MEHDİ(A.R)
MEHDİ(A.R)
ALPEREN GÜRBÜZER
Mehdi kavramının kelime anlamı kurtarıcı demektir. Belki de bunalım içerisinde kıvranan insanlığın gün ışığına kavuşması için zamanı geldiğinde görevlendirilecek olan bir zat. Mehdi (a.r) sanmayın ki bir hayalet, bir sanal yaratık. Bilakis O da bizim gibi bir insan ve insanlar içerisinden çıkacak muştumuz. Müminler çağırdıkça gelecek, bu böyle biline. Çorak topraklar yağmura kavuşunca hayat bulur ya, son evrensel velinin gelişiyle de insanlık adeta dirilecektir elbet.
Allah Resulü dar’ül bekaya irtihal ettikten sonra mukaddes emaneti Hz. Ebubekir Sıdık (r.a) devr aldı, ondan da sırasıyla bu emaneti Hz. Ömer (r.a), Hz. Osman (r.a), Hz. Ali (k.v)’e devr olundu. Dört büyük halifeden sonra tevhit sancağı Tabii’nin büyüklerine, Tabii’nden sonra Tebe-i Tabii’ne, derken oradan da ilmi ile amil olmuş ehlullah’a aktarılmıştır.
Allah Resulünden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, insanlara rehberlik edecek zat’ların her devirde geleceği muhakkak. Peygamberimiz (s.a.v) dünyevi hayatı son bulduktan sonra, ardından dinden dönme hareketleri görüldü. Hz. Ebubekir (r.a) kemale ermiş bir dinin gereğini yerine getirip, süratle bu fitne hareketlerin üzerine giderek, ta baştan fitne doğmadan, çıbanın başını ezmeyi başarabilmiştir. Hz. Osman (r.a) devrinde ne yazık ki, fitne odakları boş durmamış ve İbn-i Sebe gibi haham başı münafığının şeytanca planları neticesinde, maalesef Hz. Osman (r.a) Kur’an okurken şehit edilmiştir. Hz. Ali (k.v) döneminde ise Harici eylemlerin sebep olduğu kanlı olaylara şahit oluruz. Peygamberimiz (s.a.v) Hz Ali (k.v)’e ; “Ben Kur’an’ın tenzili üzerine, sende tevili üzerine mücadele edeceksin” dediği mucizevî hadisi şerifleri Halifeliği döneminde tüm çıplaklığı ile gerçekleşmiştir. Yani tenzil ve tevil üzerine olan mücadele tüm hızıyla devam etmiştir.
İbn-i Sebe, Hasan Sabbah gibi fitne önderleri her devirde ortaya çıkıyor maalesef. Hasan Sabbah denilen adam, tam otuz üç yıl Alamut kalesine konuşlandırdığı gençlerin beyinlerini yıkayıp uyuşturmanın yanı sıra, gençleri suni cennet vaatleri ile kandırıp bir takım zevkleri de beraberinde tattırarak, ‘git filancanın işini bitir’ emrini yerine getirecek İslam âleminin başına bela hazır vurucu timler oluşturuyordu. Ancak bu çirkin emellerine geçit vermeyecek yegâne önünde tek engel Selçuklulardı. Bu yüzden Hasan Sabbah Selçuklu devletinin amansız düşmanı idi.
Aslında, fitne denilen virüs, hemen hemen her devirde türeyebilen ve her an patlamaya hazır birer pimi çekilmemiş bomba gibidirler. Fakat hali hazırda potansiyel bombaların varlığına rağmen her çeşit fitne odaklarına alternatif diyebileceğimiz İmamı Gazali, İmamı Rabbani ve Said-i Nursi gibi ehlisünnet âlimlerinin varlığı ümmeti Muhammed’e güç veriyor. Onlar her türlü şer planları suya düşürebilecek ışık kandilleridirler çünkü. Mesela İmamı Gazali Selçukluların İslam siyaseti ve nizamına hizmet ettiği gibi yaşadığı devirde zuhur eden imanı sarsılmış filozoflara ve kargaşalığın kaynağı müfrit Şiiler ve Batınilere karşı mücadele vermiş büyük bir deha örneği. O bu mücadelesiyle Hüccetü’l İslam olmayı hak etmiştir. Yani İslam’ın delilidir o.
Hakeza İmamı Rabbani Hzleri de öyle. O da döneminde nükseden tarikat ve şeriat çekişmelerine tartışmalar daha alevlenmeden son noktayı koyarak oluşması muhtemel büyük bir fitneye geçit vermemiştir. Böylece İslam âlemini sarsabilecek nitelikteki muhtemel fitne hareketlerinin yangına dönüşmeden, yerinde mudahelerle fitne ateşi söndürülmüştür.
İmamı Rabbani (k.s) der ki; Bize bildirildiğine göre Mehdi (a.r) bizim bu nispetimizden (Tarikatı Nakşibendiyye nispeti), bu tarikattan gelecektir ve bizim marifetlerimizi okuyacak kabul edecektir. Yine bize bildirildiğine göre Mehdi aleyhirrahme kadar bizim gibi bir zat daha gelmez. Gerçektende İmamı Rabbani (k.s) büyük bir zattı. Ve ikinci bin yılının müceddidi’dir. Onun için ona bu yüzden Müceddidi Elfisani denilmiştir.
Seyda(k.s) bir sohbetinde:
“İmamı Rabbaniye bir sofi demiş ki, Sen Mehdi misin?
Bu sözün karşısında İmamı Rabbani cevap vermiş, demiş ki;
Bende öyle sanmıştım ama ben değilim. Çünkü ben yüzün başını geçtim, Mehdi (a.r) ise yüzün başını geçmeyecek der.” Seyda (k.s) sohbetine devam ederek der ki; “Gerçi hadis filan değil, ama İmam-ı Rabbani’nin sözüdür” der.
Hakeza Said Nursi Hz.leri de yaşadığı yıllarda nükseden dinsizlik cereyanlarına karşı risaleleri ile ateizmin önünde kale olmuştur. Hatta üstat, pozitif ilmin (Fen ilimlerinin) İslamiyet’e ters düşmediğine dair hem akli hem de imanı deliller getirerek Müslümanlar arasında ateizmin kol gezmesine fırsat vermemiştir. Said Nursi bu hizmetiyle asrımıza damgasını vurduğundan kendisine Bediüzzaman denilmiştir...
Demek ki, Ehlisünnet yolunun mimarları kıyamet kadar gelecek ve aynı zamanda karşılarında fitne önderleri de olacak. Umutsuzlukla çırpınan insanlığın muştuları olacağı gibi, bu arada bizi yolumuzdan alıkoyacak, hatta bu yolu inkâr eden din istismarcıları ve sahte önderlerde türeyecektir. Peki, bu durumda ne yapmalı derseniz, elbette ki neyin eğri neyin doğru olduğunun ayırt edebilecek basireti kazanmak adına ölçümüz olan Kur’an ve sünnete yöneleceğiz. Sadece Kur’an’a bakmakla yetinmeyeceğiz Kur’an’ı ve sünneti de iyi yorumlayan ilmi ile amil olmuş içtihat sahibi icmai ümmet veya kıyası fukaha dediğimiz ilim erbabını kendimize rehber kılacağız. Zaten ehlisünnet âlimleri olmasaydı fitne önderlerinin ağına düşmekten kurtulamazdık. Allah onlardan razı olsun ki onlar bizim karanlığa düşmekten kurtarmamıza vesile olan aydınlık fenerlerimizdir. Sahte kurtarıcılar ise bizi yolumuzdan alıkoyan hırsız haramiler olmaktan başka bir şey değillerdir.
