sayfa ihtiva eder. Üstelik her sayfada yer alan hücrelerin hemen hemen hepsi benzer kalıtsal bilgiler taşımasına rağmen birbirlerinin görev alanlarına kesinlikle müdahale etmemektedirler. Pankreas hücrelerinin insülün salgılama işini mesela bir diğer hücre üretmemektedir. Yani anlaşılan şu ki vücudumuz 46 ciltlik dev bir ansiklopedik bilgi deposuna sahip donanım söz konusu. Demek ki hücre faaliyetleri DNA’nın kontrolünde gerçekleşmektedir. Nitekim amino asitler en basit bir hücrenin birkaç bin farklı proteinin her birinden milyarlarcasına tekabül etmektedir. O halde amino asitlerin bir proteini meydana getirmek için belli bir tertip üzere bir sıra içerisinde düzenlenmiş olması gerekir. Dolayısıyla nükleotid sırası çok önem arz etmektedir. Şayet dizilimler yer değiştirirse, bu dizilimlerin karşılığı olan amino asitlerde yer değiştirerek bir başka protein molekülüne dönüşecektir. Aynı zamanda amino asitler denilen bant varı kimyevi bileşikler bile ultraviyole ışınlar veya elektrik deşarjları tesiri altında bozulabiliyor. Bu durumda ister istemez mutasyon denilen hadise nüksedebilmektedir. Fakat oluşabilecek mutasyon hadisesi tabiî ki bir türden başka türe dönüş olayı olmayacaktır. Çünkü mutasyon türün içerisinde gerçekleşen bir arızı değişikliktir. Asla bu arızı değişiklik yeni bir tür meydana getirmemektedir. Hala birileri çıkıp küçük bir mutasyonun yeni bir tür meydana getirdiğinden dem vuruyorsa bu durumun ispata ihtiyacı var. Maalesef evrimciler her şeyde olduğu gibi bu hususta da ispat etmekten acizler. Demek ki genlerin kimyasal yapısında değişiklik meydana getirip mutasyona sebep olan kimyasal maddeler, x ışınları, ultraviyole ışınları ve kozmik ışınlar asla yeni bir tür meydana getiren etken madde değiller, sadece DNA’daki dizilimde bir takım değişikliklere veya kısır bir cinsin meydana gelmesine sebebiyet veren unsurlardır. Üstelik bu kısır cinsler kalıcı nesil üretmeyip ömürleri pamuk ipliğine bağlı diyebileceğimiz hayata dayanıksız tutunmuş varlıklar olarak dikkat çekmekteler. Katır örneği bunun en tipik örneği zaten. O halde bundan öte bir anlam çıkarmak bilime yapılabilecek en büyük haksızlık olacaktır.
DNA ve RNA’nın bütün çeşitleri ve diğer kompleks moleküller çok karışık yapılar halinde inanılmaz bir düzen içerisinde hücre içerisinde yer almışlardır. Hatta Evrimci Prof. Ali Demirsoy bile bu müthiş düzen karşısında; “Yaşam için mutlaka var olması gereken temel proteinlerden Stokrom-C’nin tesadüfen oluşma ihtimali bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır” itirafında bulunabilmiştir. Fakat yine de olağan üstü bu durumu tabiatüstü güce dayandırmayıp kendi zihninde oluşturduğu imkânsızlık gücüne havale etmiştir. Buna rağmen maalesef evrimciler hayatın veya basit bir hücrenin tesadüfen olduğunu iddia ederler. Hatta ilk canlının oluşumunu tesadüfle izah etmeye çalışırlar. Onlara göre güya bazı amino asitler kendiliğinden oluşmuş, derken buradan gerekli protein teşekkül etmiş. Özetle iddialarında canlıların başlangıçta tek bir hücreden evrimleşerek birbirinden silsile halinde meydana geldiği hususunda ısrarcılardır. Tabir caizse yaratılışı tesadüfe ve tabiata havale ederler. Oysa havale etme tekniği bir tür teori veya faraziyeden öteye gidemeyip kesinleşmemiş görüş olarak kalmaktadır. Anlaşılan birtakım aklıevveller evrim faraziyesini tıpkı din gibi inanç haline getirmişler. Öyle ki habire tek hücrenin cansız maddelerden meydana geldiğini söylerler. Dahası görüşlerine dayanak bulmak için de fosilleri kullanıp basit organizmalardan kompleks yapılara doğru kademe kademe geliştiğini savunurlar. Oysa mevcut fosiller içerisinde iddialarını doğrulayacak birçok ara formların varlığını ortaya koymaları gerekirdi. Madem basit bir canlıdan yüksek bir canlıya doğru gelişim gösteren ara form niteliğinde fosil kayıt yoktur, o zaman bunca inat niye? Yoksa kompleks hayatın birden bire çıktığı gerçeğini itiraf ettiğinizde yaratılış gerçeğinin ayyuka çıkmasından mı korkuyorsunuz? Onlar hayali resim ya da maket çize dursunlar bakın bilimsel gerçekler en eski fosillerin kambiyon tabakaları arasında bulunduğunu haykırıyor adeta. Üstelik bu tabakalar arasında milyarlarca fosil var ve bunların hepside kompleks yapıya sahipler. Yani evrimcilerin şematize edip hayali çizimlerle ortaya koydukları bir canlıdan başka bir canlıya dönüşü gösteren bir tek geçiş formu bile yoktur.
Evrimciler zorda kaldıklarında, bu sefer de böyle bir geçiş sürecinin oluşması için en azından 1,5 milyar yıllık devreye tekabül eden bir zaman diliminin geçmesi gerektiğinden dem vururlar. Bu kadarına da pes doğrusu, üstelik o bahsettiğiniz 1,5 milyar yıllık zaman dilimine ait çok hücreli fosillerden bugüne kadar bir tane dahi bulunamamış, madem öyle bu inat niye. Anlaşılan o ki tüm canlıların her biri geçiş süreci yaşamadan kendi türü içerisinde yeryüzünde görünüvermişlerdir. Evrimciler tarafından ileri sürülen geçit formlar (ara form) asla jeolojik devirlerin hiçbir kademesinde rastlanılmamıştır. Zaten basit bir canlılardan tedricen meydana geldiğini delil gösteren hiçbir delilde yoktur.
Protein sentezi sıradan bir iş değil elbet. Hatta protein sentezinin ayrıca kendine özgü birde yönetim kademesi söz konusu. Zira bu kademenin başkanı DNA koordinatörlüğü altındaki genlerden gelen emir ve direktifler RNA alfabesinde yer alan mRNA molekülleri üstlenir. Böylece gelen talimatlar mRNA vasıtasıyla kromozomlardan start alarak ribozomlara iletilir. İletilen mesajlar ribozoma takılır takılmaz mRNA'nın ucunda “5” ibareli kodonu ile birlikte adeta barkottan geçercesine okutturulur. Tabii bu okutma işlemi sırasında mRNA şeridinin her kodonu ribozomla birleşebilecek bir başka eş kodon taşıyan tRNA’nın kodon ucuyla da irtibata geçmesi gerekir ki; mRNA bir kodon boyu ilerleyebilsin. Derken ilerlediği noktada kendine uyan bir tRNA ile vuslat gerçekleşir. Böylece bu birleşme veya irtibat sayesinde mRNA bir yandan hızla ribozom içerisinden yol alırken diğer yandan ribozom yardımı ile kendine has bir yöntemle tRNA’yı tertip üzere sıraya dizmektedir. Böylece tRNA moleküllerinin diğer kutbunda yer alan aminoasitler de kendi bünyeleri içerisinde dizilmiş olacaklardır. Belli ki bu sıralanış, rast gele gerçekleşmiyor. Bilakis bu diziliş hem mRNA’nın 64 çeşit versiyonuna karşılık gelen tRNA’nın elçilik yapmasıyla, hem de mRNA’nın ustaca bilgi işbirliği manevrası sonucu polipeptid yazgısına çevrilen bir hadiseyle gerçekleşmekte. Üstelik bu mucizevi yazgı 20 harfli bir yazılım olup, her harf aynı zamanda birer amino asit demektir. Tabii böylesine mükemmel bir bilgi enformasyonu tek başına ortaya koyan yegâne tek gücün amino asite bağlamakta doğru değildir. Cansız ve aklı melekesi olmayan bir aminoasit belli ki yücelerden emir almış, emrin gereğini yapıyor. Kudret sahibi Allah tarafından cümle âlem içerisinden meteorlardan yıldızlara her ne varsa bin bir türlü cansız âlem yaratılmış olup, aynı zamanda bir tatlı çay kaşığına sığdırılabilecek tüm bilgilerle de iç ve dış uzuvları tanzim edilmiş milyonlarca canlı halk edilmiştir. Mesela canlının temeli sayılan DNA’yı oluşturan amino asitlerden 17 tanesine 1970 yılında dünyaya düşen bir gök taşının incelenmesiyle ispatlanmışta. Elbette ki bütün maharet sonsuzluğun sahibi Yüce Allah’a aittir. Bu arada ister istemez tüm bu işlemler için gerekli enerji nereden alınır sorusu akıllara düşüyor ki, cevabı gayet basit. Şöyle ki; aminoasitler gerekli enerjiyi hepimizin yakından bildiği ATP’den temin ederler. Kaldı ki aminoasitler bu enerjiyi almasa özel enzimlerle (ferment) tRNA’ya tutunamazlardı. Dolayısıyla aminoasitler bir yandan rRNA’nın enzimatik fonksiyonu ve GTP (Guanin Trifosfat)'den sağlanan enerji sayesinde belli bir tertip üzere ribozomdan çıkarken, diğer yandan tRNA molekülleri ise sitoplazma içerisinde aynı benzer yöntemle aynı işlemleri devam ettirmek üzere bir başka amino asitleri bulup, bilgileri transfer etmenin gayretiyle yanıp tutuşmakta. Böylece birçok ribozomların (polizom-poliribozom) her biri içerisinde gerçekleşen birer molekülün sentezi dur durak demeden yoluna devam edip nihayetinde protein meydana gelmektedir.
