AŞİRET DEVLETİ Mİ, HUKUK DEVLETİ Mİ?

AŞİRET DEVLETİ Mİ, HUKUK DEVLETİ Mİ?

ALPEREN GÜRBÜZER
Türkiye seçimini belirlemeli; aşiret devleti mi, yoksa hukuk devleti mi olmalı diye. Ergenekon hakkında ki iddiaları açıklığa kavuşturmadan devlet içinde çöreklenmiş çeteleri yok edemeyiz. Hukukun üstünlüğüne inanan insanlar, devlet mekanizmalarının sinsi güçler tarafından yönlendirilmesinden ciddi manada rahatsızlık duymaktalar. Devlet içi örgütlenmiş çetelerle, hukuk devletinden yana olanlar arasında kavga söz konusu şimdilerde. Kim hukuktan bahsederse bilinmeyen güçler hareket ederek İttihat ve Terakki mantığı ile gerçekler bir çırpıda manipüle edilmektedir. Aşiret ruhunun galebe çalması hukuk devleti olma taleplerini sindiriyor da.
Cumhuriyetin ilk kurulmasından bugüne kadar hukukun üstünlüğü ilkesi uygulama alanı bulamamış, sadece hukuk sözden ibaret kalmıştır. Tabir caizse statükocu zihniyet devlet içinde yuvalanarak, hukukun üstünlüğünü savunanlara iyi gözle bakmamışlardır. Bununla da yetinmeyip vatan, millet gibi mukaddes kavramları kullanarak hukuktan bahsedenleri hainlikle suçlamışlar ve gerektiğinde cezalandırmışlardır. Devletin dayatmacı mantığına tepki gösteren herkes bir şekilde İttihat ve Terakki uygulamasına tabii tutulmuşlardır.
Modernleşmeden anladığımız şekli modernlik olunca gerçek manada ne hukuk devleti ne de demokratik devlet olabildik. Bu hantal yapı Türkiye’ye artık dar geliyor. Üstelik çağın gerçeklerinden uzak bir görünüme tahammülümüz kalmadı. Geçmişte satıh üstü değişimleri devrim sanarak İttihat ve Terakki mantığını bürokratik devletin ana felsefesi yaptık ve geldiğimiz nokta ise hala dünya dengelerinin çok gerisinde. Bir zamanlar gemi artık su almış dibe vurmak üzereydi. Sonradan anlaşıldı ki şekli ilerlemeden, üretim ilerlemesine dönüşmediğimiz sürece temel yapısal değişiklikler de gerçekleştirilemeyecektir. O halde bu hantal yapıyı mutlaka değiştirmeliyiz. Ya sorgulayarak, ya denetleyerek ya da eleştirerek işe başlamalı. Sorgulama başladığında sivil inisiyatifin ayak sesleri daha gür bir şekilde yankılanacaktır elbet.
Bir kere 12 Eylül anayasasıyla bir yere varamayız. Dolayısıyla sivil, katılımcı ve milli bir anayasaya ihtiyaç var. Hala Türkiye askeri anayasayla idare ediliyor ve sivillerin yaptığı anayasa gerçekleşmedi bugüne dek. Milli Şef ruhu 12 Eylül pekiştirmesiyle devam ediyor. Halkın taleplerini göz ardı eden bürokratik uygulamalar uzlaşma yerine gerilimi tırmandırmaya yarıyor. Tabandan gelen talepler çoğaldıkça militer yapı daha çok direnç göstermekte felaketler birbiri üzerine yığılmakta. Oysa insanımız yönetimde söz sahibi olmak istiyor.
Tıpkı Özal’ın bir zamanlar en çok tartışılan konusu olan 141–142–163 kanun maddelerini bir çırpıda kaldırmakla tüm tartışmalara son verdiği örneğinde olduğu gibi hareket etmeli. Nitekim bağrımızda taşıdığımız bütün kültürel kimlikler kendini tanımlamak arzusundalar. Hatta Dindarların, Liberallerin, Marksistlerin, Kürtlerin, Alevi vatandaşlarımızın ve toplumun diğer kesimlerinin devletten ayrı ayrı talepleri var. Bir kere bu sıraladığımız unsurların tek ortak paydaları kimlik taleplerinin tanınması konusudur. Fakat bu taleplerin kabulü bürokratik devletimizin bugünkü hantal yapısıyla pek mümkün gözükmüyor. Mevcut sistemin ihtiyaca cevap verememesi, elit tabakanın halka tepeden bakması ve siyasi tıkanıklığın had safhaya ulaşmasıyla birlikte değişim taleplerinin önünde en büyük engel gibi gözüküyor. Zira bürokratik üst yapının alt yapıyla uyumlu yapı arz etmemesi sistemin tıkandığına işarettir. Hâsılı köklü değişikliğe gitmek şart gibi. İdeolojik devletten, ideolojiler karşısında taraf olmayan devlet (hakem devlet) mantığını ikame etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Türkiye hakem devleti arıyor ve kesintisiz milletin hür iradesine hizmetkâr yönetimi arzuluyor.