Mehdi kavramından irrite olan bazı çevreler bu güzel kelimeyi öcü olarak donatarak topluma dikte etmeye çalışmaktadırlar. Oysa adından anlaşılacağı üzere Mehdi kurtarıcı veya kurtuluşa erdirici mana içerir. Ne kadar endişe etseler de hak yerini bulacaktır elbet. Müslümanlar onu çağırdıkça o bir hayal olmayıp kaderi ilah’iye’nin bir armağanı olarak imdadımıza yetişeceğine inancımız tam. Biz Müslümanlara düşen görev yaşadığımız hayat sürecinde istikamet üzere olmak ve sünneti seniye üzerine yaşamak biricik gayemiz olmalıdır. O halde bizi istikametten alıkoyacak sahte Mehdilere itibar etmeden fitne odaklarının heveslerini kursaklarında bırakmak en doğru yol olsa gerektir. İslam adına çıkan bir takım kişilerin televizyonlara çıkıp kasıla kasıla sundukları show programlarını izledikçe üzülmemek elde değil. Hemen ilk baştan programlarda yer alan İslam’la bağdaşmayan, İslami ölçülerden uzak hatta kadınlı erkekli karışık sunumlar maskaralıklarını ele veriyor zaten. Bir defa değil bin defada konferans verseler zerre miskal Kur’an ve sünneti seniyyeden taviz verdikleri sürece asıl kurtuluşa ihtiyacı olanların kendileri oldukları yahut ta böyle bol keseden atıp savuran, bu tür ahkâm kesen sözde aklıevveller olduğu anlaşılacaktır.
Vahiy Peygamberlere, ilham ise Ehlullah’a verilmiş bir lütuf.
Vahiy kesinlik ifade eder, ilham ise doğruluğuna yüzde yüz kesin denilemez. Birisi çıkarda bana vahiy geliyor diyorsa o insanın aklından şüphe edilir. Bu tür sapkınlar kelimelerle santraç misali oynamayı marifetten sayarlar, hatta laf ebeliği ile bin bir türlü teville kendilerini aklayarak su yüzüne de çıkabiliyorlar. Fakat derler ya çekirge bir sıçrar, iki sıçrar üçüncüsünde kala kalır ya, aynen öyle de akıbetlerinin çıkmaz sokağa sürükleneceği, mutlaka eninde sonunda foyaları çıkacağı da muhakkak. Çünkü gerçekler ne kadar saklanırsa saklanılsın güneş balçıkla sıvanamaz, sahtelik her halükarda rengini ele verecektir elbet.
Gerçek âlimler sık sık konuşmadıkları gibi her ulu ortamda da bulunmazlar. Onlar konuşsalar da ayet ve hadislerden sık sık dem vurmazlar. Bu hususta İsmail Çetin bir gün Gavsı Bilvanisi’ye bakın ne sorar, der ki;
—Niçin Gavs-ı Halim ayet ve hadis demiyor, ayet ve hadislerin manasını naklederken sözünü onlara nispet ediyor. Hatta birçok zamanda ayet ve hadislerin lafzı okunmuyor. Çoğu kere manaları açıklanıyor, özellikle bunu istirham ediyorum.
Gavs-ı Bilvanisi şöyle cevap verir:
“ —Allah’ın ve Rasulallah’ın kelamı çok derin, dipsiz bir bahri amiktir. Onda yüzmek havası ümmete, müçtehitlere, kümeli evliyaya mahsustur. Bazı ayet ve hadis insanın kalıbına, bazısı ruhuna, bazısı sırrına, bazısı da hepsine ait olur. Şeriat ahkâmında, nefse müteallik olana tarikat, kalbe yönelmiş olana hal, ruha yönelmiş olana marifet, sırra yönelmiş olana hakikat yahut hakiki tevhit isim veriliyor. Bunları birbirinden tefrik etmek müşküldür. Hangi zat hangi ayet ve hadisle ne gibi şartlarla muvaffak oldu ise hususta o tedavi etme usulünü ona nispet ederiz. Eğer biz aklımızla bunları açıklar isek hukuklarına tecavüz etmiş oluruz. Ayrıca Allah ve Resulünden kalben kalbe intikal eden ilimler vardır. Ancak mücaz olan şeyhi mercu onu bilir. Bazıları henüz daha gizli gitmekte, bazıları söylenilmiştir. İşte söylenmiş olan kısmı söyleyene isnat etmek yine ayet ve hadise isnat gibidir. Hadiste isnat ne kadar kısa olsa o kadar kuvvetlidir. Bu ilimde ise isnat ne kadar uzun olsa o kadar faydalıdır” buyurdular (Edeple Varış Lütufla Dönüş, S:18 1982,Isparta)
Gördüğünüz gibi Gavs-ı Bilvanisi’nin o müthiş akıl dolusu sözleri sahte kurtarıcıların gerçek yüzlerini ortaya çıkmasına fazlasıyla yetiyor. Sahte kurtarıcılar ayetleri kendi aklınca açıklamaya kalkıştıkları gibi, yarı çıplak kadınlara elini vererek biat düzenleyebiliyorlar da. Haramla helali bir araya getiren meclisler ruhumuzu karartıyor oysa. Hacegan silsilesinde mürşitte aranan hususiyetlerden biride hem şeriat hem de tarikat ilmini bitirmesi zorunluluğudur. Her iki ilim tam olmak kaydıyla icazet alması söz konusu olabilir. Bunun dışında seyri sulukunu bitirmişte olsa şeriatın 12 ilminden bihaber ise halife olamaz.
İnsanlık sahte Peygamberlerden, sahte Mehdilerden, sahte Şeyhlerden çektiğini apaçık karşı düşmanlarından çekmedi dersek maksadımızı aşmış sayılmayız. Kılıç yarası kapanır, ama dost sandıklarımızın açtığı yaranın üzerimizde bıraktığı duygusal yaralar kolay kolay kapanamıyor. İnsanlık bu tür travmalardan bir hayli yorgun ve bitap düşerek bugünlere geldi. Şayet bugünde bunalıma düşmemek istiyorsak İslam’ın ana caddesi hükmünde ehlisünnet yolundan ayrılmamak gerekiyor. Ehlisünnet yoluna sıkı sıkıya sarılmakla tehliklerden arınırız çünkü. Bir insan olağan üstü hallerde gösterse İslam’a ve ehlisünnet çizgisine uygun yaşayış içerisinde değilse o hallerin hepsi istidraçtır. Hindistan’da bir takım nefse yönelik tatbikatlar neticesinde çiviler üzerinde yürüyen insanları görmek mümkün, fakat bu durum onların ermişliğine işaret değildir, bilakis ehlisünnet yolu bu tür hallerin zuhurunu keramet olarak değerlendirmeyip istidraç olarak niteler. Şahı Nakşibendî (k.s)’e sorarlar:
—Efendim falancı adam gökte uçuyor, veli midir?
