BOŞALTIM SİSTEMİ

BOŞALTIM SİSTEMİ

ALPEREN GÜRBÜZER

İnsanoğlu vücudunda muazzam bir şekilde işleyen boşaltım sistemine dikkat kesilmiş olsa gerek ki, bu sistemden esinlenip kirli artık maddeleri tahliye etme mekanizmaları geliştirmişler. Belli ki boşaltım sistemi ilahi kudret tarafından en ayrıntılı bir matematik programla tasarlanıp vücudumuza kodlanmış. Bunlara gerek fabrikalarda işlenen ham maddelerden arta kalan kirli artıkları ve gerekse milyonlarca insanların yedikleri içtikleri gıdaların vücuda faydalı olanlarından arta kalan maddeleri de ilave edebiliriz. Şayet kirli artık maddelerin tahliyesi için kanalizasyon sistemi keşfedilmiş olunmasaydı, çevremiz pis kokulardan geçilmeyip, belki de insanlık toplu ölümlere kurban giderek kendi sonunu hazırlayacaktı.
Boşaltım sistemi;
—Böbrekler,
—İdrar boruları,
—İdrar torbası diye üç ana başlıkta tasnif edilir.
Bilindiği üzere yediğimiz gıdalar mide ve bağırsakta parçalayıcı denilen özel enzimlerle ayrıştırılarak yapı taşlarına dönüştürülmesi sonucunda bir süre bekletilirler. Daha sonra vücudumuz için hazır hale getirilen maddelerden gerekli olanlar ince bağırsak tarafından emildikten sonra kan ve lenfaya aktırılır. İnce bağırsak mukozasından geçemeyip arta kalan işe yaramaz posa türü artık maddeler ise vücudun başka bir yeriyle temas etmeksizin derhal kalın bağırsak ve anüs yoluyla dışarı atılırlar. Derken burada boşaltımın bir kısmı gerçekleşmiş olur. Boşaltımın diğer bir kısmı da kandaki besin artıkları ile vücuda zararlı maddeleri süzen böbrekler, idrar kanalı ve idrar kesesi denilen organ topluluğun oluşturduğu üçlü sistem yoluyla gerçekleşir. İşte bu üçlü kombinezon sayesinde tahliye işlemleri
gerçekleştiği gibi işe yaramaz artık maddelerin vücuda yapacağı zararların önüne çok önceden geçilmiş olunur. Şayet vücudumuzda biriken zehirli maddeler atılmasaydı şüphesiz kendi kendimize zehirlenecektik.
Böbrekler üreter, mesane ve üretra ile birlikte boşaltım sisteminin en önemli üçlü unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu üçlü sistemin hiç kuşkusuz en önemli elemanı sayılan böbreklerin başlıca görevi:
— Kandaki metabolizmik artıkları temizlemek,
—Vücut sıvısında yer alan birçok maddenin konsantrasyonunu düzenlemektir.
Belin arka kısmına isabet eden noktada her biri 150 gr ağırlığında fasulye şeklinde omurganın her iki yanına yerleştirilmiş ve aynı zamanda yumruk büyüklüğünde olan böbreklerimiz belli ki süs olsun diye konuşlandırılmamış. Anlaşılan bir misyon yüklenmişler ve onun gereğini yapıyorlar. Zaten bu organımızın gelişme safhalarını incelediğimizde böbreğin önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır. Şöyle ki; böbreğin gelişimi intrauter devre itibariyle üç kategoride incelenip, söz konusu gelişim safhaları:
—Pronefroz,
—Mezonefroz,
—Metanefroz diye isimlendirilir.
Pronefroz
Pronefroz ilk böbrek olup, embriyonal hayatın üçüncü halkasında gelişmeye başlar. Sayıları 7 çift kadardır. Hatta erken evrede ilkel bir glomerür görülmekte birlikte pronefroz kanalların kloakta sonlandığı gözlemlenmiştir. Ancak haftada bir bu tüpler bozulmaya uğradıklarından pronefroz kanalı körelmiş halde gözükmektedir. Dolayısıyla pronefrozun bu körelmiş ergin haline ‘Wolf kanalı’ adı verilmektedir.
Mezonefroz
Pronefroz safhası tamamlandığında mezonefroz oluşmaya başlar. İşte bu ilk safhanın mezonefrozda oluşan erkek üreme bezlerin geliştiği dokuya ‘Wolf cismi’ denmektedir. Embriyonal hayatın 4. ayına gelindiğinde mezonefron tüplerde yavaş yavaş rejenerasyon başlamasının akabinde erkeklerde testisin duktus efferent (kanallar sistemi) kısmında epididimis(sperm kesesi dışı boşaltım yolu) ve paradidimis (ilkin böbreğin böbrek kısmı) oluşmaktadır. Hatta bu arada mezonefroz kanalının kloak (dışkılık)’a yakın olan kısmında üreter (üst idrar kanalı) tomurcuğu belirgin hale gelmektedir.
Metanefroz
Mezonefroz safhası kaybolduğunda bu seferde metanefroz sahne almaya başlar. Yani metanefroz iki yerden orjin alır ki bunlar:
—Üreter tomurcuğu,
—Embriyonal doku olarak isimlendirilir. Hatta bu iki kısım embriyonal hayatın 8 ve 9.ncu halkasında ikinci bel omuru seviyesinde yer alan üst arterlerden kan alırlar. Fakat bu ilk haftalar olduğundan yine de birtakım bozulmalar olabiliyor. Dolayısıyla insanda gerçek manasıyla embriyolojik hayatın en olgunlaşmış evresi fetal böbrek ve fetal masküler sistem teşekkül ettikten sonra ki fonksiyon kazanmış şeklidir. İşte gelinen bu aşama itibariyle embriyolojik hayatın ikinci yarısından sonra fonksiyon kazanan fetüs, idrarını amnion kesesine ve oradan da allanto’ya aktarır. Böylece fetal metabolizma artıkları plesanta yoluyla anne karnına geçip, oradan da annenin idrarına karışarak harice çıkarılırlar.