dedekorkut1
4 Temmuz, 2022 - 18:08
Kalıcı bağlantı
GENETİK KOD DÜNYAMIZ
GENETİK KOD DÜNYAMIZ
SELİM GÜRBÜZER
Kalite kontrol kavramını sıkça duyar olduk artık. Peki, iyi hoşta kalite kontrol sistemi sadece dünyevi beşeri ilişkilere has bir olgu mudur? Elbette ki hayır. Çünkü mikro âlemde de İlahi güç tarafından tanzim edilmiş bir kontrol sistem ağının varlığı söz konusudur. Ki, Yüce Allah’ın “Ol” emri doğrultusunda üreme hücrelerinde mevcut genler vasıtasıyla kalıtım olayının kontrol edildiği malum. Zaten kontrol edilmesi de gerekir. Çünkü Yaratıcı güç böyle murad etmiş ve üreme olayı da bu şekilde kontrol altında tutulmuştur. Nitekim Mendel, bezelyelerle yaptığı çalışmalarla genetik karakteristik özelliklerin en az bir çift gen tarafından kontrol edilip belirlendiğini bildirmiştir. Bu yüzden her bir gen çifti aynı karakteristik özelliklere sahip allel genler olarak da adından söz ettirmiştir hep. Belli ki kâinatta hemen her şey çift yaratılmış, dolayısıyla her bir çift genin bir araya gelmesiyle birlikte birbirini tamamlayan “homozigot” veya “heterezigot” lokus aleller olarak sahne almakta. Zaten genlerin kromozomlar üzerinde konumlanıp ve bir hücrede her bir kromozomdan iki adet bulunması hasebiyle her bir hücrede genlerin bir çift halde bulunması son derece gayet tabii bir durumdur. Ancak şu da var ki; yumurta ve sperm hücrelerinin kendi üreme organlarında eşsiz bir şekilde değim yerindeyse bekâr olarak konumlanması tek başına bir anlam ifade etmez, illa ki evlenecek çiftlerin bir araya gelip izdivaca girmesi gerekir ki üreme olayından beklenen maksat hâsıl olsun. Aksi halde insan neslinin devamından söz edemeyiz. Bu arada insanoğlu, tavuk mu yumurtadan meydana gelmiş, yoksa yumurta mı tavuktan meydana gelmiş diye düşüne dursun, sonuçta katkı sunmak bakımdan tavuk cenine değil, yumurta cenine (embriyon) hem besin kaynağı olmak bakımdan hem de üremeyi gerçekleştirecek olan döl hücresine aracılık yapmak bakımdan katkı sağlamaktadır. Böylece yumurtanın bu aracılık fonksiyonu üstlenmesi sayesinde gen dünyasının gayet koordineli bir şekilde harekete geçmesiyle birlikte “zigot” oluşumu vuku bulmaktadır. Hatta biyoloji bilim dalında zigot oluşumu hadisesi spermin ve yumurta hücresinin vuslatı anlamında diyebileceğimiz “gametogenezis” olarak karşılık bulur da. Kur’an’da ise bu anlamın karşılığı “Şüphesiz biz insanı çamurdan bir sülâle yarattık” (Müminun, 23/12) diye beyan buyrulan ayetin mana ve ruhuna uygun olarak embriyonun birinci safhasının akabinde oluşan zigot safhasına karşılık gelen bir anlamlanmadır bu. Nitekim Müfessir Hamdi Yazır, Kur’an’da “Sonra onu kararı mekinde nutfe yaptık” (Müminun, 23/13) diye beyan buyrulan ayette geçen “kararı mekin” ibaresi ve yine bir başka ayette geçen “hamei mesnun” ibarenin aslında insan tohumuyla eş anlamda olan ‘nutfe’ olduğunu tefsir eder.
İşte yukarıda zikrolunan “siyah, kokar cıvık çamur” ibareleriyle tefsir edilen Kur’an ayetlerin mana ve ruhundan öyle anlaşılıyor ki:
-İlk yaratılış kodlarımız “toprak ve çamur” ibarelerine karşılık geldiği,
-Toprak ve çamurdan sonra organik gıda maddeleri temsilen “kokuşan et-sallelahm” anlamına gelebilecek “salsal” ibaresi koduna karşılık geldiği,
-Salsal’dan yaratılan hücre kodunun da “hamei mesnun” ibaresi koduna karşılık geldiği yönünde çok açık işaretler vardır (Bkz. Hicr Suresi, 15/28, 33). Öyle ya, madem Kur’an’da zikrolunun ayetlerde yaratılış kodlarıyla ilgili birçok ibareler ve işaretler var, o halde bu durumda yaratılış mucizesini bir tek “nutfe” koduyla sınırlı tutmayıp, icabında daha kapsamlı bir şekilde ‘Âdemi zigot yaratılış’ kodu hücresi olarak da telakki edebiliriz pekâlâ. Zira insan tohumuna karşılık gelen “nutfe” ibaresi çok hücreli döneme geçişi temsil eden embriyonik aşamanın en ileri safhasıdır.
Her neyse başta zikrettiğimiz tavuk mu yumurtadan meydana gelmiş, yoksa yumurta mı tavuktan meydana geldi konusuna döndüğümüzde, sonuçta Kur’an’da geçen yaratılışla ilgili işaret ibareler bize gamet hücrelerinin bir araya gelip döllenmesiyle oluşan zigotun akabinde gelişecek olan genetik hücre bölünme süreçlerinin tamamlanmasının neticesinde yumurtadan tavuğun (civciv) çıkmasını daha çok ön gördürmekte. Tabii yaratılış sürecini sadece yumurta kabuğunun çatlayıp tavuğun ortaya çıkması hadisesiyle de sınırlı tutmak doğru olmaz, Yaratılış sürecini icabında yumurta kabuğunun çatlaması hadisesinin bir başka versiyonu diyebileceğimiz anne karnında gelişen embriyonun 9 ay sonrası insan yavrusu olarak dünyaya gelmesi gibide düşünmek pekâlâ mümkün. Nitekim anne karnında embriyo hayatı yaşayan bir cenin veya fetüs ne zaman ki göbek bağı kordonuyla irtibatını keser işte ancak o zaman amnion kesesinden çıkıp dünyaya nur topu bebek olarak gelivermiş olur. Şöyle ki; yumurta ve spermlerin her biri tek bir gene sahiplerdir. Dolayısıyla döllenme denen hadise spermatozoit ve ovaryum hücrelerinin bir araya gelip genetik kodların buluşması sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Demek oluyor ki, canlı neslin devamı için elzem olan sperm ve yumurta hücrelerinin üretimi rast gele bir şekilde tesadüfen oluşmamakta. Tam aksine kendi bulundukları üreme tesislerinde (üreme organlarında) belli bir sistematik program dâhilinde entegre bir şekilde gamet üretimi gerçekleşmektedir. Öyle ki kendi üretim tesislerinde üretilen gamet hücreleri değişik aşamalardan geçtikten sonra izdivaca hazır bir şekilde üretim gerçekleşmekte. Bu yüzden ekonomi alanında entegre tesis kavramı denince bir ürünün üretimden itibaren tüm süreçlerin kontrol edildiği tesislere verilen ad olarak akla gelir. Biyolojik alanda da malum entegre tesis deyince “vücut (somatik) hücrelerini üreten üretim tesisleri ve cinsiyet (eşey-gamet) hücrelerini üreten üretim tesisleri akla gelir. Madem öyle, hazır üretim tesislerinden söz etmişken üreme hücreleri ile vücut hücreleri arasındaki en temel farkı ortaya koymakta fayda vardır. Neymiş o fark denildiğinde hiç şüphesiz aralarında en belirgin farkın vücut hücrelerinin (2n) kromozoma sahip olması, üreme hücrelerinin ise tek bir (n) kromozoma sahip olmasıdır. Bu demektir ki anneden gelen tek bir (n) kromozom, babadan gelen tek bir (n) kromozomu karşılayıp, böylece yeni bir canlının temeli atılmış olunmakta. Tabii anne karnında tüm bu olup bitenlerden habersiz bir şekilde dünyaya geliveren nur topu bebekler, neyse ki dünyaya geldiklerinde bu kez dünyada ne olup biteceğinden haberdar olarak yaşayıp ömür sürecelerdir. Derken dünyada ki ömrü tamamlandığında bu kez tıpkı anne karnında geçirmiş olduğu hayat sürecinde olduğu gibi yine sil baştan öteki âlemde başına neler gelip gelmeyeceğini bilemediği ahiret yurduna göç etmiş olacaktır. Hele her doğan çocuğun dünya yurdunda kalacağı konaklama süresi bir yana, asıl doğduğunda annenin şefkat kollarında nasıl ki kendini korunaklı kıldıysa aynen buluğ çağında da bu kez kendi kendini kontrol edecek mekanizmaların kollarında her türlü haramlardan ve çirkinliklerden kendini amel-i salih koruma zırhıyla korunma becerisini gösterebilmek çok mühimdir.
Dikkat edin kendi kendini kontrol edecek mekanizmaları oluşturmak ve geliştirmek dedik, bu da ancak kulluk bilincine varmak ve İslami hayat yaşamakla mümkün, dolayısıyla bu noktada kulluk bilincini genetik kodlardan beklemek abesle iştigal olur. Çünkü gen dünyası bambaşka bir dünyadır. Bu yüzden gen dünyasına iyiyi kötüyü birbirinden ayıran herhangi bir mekanizma ya da herhangi bir ilham verici olgu gözüyle bakmak yerine bir “bilgi programı paketi” olarak bakmak en doğrusu. Nitekim gen dünyasının bilgi koduyla yüklü bilgi paketi programı olduğu şundan besbellidir ki maddenin en küçük temel birimi olan atomları kendinde toplayabilmiştir. Şayet kendinde toplamamış olsaydı bilinçsiz maddenin kendi kendine bilgi üretecek ne paket programların varlığından söz edebilirdik ne de hücre içerisinde DNA başkanlığında yürütülen paket programlardan. Hele ki işin içinde bir de hücre âlem söz konusu olunca işin boyutu daha da değişip bambaşka bir hal almakta. Öyle ki hücre içi faaliyetler organizmanın belirli bir hiyerarşik düzen içerisinde işlerlik kazanabilmesi için bilgi yüklü DNA ve RNA denen paket programın varlığına ihtiyaç vardır. İşte adına bilgi yüklü paket programlar dediğimiz genler bu noktada devreye girerek bir noktada canlı hayatına dirlik kazandırmaktalar. Hem nasıl dirlik kazandırmasın ki, bikere her şeyden önce gen dünyası DNA moleküllerinden teşekkül etmiştir. Dolayısıyla yarı anne ve yarı babadan gelen genetik karakterlerin yavrulara geçmesini sağlayan genetik dizilimin lideri hiç kuşkusuz DNA olup organizmanın şekillenmesinde rol oynayan hücre içi tüm hayati faaliyetler onun başkanlığında gerçekleşmektedir.