Şahı Nakşibendî(k.s):
—Hayır, veli değildir, çünkü kuşlarda havada uçuyor der
Yine sorarlar:
— Efendim falanca adamda denizde yürüyor, veli midir?
Şahı Nakşibendî (k.s):
—Hayır, veli değildir, çünkü balıklarda yüzüyor der.
Tekrar sorarlar:
— Efendim falanca adamda bir burada, bir şurada, bir orda, hatta bir anda birkaç yerde aynı anda bulunabiliyor, veli midir?
Şahı Nakşibendî (k.s):
—Hayır, veli değildir, çünkü şeytanda isimi azam duasını okuduğunda biranda doğu ile batı arasında mekik dokuyabiliyor, deyince merak edip bu seferde dediler ki:
Peki, veli kimlere denir?
Şahı Nakşibendî (k.s):
—Veli İslami yaşayış üzerine yaşayan ve sünneti seniyyeye ittiba edene ve istikamet üzere olana denir, cevabıyla konuyu aydınlatmışlardır.
Demek ki, en büyük keramet istikamettir. Olağan üstü haller göstermek ölçü değildir. Kur’an ve sünnet dairesinde olabilecek haller keramet, fakat bu dairenin dışında vuku bulacak haller istidraçtır. Rahmani olana itibar edilir. Şeytani olana ise itibar edilmediği gibi ehlisünnet dışı olarak nitelenir. Bu yüzden derler ki; cahil sofi şeytanın maskarasıdır. Dolayısıyla amellerimizi ilimle taçlandırmamız gerekiyor.
Kıyamet alametleri konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Fakat onların ihtilaflarında rahmet var.
Abdullah b. Ömer şöyle der: Peygamberden işittim şöyle buyurdu:
Kıyametin ilk nişanı Beni Asfar’ın (sarı ırkın) çıkmasıdır. Sonra güneşin batıdan doğmasıdır.
Muhaddisler ise:
İlk alameti doğudan duman çıkmasıdır. Sonra Deccalın çıkmasıdır. Bunlar kıyametin yakın nişanlarıdır. Ondan sonra Mehdi çıkar demişlerdir.
Ümmi Seleme de şunu der:
Resulullah’tan işittim; Buyurdular ki;
Mehdi, Fatıma’nın çocuklarındandır, seyyiddir.
Fatımat’üz Zehra velilerin, yani Ehli beytin anası. Malum olduğu üzere Seyyid’lerin ilkleri Hz. Hüseyin ve Hz. Hasandır. O sevgili iki çocuk Peygamber dizinde büyüdüler. Bu yüzden yeryüzünün en şanslı torunları, Yüce Peygamberin nazlı çiçekleridir. Onun için Peygamberimiz (s.a.v); ‘Hüseyin bendendir, bende Hüseyin’denim, Allah’ı seven Hüseyin’i sever, Hüseyin torunlardan bir torundur’ diye tüm zaman ve mekânlara ilan eder bu iki seyyid kutbunu.
Ebi Said El-Hudri Mehdi konusunda şöyle der:
Peygamber (s.a.v) buyurdu: Mehdi bendendir. Ahir zamanda çıkar. Yeryüzünde adalet ile hükmeder. Önce zalimler yeryüzünü zulüm ile tutmuşlardır. Mehdi ise güzellik ve adalet ile cihana yedi yıl hükmedecek.
Peygamber(s.a.v) buyurdu:
Din bizimle başladı. Sonra yine bizimle son bulur. Sizden biriniz o zamana erişirseniz ve onun nişanlarını görürsünüz ona tabi olun. Şüphesiz Mehdi merhametlidir. Ve kendiside rahmete mazhar olmuştur.
Cabir b. Abdullah Peygamberden şöyle nakleder:
Peygamber (s.a.v) buyurdu: Benden sonra on iki halife gelecek. Hepsi Kureyş kabilesinden olacaklar.
İbn-i Kesir şunları söyledi:
“.. Onlara Hulefai Raşidin derler. Hasan, Hüseyin ve Ömer b. Abdülaziz onlardandır. Allah hepsinden razı olsun”
Nakledildiğine göre Resulü Ekrem(s.a.v):
Şu on alamet ortaya çıkmayınca kıyamet kopmaz: Duman, Deccal, Mehdinin çıkması, Dabbetül-Arz, güneşin batıdan doğması, İsa(a.s)’in gökten inmesi, Ye’cuc ve Me’cuc’ün çıkması, Doğudan gökten yerin aşağı geçmesi, Arap adalarından birinin aşağı geçmesi, Yemenden bir ateşin çıkması ve halkı mahşer yerine sürmesi( Envarül Aşıkın. Ahmet Bican Bedir Yayınevi,1983,S:425)
Nakledildiğine göre, önce Mehdi, sonra da Deccal çıkacak diyenler olmuştur. Hatta Rafızîler doğdu dedikleri halde henüz Mehdi gelmemiştir.
Bazıları Mağrib’den çıkacak, bazıları da Buhara’dan çıkacak demişlerdir.
Müslim’in Sahih’ine nakledildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
Ahir zamanda otuz kişi peygamber olduklarını iddia edecekler. Halkı azıtmakta Deccal gibi davranacaklar. Hak Teala onları rüsva edecektir. Zira gerçekte ahir zaman peygamberi benim, din ve erkân benimdir(a.g.e. s:426)
Aynı eserin sayfalarını çevirdikçe heyecanımız daha da kat kat artar, devam edelim sahifeleri çevirmeye: Deccalın alnında kâfir diye yazılıdır ve gözü kördür. Ondan sonra Allah (c.c), İsa (a.s)’ı gökten Şam’da Ümeyye Camiinin doğusunda bulunan Minare-i Beyda (Ak Minare)’ye indirecektir. Sonra Hz. İsa Deccalı Kudüs’te ‘Led’ kapısında bulacak, harbe ile vurup öldürecektir. Allah (c.c), İsa (a.s)’a kavminde Tur Dağına çık! Diye vahiyde bulunacak. İsa’da kavmi ile Tur-i Sina’ya çıkacaktır.
Ondan sonra Allah(c.c) Ye’cuc ve Me’cuc’ü indirecek. Ye’cüc ve Me’cuc yeryüzünde çok fitne ve fesat işleyecek. Allah (c.c) deve burnundaki kurtçuklar gibi kurtçuklar gönderecek. O kurtçuklar onları bir defada yok edecek. Ondan sonra Hz. İsa ve kavmi Tur-i Sina’dan yeryüzüne inecekler. Onların leşlerinden rahatsız olacaklar. İsa (a.s) dua edecek, Allah (c.c) deveboynu gibi kuşlar gönderecek, o kuşlar onların leşlerini alıp denize atacaklar. Böylece yeryüzü arınacak, otlar ve ağaçlar bitecek, yemişler verecek.
İbn-i Kesir şöyle demiştir:
İsa (a.s) Deccalı öldürünce yeryüzü halas olup kurt koyunla yürüyecek, harabe olmuş şehirler yeniden kurulacaktır.