Böbreğin medial kenarında büyük damar ve sinirlerin, akciğerlerde solunum yollarının giriş kapısı diye addedilen hilus denen bir çöküntü vardır. Nitekim üreter hilustan çıkarak aşağıya doğru inip mesanede sonlanmaktadır. Ayrıca böbrekler ince zengin kollojen lifli yapıya sahip olmanın avantajıyla üzerleri sağlam bir kapsülle örtüldüklerinden dolayı, kolay kolay karın boşluğu enfeksiyonlarından etkilenmezler. Zaten böbreğin bez kısmı geniş bir sahayı kuşatmaktadır. Bu yüzden bu bölgeye sinus renalis (böbrek sinirleri) adı verilmektedir. Sinus renalis aynı zamanda hilus’un daha içerisinde kalıp, kaliks major (büyük çanak) denen uzantılarla ilgili taşlaşma olayının gerçekleştiği bölgedir. Burada taş derken, ister istemez taş ocaklarını hatırlarız o an. Zira taş ocakları sayesinde bugünkü tarihi dokular, tarihi binalar ve tarihi kaleler ortaya çıkmıştır. Ancak bahse konu olan bu taşlar böbrek için geçerli değil. Çünkü böbreğin bu kısmında oluşan böbrek taşları böbrek sancılarına sebep olmakta ve ta ki taş düşene kadar bu sancı devam eder de. Görüyorsunuz yumruk kadar büyüklükte tanımladığımız böbreğin fiziki yapısı burada bitmiyor. Neden derseniz, gayet basit. Şöyle ki; böbrekten uzunlamasına bir kesit alındığında dışta koyu kırmızı veya kahve renkli alan korteksi, iç kısımda yer alan açık alanın medullayı içerdiğini görürüz. Bu arada medulla üzerinde yer alan 8–10 civarında şeritsi yapıların ise RNA piramidi olduğunu fark ederiz. Burada piramit demişken dikkatlerinizi başka yere çekmek istiyorum. Hani şu meşhur Mısır piramitleri var ya. İşte her ne hikmetse meraklıları büyük bir hayranlıkla bu söz konusu piramitlerine odaklanır hep. Oysa bu piramitlerden daha harika bir yapı iç dünyamızda mevcut zaten. O halde biraz iç dünyamıza bakalım neler varmış diye merak salıp iç piramitlere göz atsak fenamı olur. Bakın böbreklerde konuşlanmış her piramidin yan taraflarında renal lob olarak belirtilen kolonlar yer aldığı gibi her piramidin yapısında papillaya doğru yönelik ışınsal ve kahverengi çizgilerde vardır. Tabii ki bu çizgiler idrar tüplerinin kıvrımsız parçaları ve kan damarlarından başkası değildir. Dahası her papillanın tepesinde uçları kalikse açılan 20–25 kadar küçük delikler bulunur. Bu delikler mevcut silli demetlerin bulunduğu çubukçuklar (kanallar) olması hasebiyle rahatlıkla idrar kalikse gönderilebiliyor. Çubukçukların bir kısmı ise idrar yapımı ve süzme ile ilgili birimdir ki, bunlar Tıp dilinde nefron olarak bilinmektedir.
NEFRON
Böbrek günde 150 litre bir kanı iki saatte ustalıkla süzebilecek şekilde donatılmış bir cihazımız. Yukarıda belirttiğimiz üzere bir böbreğin içyapısını incelediğimizde dışta bir zar, onun hemen altında kabuk kısım, kabuğun altında kabuğa dik olarak yan yana uzanmış halde adeta bir yumak ipliğini andıran ve incecik boruları bağrında taşıyan nefron kanalları vardır. Hatta her bir böbrekte takriben 1–3 milyon kadar nefron bulunup, bu nefronlar adeta bir metropol kenti baştan sona kadar ağ gibi saran kanalizasyon kanallarını donatacak işlevi üstlenirler. Böylece kıvrık kuyruklu ve koca kafalı solucanı andırır yapıda ki nefron, böbreğin en gözde ünitesi olmayı hak kazanmıştır. Bu ünite bununla da kalmaz kendine özgü donanımı ile birlikte havuzcuğa açılarak süzme işlemi de gerçekleştirir. Ayrıca böbreğin kabuk kısmında yer yer kümelenerek kılcallaşan atar ve toplardamarlardan oluşan iki damar daha var ki; bunlar da böbrek dolaşımını gerçekleştirirler. Hatta bu dolaşım Glomerulus kan dolaşımı ve Junctionmedüller kan dolaşımı diye iki alt başlıkta incelenir. Şöyle ki:
Glomerulus kan dolaşımı
Şurası bir gerçek; kılcal damarlar nefronları çepeçevre kuşatarak dağılmışlardır. Dolayısıyla bu dolaşım kılcal sistemde cereyan edecektir. Hatta bu sistem sayesinde doku arası sıvılarla birlikte fazla su ve suda erimiş maddelerin tubulerden kılcal damarlara kolayca girilmesi sağlanır. Yani vücuttaki suyun dağılımı veya dolaşımı filtrasyon, osmoz ve diffuzyon metoduyla gerçekleşir.
Böbreğe gelen kanın % 85’i yüzeysel nefronlardan geçerek böbreğin etrafında peritübüller kılcal damarları oluştururlar. Bu bakımdan glomerur kılcal damar dolaşımı büyük miktarda peritübüller kılcal damar şeklinde gerçekleşmektedir. Zira kılcal damarlarda taşıma işlemi permeaz sistemiyle yol alır. Hatta bu sistemin 30–40 çeşidi olduğundan bahsedilip hücrelerde oksidatif metabolizmayla ortaya çıkan enerjinin bir bölümü bu tür işler için kullanıldığı gözlemlenmiştir. Demek ki ihtiyaç olan maddeler bu enerji sayesinde ulaşılması gereken yerlere taşınarak adeta özel servis yapılmaktadır.
Junction meduller kan dolaşımı
Böbrek korteksin 1/3’i iç nefronlar, 2/3’si ise dış nefronlardan meydana gelmiştir. İç
nefronlara Junctamedullar glomerur adı verilip, bünyesinde gerçekleşen dolaşıma ise Junctionmedüller kan dolaşımı denmektedir. Hatta total böbreğin % 15’lik bir bölümünü bu dolaşım oluşturmaktadır. Nefronlardan geriye kalan % 85’in bulunduğu korteks sahası dolaşımın dışında kaldığından dolayı bu kısımdan kan geçememektedir. Bu durumda ister istemez Junction meduller glomerül sistem devreye girip kanın geçmesi için kısa devre diyebileceğimiz işlemi yapmak zorunda kalır. Şurası bir gerçek akut böbrek yetmezliğinde bu sistem (Junction meduller ) degrede olduğu zaman masküler damarın idrarı yukarı doğru tam olarak süzemediği gözlemlenmiştir.