Düşünsenize 46 kromozomlu bir zigotta 2 ila 3 milyon arası bir sayıda gen bulunup kullanılan ya da kullanılmayan bu kadar sayıda gen topluluğu zigot içerisinde adeta adrese teslim bir şekilde beyin, akciğer, mide, rahim, göz, kol ve bacakları oluşturacak hücreler halinde vücut azalarına dönüşümünü belirleyebiliyorlar. Böylece adrese teslim herhangi bir organa ait hücrenin gen sayısına baktığımızda dile kolay 10.000’li rakamlarla telaffuzu zor sayıda gen dünyasıyla karşılaşabiliyor. Her ne kadar rakamların dilini telaffuz etmekte zorlansak ta sonuçta dünyaya gelecek insan vücudunu oluşturan organlar ne bir eksik, ne bir fazla tam da dengi dengine denk gelen rakamlarla şekillenmekte. Öyle ki vücudu oluşturan tüm organların şekillenmesinde etken rol oynayan genler, her organın hücre yapılarında bulundukları konum ve özelliklerine göre ya dominant gen (baskın gen) halde ya da resesif gen (çekinik) gen halde konumlanmaktalar. Örnek mi? Mesela siyah gözlülük baskın gen olarak sahne alırken, mavi gözlülük resesif gen olarak sahne alır. Bu nedenledir ki genetik kodlamalarda dominant genleri büyük harflerle kodlanırken, resesif genlerde küçük harflerle kodlanır. Tabii burada genlerin baskın ve resesif oluşumları üzerinde dikkat kesilmek yerine asıl gen dünyasının akıl almaz sırlarına ve gen diziliminde ki mükemmeliyetine dikkat kesilmek daha doğru bir tutum olur. Gerçekten de gen dizilimindeki mükemmeliyete dikkat kesildiğimizde kromozomları oluşturan nükleotidlerin çift sıra halde dizilim gösterdiklerini müşahede etmiş oluruz. Derken bu sayede kromozomlar üzerinde oluşan STR DNA gen bölgelerini (kısa tekrar dizilimi) genetik okuma cihazlarında lineer bir diziliş şeklinde gözlemlemiş oluruz. İşte bu gözlemleyebildiğimiz birbiri ardı sıra dizilen STR DNA gen bölgelerinin bulunduğu özel konuma “lokus” denmektedir. Nitekim genetik okuma cihazların monitörlerinde pik şeklinde izlediğimiz yarı anne ve yarı babadan çocuğa geçen kromozomlar aslında aynı lokus bölgelerinde konumlanan allel genlerden başkası değildir. Ki; her bir lokus allel genin kodu belli bir sekans sayıda atomik döngüyle belirlenir. Mesela pürin gurubundan azotlu bir bileşik diye addedilen adenilik asit “Adenin-Pentoz-Fosfat”dan oluşan bir nükleotid olup 39 atomdan meydana gelmiştir. Üstelik bu 39 atomluk yapı DNA’nın yapısını oluşturan dört nükleotid bazdan sadece bir tanesini teşkil eden bir yapıdır. Bir başka ifadeyle 13 karbon, 11 hidrojen, 9 oksijen, 5 azot ve 1 fosfor içeren pürin yapıdır. Hele birde bunu insan DNA’sını tümüyle birlikte düşündüğümüzde vücudumuzun yaklaşık 210 milyar kadar atomla donatıldığı bir dünya ile yüzleşmiş oluruz. Tabii bu zahiri yüzleşmedir, birde bir başka daha yüzleşeceğimiz dünya vardır ki, o da vücudumuzda mevcut atomların çekirdek etrafında dönen elektronların seyriyle her biri her an her salise Allah’ı zikretmekte olduklarını idrak ettiğimizde biliniz ki batini dünya ile yüzleşmiş oluruz. Ama ne var ki, kahır ekseriya bundan bihaberiz. Her ne kadar bihaber olsak bile bu atom dünyasında kurulan zikir halkası tâ kalubeladan beri levh-i mahfuzumuz kader kitabı diyebileceğimiz DNA’mızda kodlanıp Mevlana’ca dönmekteler de zaten.
Evet, her şeyin bir zahiri yönü var, bir de manevi yönü. Dış ve iç birbiriyle ilişkilidir zaten. Bu yüzden dış âlem, iç âlemin bir nevi fotoğrafı sayılmaktadır. İç âlemse dış kalıbın ruhu mesabesinde, yani dışın görünmeyen yüzü olarak yansır hep. İşte zahir ve batın ilişkisinden hareketle bir organizmanın sahip olduğu genlerin iç görünüşüne “genotip”, genotipin dışa yansıması veya bir organizmanın dış görünüşüne de “fenotip” dersek maksadımızı aşmış sayılmayız, pekâlâ böylede tanımlayabiliriz dersek yeridir. Tabii genetik dünyasında tanımlamalar bunlarla sınırlı değil elbet, dahası var. Nitekim kromozomların sayıca, şekilce ve büyüklük yönünden tespitine “karyotip” denirken sınıflandırılmasına da “idiyogram” denmektedir. Hakeza canlı olan ve kendine benzer eşlerini yapabilen kalıtım birimleri de Pangen (DNA) diye tarif edilir. Dahası pangenler gruplanarak “id” denen genleri meydana getirir, id’lerde linear tarzda dizilip idantları oluştururlar. Bir başka ifadeyle kalıtım materyali “idioplazma” olarak addedilirken, kromozomlar “idant”, genler ise “id” olarak addedilirler. Tüm bu adlandırmalar eşliğinde mesela DNA, değim yerindeyse halk dilinde gen kimliğimiz olarak karşılık bulur. Böyle karşılık bulması da gayet tabii bir durumdur, Çünkü DNA yaratılış kodlarımızı da akla düşürüp hatırlatan bir kimliktir bu. Hatta DNA sayesinde ışığa karşı hassas göz hücreleri, acıyı tatlıyı ayırt edebilecek dil hücreleri, hatta sıcağı soğuğu hissedebilecek sinir hücreleri, ses dalgalarını duyacak kulak hücreleri, yediğimiz besinleri sindirecek sindirim hücreleri gibi tüm oluşumlar vücut bünyemizde işlerlik kazanmış olur da. Dahası hücreler anne karnında zigot haldeyken göz, kalp ve beyine dönüşmesi ve dönüşen bu yapıların dünya şartlarına göre dizayn edilmesi aklın kavrayamayacağı işler gibi gözükse de bu noktada Yüce Allah’a teslim olup kalben ve dille Amenna ve Saddakna demek düşer bize. Hem Allah’a teslim olalım ki Allah Teâlâ’nın Kuran’da; “O, Sizi bir nefisten yarattı. Hem sonra onun eşini de ondan var etti. Sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa yaratıp (diğer yaratılışa çevirip kemale erdiriyor) duruyor. İşte Rabbiniz Allah O’dur. Mülk O’nundur, O’ndan başka ilah yoktur. O halde nasıl halktan çevrilirsiniz” (Zümer Sûresi (39), 6. Ayet) diye beyan buyurduğu ayet-i celilenin mana ve ruhu karşısında boyun büküp aciz kullar olduğumuzu idrak etmiş olalım. Hem nasıl idrak etmeyelim ki, baksanıza Kur’an’da adı geçen “üç karanlık” denen safhalar bir bakıyorsun Müminin suresinin üç ayetinde insanın yaratılış kodlarının çamurdan start alıp; birinci safhasındaki yaratılışının çamurdan bir sülâle şeklinde diyebileceğimiz ilk insan hücresine yaratılış kodu olarak kodlanılması, ikinci safhada bu yaratılış kodunun ‘kararı mekin’de (özel ortamda yaratılan yumurtadan) nutfeye evirilerekten bir yaratılış kodu olarak çok hücreli embriyonal safhaya evrilmesi (Müminun, 23/13), üçüncü ayette ise tesviye safhası Müminun, 23/14) zikredilmeksizin onun “nutfe, alâka ve mudga” ibareleriyle zikredildiğini müşahede etmekteyiz.
Hadi diyelim ki yukarıda zikredilen ayetlerin mana ve ruhundan bihaber kaldık, okullarda bize öğretilen ve adına “Pangenezis” denen teoriye bir bakıyorsun icabında Yüce Yaradanı hatırlatmaya vesile olabiliyor. Her ne kadar okutulan teoriler okullarda yaratılış gerçeğini hatırlatacak şekilde okutulmasa da bir şekilde ileri sürülen teoriler sayesinde en azından genetik kodlarımızın araştırılmasına yönelik genetik biliminin doğmasına vesile oldu diyebiliriz. Hele ki genetik dünyasında hızlı ilerlemeler bize gösteriyor ki, basit bir proteinde olsa kendi kendine çoğalması asla mümkün değildir. Çünkü protein enzimlerini oluşturmak için DNA ve RNA’ya ihtiyaç vardır. Yetmedi genler arası koordinasyonun sağlanmasına da ihtiyaç vardır. Hele Jacques Monod’in ileri sürdüğü teoriye göre meseleye baktığımızda regülatör (düzenleyici) genlerin repressör madde göndererek operatör genlerin faaliyetini durdurup askıya aldıklarını gözlemlemiş oluruz. O halde teoride olsa içinde hakikat payı olacağını düşünerekten es geçmemek gerekir, İşte bu ileri sürülen tezlerden hareketle çok rahatlıkla şunu diyebiliriz ki; operatör genler ancak repressör madde gelmediği zamanlarda strüktürel genlere işlerlik kazandırabiliyor. Böylece işlerlik kazanan strüktürel genler mesajını mRNA vasıtasıyla ilgili yerlere ulaştırıp, ribozom üzerinde protein sentezi gerçekleştirilmiş olur. Ama gel gör ki evrimciler materyalizmi desteklemek adına bir bakıyorsun hücre içerisinde son derece kompleks yapıda protein moleküllerinin kendiliğinden var olduğundan dem vurup ateizme kol kanat germekteler habire. Hâlbuki bir protein ve çekirdek asidinin kendiliğinden oluşabilme ihtimali, tıpkı Stokrom-c’nin dizilimini meydana getirme ihtimalinin daha üst fevkinde astronomik rakamlarla ifadesi zor bir ihtimal hesabıdır bu. Belli ki protein oluşumu insan ufku ötesinde yaratılış gerçeği ile alakalı bir husus olup, her protein molekülün şifresini taşıyan yapısal genler (strüktürel genler) tek kodluk ferman (Ol emri) için özel bir görev üstlenmiş olurlar. O halde bu durumda “Ferman padişahındır” demek düşer bize.