Peygamber (s.a.v):
İsa (a.s) gökten yere indiği zaman adalet gösterip güzellikle hükmedecek. Ne kadar put ve haç varsa kıracak, sonra İsa (a.s) Hz. Mehdi ile buluşacak. Namaz vakti olunca İsa:
—Gel ey Mehdi! Sen imam ol, namaz kılalım diyecek.
Mehdi:
—Ey İsa! Sen Peygambersin. İmam olmaya sen layıksın diyecek.
Hz. İsa’da;
—Ey Mehdi! Gel sen imam ol. Hz. Muhammed’in neslindensin, imam olmaya sen layıksın diyecek. Sonra Hz. Mehdi(a.r) imam olacak, namaz kılacaklar ve İsa (a.s) sultan olacak, yedi yıl halka hükmedecek (a.g.e. S:427)
Hâsılı kelam, İsa (a.s) kıyamet yaklaşınca Şam’da Ümeyye camii minaresine inecek, evlenecek ve çocukları olacak. Hz. Mehdi ile buluşacak kırk sene yayıp Medine’de vefat edip hücrei saadete defin edilecektir.(Bkz. Peygamberler Tarihi Altıparmak, Bereket yayınevi,1980. S:851)
Şu bir gerçekçi hakiki şeyh ben şuyum, ben buyum gibi enaniyet kokan cümleler sarf etmez. Nitekim Seyda (k.s) öyle der; Senin onu görmene perde ne semavat, ne arştır, ne de kürsidir, senin onu görmene perde senin benliğinin ölçüsüdür diye beyan buyurarak ene denilen ucubun çirkinliğini ortaya koyar. Seyyid Taha da hem Seyda Hz.lerini hem de Zinnuni Mısri’yi teyit edercesine şöyle der: Bu Tarikatı Nakşibendiyye nispetinde kibir, ucub, gurur ve riya olmaz. Nasıl olurda bu tarikattan irşada çıkan birisi halkı görmesin, mümkün mü? (bu yolda halk içinde Hak olmak var anlamında).
Gerçek şeyh ve gerçek Mehdi, ben Şeyhim ya da ben Mehdiyim demez. Gerçek Şeyh’inde gerçek Mehdi’nin de emareleri bellidir, yaşayışı Kur’an ve sünnet üzerinedir. Dilinden ‘ben’ kelimesi sarf eden insan güvenirliliğini ta baştan kaybetmiş demektir. Kendi kendisini tarif eden ve kendi yaptığı faaliyetlerini anlatan kişi aslında hiçbir şey değildir. Oysa dille anlatmaya bile gerek kalmadan manevi tasarrufatla da insanlar irşat edilebilir pekâlâ. Ki bu tür irşat uygulamasının Sadat-ı Kiramın hayatında pek çok örnekleri mevcut. Öyle zatlar var ki konferanslar tertip etmediği halde, sık sık konuşmadığı halde manevi tasarrufları ile binlerce insanı irşat etmektedirler. Onun için Seyda (k.s); İş lafın zahirinde değil manevi tasarruftadır demişlerdir.
Nasıl ki Hz. Ebubekir (r.a) hilafeti zamanında Yemane vilayetinde Müseyleme adında yalancı peygamber türediyse, bu zamanda da sahte şeyhlerin sahte Mehdilerin türemesi gayet normal. Şurası da unutulmamalıdır ki; hakiki Allah dostlarının irşatları bu tür sahteliklerin önünde panzehir hükmündedir. İnsan Hakikate giden yolda gerçeğini görünce sapla samanı ayırabilecek basirete kavuşabiliyor. Kuran’a ve sünnete muhalif her hareket eninde sonunda hüsrana uğrayacağı kesin ve kaçınılmazdır. Ölçü Kur’an ve sünnet, icma-i ümmet ve kıyası fukaha olmalı. Bu engin kaynaklardan yoksun her oluşum şaibeli olmaya mahkûmdur.
Yukarda da anlatıldığı üzere Hz Mehdi (a.r)’in birçok emareleri vardır, ama Mehdi (a.r) zuhur edince yeni bir şey getirmeyecek, var olan İslami esaslara göre irşat edecek, yeni bir vahiy söz konusu değil. Vahiy Peygamberimiz (s.a.v)’den sonra kesilmiştir çünkü. Dolayısıyla hiçbir kimse bana vahiy geldi iddiasında bulunamaz. İlham dahi gelse ilham kesin bilgi addedilmediği için şeriata göre amel edilir.
Velhasıl; Allahu Teala bizi sahte kurtarıcıların şerrinden korusun (âmin).
dedekorkut1
3 Nisan, 2019 - 10:33
Kalıcı bağlantı
MEHDİ (R.A)
MEHDİ (R.A)
SELİM GÜRBÜZER
Hani aç tavuk, kendini darı ambarında buğday sanır ya, aynen öyle de kendini Mehdi sanan, yetmedi kâinat imamı olarak gören FETÖ şarlatanı Pensilvanya’dan oturduğu yerden efsunladığı piyonlarına anlattığı rüyalarla, çeşitli alavere ve dalaverelerle ahkâm kesmeye devam etmekte. FETÖ elebaşısı efsunladığı taraftarlarını kandırmaya devam ede dursun biz biliyoruz ki Mehdi rahmetullahi aleyhi rahme çıkacaksa da Pensilvanya’dan değil Said Nursi Hz.lerinin işaret buyurduğu gibi doğudan çıkacaktır. Hakeza İsa (a.s)’da Şam’da ak minareye inerek zuhur edecektir. Her neyse biz şarlatanlarla oyalanmak yerine pek çok kaynağa bakaraktan bu hassas konuyu irdelemeye çalışalım.
Malum, Mehdi kavramının sözcük anlamı ‘kurtarıcı’ demektir. Elbet günü geldiğinde bunalım içerisinde kıskıvrak kıvranan insanlığın kurtuluşu uğruna mücadele edecek olan zattır o. Sanmayın ki o bir hayalet, bir sanal yaratık, tam aksine bizim gibi bir insan ve aramızdan çıkacak muştumuzdur. Hele sırat-ı müstakim üzere hakiki Müminler onu samimi hislerle çağırdıkça gelecekte elbet. Nasıl ki çorak topraklar yağmura kavuşunca hayat bulur ya, aynen öyle de son evrensel velinin çıkışıyla birlikte insanlığın kurtuluşa ereceği de muhakkak.
Allah Resulü dar’ul bekaya irtihal ettikten sonra ardından bıraktığı mukaddes emaneti Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) devr aldı, ondan da sırasıyla bu emaneti Hz. Ömer (r.anh), Hz. Osman (r.anh), Hz. Ali (k.v) yüklenmiş oldu. Derken dört büyük halifeden sonra tevhit sancağı Tabiin’in büyüklerine, Tabiin’den Tebe-i Tabiin’e ve onlardan da ilmi ile amil olmuş Ehlullah’a devr olunmuştur.