İdrar süzüm işlemleri
Nefron başlangıçta ince duvarlı huninin geniş kısmı gibi olup bu ince duvarlara Bowman kapsülü denmektedir. Daha sonra söz konusu kapsül kıvrımlı tüp sistemi şekline dönüşür. Belli ki bu kapsül içerisine usta bir el tarafından glomerulus adı verilen ince ve narin kapilli yumaklar yerleştirilmiş. İşte bu yerleştirilmiş kapiller yumak ve onu çevreleyen huninin kapsülü diyebileceğimiz yarım ay şeklinde küremsi yapı ile birlikte Malpighi cisimciğini meydana getirirler. Bu cismin sıradan bir cisim olmadığı vasküler ve idrar kutbu diye çift kutuplu olmasından anlaşılmaktadır. Nitekim vasküler kutup; afferen damarların girip çıktığı kutup olarak, idrar kutbu ise bağırsak çeperinden kana geçen suyun miktarını tespit edebilen bir uç alan olarak bilinmektedir. İşte idrar kutbun yerli yerinde tespitleri sayesinde suyun az bulunduğu durumlar da hücrelerin kurumasının önüne geçilmekte, suyun fazla alındığı durumlarda ise hücrelerin turgorlaşmasıyla birlikte şişip boğulmalarının önü alınmış olunmaktadır. Zira su fazlalığı ister istemez idrar olarak dışarıya atılmasını gerektirecektir. Yani bu iş başlangıçta nefronun renal malpighi cisimciği ile başlayan ve aynı zamanda kollektür tüplerinin başlangıcına kadar devam eden idrar tübülleri denilen bir sistem içerisinde gerçekleşmektedir. Anlaşılan o ki bu sistem mevcut sıvının % 99’unu süzerek idrar üretmekte, daha sonra üretilen idrar dışarıya atılmak üzere böbrek parankiması üzerinden idrar boşaltım yoluna aktarılması sağlanmaktadır. Böylece boşaltım yolları düz kaslardan yapılmış olduğundan veya kasılıp büzülme refleksleri sayesinde boşaltım işlemleri rahatlıkla gerçekleşebilmektedir. Özetle nefronu takip eden süzme işlemleri ile ilgili kısımları 6 ana başlıkta toparlayabiliriz. Bunlar:
—Malpighi cisimciği (Böbrek yumacığı).
—Tubulus contortus (proksimalis- yumak biçiminde)
—Tubulus proksimalis rekti.
—Henle kulpu.
—Tubulus distal rekti.
—Tübül distal contortusdur (yumak üst tüpleri).
Bu arada idrar oluştuğunda böbrekte şu işlemler gerçekleşir. Bunlar sırasıyla:
— Filtrasyon
—Reabsorbsiyon (geri emilim)
— Eksraksiyon ve sekrasyon (salgılama) işlemleridir. Görüyorsunuz idrar deyip geçmemeli, birçok süzme aşamalarından geçtikten sonra ancak vücuttan tahliyesi söz konusu olabilmektedir. İzleyelim görelim, bakalım neymiş bu safhalar. Şöyle ki bu safhalar; filtrasyon, reabsorbsiyon, eksraksiyon ve sekrasyon şeklinde gerçekleşir.
Filtrasyon
Filtrasyonu kan plazmasının böbreklerin glomerulus (kılcal damar yumağı) süzme membranından kalbin doğurduğu hidrostatik basınç farkı sayesinde gerçekleştirdiği süzülme işlemi olarak tarif edebiliriz. Vücutta ki bu akıştan çoğu kez hidrostatik basınç sorumludur. Membran zarının iki tarafı arasındaki hidrostatik basınç farkının böbreklerde ultrafiltrasyonda önemli etken olduğu muhakkak. Nitekim süzülme işlemi sırasında şekilli eleman olmayan proteinsiz ve lipoitsiz bir ince filtrasyon husule gelerek geçiş sağlanır. Şayet idrarı süzen filtreler hidrostatik basınçla düzenli çalışamazsa kanda ki üre miktarının çoğalmasıyla birlikte üremi hastalığı meydana gelecektir. Zira üremi ileri ki safhalarda öldürücü olabilecek bir hastalıktır.
Reabsorbsiyon(geri emilim)
Reabsorbsiyon tubulus kanalında ki sıvıdan bir maddenin peritubular sıvıya geçmesi olarak tarif edilir.
Ekstraksiyon ve sekresyon
Ekstraksiyon ve sekresyon olayı kan ve peritubular sıvıdaki bir maddenin tubulus boşluklarına nakli işlemidir. Bu işlemlerin bir kısmı zarsız ortamda birbirlerine kavuşup karışması diye tarif edilen basit diffuzyonla gerçekleşmektedir. Böylece konsantrasyonu yüksek olandan düşük olana doğru hareket edilmesi sonucunda denge sağlanır. Bu noktada ister istemez diffuzyonla geçemeyenlerin hali nice olur sorusu akla gelecektir. Bu durumda cevaben deriz ki; basit diffuzyonun tersi aktif taşınma diye bilinen düşük yoğunluktan yüksek yoğunluğa geçiş olayları diyebileceğimiz çözüm yolu devreye girecektir. Bu geçiş için özellikle hücre metabolizması işlemleri sonucu doğan enerji kullanılmaktadır. Anlaşılan şu ki dokuların tümüne yarayacak olan 1000 ml’den fazla kan böbrekten geçmek zorundadır. İşte böyle mükemmel bir sistem sayesinde normal vücut metabolizmasına sahip bir insan için kanın bütün plazması tazelenmek üzere 27 dakikada bir glomerüler filtrasyon miktarı ayarlanıp böbreklerden süzülme işlemi tamamlanmış olur. Nitekim iki böbreğin 1 dakika içinde süzdüğü kan miktarı 1 litreyi bulmakta. Bunun anlamı vücutta ki kanın tamamının yaklaşık her 5 dakikada bir süzülmesi demektir. Tabii bu iş sıradan bir süzülme işlemi olarak kalmayıp bu arada böbreğe akıp gelen kan içerisinde var olan tuz, üre, ürik asit vs. türü maddeler nefron boruların üst kısımlarında kesecikler üzerinde kümelenen kılcal damarlar vasıtasıyla süzülüp havuzcukta idrar halinde toplanırlar. Derken idrar kanalları vasıtasıyla idrar kesesine geçen sıvının birikmesiyle birlikte idrarı dışarı atma ihtiyacı duyarız. Böylece bu uyarıya binaen böbrekten süzülüp gelen idrarı vücudumuzdan dışarı atarak rahatlarız. Şayet ½ litre idrarı rahatça depolayabilen idrar torbası (mesane) olmasaydı ara vermeksizin süzülen idrarın yine devamlı suretle vücuttan dışarı atılması gerekecekti ki, böyle yaşamak elbette ki işkence olacaktı.