Genetik dünyasına şöyle baktığımızda insan DNA’sı 46 kromozomlu bir donanıma sahip olmakla aslında her bir hücrenin yaklaşık 20 bin sayfalık bilgi külliyatına denk düştüğünü gösterir. Üstüne üstük her bir sayfada özellikleri belirtilen her bir hücre bileşeni belli bir misyon üzerine faaliyet gösterip birbirlerinin görev alanlarına kesinlikle müdahil olmazlar. Nasıl mı? Mesela pankreas hücrelerinin insülin salgılama işine bir diğer hücre müdahil olmadığı gibi bu iş için kendi kendine gelin güvey olup üstüne vazife edinmez de. Çünkü üstüne vazife karar verici merci DNA'dır. Bu yüzden hiç bir hücre bileşeninin, hücre içi faaliyetlerde ne kraldan çok kral kesilmesine müsaade edilir ne de kendi başına buyruk kesilmesine. Dile kolay 46 ciltlik dev bir ansiklopedik bilgi külliyatından söz ediyoruz, az buzda değil, elbette ki bu durumda her bir hücre bileşenlerinin faaliyetlerini DNA’nın direktifleri ve bilgisi doğrultusunda gerçekleştirmesi son derece anlamlı ve yerinde bir karardır. Gerçekten de insan bedenin oluşturan devasa büyüklükte böylesi külliyatın her bir sayfası incelendiğinde bu iş için kendini protein üretmeye adayan amino asitlerin belli bir tertip üzere sıralandığı görülecektir. Zaten genetik kod dünyasında tüm bilgilerin proteinlere çevrilme işleminde esas olan da hücre içi faaliyetler için bilgi kümesi oluşturmaktır. Aslında bilim dünyası terminolojisinde kodon olarak adlandırılan üç nükleotitlik diziler ile amino asitler arasındaki ilişkiden doğan bilgi koduna dayalı bir bilgi kümesi oluşturma işlemi faaliyeti kod oluşturma işlemcisi olarak karşılık bulan bir işlemdir. Nitekim bilgi işlem kodu oluşturulurken de malum her bir nükleik asit dizisindeki üçlü kodon genelde tek bir amino asidin belirleyicisi durumda bir bilgi kodonu olarak işlem görür. Ancak öyle durumlarda vardır ki; bilgi işlemcisinin hücre içi faaliyetlerde nükleotid sırası yer değiştirdiğinde veya herhangi bir yol kazasına uğradığında her bir kodonun (diziliminin) karşılığı olan amino asitler bir başka protein molekül yapışana dönüşebiliyor. Ve sonradan oluşan bu tür arızi dönüşümlere dış faktörler neden olabileceği gibi iç faktörler de olabilir. Nitekim her bir faktörün neden olduğu etken unsurları irdelediğimizde mesela ultraviyole ışınları, toksik maddeler, radyasyon, elektrik şokları gibi daha pek çok dış faktörlerin amino asit denen bant varı bileşikler üzerinde kırılmalara ve bozulmalara sebebiyet teşkil etmektedir. Derken bu arızı kırılmalar ve bozulmaların neticesinde “mutasyon” hadisesi vuku bulmakta. Ancak bu demek değildir ki mutasyon hadisesi vuku buldu diye mutasyona uğrayan canlı türün orijinalinden farklı olaraktan bir başka canlı yaratık türeyiverecektir. Bikere orijinalinden farklı bir başka türden canlı yaratığın türemeyeceği şundan besbellidir ki, mutasyon denen hadise aynı canlı türün sınırları içerisinde gerçekleşebilen bir arızı değişikliktir, bu durumda nasıl türeyiversin ki. Dolayısıyla canlının kendisiyle sınırlı kalacak böylesi bu tarz arızı değişikliklerden sınır ötesi yeni bir tür yaratığın türeyeceğinin hayaline kapılmak abesle iştigal bir tutum olur. Ama gel gör ki evrimciler, her şeyde olduğu gibi bu hususta da sınıfta kalmaya mahkûmdurlar. Hem kaldı ki mutasyon denen hadise bir takım dış kaynaklı diyebileceğimiz kimyasal maddeler, X ışınları, ultraviyole ışınları ve kozmik ışınların etkisiyle DNA üzerinde kısmi kırılmalara yol açacak değişiklikler olarak karşımıza çıkmakta. Yani işi tersinden düşündüğümüzde asla ve kat’a bir başka canlı türün çıkmasına yol açacak değişiklikler olarak karşımıza çıkmaz. Hani kel derman bulsa başına sürer deriz ya hep, aynen öyle de mutasyonda derman bulsa kendi bozunumuna (kel başına) sürüp çare olacaktır, ne var ki değil çare olmak kendisiyle beraber hasar verdiği organlarda zarar görmektedir. Şimdi bu durumda evrimcilere sormak gerekir; mutasyon bu zavallı haliyle nasıl olurda yeni bir canlının türemesine çaredir diyebiliyorsunuz doğrusu şaşmamak elde değil. Oysaki mutasyonun bizatihi kendisi başlı başına kısır döngü bir hadisedir. Dolayısıyla bu haliyle kalıcı bir döngü oluşturamayacağı gibi yeni bir türde oluşturamayacaktır. Varsayalım ki oluştursa bile ömürleri pamuk ipliğine bağlı diyebileceğimiz hayata dayanıksız varlıklar olarak karşımıza çıkacaktır. Zira katır örneği bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten.
DNA ve RNA’nın bütün çeşitleri ve diğer kompleks moleküller inanılmaz bir düzen içerisinde hücre içerisinde yer almışlardır. Hatta Evrimci Prof. Ali Demirsoy bile bu müthiş düzen karşısında; “Yaşam için mutlaka var olması gereken temel proteinlerden Stokrom-C’nin tesadüfen oluşma ihtimali bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır” itirafında bulunabilmiştir. İtirafta bulunması iyi hoşta, yine de ifadelerinde insan aklının alamayacağı bu durumu ilahi güce dayandırmayıp sadece kendi aklının alabileceği zihin dünyasında ki imkânsızlık gücüne havale ederek itirafnamede bulunmayı yeğlemiştir. Yani bu itirafname canı gönülden söylenilmiş ifadeler gibi pek durmuyor. Ne diyelim evrimcilik bu ya, evrimcilerin hemen hepsi oldu olalı öteden beri her ne hikmetse bir türlü lafı eğip büktürmeden doğrudan İlahi gücün varlığını dilleri söylemeye pek varmıyor, daha çok hayatın tesadüfen oluştuğu noktasında fikir serdetmeye dilleri varıyor. Zaten Evrimcilerin lafına bakılırsa ilk canlının oluşumunda birtakım amino asitlerin kendiliğinden oluşup böylece bu şekilde protein oluşumu gerçekleşmiş güya. Hatta daha da hızlarını alamayıp canlıların başlangıçta tek bir hücreden evrimleşerek birbirinden silsile halinde zincirlemesine meydana geldiğini ileri sürecek derecede hemen her şeyi tesadüfe ve tabiata havale etmiş durumdalar. Şayet bu işi tabiata ve tesadüfe havale etmekle işin içerisinden çıkacaklarını sanıyorlarsa çok büyük yanılgı içerisindedirler, tüm çabaları kuru bir gürültüden ve ispatlanmamış teori bazında bir görüş olarak ve ortada kral çıplak olarak kala kalacaklardır. Hadi teori faslını görmezden gelip geçtik diyelim, baksanıza her kafadan ses çıkıp gemi azıya alınca adamlar bu kez hızların daha da alamayıp evrim faraziyesini faraziye olmaktan çıkarıp suni dini inanç haline getirmiş durumdalar bile. Bu yüzden temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürerekten habire tek hücrenin cansız maddelerden meydana geldiğini söylenip durmaktalar. Bu arada kendi farazi görüşlerine dayanak bulmak için de bir başka canlı türünden bir başka canlı türe tedrici olarak geçişi gösterecek cinsten ortada olmayan hayali fosillerin varlığından dem vurup güya canlıların basit formadan kompleks yapılara doğru evrilip kademe kademe evrimleştiğini dillendirmekteler. Bu noktada bizim diyebileceğimiz şudur ki; bırakın hayali fosillerle avunmayı da, asıl kayıtlara geçmiş olan mevcut fosiller içerisinde ne var ne yok onlara bir bakında da bakalım iddialarınızı doğrulayacak ortada bir canlıdan diğer canlı türüne geçişi gösterecek ara form fosil yaratıklar var mıymış yok muymuş bir görelim. Tabii kendilerince boşa kuru kuruya sıkılmış hayali fosillerden söz etmek iyi hoşta, iş gerçeğe dönüştüğünde gerçek fosillerle yüzleştiklerinde bir anda işin rengi değişip kırk dereden su getirecek şekilde bir başka bahanelerin ardına sığınmakta mahirler de. Onlar hayal dünyalarıyla avuna dursunlar, gerçeği ortaya koyacak bu güne dek keşfedilmiş mevcut fosil kayıtlarına bakıldığında basit bir canlıdan yüksek bir canlıya doğru geçişi gösterecek ortada ara form niteliğinde elle tutulur gözle görülür ortada net bir fosil kayıt yoktur. Böylece sadece söyledikleriyle kala kalmaktalar. Aslında habire kendilerince bahaneler üretip bahaneler ardına sığınmakla kompleks hayatın birden bire çıktığı gerçeğini örtbas edeceklerini zannetmekteler. Ya da gerçekleri itiraf ettiklerinde bu kez de yaratılış gerçeğinin ayyuka çıkmasından endişe ediyorlar. Ne diyelim, evrimciler hayali resim ya da maket çizimlerle gerçekleri örtbas etmeye dursunlar, oysaki yapılan fosil arama ve tarama çalışmalarında ortaya konan kayıtlar en eski fosil bulgularının kambiyon tabakaları arasında yer aldığını gösteriyor. Üstelik bu tabakalar arasında çok sayıda fosil kayıtları tespit edilip tespit edilen fosil kayıtların hemen hepsi birbirinden bağımsız karmaşık yapıya sahiplerdir. Öyle anlaşılıyor ki fosil kayıtları evrimcilerin şematize edip ortaya koydukları şekliyle bir canlıdan başka bir canlıya dönüşünü gösteren hayali geçişleri reddeden kayıtlar olarak karşımıza çıkmakta. İşin daha da ilginç yanı evrimciler ortaya konan fosil kayıtlar karşısında zora düştüklerinde bu sefer de böyle bir geçiş sürecinin oluşması için en azından 1,5 milyar yıllık devreye tekabül eden bir zaman diliminin geçmesi gerektiği bahanesine sığınıp gerçekleri ört bas edecek kurnaz rollere bürünmekteler. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya, bu kadarına da pes doğrusu. Üstüne üstük o bahsedilen 1,5 milyar yıllık zaman dilimine ait çok hücreli fosillerden bugüne kadar bir tane dahi olsun bulunmuş da değil. Görünen köy kılavuz istemez, hiçbir bahanenin ardına sığınmaya gerek yoktur, besbelli ki yaratılan canlıların her biri geçiş süreci yaşamadan kendi türü içerisinde yeryüzünde görünüvermişlerdir. Evrimcilerin beklentilerin tam aksine jeolojik devirlerin hiçbir kademesinde bir canlı türünden bir başka canlı türe geçişi gösteren geçit formlara (ara form)asla rastlanılmamıştır.