Madem Allah Resulünden sonra peygamber gelmeyecek, o halde insanlara rehber olacak büyük zat’ların her devirde var olmasından gayet tabii ne olabilir ki. Bakın şöyle İslam tarihine Peygamberimiz (s.a.v)’in dünyevi hayatının son bulmasının akabinde bir takım dinden dönme hareketleri görüldüğü bir vaka. İşte Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) bu ya, derhal harekete geçip, fitne hareketlerin tutuşturduğu fitne alevi tüm müminleri sarmadan, yerinde müdahaleyle yangını söndürmesini bilmiştir. Ancak Hz. Osman (r.anh) dönemine geldiğimizde, fitne odakları boş durmayacaktır, bilhassa bunlardan Yemenli bir Yahudi olan Müslüman kılığına girmiş Abdullah İbni Sebe münafığının sinsice ortaya koyduğu şeytani planlar sonucu, Hz. Osman (r.anh) Kur’an okurken şehit edilir de. Hakeza Hz. Ali (k.v) döneminde de Peygamberimiz (s.a.v)’in çok önceden Hz. Ali (k.v)’e; “Ben Kur’an’ın tenzili üzerine, sende tevili üzerine mücadele edeceksin” dediği mucizevî olay da gerçekleşir. Kelimenin tam anlamıyla Harici eylemlerin sebep olduğu kanlı hadiseler birbiri sıra sıralanarak gözler üzerine serilir. Böylece tenzil ve tevil üzerine olan mücadeleler tüm hızıyla günümüze kadar uzanır da.
Öyle anlaşılıyor ki, Yahudiler geçmişte nasıl ki Kab-el Ahbar adında bir haham, Yahudi dönmesi Abdullah İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah gibi fitne mümessilleri vasıtasıyla fitne kazanı kaynattıysalar, bugünde buna benzer farklı metotlarla Mason ve Siyonist örgüt yapılanmalarla karşımıza çıkıp yine kazan kaynatmaktalar.
Bakın, Hasan Sabbah, tam otuz üç yıl Alamut kalesinden idare ettiği nerdeyse körpe yaştaki gençlerin beyinlerini yıkayıp, hatta yetmedi cennet vaadiyle bir takım zevkler tattıraraktan ‘Git filancanın işini bitir’ emrini verip İslam âleminin başına bela vurucu timler oluşturabilmiştir. Neyse ki Al-i Selçuklular yerinde ve zamanında yapılan müdahalelerle Hasan Sabbah’ın bu çirkin emellerine geçit vermeyecektir.
Aslında, fitne virüsleri hemen her devirde çirkin yüzünü gösterip her an patlamaya hazır pimi çekilmemiş bomba gibidirler. Tabii bir yerde fitne virüsleri varsa bunun karşısında panzehir hükmünde ümmetin birliğini ve dirliğini ihya edecek rabbani âlimlerimiz ve İslami reçetelerimiz de var. Allah’a çok şükürler olsun ki her devirde fitne odaklarının emellerini boşa çıkaracak İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani ve Said Nursi gibi ehlisünnet âlimlerimiz boş durmuyor. Onların varlığı Ümmet-i Muhammed’e ziyadesiyle güç veriyor zaten. Nasıl güç vermesin ki, bakın İmam-ı Gazali Hz.leri Selçukluların yürüttüğü İslam’ın ilmi siyaset ve nizamına hizmet ettiği gibi yaşadığı devirde her türlü itikadı bozmaya yönelik tüm sapkın feylesof tayfasına, her tür kargaşalığa kaynak teşkil eden müfrit Şii ve Bâtıni odaklara karşı mücadele vermiş büyük bir dehadır. O bu mücadelesiyle Hüccetü’l İslam olmayı çoktan hak etti bile. Yani İslam’ın delilidir o. Keza İmam-ı Rabbânî (k.s)’de öyledir. O da kendi döneminde vuku bulan tarikat ve şeriat çekişmelerine son vermekle hicri ikinci bin yılın müceddidi olarak gönüllerde taht kurmuştur. Derken rabbani âlimler sayesinde İslam âlemini içten içe sarsabilecek tüm fitne hareketleri alev almadan bastırılabilmiştir. İşte onların bu dikkate şayan faaliyetleri ister istemez akıllara acaba onlar mehdimidir düşüncesini de beraberinde getirir. Nitekim bu hususta Gavs-ı Bilvânisî (k.s), ikibin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî (k.s) hakkında söylenilmiş bir sohbeti şöyle nakleder;
" İmâm-ı Rabbânî 'ye bir müridi demiş ki;
“ Efendim siz Mehdi misiniz?”
İmâm-ı Rabbânî de cevaben demiş ki:
"Öyle sanmıştım, amma velâkin Mehdi değilim. Çünkü ben yüzün başını geçtim, Mehdi (a.r) ise yüzün başını geçmeyecek" Gerçekten de İmam-ı Rabbânî (k.s) büyük bir zattı ve Müceddid-i Elfisani olarak ümmetin gönlünde yer edip bugün olmuş hala etkisini devam ettirmekte de.
Seyda (k.s) ise babasının dilinden İmamı Rabbanin bu sözlerini aktardıktan sonra şöyle der; “Gerçi ayet, hadis değil amma İmamı Rabbani’nin sözüdür” der. İlginçtir Seyda Hz.leri içinde Mehdi diyenler olmuştu. Nitekim 1987 yıllarda, yani muhabbet selinin dorukta olduğu yıllarda ismini şu an hatırlayamadım Horoz lakaplı bir kişi sofiler arasında sürekli Seyda Hz.lerinin Mehdi olacağını yayaraktan fitne oluşturmaya çalışmıştı. Tabii bu durum Seyda Hz.lerine bildirildiğinde ‘şayet o kişi aranıza gelirse kovun’ diyerekten fitnenin önüne geçmiştir. Ki, o zamanlar Erzurum’da öğrencilik yıllarımdı ki, maalesef Horoz taifesi Dadaş diyarına bile musallat olmuştu. Neyse ki Erzurum’da ki sofi arkadaşlar Horoz taifesinin emellerini boşa çıkartacaktır.
Peki ya Said Nursi Hz.leri? Malum, o da yaşadığı dönemde vuku bulan birtakım dinsizlik cereyanlarına karşı neşrettiği risaleleriyle ateizmin önünde çelikten zırh olmuştur. Yetmedi o pozitif ilimlerin (Fen ilimlerinin) İslam’a ters düşmediğine dair hem akli, hem de imanı deliller getirmek suretiyle Müslümanlar arasında ateizmin kol gezmesine fırsat vermemiştir. Böylece Said Nursi Hz.leri asrımıza ‘Bediüzzaman’ olarak damgasını vurmuştur.
Besbelli ki kıyamet kadar Ehlisünnet yolunun uygulayıcısı önderler var olacağı gibi onlara karşı koyan fitne kollarının başları da var olacak. Dahası umutla umutsuzluk arasında gidip gelen insanlığın kurtuluş muştularımız olacağı gibi, hak yoldan alıkoyacak haramilerde olacak, bu kaçınılmazdır. Peki, bu durumda ne yapmak gerektir derseniz, hiç kuşkusuz neyin eğri, neyin doğru olduğunu ayırt edebilecek nitelikte tek yegâne ölçümüz Kur’an ve sünnete sıkı sıkıya sarılmakla elbet. Sıkı sıkıya sarılalım ki Kur’an ve sünneti en ince ayrıntılarına kadar hıfz edip ve tatbik eden icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha ehlini kendimize rehber edinebilelim. İyi ki de ehlisünnet âlimlerimiz var, aksi halde fitne önderlerinin ağına düşmekten kendimizi kurtaramayabilirdik.