Baştan itibaren anlatmaya çalıştığımız yaklaşık 1 milyon kadarcık minicik süzgeçler, belli ki ilahi bir güç tarafından yerleştirilmiş. Demek ki, kanın süzülüp temizlenmesi faaliyeti sıradan bir iş değilmiş meğer. Hatta doğrusunu söylemek gerekirse böbreği en çok uğraştıran et, yumurta gibi hayvansal gıdalara ait proteinlerin sindirilmesi sonucunda ortaya çıkan artıklar olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kandaki hücre elementleri, lipitler ve molekül ağırlığı büyük proteinler, değim yerindeyse kalbur elekli zarlar tarafından kontrole tabii tutularak glomeral filtrasyondan geçilmesine izin verilmemektedir. Şayet bu artıklar gerektiği kadar kontrol edilemeyip geçmelerine izin verilseydi, üre kana karışıp üre zehirlenmesi dediğimiz üremi hastalığı meydana gelecekti. Hakeza kandaki ürenin normalden az bulunması da bir başka felaket sayılacağından bu durumda ister istemez karaciğer hastalığı nüksedecekti. Anlaşılan o ki filtrasyon maddelerin filtrasyonla glomerülere geçmesinin sebebi, atılması lazım gelen ürik asit, NPN (BUN-azotlu madde), fenoller ve krezollerin boşaltılmasını sağlamak içindir. Zaten her şeyin fazlası zarardır, bu yüzden en iyi çözüm diyebileceğimiz mesaneden fazla ürenin boşaltılması esas alınmıştır. Nitekim çok tatlı yediğimizde vücudumuz bir yandan kan şekerinin artmasına paralel olarak arta kalan fazlalık böbrek vasıtasıyla üre halinde boşaltırken, diğer yandan da aşırı tuzlu yemeğe bağlı olarak kana geçen tuzun fazlasını aynı yöntemle tahliye ederek denge ayarı gerçekleşmiş olmaktadır. Böylece bu olayla birlikte hem hipergliseminin önüne geçilmeye çalışılmakta hem de tansiyonun yükselmemesi için seferber olunmaktadır.
Böbrekte ekstra edilen (boşaltılan) diğer maddeler ise K (Potasyum); Amino asitler, Ca, NH3, Mg, Sitrik asit, Üre, Oksaloasit, Laktik asit, Pürinler, 1–2 lökosit, ürik asit, bazı boya maddeleridir. Anlaşılan böbrekte böylesine intizam içinde donatılmış düzenek olmasaydı insan her an hayati tehlikelerle karşılaşabilirdi.
Angiotensin ve oluşumu
Böbreklerden kan geçişi sırasında kanın boşalttığı maddelerin bir uyum içerisinde yürümesi Renin (lap) enzimi önderliğinde gerçekleşmektedir. Bu enzim öyle ki kanın süzülmesini sağlayacak şekilde böbrek içi kanalların daralması veya genişlemesini sağlamakta. Şöyle ki, özel bir grup hücre tarafından salgılanan Renin enzimi anjiyotensinojen (AGT) molekülünü parçalaması sonucunda yapısını değiştirip aminoasitli Anjiyotensinojen-I maddesini yapmakta. Derken bu madde birkaç saniye içerisinde akciğerden Anjiyotensinojen-II’ye dönüşmekte. İyi ki de dönüşüyor. Çünkü kanın süzülmesinde asıl etken faktör Anjiyotensinojen-II’dir. Fakat bu madde kanda uzun müddet kaldığında su kaybına sebep olup ölüme bile yol açabiliyor. Onun için miktarı az, kanda bulunma süresi çok kısa olan bu madde 5 dakika içinde parçalanmazsa tehlikeli olmaktadır. Hatta akut böbrek yetmezliğinde Anjiyotensinojen-II’yi parçalayan enzimlerin salgılanmaması üre zehirlenmesine (ani komalar) yol açtığı bir vaka. Dolayısıyla tedavide Reninaz ihtiva eden ilaçlar kullanılarak vaka giderilmeye çalışılır. Reninaz kanda kaldığı sürece etkisi iki şekilde olmaktadır. Şöyle ki bu enzim:
—Kılcal arterlerde( kılcal atardamarlar) kan basıncını artırmakta.
—Kan basıncının artması ile birlikte böbrek üstü bezinde aldesteron salgılaması sağlanmakta. Böylece aldestron hormonu böbreklerde fazla tuz ve su tutunmasına yardım edip kan basıncının dengede kalması gerçekleşmiş olur.
Kalın bağırsak (Rektum)
Bilindiği üzere villus bir mukoza kıvrımıdır. Rektumun son kısmı hariç diğer bölümler villus ihtiva etmemektedir. Nitekim bağırsaklardan kesit alındığında kalın bağırsak mukozasının düzgün olduğu görülecektir. Dolayısıyla kalın bağırsakta absorbe işlemi ince bağırsaklarda ki gibi aktif olmayacaktır, sadece burada H2O emilimi vuku bulmaktadır. Daha çok rektum Ca (Kalsiyum) ve Mg (Magnezyum) gibi madensel tuzların atılma işleminin gerçekleştiği mekan olarak dikkat çekmektedir. Hatta bu işlem rektum iç kısmındaki mukusun bağırsak yüzeyini kayganlaştırması sayesinde kolayca gerçekleşmekte. Yine ayrıca bağırsağın sonuna doğru gittikçe face (dışkı) artıkları bu mukos sayesinde dışarı atılabilmektedir.
Kalın bağırsağın son kısmında kanal açıklığın 2 cm yukarısında membran ile deri arasında bir geçiş zonu bulunmaktadır. Bilhassa bu son kısımlarda kıl, ter ve yağ bezleri ile vena pleksus denilen büyük ven plakaları sıralanmakta. Ayrıca bu kısımda Lamina propria tabakası var ki, şayet bu tabaka içerisinde anormal ven genişlemesi olursa hemoroid (kanama)’e neden olabilmektedir.
Velhasıl; besinlerin bir kısmı depo edilirken diğer yandan da ihtiyaç fazlasının dışarı atılması büyük bir hayati önem addetmektedir.

BOŞALTIM SİSTEMİ MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
İnsanoğlu vücudunda muazzam işleyen boşaltım sistemine dikkat kesilmiş olsa gerek ki, bu sistemden esinlenip kirli artık maddeleri tahliye etme mekanizmaları geliştirmeyi bilmiştir. Belli ki boşaltım sistemi ilahi kudret tarafından en ayrıntılı bir matematik programın neticesinde vücudumuza donatılmıştır. İşte insanoğlu kendi iç donatımına bakaraktan gerek fabrikalarda işlenen ham maddelerden arta kalan kirli artıkları ve gerekse milyonlarca insanın boşalttıkları artık maddelerin tahliyesi için kanalizasyon sistemi geliştirebilmiştir. Şayet insanlık kirli artık maddelerin tahliyesi için kanalizasyon sistemlerini keşfetmiş olmasaydı, çevremiz pis kokulardan geçilmeyip salgın hastalıklardan toplu ölümlere kurban giderekten kendi sonunu hazırlayacaktı.