Her neyse, genetik dünyamıza döndüğümüzde, değim yerindeyse şu bir gerçek genetik dünyamızın gıdası diyebileceğimiz protein sentezi hadisesi öyle sıradan bir iş değil elbet. Sıradan iş olmadığı şundan besbelli; DNA başkanlığınca verilen emir ve direktifler mRNA vasıtasıyla sitoplazmaya ve oradan da ribozoma geçmek suretiyle tüm protein sentezi işlemleri gerçekleşebilmekte. Nitekim DNA başkanlığında emir ve direktifler ilk etapta mRNA’nın “5” no’lu ucundan geçirilerekten protein sentezi için gerekli olan kodu içeren genler üçer nükleotidden oluşan kodonlar halde işlemleri start almakta. Akabinde genomun bir protein ya da RNA molekülünün yapılması için gerekli şifreyi içeren genlerin tek seferde rıbozom düzleminden geçme işlemi gerçekleşir. Yani bu demektir ki protein sentezi için yola koyulmuş tüm yüklenmiş kodlu mesajlar ribozom barkodundan okutturulup tRNA’nın kodon ucuyla da birleştirilmesi gerekir ki DNA düzleminde amino asit oluşumu ve ardından protein sentezi gerçekleşebilsin. Böylece DNA direktif kodu emrinu yüklenen mRNA bir kodon boyu ilerleyip tRNA’nın kodon ucuyla buluştuğunda bir yandan ribozom içerisinden hızla yol alırken, diğer yandan da kendine has bir yöntemle tRNA moleküllerinin aracılığıyla üretilen aminoasitlerden en tepede olanını serbest bırakaraktan aminoasit zincirinin birleşimini sağlar. Derken amino asit zincirinin boylu boyunca mRNA’nın 64 çeşit versiyonuna karşılık gelen bileşenlerle birlikte tRNA’nın elçilik yapmasının neticesinde ribozomlarda 10 ve 100 arasında polipeptid yazgısına çevrilecek aminoasit zincir oluşumu veya birleşimi gerçekleşir ki, işte böylesi bir yöntemle çok sayıda peptit bağı kuraraktan teşekkül eden bu müthiş birleşim “polipeptit sentezi” zincir dizilimi olarak adından söz ettirip anlam kazanır. Şayet ortamda 100’den fazla amino asit bir dizilim yazgısı bulunursa bu durumda proteinler devreye girip bu kez anlamca bir başka amino asit zincir oluşumu vuku bulurdu ki böylesi bir zincir dizilimi de daha sonra “etkin protein” olarak adından söz ettirip anlam kazanmış olur. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya, polipeptit sürecinde tüm bu yaşananlar başlangıçta bize karmaşık gibi görünse de aslında tüm bu süreç 20 harfli bir yazılım programıyla gerçekleşmektedir. Ki, bu yazılım programda yer alan her bir harf kodonu aynı zamanda amino asitleri oluşturacak kodonlar olarak vazife görmektelerdir. Tabii böylesine mükemmel bir bilgi enformasyonunun baş mimarisinin sadece amino asit zincirinin maharetine bağlamakta doğru değildir. Hiç şüphe yoktur ki aklı melekesi olmayan aminoasit zincirinin oluşumunda görev alan her bir bilgi enformasyonu unsurlar belli ki yücelerden emir almış, emrin gereğini yapmaktalar. Bu durumda elbette ki bütün maharet sonsuzluğun sahibi Yüce Allah’a aittir. Baksanıza neredeyse bir tatlı çay kaşığına sığdırılabilecek tüm bilgilerle tam teşekküllü iç ve dış uzuvlarımız donatılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki ete kemiğe bürünmemizin arka planında Yüce Allah (c.c) “Ol” emri doğrultusunda misyon yüklenmiş DNA ve DNA’yı oluşturan amino asit gerçeği vardır. Nitekim 1970 yıllarında dünyaya düşen bir gök taşının incelenmesiyle DNA’yı oluşturan amino asitlerin 17 tanesinin tespit edilmesi bu gerçeği teyit ediyor zaten.
Tabii bu arada tüm bu işlemler için gerekli enerji nereden karşılanıyor dendiğinde bu sorunun cevabı için şöyle biyoloji kitaplarını karıştırdığımızda aminoasitler için gerekli olan enerjinin ATP tarafından karşılandığın görürüz. İyi ki de karşılanmakta, aksi halde protein sentezine yönelik yapılan işlemler için seferber olmuş tam bilgi kodu yüklenmiş bileşenler, kendilerine çeki düzen verecek olan enzimler eşliğinde fermente olup hücre içerisinde tRNA’ya tutunup taşınamayacaklardı. Öyle anlaşılıyor ki, aminoasit zincirinin oluşumunda hem rRNA’nın üretkenliği ile hem de GTP (Guanozinn trifosfat) üretkenliği ile elde edilen enerjinin çok büyük rolü vardır. Her neyse az gittik uz gittik derken protein sentezi denen hadiseyle en nihayetinde dört başlıklı diyebileceğimiz; “sitoplazma, mitokondri, kloroplast ve granüller endoplazmik retikulum” hücreler üzerinde gerçekleşen işlemlerden beklenen amaç hedefine ulaşmış olur.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/genetik-kod-dunyamiz-5913-kose-yazisi
dedekorkut1
31 Aralık, 2022 - 19:08
Kalıcı bağlantı
GENLER ARASINDA MUCİZEVİ ETKİLEŞİMLER
GENLER ARASINDA MUCİZEVİ ETKİLEŞİMLER
SELİM GÜRBÜZER
Kromozomlar üzerindeki genlerin karşılıklı etkileri ile birlikte her canlının adeta mucizevi dokümanı ortaya konulmakta. Öyle ki her canlının karakteristik mucizevi özellikleri genler aracılığıyla belirlenmekte. Böylece genlerin karşılıklı mucizevi etkileşimleri sayesinde herhangi bir bitkinin kökü, gövdesi, dalı ve her ne özelliği varsa tüm ayrıntılarıyla gün yüzüne çıkmakta. Öyle ya, mademki genlerin mucizevi karşılıklı etkileşimleri sayesinde hemen her canlının karakteristik özelliklerini belirleniyor, o halde gen dünyasında şöyle derinlemesine bir dalalım neler varmış bir görelim:
Komplementer Genler (Tamamlayıcı genler)
Bilindiği üzere gen dünyasında bir takım özelliklerin ortaya çıkmasında baskın karakterde bir dominant gende tek başına bir anlam ifade etmez, bikere her şeyden önce kendi etki özelliğini gösterebilmesi için illa ki eksikliğini giderecek bir tamamlayıcı gene de ihtiyaç vardır. Eğer bir karakterin meydana gelmesinde herhangi bir gen çiftinin etki gücünü diğer bir gen çifti tamamlıyorsa böyle gen çiftlerine komplementer genler (tamamlayıcı) olarak tanımlanır. Örnek mi? İşte çiçek renk kalıtımı bakımdan kokulu burçak (Lathyrus odoratus) bunun tipik örneğini teşkil eder zaten. Nitekim beyaz çiçek açan 2 kokulu burçak bitkisini çaprazladığımızda kendi özelliklerinin ortaya çıkması için illa ki her iki türünde kendi aralarında karşılıklı etkileşime girmeleri gerekir. Karakteristik özellikler bakımdan bunlardan biri renksiz bileşiğe karşılık gelen yani rengin ilkel tipi diyebileceğimiz kromojen özellikte bir maddedir. Diğer ikincisi ise, renksiz ön maddeyi renkli hale getiren (okside) özellikte bir enzim maddesidir. Dolayısıyla Cc (homozigot resesif chromogen ve ee (homozigot resesif enzim) genleri Chromogeni (protein C) erguvani renge dönüştürecek protein enzime sahip olmadıklarından beyaz çiçek açan iki kokulu burçak bitkisinin:
CCee x ccEE şeklinde çaprazlanmasıyla;
\ ⁄
F1 dölü: CcEe (erguvani-mor) şeklinde bir genotip ortaya çıkacaktır.
F1 dölü de kendi içerisinde F2= F1 x F1 şeklinde çaprazlandığında ise aşağıdaki tabloda yer alan değişik oranlarda genotip bireyler oluşacaktır.
♂/♀ CE Ce cE ce
CE CCEE CCEe CcEE CcEe
Ce CCEe CCee CcEe Ccee
cE CcEE CcEe ccEE ccEe
ce CcEe Ccee ccEe ccee
İşte, ortaya çıkan bu tablodan da anlaşıldığı üzere beyaz rengin meydana gelmesinde C geni etken rol oynarken, bu arada E geni de beyaz renk maddesinin erguvani haline dönüşmesinde etkin rol oynamakta. Böylece birbirleriyle karşılıklı etkileşimler neticesinde 9/16 erguvani, 7/16 beyaz renkli bireyler teşekkül etmiş olur.
Örnek soru:
Bir cins silkie tavuk (Habeş tavuk) ile beyaz wyandotte horozun çaprazlanmasıyla F1 dölü renkli olmaktadır. F2 dölünde ise 9/16 oranında renkli, 7/16 oranında beyaz fertler meydana gelmekte. O halde karşılıklı gen etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan belirli oranlarda ki gen dizilimindeki karakteristik özellikleri tablo halinde gösteriniz.