Evet, Rabbani âlimler bizi karanlığa düşmekten kurtarmaya vesile olan aydınlık ışık fenerlerimizdir. Sahte kurtarıcılar ise malum bizi sıratı müstakim yolundan alıkoyan haramiler olarak karşımıza çıkan fitne mümessilleridir.
Ne yazık ki Mehdi kavramından irrite olan bazı çevreler bu güzel kavramı öcü olarak takdim edip topluma dikte ettirmeye çalışmaktalar. Oysa adından anlaşılacağı üzere Mehdi kurtarıcı ve kurtuluşa erdirici manasına bir kavramdır. Ne kadar öcü kılıfıyla takdim etseler de Mehdi kavramının güzelliğine gölge düşüremeyeceklerdir. Hele Müslümanlar onu çağırdıkça o bir hayal olmayıp kader-i ilahinin bir armağanı olarak imdadımıza yetişeceğine inancımız tamda. Burada Müslümanlara düşen görev yaşadığımız hayat sürecinde istikamet üzere veya Sünnet-i Seniyye üzerine yaşamak olmalıdır. O halde bizi istikametten alıkoyacak sahte Mehdilere itibar etmeksizin fitne odaklarının çirkin heveslerini kursaklarında bırakmak en doğrusu. Bakmayın siz öyle bir takım aklı evvellerin İslam adına televizyonlara çıkıp ahkâm kesmelerine. Ahkâm kestiklerinde sanırsın ki her biri allameyi cihan, oysa bunların hepsi içi boş kuru gürültü tenekeden başka bir şey değillerdir. Zaten çıktıkları açık oturumlarda İslam’la bağdaşmayan, İslami ölçülerden uzak, hatta kadınlı erkekli karışık sunumlarla maskaralıklarını ele veriyorlar da. Oysa bir değil bin defada sunum vermiş olsalar zerre miskal Kur’an ve Sünnet-i Seniyye'den taviz verdikleri sürece asıl kurtuluşa muhtaç kendileri oldukları gerçeğini değiştirmeyecektir. Şayet öyle bol keseden atıp ahkâm kesmekle itibar kazanacağını düşünüyorlarsa bilsinler ki büyük yanılgı içerisindedirler. Kim bilir belki bir gün akılları başına gelip boş bulunduklarını kendileri de anlayacak ama o zaman da iş işten geçmiş olacaktır. Önemli olan zamanında idrak edebilmektir.
Malumunuz, vahiy Peygamberlere, ilham ise Ehlullah’a verilmiş bir lütuftur. Vahiy kesinlik ifade eden bir kelam, ilham içinse doğruluğuna yüzde yüz kesin denilemez bir kavramdır. Her kim ki bana vahiy geliyor diyorsa, biliniz ki o insanın aklından zoru var demektir. Bu tür sapkın ifadelerle kendini bilge ehliymiş gibi sunanlar, hiç kuşkunuz olmasın foyaları er geç su yüzüne çıkacaktır. Hani derler ya çekirge bir sıçrar, iki sıçrar üçüncüsünde kala kalır ya, aynen öylede bu tip sapkınların maskelerinin düştüğüne bizatihi tarihin sayfaları şahit. Kaldı ki gerçekler ne kadar saklanırsa saklanılsın güneşin balçıkla sıvanamayacağı muhakkak, sahtelikse her halükarda kendini ele veriyor zaten.
Hani sükût ikrardandır denilir ya hep, belli ki bu veciz söz boşa söylenilmemiş. Zira hakiki âlimler sık sık konuşmadıkları gibi her ortamda da bulunmazlar. Onlar konuşsalar da ayet ve hadislerden ikide bir laf olaraktan dem vurmazlar. Bakın bu hususta İsmail Çetin bir gün Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’e şöyle sual tevdi eder:
-Niçin Gavs-ı Halim olarak ayet ve hadis demiyor, ayet ve hadislerin manasını naklederken sözünü onlara nispet ediyor ya da birçok zaman ayet ve hadislerin lafzı okunmuyor da. Çoğu kez manaları açıklanıyor, özellikle bunun sebebini istirham ediyorum.
Gavs-ı Bilvanisi şöyle cevap verir:
“-Bak Molla İsmail, Allah’ın ve Rasulullah’ın kelamı çok derin, dipsiz bir bahri amiktir. Onda yüzmek havası ümmete, müçtehitlere, kümeli evliyaya mahsustur. Bazı ayet ve hadis insanın kalıbına, bazısı ruhuna, bazısı sırrına, bazısı da hepsine ait olur. Şeriat ahkâmında, nefse müteallik olana tarikat, kalbe yönelmiş olana hal, ruha yönelmiş olana marifet, sırra yönelmiş olana hakikat yahut hakiki tevhit isim veriliyor. Bunları birbirinden tefrik etmek müşküldür. Hangi zat hangi ayet ve hadisle ne gibi şartlarla muvaffak oldu ise bu hususta o tedavi etme usulünü ona nispet ederiz. Eğer biz aklımızla bunları açıklar isek hukuklarına tecavüz etmiş oluruz. Ayrıca Allah ve Resulünden kalben kalbe intikal eden ilimler vardır. Ancak mücaz olan şeyhi mercu onu bilir. Bazıları henüz daha gizli gitmekte, bazıları söylenilmiştir. İşte söylenmiş olan kısmı söyleyene isnat etmek yine ayet ve hadise isnat gibidir. Hadiste isnat ne kadar kısa olsa o kadar kuvvetlidir. Bu ilimde ise isnat ne kadar uzun olsa o kadar faydalıdır.” (Bkz. Edeple Varış Lütufla Dönüş, S:18 1982, İsparta).
İşte Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın bu müthiş akıl dolusu sözleri sahte kurtarıcıların zavallılığını ortaya koymaya yeter artar da. Sahte kurtarıcılar ayetleri kendi aklınca açıklamaya kalkıştıkları gibi, yarı çıplak giyinmiş kadınlara elini verip biat şöleni düzenlemekten yüksünmüyorlar da. Zaten haramla helali bir araya getiren meclislerden ne beklenir ki? Onlar ruh karartmaya devam ede dursunlar, bu arada Hacegan yolunda bir mürşitte en azından bulunması gereken hem şeriat, hem tarikat ilmini bitirme zorunluluğu ilkesi daha ilk baştan sahte şeyh ve sahte tarikat oluşumlarına fırsat tanımamaktadır. İşte takip edilen ehlisünnet yolundan taviz vermeme uygulamaları sayesinde gönül kapıları dolup taşmaktadır. Böylece yola koyuldukları usul ve adap zırhıyla birlikte gerçek tasavvufu kıyamete kadar devam ettirmeyi bilmişlerdir. Düşünsenize bir mürşidin irşada haiz olabilmesi için her iki ilmide bitirip icazet alması gerekiyor. Dahası bir hakikat yolcusu seyr-u sülukunu bitirmiş olsa da şeriatın 12 ilminden bihaberse halife olamıyor. Anlaşılan posta oturmak, sarık sarmak ya da cübbe giymekle âlim olunmuyor, bunların hakkını verecek ilimleri tahsil etmekle oluyor. Elbette ki sarık sarmak sünnet olmanın ötesinde âlim olmanın bir işaret sembolüdür. Dolayısıyla her sembolün içini doldurmadıkça sarık sarsan ne yazar, cübbe giysen ne yazar.