Gerçekten de kendi iç boşaltım sistemine baktığımızda;
-Böbrek,
-İdrar kanalı,
-İdrar torbası şeklinde üç sacayağı üzerine kurulu bir mükemmel sistem olduğu görülür.
Bilindiği üzere yediğimiz gıdalar mide ve bağırsakta son derece özel enzimlerle ayrıştırılıp yapı taşlarına dönüştürülmesi sonucunda bir süre bekletilip sonrasında vücudumuz için hazır hale getirilen maddelerden gerekli olanlar ince bağırsak tarafından emiliminin akabinde kan ve lenfaya aktırılır. İnce bağırsak mukozasından geçemeyip arta kalan işe yaramaz posa haldeki artık maddeler ise vücudun başka bir yeriyle temas etmeksizin derhal kalın bağırsak ve anüs yoluyla dışarı atılırlar. Boşaltımın diğer bir kısmı da kandaki besin artıkları ile vücuda zararlı maddeleri süzen böbrekler, idrar kanalı ve idrar kesesinden müteşekkil organ topluluğunun oluşturduğu üçlü sistem yoluyla tahliyesi gerçekleşir. Böylece bu üçlü sistem sayesinde işe yaramaz artık maddelerin vücuda yapacağı zararların önüne geçilmiş olunur. Şayet vücudumuzda biriken zehirli maddeler atılmasaydı şüphesiz kendi kendimizi zehirlemiş olacaktık. Zira boşaltım ürünlerin en önemlilerinden protein metabolizması sırasında teşekkül eden azotlu maddeler olup bunlar amonyak, üre ve ürik asit olarak bilinirler. Ki, amonyak üreye göre, üre de ürik aside göre daha zehirli azotlu atıklardır. Dolayısıyla amonyak dışarı atılırken çok fazla suya ihtiyaç vardır. Keza ürik asitte suda çok az çözündüğünden dışkı ile birlikte atılmayı gerektirir. İşte bu ve buna benzer nedenlerden dolayı boşaltım sistemin önemi kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Dahası bu noktada boşaltım sistemin en önemli baş aktörü diyebileceğimiz böbrekler; üreter, mesane ve üretra ile birlikte en önemli organımız olarak karşımıza çıkmaktadır. Derken böbreklerin başlıca görevinin:
- Zararlı metabolit ürünleri vücuttan uzaklaştırmak,
- Kanın pH’ının, kan basıncının, osmotik basıncının ve vücut sıvısında yer alan birçok maddenin konsantrasyonunu düzenlemek olduğunu idrak etmiş oluruz.
Belin arka kısmına isabet eden noktada her biri 150 gr ağırlığında fasulye şeklinde omurganın her iki yanına yerleştirilmiş ve aynı zamanda yumruk büyüklüğünde olan böbreklerimiz, belli ki süs olsun diye konuşlandırılmamış, bilakis belli başlı bir görev yüklenmiş ve onun gereğini yapmak için vardır. Zaten bu organımızın gelişme safhalarını incelediğimizde böbreğin önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır. Şöyle ki; böbreğin gelişimi anne rahmindeki bir bebeğin gelişim devresi itibariyle üç kategoride incelenip basitten gelişmişliğe doğru oluşan söz konusu safhalar:
-Pronefroz,
-Mezonefroz,
-Metanefroz olarak isimlendirilir.
Pronefroz
Pronefroz ilk böbrek olup, embriyonal hayatın üçüncü halkasında gelişmeye başlayıp sayıca 7 çifttir. Erken evrede ilkel bir glomerür görünümde olup pronefroz kanalları kloakta sonlanmakta. Bu söz konusu tüple haftalık bozulmaya uğradıklarında bu kez pronefroz kanalı körelmiş halde gözükür. Pronefrozun körelmiş ergin hali ise ‘Wolf kanalı’ olarak anlam kazanır.
Mezonefroz
Pronefroz safhası tamamlandığında mezonefroz safhası start alıp bu ilk safhanın mezonefrozunda oluşan erkek üreme bezlerin geliştiği doku ise ‘Wolf cismi’ olarak anlam kazanır. Derken embriyonal hayatın dördüncü ayına gelindiğinde mezonefron tüplerde yavaş yavaş rejenerasyon başlamasının akabinde erkek testisin duktus efferent (kanallar sistemi) kısmında epididimis (sperm kesesi dışı boşaltım yolu) ve paradidimis (ilkin böbreğin böbrek kısmı) bölümler oluşur. Bu arada mezonefroz kanalının kloak'a (dışkılık) açılan bölgede ise üreter (üst idrar kanalı) tomurcuğu oluşur.
Metanefroz
Mezonefroz safhası kaybolduğunda bu kez rde metanefroz safhası start alır. Nitekim bu safhada metanefroz iki yerden köken alır ki bunlar:
-Üreter tomurcuğu,
-Embriyonal doku olarak adlandırılır. Hatta bu iki köken yapı embriyonal devrenin sekizinci ve dokuzuncu halkasında ikinci bel omuru seviyesinde yer alan üst arterlerden gelen kanla buluşur da. İlk haftalar da bu buluşmaya rağmen yine de bu ilk halinde birtakım bozulmalar nüksedebiliyor. Dolayısıyla insanda gerçek manasıyla embriyolojik hayatın en olgunlaşmış evresi fetal böbrek ve fetal masküler sistem teşekkül ettikten sonraki fonksiyon kazanmış şekli daha anlamlı bir yapı arz eder. Nitekim embriyolojik devrenin ikinci yarısından sonra bir bakıyorsun fonksiyon kazanan fetüs, idrarını amnion kesesine ve oradan allanto’ya aktarır hale gelir bile. Böylece fetal metabolizma artıkları plasenta yoluyla anne karnına geçip, oradan da annenin idrarına karışarak tahliye edilmiş olur.