Cevap:
Genleri temsilen:
“A-Beyaz rengin meydana gelmesi.
E-Beyaz rengin renkli duruma dönüşmesi” şeklinde gösterip; Silkie Tavuk(beyaz) ila Beyaz viandot horozun:
Aaee x aaEE şeklinde çaprazlandığında ise
\ ⁄
F1 dölü = AaEe olarak kendini gösterecektir.
F1 dölü de kendi içinde F2= F1 x F1 şeklinde çaprazlandığında aşağıda tabloda ki gibi 9/16 renkli, 7/16 beyaz renk oranlarında bireyler ortaya çıkacaktır:
♂/♀ AE Ae aE ae
AE AAEE AAEe AaEE AaEe
Ae AAEe AAee AaEe Aaee
aE AaEE AaEe aaEE aaEe
ae AaEe Aaee aaEe aaee
Yani; F2 dölü = 9:7 oranında kendini gösterecektir.
Supplementer genler (modifikatör genler):
İki gen çiftinden birinin dominantı genotipte bulunsun veya bulunmasın nicelik olarak etkisini gösterir ki; bu durum supplementer genin varlığına delil teşkil eder. Şöyle ki siyah ve kahverenginin meydana gelmesi için mutlaka C genine ihtiyacı vardır. Nitekim kobaylarda kıl rengi kalıtımını:
“ B-Siyah,
b-kahverengi,
C-Renk veren gen,
c-Renksizlik geni (albino gen)” şeklinde harflerle tanımlayıp ccBB genotipli albino bir tavşan ile CCbb çaprazladığında:
ccBB x CCBb
(albino tavşan) (kahverenkli tavşan)
\ ⁄
F1 dölü=CcBb (siyah) olacaktır.
F1 dölünü de kendi içinde çaprazlanması sonucunda ise normal dihibrid kalıtımda olduğu gibi ortaya çıkacak olan F2 dölleri;
“C-B-9 (siyah),
ccB-3 (albino),
C-bb-3 (kahverengi),
Ccbb-1 (albino)” şeklinde dağılımla birlikte supplementer kalıtım özelliğini gösterecek 9:3:4 oranlarında bir genotip tablo ortaya çıkacaktır.
Supplementer genlerin karakteristik özelliklerine örnek teşkil edecek bir başka örnekte siyah veya kahverengi genlerin karşılıklı etkileşimleri sonucunda ortaya çıkacak olan renk bileşimleri için bir yandan “e” genine ihtiyaç duyulurken, diğer yandan da albinoluğun oluşması içinde resesif allel olarak “s” genine ihtiyaç duyulur. Yani her halükarda her iki gende etkisini göstermek için var olacaklardır. İşte bu noktada her iki pigment geninde karşılıkları etkileşimleri neticesinde belli bir fenotip özelliklerinin ortaya çıkma hadisesi supplementer (modifikatür) gen olarak anlam kazanır. Nitekim bu anlamda kobaylarda kıl rengi tamda bu noktada bunun tipik örneğini teşkil eder. Öyle ki kobaylarda siyah renkli kıl büyük (S) harfiyle tanımlanan dominant iken, küçük (s) harfiyle tanımlanan kahverengi kıl ise resesiftir. Hatta temel renksiz maddeyi temsilen melanine (esmer veya siyah) çeviren E harfiyle tanımlanan genin varlığı da söz konusudur. Böylece söz konusu genleri:
“S-Siyah,
s-Kahverengi,
E-Rengin oluşmasını sağlayan enzim maddesi,
e- albino” şeklinde harflerle tanımlayıp homozigot bireylerle çaprazlandığında;
eeSS (albino) x Eess (kahverenkli kobay)
\ ⁄
F1= EeSs (heterozigot siyah) olur.
F1 dölünün de kendi içinde çaprazlanmasıyla da aşağıdaki tabloda ki oranlarda 9/16 siyah renkli, 3/16 kahve renkli ve 4/16 albino meydana gelecektir:
F2= F1 x F1
F2= EeSs x EeSs
♂/♀ ES Es eS es
ES EESS EESs EeSS EeSs
Es EESs EEss EeSs Eess
eS EeSS EeSs eeSS eeSs
es EeSs Eess eeSs eess
Yani F2= 9:3:4 oranlarda bir genotip tablo ortaya çıkacaktır.
Örnek soru:
Balta ibikler (bbgg), tek dominant B genin etkisiyle bezelye ibik (Bbgg) olmakta, tek dominant G genin etkisiyle de Gül ibik (bbGG) şekline bürünmekte. Şayet B ve G genleri bir arada bulunursa Ceviz ibik ( BbG-, BBGG Bbg- ) şeklinde bir özellik gösterecektir. F2 dölünde karşılıklı etkileşimler sonucu oluşan resesif haldeki (bg) ise balta ibik (bbgg) olarak kendini gösterecektir. İşte bu bilgilerden hareketle gül ibik ve bezelye ibik bireylerin çaprazlanmasıyla birlikte F1 dölün de ceviz ibik ortaya çıkmakta olup, F2 dölünde ise 9 ceviz ibik, 3 gül ibik, 3 bezelye, 1 balta ibik genotip özelliğine haiz bireyler oluşacaktır. O halde ortaya çıkacak olan bu mucizevi çeşitlilik içerisinde her bir genotip özelliğe haiz bireyleri tablo halinde gösteriniz.
Cevap:
♀ Gül ibik x Bezelye ibik ♂
bbGG x BBgg
\ ⁄
F1= BbGg (Ceviz ibik)
F1 dölünün de kendi içinde çaprazlanmasında aşağıdaki tabloda ki oranlarda 9/16 G-B-(Ceviz), 3/16 G-bb (Gül), 3/16 gg-B- (Bezelye), 1/16 ggbb (balta) meydana gelir.
F2= F1 x F1
♂/♀ BG Bg bG bg
BG BBGG BBgg BbGG BbGg
Bg BBGg Bbgg BbGg Bbgg
bG BbGG BbGg bbGG bbGg
bg BbGg Bbgg bbGg bbgg
Yani F2= 9:3:3:1 oranlarda genotip özelliklere haiz bir tablo ortaya çıkar.
Örnek Soru:
Bir siyah fare ile bir albino fare çaprazlanmasıyla birlikte F1 dölü renkli olmaktadır. F2 dölünde oranlar ise 9/16 gri, 3/16 siyah ve 4/16 albino tarzında dağılım göstermektedir. Söz konusu bu çaprazlamayı sembolik formüller eşliğinde tablo halinde gösteriniz.
Cevap:
“ S-Siyah,
s-Albino,
E-renklendirme enzim maddesi” şeklinde harflerle tanımlayıp çaprazladığımızda;
♂ Ssee genotipli siyah x ssEE albino♀
\ ⁄
F1= SsEe (gri) olur
(S ve e renkleri bir arada olduğu için renklidir)
F1 dölünün kendi içinde çaprazladığımızda aşağıdaki tabloda gösterdiğimiz 9/16 S-E- gri renkli, 3/16 S-ee siyah ve 4/16 ssee, ssE- albino oranlarda birey özellikleri meydana gelir:
F2= F1 x F1
F2= EeSs x EeSs
♂/♀ SE Se sE se
SE SSEE SSEe SsEE SsEe
Se SSEe SSee SsEe Ssee
sE SsEE SsEe ssEE ssEe
se SsEe Ssee ssEe ssee
Yani F2= 9:3:4 oranlarda bir genotip tablo dokümanı ortaya çıkar.
Engelleyici genler:
Bazı dominant genler diğer bazı dominant genleri fenotipte etkilerini göstermelerini engellerler. Nitekim tavuklardaki renk durumlarını:
“C-Renk meydana getiren gen (beyaz)
c-albino meydana getiren gen.
E-Renk meydana getiren geni engelleyen gen.
e-renk meydana getiren geni engellemeyen gen” gibi harflerle simgeleştirip çaprazladığımızda:
CCEE ♀ x ♂ ccee
(beyaz ligorin tavuk) (viandot horoz)
\ ⁄
F1 dölü: CcEe (Beyaz) olur
F2 dölü ise;
C-E–9(Beyaz)
C-ee–3(Beyaz)
CcE–3(Renkli)
ccE–3(Beyaz)
ccee–1(Beyaz) şeklinde dağılım gösterip, buradaki engelleyici genin fenotipik açılımı 13:3 oranlarda bir genotip tablo ortaya çıkacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, bir kısım dominant genler diğer bazı dominant genlerin fenotip etki göstermelerini engelleyebiliyor. İşte bu nedenledir ki böylesi genlere engelleyici genler denmektedir.
Örnek soru:
EERR genotipe sahip bir bitki ile eerr genotipine sahip olan bir bitkinin çaprazlanmasında F1 dölü beyaz renkli olmaktadır. Böylece F2' de oluşan fert oranları 3/16 beyaz, 3/16 siyah ve 3/16 kırmızı şeklinde olmaktadır. O halde bu söz konusu çaprazlamayı harflerle simgeleştirip tablo halinde gösteriniz.
Cevap:
R-Kırmızı çiçeklerde.
r-Beyaz.
E- R genin etkisini engelleyen gen (dolayısıyla çiçek beyaz olur.)
EERR x eerr
\ ⁄
F1: EeRr beyaz renkli olur.
F1 dölü de kendi içinde çaprazlandığında aşağıda gösterilen tablodaki gibi 9/16 beyaz, 3/16 beyaz ve 1/16 beyaz (13/16 beyaz), 3/16 kırmızı (Kırmızının oluşması için E genini olmadığından kırmızı renk etkisi gösterir.) oranlarda mucizevi karakteristik özellikler elde edilecektir.
F2: F1 x F1
F2: EeSs x EeSs
♂/♀ ER Er eR er
ER EERR EERr EeRR EeRr
Er EERr EErr EeRR Eerr
eR EeRR EeRr eeRR eeRr
er EeRr Eerr eeRr eerr
Yani F2= 13:3 oranı bulunur.
Örnek soru: Beyaz bir legorn tavuk, beyaz bir wyandotte horozla çapaklandırılması sonucunda F1 beyaz renkli olup F2 dölünde ise 13 beyaz renk oluşmaktadır. Bu durumu genotipik sembollerle gösterip tablo halinde formüle ediniz.
Cevap:
C-renk meydana getiren gen.
c-albino meydana getiren gen.
E-renk meydana getiren gen (C) engel gen
e-engellemeyen gen.