Maalesef insanlık sahte peygamberlerden, sahte mehdilerden, sahte şeyhlerden çektiğini apaçık gardını alan düşmanlarından çekmedi dersek maksadımızı aşmış sayılmayız. Derler ya, her türlü yara kapanır, ama dost yarası öyle kolay kapanmaz. Evet, bu söz çok yerinde söylenilmiş söz olup, insanlık bu tür dost sandıklarımızın üzerimizde açtığı travmalardan bir hayli yorgun ve bitap düşmüş gözüküyor. Şayet bugünde bunalım girdabına düşmemek istiyorsak İslam’ın ana caddesi hükmünde ehlisünnet yolundan ayrılmamak lazım gelir. Çünkü ehlisünnet yoluna sıkı sıkıya sarılmakla ancak tehlikelerden korunabiliriz. Bir insan olağan üstü hallerde gösterse İslam’a ve ehlisünnet çizgisine uygun yaşayış içerisinde değilse o hallerin hiçbiri işe yaramaz, hepsi istidractır. Bakın Hindistan’da bir takım nefse yönelik tatbikatlar neticesinde sipsivri çiviler üzerinde yürüyen insanları görmek mümkün, fakat bu durum onların ermişliğine işaret değildir, tam aksine sapkınlıktır. Zaten ehlisünnet yolu bu tür zuhur eden halleri keramet olarak değerlendirmeyip istidraç olarak niteler. Bu hususta Şahı Nakşibend (k.s)’e şöyle sorarlar:
-Efendim falancı adam gökte uçuyor, veli midir?
Cevaben:
-Hayır, veli değildir, çünkü kuşlarda havada uçuyor, der.
Yine sorarlar:
- Efendim falanca adamda denizde yürüyor, veli midir?
Şahı Nakşibend (k.s):
-Hayır, veli değildir, zira balıklarda yüzüyor.
Tekrar sorarlar:
-Efendim falanca adamda bir burada, bir şurada, bir orada, hatta bir anda birkaç yerde aynı anda bulunabiliyor, veli midir?
Şahı Nakşibend (k.s):
-Hayır, o da veli değildir, çünkü şeytanda isimi azam duasını okuduğunda biranda doğu ile batı arasında mekik dokuyabiliyor deyince merak edip bu kez şunu sordular:
Peki ya, veli kimlere denir?
Cevaben:
-Veli İslam üzerine yaşayan ve Sünnet-i Seniyye'ye ittiba edene ve istikamet üzere olana denir. Böylece sadatlar meseleye açıklık getirmiş olur.
Demek ki, en büyük keramet istikamettir. Asla olağan üstü haller göstermek ölçü değildir. Kur’an ve sünnet dairesinde olabilecek haller keramet olarak kabul görür, bunun dışında vuku bulacak haller istidraç olarak nitelenir. Bir başka ifadeyle rahmani olana itibar edilir, şeytani olana asla itibar edilmez. Bu yüzden arifler; cahil sofi şeytanın maskarasıdır derl. Madem öyle, yapacağımız amelleri ilimle taçlandırmak gerekir.
Malumunuz kıyamet alametleri sadece Mehdi'nin (a.r) zuhuru ile sınırlı değil, dahası var. Tabii pek çok alamet olunca ister istemez âlimler ihtilaf etmişlerdir. Olsun önemi yok, onların ihtilaflarında bile rahmet vardır.
Abdullah b. Ömer şöyle der: Peygamberimizden işittim şöyle buyurdu:
“Kıyametin ilk nişanı Beni Asfar’ın (sarı ırkın) çıkmasıdır. Sonra güneşin batıdan doğmasıdır.”
Muhaddisler ise:
İlk alameti doğudan duman çıkmasıdır. Sonra Deccal’ın çıkmasıdır. Bunlar kıyametin yakın nişanlarıdır. Ondan sonra Mehdi çıkar demişlerdir.
Ümmü Seleme de şunu der:
“Resulullah’tan işittim; buyurdular ki;
Mehdi, Fatıma’nın çocuklarındandır, Seyyiddir.”
Fatıma annemiz velilerin, yani Ehlibeytin annesidir. Malum olduğu üzere Seyyid’lerin ilki Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan’dır. Ki, onlar Peygamber dizinde büyüdüler. Bu yüzden Yüce Peygamberin nazlı çiçekleri oldular. Onun için Peygamberimiz (s.a.v) bu iki seyyid kutbunu; ‘Hüseyin bendendir, bende Hüseyin’denim, Allah’ı seven Hüseyin’i sever, Hüseyin torunlardan bir torundur’ diye övgüye mazhar kılmıştır. Gerçekten de onlar yeryüzünün en nadide torunudurlar.
Ebu Said El-Hudri Mehdi konusunda şöyle der:
Peygamber (s.a.v) buyurdu: Mehdi bendendir. Ahir zamanda çıkar. Yeryüzünde adaletle hükmeder. Önce zalimler yeryüzünü zulüm ile tutmuşlardır. Mehdi ise güzellik ve adalet ile cihana yedi yıl hükmedecek.
Peygamber (s.a.v) buyurdu:
“Din bizimle başladı. Sonra yine bizimle son bulur. Sizden biriniz o zamana erişirseniz ve onun nişanlarını görürsünüz ona tabi olun. Şüphesiz Mehdi merhametlidir. Ve kendisi de rahmete mazhar olmuştur.”
Cabir b. Abdullah’da Peygamberimizin dilinden şöyle nakleder:
“Peygamber (s.a.v) buyurdu: Benden sonra on iki halife gelecek. Hepsi Kureyş kabilesinden olacaklar.”
İbn-i Kesir şunları söyledi:
“.. Onlara Hulefa-i Raşidin derler. Hasan, Hüseyin ve Ömer b. Abdülaziz onlardandır. Allah hepsinden razı olsun”
Yine nakledildiğine göre Resulü Ekrem (s.a.v):
“Şu on alamet ortaya çıkmayınca kıyamet kopmaz: Duman, Deccal, Mehdinin çıkması, Dabbetül-Arz, güneşin batıdan doğması, İsa (a.s)’in gökten inmesi, Ye’cuc ve Me’cuc’ün çıkması, Doğudan gökten yerin aşağı geçmesi, Arap adalarından birinin aşağı geçmesi, Yemenden bir ateşin çıkması ve halkı mahşer yerine sürmesi” (Envarül Aşıkın. Ahmet Bican Bedir Yayınevi,1983,S:425) diye buyurmuştur.