Böbreğin mediala doğru kısmında büyük damar ve sinirlerin, akciğerlerde solunum yollarının giriş kapısı diye addedilen hilus denen bir çöküntü var olup işte bu noktada üreter hilustan aşağıya doğru mesanede sonlanmış olur. Ayrıca böbrekler ince zengin kollojen lifli yapıya sahip olmanın avantajıyla üzerileri sağlam bir kapsülle örtüldüklerinden, kolay kolay karın boşluğu enfeksiyonlarından etkilenmezler. Nitekim böbreğin bez kısmı geniş bir sahayı içine alıp daha çok böbrek sinirleri denen sinus renalis ağıyla kuşatılmıştır. Sinus renalis aynı zamanda hilus’un daha içerisinde kalıp, kaliks major (büyük çanak) denen uzantılarla ilgili taşlaşma olayının gerçekleştiği bölge olarak dikkat çeker. Tabii bu arada böbrek taşı derken, ister istemez aklımıza taş ocakları da düşmekte. Hem nasıl aklımıza düşmesin ki bikere taş ocakları sayesinde bugünkü tarihi dokular, tarihi binalar ve tarihi kaleler asırlara meydan okumuştur. Ancak bahse konu olan bu taşlar söz konusu olunca böbrek için meydan okuyamamakta. Çünkü böbreğin bu kısmında oluşan böbrek taşları böbrek sancılarına sebep olup taş düşene dek bu sancılar devam eder de. Görüyorsunuz yumruk kadar büyüklükte tanımladığımız böbreğin fiziki yapısı burada bitmiyor. Neden derseniz gayet basit, şöyle ki; böbrekten uzunlamasına bir kesit alındığında dışta koyu kırmızı veya kahve renk içeren alanın korteksi, iç kısımda yer alan açık alanın ise medullar piramit kısmı temsil ettiğini görürüz. Bu arada medullar piramit üzerinde yer alan 8-10 civarında şeritsi yapıların ise RNA piramidi olduğunu fark ederiz. Bu arada hazır piramitten söz etmişken hani şu meşhur tarihi Mısır piramitleri var ya, işte bu söz konusu piramitlerden daha şahika eser yapı satır aralarında da belirttiğimiz üzere böbrek yapımızda zaten dizayn edilmiş durumda. Nitekim böbreklerde konuşlanmış her piramidin yan taraflarında renal lob olarak belirtilen şeritler yer aldığı gibi her piramidin yapısında papillaya doğru yönelik ışınsal ve kahverengi çizgilerde yer alır. Tabii ki bu çizgiler idrar tüplerinin kıvrımsız parçaları ve kan damarlarından başkası değildir. Dahası her papillanın tepesinde uçları kalikse (küçük odacıklara) açılan 20-25 kadar küçük delikler bulunur. Bu delikler mevcut silli demetlerin bulunduğu çubukçuklar (kanallar) olması hasebiyle rahatlıkla idrar kalikse gönderilebiliyor. Çubukçukların bir kısmı idrar oluşumunda bir kısmı da kanın süzülmesiyle ilgili bölgeleri içerir. Ki; bunlar Tıp dilinde nefron olarak bilinir. Nitekim böbreklere kan getiren damara böbrek atar damarı denirken böbrekten çıkarak süzülmüş ve temizlenmiş haldeki kanı taşıyan damara da götürücü atardamar denmekte. İyi ki de nefronlar var da bu sayede kandan alınan atık maddeler idrar şeklinde vücuttan uzaklaştırılabiliyor. İşte bu noktada böbrekler günde 150 litre bir kanı iki saatte ustalıkla süzebilecek şekilde donatılmış bir organımız olarak adından söz ettirmiş olur. Hem nasıl adından söz ettirmesin ki, böbreklerin morfolojik olarak incelediğimizde dışta bir zar, altında kabuk kısım ve kabuğun altında kabuğa dik yan yana uzanmış halde tıpkı bir yumak ipliğini andıran incecik boruları bağrında taşıyan nefron kanallarıyla donatıldığını görürüz. Söz konusu nefron kanallar 1-3 milyon sayıda olup adeta bir metropol kentin başından sonuna bir ağ şebekesi gibi saran kanalizasyon kanallarını donatacak işlev üstlenmiş durumdadırlar. Böylece kıvrık kuyruklu ve koca kafalı solucanı andırır yapıda donatılmış nefron yapı, böbreğin en gözde ünitesi olarak dikkat çeker de. Hatta bu söz konusu ünite sırf bunla dikkat çekmez kendine özgü donanımıyla havuzcuğa açılaraktan süzme işlemlerini üstlenmesiyle de dikkat çeker. Ayrıca böbreğin kabuk kısmında yer yer kümelenerek kılcallaşan atar ve toplardamarlardan oluşan iki işleyen sistem daha vardır ki; bunlar böbreklerin iç ve dış üriner sistemi olarak iki alt başlıkta kategorize edilirler:
Glomerulus kılcal üriner sistem
Adından da anlaşıldığı üzere adına uygun davranıp kılcal sistem içerisinde dağılmış durumda glomerulus bir kılcal bir üriner sistemdir bu. İşte böylesi bir üriner sistem sayesinde doku arası sıvılarla birlikte fazla su ve suda erimiş maddelerin tubulerden kılcal damarlara kolayca giriş ve çıkışlar sağlanmış olur. Yani vücuttaki sıvı filtre edilip osmoz ve difüzyon yoluyla giriş ve çıkış işlemleri yürütülmüş olur. Öyle ki böbreğe gelen kanın % 85’i yüzeysel nefronlardan geçerek böbreğin etrafında ki peritübüller kılcal damar yoluyla taşıma işlemi (permeaz sistemiyle) gerçekleşir. Hatta bu sistemin 30-40 çeşidi olduğundan bahsedilip hücre içerisinde oksidatif metabolizmayla ortaya çıkan enerjinin bir bölümü bu tür işler için kullanıldığı gözlemlenmiştir. Bu demektir ki ihtiyaç olan maddeler ulaşılması gereken yerlere bu enerji sayesinde taşınarak özel servis yapılmakta.
Renal Medulla üriner sistem
Böbrek korteksin (kabuğun) 1/3’i iç nefronlar, 2/3’si ise dış nefronlardan meydana gelmiştir. İç nefronlar renal medulla olarak adlandırılır. Söz konusu iç ve dış yapı total böbreğin %15’lik bir bölümünü oluşturur. Nefronlardan geriye kalan %85’lik bölüm ise korteks sahası dolaşımın dışında kaldığından dolayı bu kısımdan kan geçmemektedir. Neyse ki bu durumda jukstamedullar nefron ve renal medulla devreye girip kanın geçmesi noktasında bir nebze olsun geçiş sağlanmakta. Fakat akut böbrek yetmezliği durumlarında bu jukstamedullar sistemin artık bu noktada aciz kalıp masküler damarın idrarı yukarı doğru tam olarak süzemediği gözlemlenmiştir.