Mademki renkli fertler F2' de bulunmalıdır. O halde C geni ait olduğu genotipin birinde dişi veya erkekte de bulunmalıdır. Fakat burada bizatihi genotipin kendisi beyaz olduğuna göre onu engelleyen E genine ihtiyaç vardır. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda E geni C’nin yanında baskın halde (CCEE) bulunmakta olup beyaz olarak tanımlanacaktır. F2 dölünün sonucunda oluşacak olan resesif genotip fertler ise ccee formülü ile gösterilip beyaz rengi baskılamalarıyla birlikte renkli wyandotte olarak ortaya çıkacaklardır. Yani bu durumu aşağıdaki şekliyle çaprazladığımızda:
♀ CCEE(legor) x ccee (wyandotte)♂
\ ⁄
F1 dölü; CcEe (beyaz) olurken,
F1 dölünün kendi içinde çaprazlanmasıyla da aşağıdaki tabloda gösterildiği şekliyle F2 dölleri 13/16 beyaz (9/16 C-E- beyaz, 3/16 CCE-beyaz, 1/16 ccee-beyaz), 3/16 C-ee renkli oranlarda genotip bireyler ortaya çıkacaktır:
♂/♀ CE Ce cE ce
CE CCEE CCEe CcEE CcEe
Ce CCEe CCee CcEe Ccee
cE CcEE CcEe ccEE ccEe
ce CcEe Ccee ccEe ccee
Örnek soru:
Allium cepha (soğan) bitkisinde soğanın renkli olmasını dominant (C) belirlerken, renksizliği de resesif halde homozigot allel (c) geni belirlemekte. Böylece bu noktada (R) geni (C) geninin mevcudiyetinde soğan kırmız renk alırken, (r) geni ise sarı olmasına yol açar. İşte bu bilgilerden hareketle kırmızı ve sarı soğanların çaprazlamasında elde edilecek tohumlar ekildiklerinde meydana gelecek olan bitkilerden kırmızı, sarı ve renksiz özellikler meydana gelip bu özelliklerin hangi oranlarda teşekkül edeceğini tablo halde gösteriniz.
Cevap:
C-renkli.
c-sarı,
CR-kırmızı
Cr-sarı
♂ CcRr(kırmızı) x Ccrr (sarı) ♀
\ ⁄
C-R- C-rr ccrr
Kırmızı Sarı renksiz
Böylece F1 dölünde; CcRrx Ccrr →C- r =Cr
→c-r = cr
♂/♀ Cr cr
CR CCRr CcRr
Cr CCrr Ccrr
cR CcRr ccRr
cr Ccrr ccrr
Böylece tablodaki gibi; 3/8 kırmızı, 3/8 sarı, 2/8 beyaz renkli oranlar meydana gelir.
Poligenik genler:
Bu tip genleri yine harf sembollerle gösterecek olursak;
a-Etkisi kümülatif olmayan polimerik genler.
b-Etkisi kümülatif olan polimerik genler.
c-Epistat ve Hipostatik genler.
d-Multipl allel (çok allellik) şeklinde kategorize edilip aşağıdaki örnekte olduğu gibi şu şekilde çaprazlamaya tabii tutulurlar:
Örnek-
KKPP (Kırmızı boynuzsuz) x KkPp (Beyaz boynuzlu sinek)
\ ⁄
KkPp
F1=Demir kırı boynuzsuz olur.
Görüldüğü gibi bir gen çiftinin yarı dominant diğer gen çiftinin tam dominant olduğu dihibrid kalıtımda F2’dölünde ise normal dihibrid kalıtımdan farklı olarak fenotipik açılım orantısı aşağıdaki tabloda gösterildiği üzere de 3:6:1:2:3:1 oranlarda bireyler olarak kendini gösterecektir:
AB Ab aB ab
AB AABB AABb AaBb Aabb
Ab AABb AAbb AaBB Aabb
aB AaBB AaBb aaBB aaBb
ab AaBb Aabb aaBb aabb
Burada dihibrid kalıtımın 16 fertten 9’unda her iki gen dominant olup, 3’ünde genlerden birincisi dominant diğeri resesif homozigottur. Bir diğer 3’ünde genlerden ikincisi dominant birincisi resesif homozigot şeklindedir. Tabloya bakıldığında sadece 16 fertten birinde hepsi resesif homozigot olmaktadır. İşte tüm bu poligenik kalıtım örneklerinden öyle anlaşılıyor ki farklı allel çiftlerine ait iki veya daha fazla dominant genin aynı fenotip karakter üzerinde birbirine benzer şekilde etkilenip dizilmesine polimeri olarak addedilirken, bu tip genlere de polimerik genler olarak addedilirler. Nitekim Cruciferae familyasına ait olan Capsella bursa-pastoris (üçgen meyveli çobançantası) ve bir diğer oval meyve türleri bunun tipik örneklerini teşkil eder. Bu arada unutmayalım ki polimerik genler üzerinde bir tek genin etkisiyle birçok genin aynı etki üzerinde bulunmasına kümülatif olmayan polimeri olarak addedilirler.
Örnek soru: Üçgen şekilli meyveli bitkilerle oval şekilli bitkilerin çaprazlanmasıyla F1 üçgen şekilli olmaktadır. F2 dölü ise 1/16 oval ve 5/16 üçgen şeklinde sıralanır. O halde çaprazlamaları genetik formüllerle gösteriniz. (Not: Dominant genlerden biri veya ikisi homozigot veya üçgen şeklinde meyvelerin gelmesine sebep olur. Yani bir tek T genin etkisi ne ise 4 T geni de aynıdır.)
Cevap:
T1T1T2T2 (Capsella bursa pastoris) x t1t1t2t2 (Capsella haegeri)
\ ⁄
F1 dölünde; T1t1T2t2 (üçgen) olur.
F1 dölünün de kendi içinde çaprazlanmasıyla da;
F2 dölü: F1 x F1 olup;
♂/♀ T1T2 T1t2 t2T2 t1t2
T1T2 T1T1T2T2 T1T1 T2t2 T1t2T2T2 T1t1T2t2
T1t2 T1T1T2t2 T1T1 t2t2 T1t2T2t2 T1t1t2t2
t2T2 T1t2T2T2 T1t2T2t2 t2t2 T2T2 t2 t1T2 t2
t1t2 T1t1T2t2 T1t1t2t2 t1t2T1t2 t1t1 t2t2
Böylece tabloda görüldüğü üzere F2 dölü: 15/16 üçgen, 1/16 oval şekil oranlarda genotipler ortaya çıkar.
Örnek soru:
Her iki gen çifti de homozigot olan kırmızı çiçekli bir bitki ile beyaz çiçekli bir bitki çaprazladığımızda F1 kırmızı olmaktadır. F2 ise 15/16 kırmızı, 1/16 beyaz olur. O halde söz konusu çaprazlamayı formüllerle gösteriniz.
Cevap:
K1k1K2K2 (Capsella bursa pastoris) x k1k1k2k2 (Capsella haegeri)
\ ⁄
F1 dölü: K1k1K2k2 (üçgen) olur.
F1 dölünün kendi içinde çaprazlanmasıyla da;
F2 dölü: F1 x F1 olup;
Böylece; F2= 15/16 kırmızı, 1/16 beyaz k1k1 k2k2 meydana gelir.
Etkisi kümülatif olan polimerik genler
Aynı özellikler üzerine birbirine katılacak şekilde etki yapan çok sayıda bağımsız gen çiftine kumulatif polimeri denmektedir. Yani dominant genlerin etkisi birbirine eklenmektedir. Nitekim insanlarda ki cilt rengi ile meyve büyüklüğü bunun tipik örneklerini teşkil eder.
Örnek soru:
Tamamen kırmızı tane veren bir buğday bitkisi ile beyaz taneli buğday bitkisini çaprazlandırırsak F1 orta pembeli buğday bitkisini verecektir. F2= 1/64 kırmızı, 1/64 beyaz olup, yani 62/64 oranında değişik kombinezon meydana getirecektir. O halde bu durumu genetik formüllerle izah ediniz. (Not- Buğdayda kırmızı rengi üç çeşit (ABC) genleri, beyaz rengi ise üç çeşit (abc) genleri meydana getirir. Buna göre homozigot kırmızı taneli buğday bitkisi AABBCC genotipin de olup, buna göre homozigot beyaz buğday taneli bitkisi aabbcc genotipindedir.)
Cevap:
AABBCC x aabbcc
\ ⁄
F1= AaBbCc
F1 dölünün çaprazlanmasında;
F2= F1 x F1
Böylece;
1/64 AABBCC kırmızı
1/64 aabbcc beyaz
6/64 AABBCc koyu pembe
15/64 AABBcc açık pembe
20/64 AABbcc pembe
6/64 Aabbcc çok açık pembe tarzında oranlamalar meydana gelir.
Görüldüğü üzere kırmızı renk geni bir bitkide ne kadar çok sayıda toplanmış ise bitkinin taneleri o kadar koyu, ne kadar az sayıda ise o kadar açık olmaktadır. Derken renk gruplarının orantı sayısı 1:6:15:20:15:6:1 olarak belirlenir.
Örnek soru:
Biri beyaz, diğeri zenci olan iki ferdin evlenmesinde F1 dölü ana baba arasında ortak bir renk (melez) meydana gelmektedir. O halde F2 dölünde yer alan çocukların ten renklerinin oranı nedir? (Not: İnsanlarda cilt rengi kumulatif iki gen çiftine dayanır (Buğdayda üç gen çiftine). Homozigot dominant halde bulunmaları en koyu rengi (zenci), homozigot resesif halde en açık rengi (beyaz) verir).
Cevap:
♀aann(beyaz) x AANN(zenci) ♂
\ ⁄
F1= AaNn(Esmer) olur.
F1 dölünün çaprazlanmasında;
F2= F1 x F1
1/16 AANN zenci
4/16 AANn koyu esmer
6/16 AaNn esmer
4/16 Aann açık esmer
1/16 aann beyaz şeklinde tezahür eder.
Etkisi kümülatif (katlanmış) olmayan polimerik genler
Bazı bitkilerde kırmızı çiçek rengi alleli olmayan dominant genler tarafından meydana getirilir. Bu genler K1 ve K2 şeklinde gösterilir. Bu genler isterse 4 tane dominant olsun her daim renk kırmızı olacaktır. Rengin beyaz olması ancak genlerin homozigot resesif olmasına bağlı gerçekleşir.