Hukuka saygılı devlet görünümümüz olmadığı için, batıda nükseden gladio benzeri örgütler bizim toprağımıza da sıçramış durumda. Üstelik faili meçhul cinayetlerin şimdiye kadar aydınlanamaması ister istemez bizi bu pis kokulara seferber etti milletçe. Halkımız bu yüzden yürürlükteki hukuka pek güvenmiyor. Hatta her geçen gün etrafta pis kokular arttıkça güven bunalımı daha da derinleşiyor. Öz güvenini yitiren bürokratik devletimiz yeniden güven tazelemek istiyorsa, devlet içinde yuvalanan çetelerin varlığına son verip bertaraf etmelidir. İttihat ve Terakki çetesi anlayışını günümüzde devam ettirdiğimiz sürece gerçek anlamda hukuk devleti olamayız. Hala yoruma açık ‘Devlet baba’ geleneğimiz hak ve hukuk aramada bizi kayıtsız kılıyor maalesef. Devleti tabulaştırarak onu hatasız ve dokunmaz görme alışkanlığımız bizi kul yapıyor. Ekonomik faaliyetleri bile bürokratik devletin eline teslim etmişiz. Girişimci sayımızın yeterince olmaması, hala devlet ağırlıklı ekonomik yapımızdan kaynaklanıyor. Böyle olunca ne hak arıyoruz, ne üretiyoruz, ne de demokratik taleplerde bulunuyoruz. Üretmeden tüketen toplum olmamızın sebeplerinden biride devleti patron konumunda değerlendirmemizden dolayıdır. Oysa asıl patron millet olmalıydı.
O halde üretimin artması tabandan başlayan yapılanmayla mümkün. Tavandan yönlendirmeler üretim artırmadığı gibi, halkın tüyü bitmemiş yetimin hakkının yenildiğinden habersiz kılıyor. Ekonominin devlet tekelinde yürütülmesi demokratikleşmemizi geciktiriyor da. Oysaki özel girişimcilik anlayışı demokrasi kültürü artıracak iksire sahip. Usta bir el devreye girerse hür teşebbüs demokratikleşme sürecinin temelini oluşturacaktır. Fakat bu gerçekler devlet içinde palazlanmış güçler tarafından alabildiğine önlenmektedir. Bürokratik devletin ideoloji dayatmasını kabul etmeyenler soyutlanmakta ve sistemin mekanizmalarının çarkına kurban verilmektedir. Bürokratik devlete göre pozisyon alanlar en âli makamlara gelebiliyor ve üstün yetkilerle donatılıyor da. Çetelerden arındırılmış, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne inanmış kadroların işbaşına gelmesiyle biraz olsun ışığa kavuşma şansımız var hâlâ, henüz vakit geç sayılmaz.
Hz. Ömer (r.a), Hıristiyan olan hizmetçisine İslam’ı kabul etmesini telkin eder, o da her defasında teklifi reddederdi. Buna karşılık Müminlerin Emiri Hz. Ömer (r.a), “Dinde zorlama yoktur” derdi. (El-Bakara 2/256) Hizmetçisinin bu hareketine rağmen Devlet Başkanı Hz. Ömer (r.a) vefatı esnasında onu azad etmiştir. İşte adalet güneşi Hz. Ömer bu.
Hürriyeti baş tacı yapan devlet mekanizmalarını oluşturmamız lazım. Hürriyetsizlik toplumsal talepleri radikal hale dönüştürmektedir çünkü. Bediüzzaman Hazretleri’ne sorarlar:
“-Şu Rum ve Ermenilerin hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürüyor, görüşün nedir?
El-cevap:
—Onların hürriyeti; onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise şer’idir. Bundan fazlası; sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.
—Etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimiz parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?
El-cevap:

—Korkmayınız. Medeniyet, fazilet ve hürriyet; âlem-i insaniyette galebe çalmağa başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey’enfeşey’en en hafifleşecektir.
Gayr-i Müslimlerle nasıl eşit olacağız?
El cevap:

—Müsavat; fazilet ve şerefle değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ile geda birdir. Acaba şeriat; karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden menetse; nasıl Âdemoğlu’nun hukukunu ihmal eder? Kella... Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) adi bir Yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahrimiz olan Selahattin-i Eyyubi’nin miskin bir Hıristiyan ile murafaası sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.
—Şu Rum ve Ermenilerin hürriyeti bizi teşvik ediyor. Bir kere tecavüze başlıyorlar... Bize meyus ediyorlar?
El-cevap:

—Zannediyorum tecavüzleri, eskiden sizden tahayyül ettikleri tecavüze bir teşeffi-i gayz ve bundan sonra sizden tevehhüm ettikleri tecavüze karşı bir nü’mayiş gibidir. Eğer tamamıyla iman etseler ki, tecavüz sizden olmaz, adalete kanaat edeceklerdir. Şayet adalete kanaat etmezlerse; hak ve halkın kuvveti, burunlarını kırıp ikna ettirecektir...
—Yahudi ve Nasara ile muhabbeten Kuran’da yasak vardır: “Yahudi ve Nasara’yı (Hıristiyanları) dostlar edinmeyiniz. “Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
El-cevap:

—…Kuran’ın yasağı umumi değil, mutlaktır. Mutlak ise kayd altına alınabilir. Zaman büyük bir müfessirdir; kaydını gösterse itiraz olunmaz.. Demek bu yasak, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. Hem de bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve sanatı içindir. Öyle ise her bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihdam etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i ki kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin! ... Zaten onların ekserisi, dinlerine mukayyet değillerdir. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihdam ile iktibas etmektedir. Ve her dünyevi saadetin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, katiyen Kuran’ın yasağına dâhil değildir.
—Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?
El-cevap:
—Kör adama, hey kör demediğimiz gibi... Çünkü eziyettir. Eziyetten nehy vardır.
—Çok fena şeyleri işitiyoruz, değil mi?
El-cevap:
—Eskiden daha berbatı vardı. Fakat şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası kolaydır. Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin işi, bir kötüyü-kötülüğü sünbüllendirerek iyiliklere galip etmektir. İşte şu cerbezenin acayip tavrı, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder... Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.
—Gayr-i Müslimlerin askerliği caiz mi?
El-cevap:
—Evvela, askerlik (devletlerarası kavga talimidir) kavga içindir. Dünkü gün siz o dehşetli ayı ile boğuştunuz vakit karılar, çingeneler, çocuklar, itler size yardım ettiklerinden size ayıp mı oldu? Salisen, peygamber (s.a.v.) Arap müşriklerinden muahid ve halefleri vardı. Beraber kavgaya giderlerdi. Bunlar ise, ehli kitaptır. Salisen: İslam devletlerinde velev nadiren olsun gayr-i Müslim, askerlikte istihdam olunmuştur. Yeniçeri Ocağı buna şahittir.
—Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar, nasıl olur?
El-cevap:
—Saatçi, makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet, millet hâkimiyetidir. Hükümet, hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kaymakam ve vali, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır.
—İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun. Bizi de cahillikle suçlayarak hakaret ediyorsun. Zaman ahir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak değil mi?
El-cevap:
—Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun. Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:
Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve saki tane Nur’un sözünü dinleyen ve gizli bir gaibi nazarla bizi temaşa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yusuf’lar, Ahmet’ler vesaireler... Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız. ‘Sadakta’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet-asa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zeminimizde çiçek açacaktır.. (Bkz. Münazarat, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Yayınevi, 1977 İst.)
İşte yukarıda bahsi geçen Doğu’da aşiret mensuplarının sorularına Bediüzzaman’ın dilinden verilen cevaplar hem aşiret devlet anlayışından hukuk devleti olmaya, hem farklı kimlikte insanlarla bir arada nasıl yaşanılacağına, hem de hoşgörüye çağrıdır. Bu karşılıklı mülakattan alabileceğimiz en büyük ders hukukun üstünlüğü, hoşgörü ve kardeşliktir. En kötü hukuk hukuksuzluktan iyidir sözünden hareketle, aşiret ruhunu terk edip meşrutiyete talip olalım.
Vesselam.