İdrar süzüm işlemleri
Nefron başlangıçta ince duvarlı huninin geniş kısmı gibi olup bu ince duvarlara Bowman kapsülü denmektedir. Daha sonra söz konusu kapsül kıvrımlı tüp sistemi şekline dönüşür. Belli ki bu kapsül içerisine usta bir el tarafından glomerulus adı verilen ince ve narin kapiller yumaklar yerleştirilmiş. İşte bu yerleştirilmiş kapiller yumak ve onu çevreleyen huninin kapsülü diyebileceğimiz yarım ay şeklinde küremsi yapı ile birlikte malpigi cisimciğini oluştururlar. Bu cismin sıradan bir cisim olmadığı vaskular ve idrar kutbu diye çift kutuplu olmasından anlaşılır. Nitekim vasküler kutup; afferent lenfatik damarların girip çıktığı kutup olarak adından söz ettirirken idrar kutbu ise bağırsak çeperinden kana geçen suyun miktarını tespit edebilen bir uç kutbu olarak adından söz ettirir. Böylece idrar kutbun belirleyici özelliği sayesinde su miktarının azalması durumlarında hücrelerin kurumasının önüne geçilirken suyun fazlalığında ise hücrelerin turgorlaşıp (şişip) boğulmalarının önü alınmış olunur. Zira su fazlalığı ister istemez idrar olarak dışarıya atılmasını gerektirecektir. Yani bu iş başlangıçta nefronun renal malpighi cisimciği ile başlayan ve aynı zamanda kolektör tüplerinin başlangıcına kadar devam eden idrar tübüller denilen bir sistem içerisinde gerçekleşir. Anlaşılan bu sistem mevcut sıvının %99’unu süzüp idrar üretmekte, daha sonra üretilen idrar dışarıya tahliyesi için böbrek parankiması üzerinden idrar boşaltım yoluna aktarılır. Böylece boşaltım yolları düz kas avantajı veya kasılıp büzülme refleksleri sayesinde boşaltım işlemleri rayına oturmuş olur.
Özetle nefronu takip eden süzme işlemleri ile ilgili kısımları 6 ana başlıkta toparlayabiliriz. Bunlar:
-Malpighi cisimciği (Böbrek yumacığı),
-Tubulus contortus (proksimalis- yumak biçiminde),
-Tubulus rectus proximalis,
-Henle kulpu.
-Tubulus rectus distalis.
-Tubulus contortus distalis (yumak üst tüpleri).
Bu arada idrar oluştuğunda böbrekte şu işlemler gerçekleşir. Bunlar sırasıyla:
- Filtrasyon,
-Reabsorbsiyon (geri emilim),
-Eksraksiyon ve sekrasyon (salgılama) gibi işlemleri kapsar. İşte görüyorsunuz idrar deyip geçmemeli, birçok filtrasyon, reabsorbsiyon, eksraksiyon ve sekrasyon gibi süzme aşamalarından geçtikten sonra ancak vücuttan tahliyesi söz konusu olabiliyor. Madem öyle bakalım neymiş bu safhalar bir görmüş olalım:
Filtrasyon
Filtrasyonu kan plazmasının böbreklerin glomerulus (kılcal damar yumağı) süzme membranından kalbin oluşturduğu hidrostatik basınç farkı sayesinde gerçekleştirdiği süzülme işlemi olarak tarif edilir. Kelimenin tam anlamıyla süzülme kanın filtre edilmesi demektir. Filtre edilecek sıvı akışkanlık çoğu kez hidrostatik basınçla sağlanmakta. Öyle ki membran zarının iki tarafı arasındaki hidrostatik basınç farkının böbreklerde ultrafiltrasyon işlemlerinde önemli etken unsur olarak kendini gösterir. Nitekim şekilli eleman olmayan proteinsiz ve lipoitsiz yapılar ancak bir ince filtrasyon işlemleriyle geçişi sağlanmakta. Şayet idrarı süzen filtreler hidrostatik basınçla düzenli bir şekilde çalışamaz hale gelirse kandaki üre miktarının çoğalmasıyla birlikte üremi hastalığının nüksetmesi an meselesidir diyebiliriz. Zira üremi ileri ki safhalarda öldürücü hastalık olarak çıkmakta.
Reabsorbsiyon (geri emilim)
Reabsorbsiyon tubulus kanalında ki sıvıdan bir maddenin peritübüler sıvıya geri emilim olarak geçmesi olarak tarif edilir.
Ekstraksiyon ve sekresyon
Ekstraksiyon ve sekresyon işlemleri tamamen kan ve peritübüler kılcallar içerisindeki sıvıdaki bir maddenin tubulus boşluklarına nakli işlemidir. Bu işlemlerin bir kısmı zarsız ortamda birbirleriyle kavuşması şeklinde tarif edilen basit difüzyonla gerçekleşir. Böylece yoğunluğu yüksek olandan düşük olana doğru hareket edilmesi sonucunda götürülme işlemleriyle birlikte denge sağlanmış olur. Bu noktada ister istemez difüzyonla geçiş yapamayanların hali nice olur sorusu akla gelecektir. Hiç kuşkusuz böyle bir durumda basit difüzyonun tersi aktif taşınma diye bilinen düşük yoğunluktan yüksek yoğunluğa geçiş olayları diyebileceğimiz çözüm yolu devreye girecektir. Bu tür geçişlerde özellikle hücre metabolizması işlemleri sonucu doğan enerji kullanılır. Kaldı ki dokuların tümüne yarayacak olan 1000 ml’den fazla kanın böbrekten geçmek zorundadır. İşte bu ve buna benzer böylesi mükemmel geçiş sistemleri sayesinde normal vücut metabolizmasına sahip bir insan için kanın bütün plazması tazelenmek üzere 27 dakikada bir glomerüler filtrasyon miktarı ayarlanıp böbreklerden süzülme işlemi tamamlanmış olur. Nitekim iki böbreğin dakikada süzdüğü kan miktarı 1 litreyi bulabiliyor. Bunun anlamı vücuttaki kanın tamamının yaklaşık her 5 dakikada bir süzülmesi demektir. Tabiî bu iş sıradan bir süzülme işlemi olarak kalmayıp bu arada böbreğe akıp gelen kan içerisinde var olan tuz, üre, ürik asit vs. türü maddeler nefron boruların üst kısımlarında kesecikler üzerinde kümelenen kılcal damarlar vasıtasıyla süzülüp havuzcukta idrar halinde toplanmakta. Derken idrar kanalları vasıtasıyla idrar kesesine geçen sıvının birikmesiyle birlikte idrarı dışarı atma ihtiyacı duyup işte bu uyarıya binaen böbrekten süzülüp gelen idrarı vücudumuzdan dışarı ataraktan rahatlanmış olunur. Şayet yarım litre idrarı rahatça depolayabilen idrar torbası (mesane) olmasaydı ara vermeksizin süzülen idrarın yine devamlı suretle vücuttan dışarı atılması gerekecekti ki, böyle yaşamak elbette işkence olacaktı.