Dominant genlerin etkisi birbirine eklenmemektedir. Dolayısıyla 4, 2, 3 ve 1 genin dizilimiyle birlikte kırmızı renk derecesi değişmemektedir. Nitekim her iki gen çifti de homozigot olan kırmızı çiçekli bir bitki ile beyaz çiçekli bir bitkiyi çaprazladığımızda;
(kırmızı) K1 K1 K2 K2 X k1 k1 k2 k2 (beyaz)
\ ⁄
F1= K1 k1 K2 k2 olur.
F1 x F1 çaprazlamasında ise normal dihibrid kalıtımda olduğu gibi:
“K1 - K1= 9├ kırmızı
K1 – K2 k2 = 3├ kırmızı
k1 k1 K2 - = 3├ kırmızı
k1 k1 k2 k2 = 1├beyaz” şeklinde tezahür edecektir. O halde bu durumda etkisi kumulatif olmayan polimerik genler kalıtımda fenotipik oranı 15: 1 olarak ortaya çıkar.
Etkisi kümülatif(birikmiş) olan polimerik genler(Kantitatif kalıtım–multipli faktörler)
Aynı özellik üzerine aynı yönde birbirine katılacak şekilde etki yapan çok sayıda bağımsız gen çiftine etkisi kümülatif olan polimerik gen denmektedir. Örnek: insanlardaki boy, vücut iriliği, zekâ seviyesi, deri rengi bu kabildendir. Hatta bitkilerdeki meyve büyüklüğü, hayvanlarda ki süt verimi, yumurta verimi gibi özelliklerde böyledir.
Epistatik ve hipostatik genler:
Aynı özellik üzerine farklı şekilde etki eden aleli olmayan dominant genlerden birinin kendi etkisinin fenotipte göstermesine veya diğerinin etkisini örtmesine epistase, etkisi görülen gene epistat gen, etkisi örtülen gene ise hipostat gen denir.
Örnek: Yulaf bitkilerde gri ve siyan tohumlar vardır. Çaprazladığımızda;
S=Siyah(epistat)
G=Gri(hipostat)
SSgg(Siyah) x ssGG
\ ⁄
F1: SsGg (Siyah)
F1 x F1 çaprazlaması sonucunda ise;
S-G-:9 (siyah)
S-gg: 3 (siyah)
ssG-: 3 (gri)
ssgg: 1 (beyaz) şeklinde sahne alıp, buradaki fenotipik açılım orantısı 12:3:1 şeklinde tezahür eder.
Pleiotropik gen
Bilindiği üzere tek bir genin birden fazla fenotipik özelliği etkileyen genin adıdır pleiotripik gen. Öyle ki insanın kol ve bacaklarının anormal bir halde uzamasında ve göz merceğinin anormal şekilde yer değiştirip sağa sola kaymasında olduğu gibide fenotipik bir etkiye sahiptir. Hatta pleiotropik gen latel etkiye de sahiptir dersek yeridir. Hele ki A grubu bireylerin mide kansere daha çok yatkın oldukları, 0 grubu bireylerinde daha çok bağırsak kanserine yatkın olduklarını düşündüğümüzde pleiotropi genin latel etkisinin de olabileceğini düşünmemiz kaçınılmazdır. Hem kaldı ki pleiotropinin etkilerini bir başka örneklerine baktığımızda aşağıdaki iği örneklerde olduğu gibi bir takım etkilerle karşılaşmamız an meselesidir diyebiliriz:
Örnek I: Farelerdeki sarı renk geni hem sarı rengin teşekkülüne meydan vermez, hem de yaşama kabiliyetlerini kontrol etmez. Hatta embriyo haldeyken öldürücü etki yapmaktadır.
Örnek II: Aquilegia vulgaris bitkisine sirayet eden hasar verici bir gen yapraklarda antokyan pigment teşekkülüne, çiçeklerde kırmızılık, gövdenin yüksek olmasına, testanın berrak, endospermin koyu ve tohum da ağırlığının artmasına neden olmaktadır.
Örnek III: İnsanda kolların, bacakların ve parmakların uzun olmasına sebep olan dominant bir gen aynı zamanda göz kısmın merceğinde anormallik meydana getirmektedir. Dolayısıyla göz merceği yerinde olmayıp yer değiştirmesi söz konusudur. Bu duruma Tıp dilinde Ectopia lentis denmektedir.
Örnek IV: Kan grubu genleri de pleiotrop etkiye sahiptir. Mesela A grubu fertler mide kanserine, 0 grubu ise deudenum kanserine yatkındırlar.
Örnek V: Domuzda bir resesif gen homozigot halde hem kulakların yarım hem de arka ayaklarda anormalliğe sebebiyet vermektedir.
Çok sayıda alleller (Multiple allel veya katallellik)
Her genin normalde tek bir alleli vardır. Fakat multiple genler birden fazla allele sahip olabiliyor. Mesela A geninin a1, a2, a3....an şeklinde olduğu bir dizi çoklu allel seriliği ortaya koyması bunun tipik örneğini teşkil eder.
Allel genler
Homolog kromozomların karşılıklı ve aynı lokuslarında yer alan aynı karakteristik yapı üzerinde farklı şekilde hareket eden genlerdir. Örneğin bezelye tohumu homozigot sarı olabileceği gibi heterozigot sarı veya homozigot yeşil tohum rengi veren genetik özelliklere de sahip olabiliyor. Hatta alel genler mutasyona uğradıklarında çok sayıda Aa, A, a, A1, a1a2, a2a3.....a5a6 olduğu gibi alternatif allel oluşumlarını tetikleyebiliyor. Bilindiği üzere bütün multiple aleller her bir oğul döller (yavrular) için karakteristik bakımdan bir çift allel içerip böylece F2 dölü etkisini 3:1 oranında kendin göstermiş olur.
Multiple allel genler
İnsanlarda göz rengi, cilt rengi, saçın rengi, düz veya kıvrık durumlarında olduğu gibi yine aynı karakteri oluşturan ikiden daha fazla kan grubu çeşitlemesi durumu multiple allel genler olarak karşılık bulur. Nitekim kan gurubu faktörlerinin çeşitlenmesinde Karl Landsteiner 1901 yılında ABO kan grubu sistemini keşfeden ilk isimdir. Derken Rh pozitif (+) ve rh negatif (-) faktörleri de buna dâhil edildiğinde M, N ve MN grub faktörleriyle birlikte ortada tam manasıyla topyekûn bir multiple alellik gerçeği ile yüzleşmiş olunur. Madem ortada kan grubunu belirleyici ortada pek çok alellik arz eden grup faktörlük bir durum söz konusu, o halde kan grubu tayinine esas teşkil eden ana özelliklere bir göz atmakta fayda vardır elbet:
- Kan grubu ana unsurlarını A, B, 0, AB oluşturur,
- Kan grubu Rh föktörünü Rh+ ve rh- oluşturur,
- İnsanlarda alt grup diyebileceğimiz M, N, MN kan grubu unsurların varlığı da söz konusudur,
- A grubunun alyuvarlarında A kan grubu özelliği veren A aglutinojen (A antijeni) mevcut olup serumunda ise B-aglütinin (β-antikoru) vardır.
- B grubunun alyuvarlarında B-aglutinojeni (B-antijen) var olup, serumunda ise A aglütinini (α-antikoru) bulunur.
-AB grubunun alyuvarlarında hem A hem de B aglutinojeni (A, B antijeni) mevcut olup, serumunda ise aglütinin (antikor) yoktur.
-0 grubunun alyuvarlarında antijen yoktur, ama serumunda α ve β aglütininleri (antikorlar) vardır. Nitekim bu özelliğinden dolayıdır ki 0 grubu herkese kan verebiliyor. Fakat 0 grubu olanlar ancak kendisi gibi 0 olan kimseden kan alabilmekte.
- A grubu olan A ve AB grubu kimselere kan verip sadece 0 olanlardan kan alabilir.
- B gurubu B ve AB olanlara kan verip 0 ve B kan gruplarından kan alabilir.
- AB grubu AB olanlara verip A, B, AB ve 0 tüm grup faktörlerinden kan alabilirler. Yine de her şeye rağmen en iyi kan transferi aynı kan grupları arasında yapılacak olan kan aktarımıdır.
Bu arada kan grubu özelliklerini tablo halinde şu şekilde gösterebiliriz de:
Kan Grupları A B AB 0
Aglutinojen(antijen) alyuvarlarda A B A, B -
Aglütinin (antikor) serumda β α - α -β
Şekil-1 Kan gruplarında antijen antikor ilişkilerini gösteren tablo.
AB
↕
AB
⁄ \
A↔A B↔B
↑
\ ⁄
0
Şekil-2 Kim kime kan verir ya da kim kimden kan alabilirliğini gösteren çizgi tablosu.
Örnek soru:
Bir çocuğun annesinin babası A kan grubundan, diğer bütün ebeveynleri ise 0 kan grubundadır. Bu durumda çocuğun grubu ne olabilir?
Cevap:
Önce kan gurubu durumlarını:
“ii-0 gurubu (çekinik gen),
IA -A kan grubu Baskın gen)” şeklinde harflerle simgeleştirip aşağıdaki şekliyle çaprazladığımızda:
(diğer ebeveynler) ii ┬ ii ♂ ii ┬ IAIA, IAi (annesinin babası)
♂ _______ IA i ♀
ii │ ii
0 ii
IAi (A kan grubu) meydana gelir.
a-)Annenin kan grubunu bulmak için de, hem annesinin ve hem babasının kan gruplarını çaprazladığımızda aşağıdaki tabloda gösterilen sonuç ortaya çıkar:
IAIA veya IA i x ii
♀♀/♂♂ i
IA IA i
i ii
b-)Babanın hem annesi hem de babası sıfır olduğunda ise ortaya çıkacak olan kan gurubu sıfır (ii) olur. Bu arada babanın kan gruplarını çaprazladığımızda ise aşağıdaki tabloda gösterilen sonuç ortaya çıkar:
IA i
i IA i ii
Yani sonuç: IA i, ii olur.
Velhasıl-ı kelam, yukarıda örneklerden de anlaşıldığı üzere genlerin karşılıklı mucizevi etkileşimleri demek “ O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu O’nun ayetlerindendir. Hakikat bunlarda âlimler için elbette ki ibretler vardır” (Rûm Suresi, 22) ayeti kerimenin mana ve ruhuna uygun çeşitliliğin ta kendisi bir renklilik zenginliğidir bu.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazilari/genler_arasinda_mucizevi_etkilesimler-6317.html