Keza yine nakledildiğine göre, önce Mehdi, sonra da Deccal çıkacak diyenler olmuştur. Hatta Rafızîler doğdu dedikleri halde henüz Mehdi gelmemiştir.
Bazıları Mağrib’den çıkacak, bazıları da Buhara’dan çıkacak demişlerdir.
Müslim’in Sahih’inde nakledilen rivayete göre ise Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Ahir zamanda otuz kişi peygamber olduklarını iddia edecekler. Halkı azıtmakta Deccal gibi davranacaklar. Hak Teâlâ onları rüsva edecektir. Zira gerçekte ahir zaman peygamberi benim, din ve erkân benimdir.” (a.g.e S.426)
Yine aynı eserin sayfalarını çevirdikçe heyecanımız daha da kat be kat artmakta, madem öyle sahifeleri çevirmeye devam edelim: Deccalın belirtisi alnında kâfir yazılı olmasıdır ve gözü kördür. Ondan sonra Allah (c.c), İsa (a.s)’ı gökten Şam’da Ümeyye Camii'nin doğusunda bulunan Minaret-ül Beyda’ya (Ak Minare) indirecektir. Sonra Hz. İsa Deccalı Kudüs’te ‘Led’ kapısında bulacak, harbe ile vurup öldürecektir. Allah (c.c), İsa'ya (a.s) kavminle Tur Dağına çık diye vahiyde bulunacak. İsa’da kavmi ile Tur-i Sina’ya çıkacaktır.
Ondan sonra Allah (c.c) Ye’cuc ve Me’cuc’ü indirecek. Ye’cüc ve Me’cuc yeryüzünde çok fitne ve fesat işleyecek. Allah (c.c) deve burnundaki kurtçuklar gibi kurtçuklar gönderecek. O kurtçuklar onları bir defada yok edecek. Ondan sonra Hz. İsa ve kavmi Tur-i Sina’dan yeryüzüne inecek. Onların leşlerinden rahatsız olacaklar. İsa (a.s) dua edecek, Allah (c.c) deveboynu gibi kuşlar gönderecek, o kuşlar onların leşlerini alıp denize atacaklar. Böylece yeryüzü arınacak, otlar ve ağaçlar bitecek, yemişler verecek.
İbn-i Kesir ise şöyle demiştir:
“ İsa (a.s) Deccalı öldürünce yeryüzü halas olup kurt koyunla yürüyecek, harabe olmuş şehirler yeniden kurulacaktır.
Peygamber (s.a.v):
İsa (a.s) gökten yere indiği zaman adalet gösterip güzellikle hükmedecek. Ne kadar put ve haç varsa kıracak, sonra İsa (a.s) Hz. Mehdi ile buluşacak. Namaz vakti olunca İsa:
-Gel ey Mehdi! Sen imam ol, namaz kılalım diyecek.
Mehdi:
-Ey İsa! Sen Peygambersin. İmam olmaya sen layıksın diyecek.
Hz. İsa’da;
-Ey Mehdi! Gel sen imam ol. Hz. Muhammed’in neslindensin, imam olmaya sen layıksın diyecek. Sonra Hz. Mehdi(a.r) imam olacak, namaz kılacaklar ve İsa (a.s) sultan olacak, yedi yıl halka hükmedecek.” (a.g.e. S:427)
Hâsılı kelam, İsa (a.s) kıyamet yaklaşınca Şam’da Ümeyye camii minaresine inecek, evlenecek ve çocukları olacak. Hz. Mehdi ile buluşacak kırk sene yayıp Medine’de vefat edip hücreyi saadete defin edilecektir. (Bkz. Peygamberler Tarihi Altıparmak, Bereket yayınevi,1980. S:851)
Şu bir gerçek, hakiki şeyh ben şuyum, ben buyum gibi enaniyet kokan cümleler sarf etmez. Nitekim Zünnûn-ı Mısrî (k.s.) öyle der; "Senin O'nu görmene perde ne arşdır, ne de kürs'dir, ne de semavat. Senin O'nu görmene perde senin benliğinin ölçüsüdür" diye beyan buyurarak kibrin çirkinliğini ortaya koymaktar. Seyyid Taha (k.s.) da Zünnûn-ı Mısrî (k.s.)’ i teyit edercesine şöyle der: Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda asla kibir, ucub, gurur ve riya olmaz. Hem nasıl olur da bu tarikattan biri irşada çıkıp da halkı görmez ki.” Yani, Halk içinde Hak olmak esastır anlamında bir sözdür bu
Zaten gerçek şeyh ve gerçek Mehdi, ben Şeyhim ya da ben Mehdiyim demez. Gerçek Şeyh ve gerçek Mehdi’nin emareleri bellidir, bir kere yaşayışı Kur’an ve sünnet üzerine olması icab eder. Kaldı ki bir şeyhin dilinden ‘Ben’ kelimesi çıkıyorsa o ta baştan güvenirliliğini yitirmiş demektir. Kendi kendisini tarif eden ve kendi yaptığı faaliyetlerini anlatan bir kişi aslında hiçbir şey değildir. Oysa dille anlatmaya bile gerek kalmadan manevi tasarrufatla insanları irşat etmek muteberdir. Ki; bu tür irşat uygulamasının Sadat-ı Kiramın hayatında pek çok örnekler mevcut. Mesela öyle zatlar vardır ki konferanslar tertip etmediği halde, sık sık konuşmadığı halde manevi tasarrufatıyla binlerce insanı irşat edebiliyor. Bu yüzden Seyda (k.s) sadatların kıymetine vurgu yaparaktan“İş lafın zahirinde değil manevi tasarruftadır” demiştir.
Hem nasıl ki Hz. Ebu Bekir-i Sıdık (r.a) hilafeti zamanında Yemane vilayetinde Müseyleme-i Kezzab adında yalancı peygamber türediyse, haydi haydi bu zamanda da sahte şeyhlerin sahte Mehdilerin türemesi kaçınılmazdır. Şurası unutulmamalıdır ki; hakiki Allah dostlarının ve rabbani alimlerin irşatları bu tür sahteliklerin önünde panzehir hükmündedir. İnsan Hakikate giden yolda gerçeği görünce sapla samanı ayırabilecek basirete kavuşabiliyor. Kuran’a ve sünnete muhalif her hareket eninde sonunda hüsrana uğrayacağı malum. Ölçü Kur’an ve sünnet, icma-i ümmet ve kıyası fukaha olmalı. Bu engin kaynaklardan yoksun her oluşum şaibeli olmaya mahkûmdur.
Evet, Hz. Mehdi (a.r)’in birçok emareleri vardır, ama Mehdi (a.r) zuhur edince yeni bir şey getirmeyecek, mevcut İslami esaslara göre irşat edecek, yeni bir vahiy inmesi asla söz konusu değildir. Çünkü vahiy Peygamberimizden (s.a.v) sonra kesilmiştir. Dolayısıyla hiçbir kimse bana vahiy geldi iddiasında bulunamaz. İlham gelse dahi ilham kesin bilgi addedilmediği için şeriata göre amel edilir.
Velhasıl sözün özü bize “Allah Teâlâ bizi sahte kurtarıcıların şerrinden korusun” demek düşer.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2933/mehdi-ra.html