Baştan itibaren anlatmaya çalıştığımız yaklaşık 1 milyon kadarcık minicik süzgeçler, belli ki ilahi bir güç tarafından boş yere konumlandırılmamış. Bilakis belli bir plan dâhilinde kanın süzüm faaliyetleri yürütüldüğü gibi bu arada böbreği asıl en çok uğraştıran et, yumurta gibi hayvansal gıdalara ait proteinlerin sindirilmesi sonucu ortaya çıkan maddelerin geçişi ve tahliye işlemleri de yürütülmüş olmakta. Hele bilhassa süzüm işlemleri esnasında kanımız temizlenirken, kontrollü bir şekilde yapıldığı gözlerden kaçmaz da. Nasıl mı? Mesela kandaki hücre elementleri, lipitler ve molekül ağırlığı büyük proteinler kalbur elekli zarlar tarafından kontrole tabii tutularaktan glomerul filtrasyondan geçilmesine izin verilmemesi bunun en bariz göstergesidir. Şayet bu artıklar gerektiği kadar kontrol edilmeyip geçmelerine izin verilseydi, oluşan üre kana karışıp üremi hastalığının (üre zehirlenmesi) nüksetmesine meydan verilecekti. Hakeza kandaki ürenin normalden az bulunması da bir başka felaket kaynağı olup bu durumda ister istemez karaciğer hastalığı oluşacaktı. Anlaşılan filtrasyon maddelerin filtrasyonla glomerülere geçmesinin sebebi, atılması lazım gelen ürik asit, NPN (BUN-azotlu madde), fenoller ve krezollerin boşaltılmasını sağlamak içindir. Bu yüzden en iyi çözüm diyebileceğimiz mesaneden fazla ürenin boşaltılması esas alınmıştır. Nitekim çok tatlı yediğimizde vücudumuz bir yandan kan şekerinin artmasına paralel arta kalan fazlalık böbrek vasıtasıyla üre halinde boşaltırken, diğer yandan aşırı tuzlu yemeğe bağlı olarak kana geçen tuzun fazlası da yine aynı yöntemle tahliye edilip denge ayarı gerçekleşmiş olmaktadır. Böylece bu olayla birlikte hem hipergliseminin önüne geçilmeye çalışılır, hem de tansiyonun yükselmemesi için seferber olunur.
Böbrekte ekstra edilen (boşaltılan) diğer maddeler ise K (Potasyum); Amino asitler, Ca, NH3, Mg, Sitrik asit, Üre, Oksaloasit, Laktik asit, Pürinler, 1-2 lökosit, ürik asit, bazı boya maddeleridir. Anlaşılan böbrekte böylesine intizam içinde donatılmış işleyen bir sistem olmasaydı hayat dengemiz altüst olacaktı.
Anjiotensin oluşum etkisi
Böbreklerden kan geçişi sırasında kanın boşalttığı maddelerin bir uyum içerisinde yürümesi renin enzimi etkisiyle gerçekleşir. Dahası bu enzim sayesinde kanın süzülmesini kolaylaştıracak şekilde böbrek içi kanalların daralması veya genişlemesi sağlanmakta. Öyle ki, özel bir grup hücre tarafından salgılanan renin enzimi anjiyotensinojen (AGT) molekülünü parçalaması sonucunda yapısını değiştirip amino asitli anjiyotensin-1 maddesini oluşturmakta. Derken bu madde birkaç saniye içerisinde akciğerden Anjiyotensinn-2’ye dönüşüp kanın süzülmesinde asıl etken unsur olur. Fakat bu etkinlik dozunu aştığında su kaybına sebep olup ölüme kadar götürebiliyor. Nitekim akut böbrek yetmezliğinde anjiyotensin-2’yi parçalayan enzimlerin salgılanmaması üre zehirlenmesine (ani komalar) yol açtığı bir vaka. Dolayısıyla tedavide renin enzimi ihtiva eden ilaçlar kullanılarak bu tür olası risklerin önüne geçilmeye çalışılır. Renin enzimi kanda kaldığı sürece etkisi iki şekilde olmaktadır:
-Kılcal arterlerde( kılcal atardamarlar) kan basıncını artırmakta,
-Kan basıncının artması ile birlikte böbrek üstü bezinde aldesteron salgılaması sağlanmakta. Böylece aldestron hormonu böbreklerde fazla tuz ve su tutunmasına yardım edip kan basıncının dengede kalması sağlanır.
Kalın bağırsak (Rektum)
Bilindiği üzere ince bağırsağın iç yüzeyinde bulunan ince uzantılar villus olarak addedilip aynı zamanda bu bir mukoza kıvrımıdır. Dahası rektumun son kısmı hariç diğer bölümler villus yapıdadır. Nitekim bağırsaklardan kesit alındığında kalın bağırsak mukozasının düzgün olduğu görülecektir. Dolayısıyla kalın bağırsakta absorbe işlemi ince bağırsaklardaki gibi aktif olmayacaktır, sadece burada su emilimi vuku bulmakta. Daha çok rektum kalsiyum ve magnezyum gibi madensel tuzların atılma işleminin gerçekleştiği bölüm olarak da işlev görür. Hatta bu işlem rektum iç kısmındaki mukusun bağırsak yüzeyini kayganlaştırması sayesinde gerçekleşmekte. Yine ayrıca bağırsağın sonuna doğru gittikçe dışkı artıkları bu sümüksü mukus sıvısı sayesinde dışarı atılabiliyor.
Kalın bağırsağın son kısmında kanala açılan kısmın 2 cm yukarısında membran ile deri arasında bir geçiş zonu bulunur. Bilhassa bu son kısımlarda kıl, ter ve yağ bezleri ile venöz pleksus denilen büyük ven plakaları sıralanmakta. Ayrıca bu kısımda bağ dokusu denen lamina propria tabakası vardır ki, şayet bu tabaka içerisinde anormal ven genişlemesi durum nüksederse hemoroide (kanamaya) neden olabiliyor.
Velhasıl-ı kelam öyle anlaşılıyor ki boşaltım sistemin biyolojik hayatın bir gerçeği, nitekim tatlı sularda yaşayan tek hücreli organizmalarda boşaltım kontraktil kofullar görev yaparken, yassı ve yuvarlak solucanlarda protonefridiumlar (alev hücreleri) görev yapmakta. Hakeza halkalı solucanlarda bir çift nefridiumlar görev yaparken tüm omurgalı hayvanlarda ise böbrekler bu görevi üstlenip böylece bu sayede besinlerin bir kısmı depo edilirken diğer arta kalanlarında süzüm işlemlerin ardından tahliye edildiği işleyişine şahit olmaktayız.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer