İLİM PAZARA KADAR DEĞİL MEZARA KADAR

İLİM PAZARA KADAR DEĞİL MEZARA KADAR

ALPEREN GÜRBÜZER
İlim paha biçilmez kiymettir, pazarda sergilenmez, o hep başköşedir.
Şah-ı Hazne (k.s) Hazret Muhammed Diyauddin’in yetiştirmiş olduğu halifelerin içinde dışa yansıyan haliyle en ednasıydı, bu yüzden birçok kişi âlim olduğunun farkına bile varamazdı. Gavs-ı Bilvanisi de öyle idi, o da kendini gizlerdi. Derdi ki; Ben sufilerden çok istifade ettim. Sufilerden gördüğüm faydayı Şah-ı Hazne’den alamadım. Sufilerle bulundukça onların muhabbetini, teslimiyetini ve aşkını gördükçe benimkide artıyordu…
Bu yol yükte hafif, pahada kıymetli (ağır) bir ilim yolu, bir inci misali en kestirme yol. Onun için sırf işin şekline takılan ve zahirden medet uman maneviyattan nasibi kıttır. Ubeydullah Ahrar (k.s); Bu yolun büyükleri cehri, zahiri şeylere çok ehemmiyet vermemişlerdir. Onların her an bulundukları huzur hali en büyük ilimdir (haldir) der. Dolayısıyla bu yolun başında kurbiyyet ve şuhud (yakınlık ve seyir) vardır, sonunda ise ubu’diyyet ve mahrumiyetin söz konusu olduğunu ima eder.
İnsan yetiştirmek bitki yetiştirmeye benzemez. Bir gün Hazret Muhammad Diyauddin’e;
—Kurban, bir şeyh kendisine geleni kırk günde mezun edip halifelik veriyor ne dersiniz. Bunun üzerine Hazret (k.s) orada bulunan Mollayı Mezin’e (Büyük Hoca’ya) sorar, der ki:
—Molla! Bir eşeğin yavrusu kaç günde ayağa kalkar?
Molla cevaben:
—Kurban iki veya üçgün içerisinde ayağa kalkıp annesiyle dolaşmaya başlar.
Hazret (k.s):
—Peki, insanın yavrusu ne zaman kalkıp dolaşır?
Molla:
—Efendim yeni doğan çocuğu annesi en az iki sene süt verip besledikten sonra ancak ayağa kalkabilir, hem de bir defada ayağa kalkamaz, ancak sürünme ve emekleme safhasından sonra bu durum gerçekleşir.
Hazret (k.s):
—Peki, eşek yavrusuna ne derler? İnsan yavrusuna ne derler?
Molla:
— Eşeğin yavrusuna sıpa, insan yavrusuna ise insan derler.
Hazret (k.s):
—İşte gördün ya, zahmet çekilmeyince eşek yine sıpa oluyor, emek verilince insan insan oluyor diyerek Gavs-ı Bilvanisinin şu sözünü doğruluyor: İnsan öyle olmalı ki bütün âlem o insana çalışmalı.
Lokman Hekim’e sorarlar:
—Sen bu ilmi, aklı ve bilgiyi nerden öğrendin?
Lokman Hekim cevaben;
—Gözü görmeyen ama bir hafızdan, o elindeki asası ile önünü kontrol ederek yürümesi
benim için ibret oldu, dolayısıyla o benim rehberimdir.
Ulemanın en meşhur âlimlerinden İbni Hacer su kenarında dolaşırken içi oyuk mağara şekline gelmiş kaya parçası ile karşılaşıyor. Kendi kendine; Bu kadar yumuşak suyun o kadar sert olan kayayı delerek mağara oluşturuyorsa, damlaya damlaya göl olur misali ilme sarılarak ilmi hakikat pekâlâ yakalanabilir der. Gerçekten de ilme dört elle sarıldı taş oğlu anlamına gelen adına İbn-i Hacer denildi kendisine.
Abdullah b. Abbas’da çok büyük ilim sahibi idi, öyleki 1660 hadis rivayet etmiş,
ilmin çokluğundan dolayı ona bahr (deniz), derinliğinden dolayı da Tercümanü’l Kur’an isim verilmiştir.
Resul-i Ekrem İbni Abbas hakkında; Allah’ım! Ona hikmet öğret diye dua etmiş, bir rivayette de; Ya Rabbi! Onu dinde fakih kıl ve ona tefsir ilmini nasib buyur diye zikredilir.
İmam Şafii; konuşmayı susmak devresi ile ilmi araştırmayı düşünce ile destekleyiniz der.
Tabii’nin büyüklerinden Hasan-ı Basri; Hikmet taşımayan söz, boşboğazlıktır. Susması düşünce olmayan insan yanılmıştır. Bakışının amacı ibret olmayan kimse boşu boşuna oyalanmıştır der.
Tavus’un(r.anh)’ın bildirdiğine göre Havariler Hz.İsa’ya sorarlar:
—Ya Ruhullah! Yeyüzüde şu zamanda senin gibisi var mı?
Hz. İsa (a.s):
—Evet var. Konuşması zikir, susması fikir ve bakışının amacı ibret olanlar benim gibidirler diye cevap vermişlerdir.
Âlimle cahil kimsenin günahlarının hesabı bir değildir. Âlimin işlediği günaha bir, cahile ise iki sevap yazılır. Resulü Kibriya Efendimiz; Âlimlerin eti zehirlidir buyurmuş, yani onların aleyhinde atanlar zehir yemiş gibi olur manasınadır. İmamı Azam talebelerine ders verirken akrebin hücumuna uğrar, öğrencileri hemen müdahale etmek isterken İmam-ı Azam;
—Bırakın müdahale etmeyin, ben Rasulüllah’ın Âlimlerin eti zehirlidir hadisini tecrübe etmek istiyorum bakalım ulemadan mıyım der. Eğer ulemadan isem akrep ölür. Gerçekten de büyük âlim olduğu ortaya çıkar ve akrep ölür böylece.
Rasulüllah; Ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail Peygamberleri gibidir buyurarak fazilet
yönünden değil, hidayet yönünden olduğuna işaret etmiştir. Hakeza milyonlarca kişinin hidayetine vesile olmuş çokca evliya-i kiram var. Hz. Nuh (a.s) dokuz yüz seneyi aşkın ömür sürmüş kırk kişi hidayete gelmiş ancak, karısı ve oğlu dahi iman etmemiş.
Fıkıh öğrenmek Kur’an ezberlemekten de nafile ibadetlerden de efdaldir. Fıkıh öğrenmekten maksat ihtiyacının fazlasını öğrenmektir.
Hz. Ömer (r.anh) halife sıfatıyla; Bizim çarşı pazarlarımızda fıkıh bilgisi olmayan ticaret yapamaz, çünkü fıkıh bilgisi kıt olan insanlar faize düşer beyan buyurarak her alanda ilim sahibi olmanın gerekliliğine vurgu yapmıştır.
Abdülkadir Geylani (k.s) Allah’a öyle ibadet ederdi ki birgün ibadet halde iken bir ses işitir:
—Ey zikirle meşgul kulum artık senden bütün amel yükümlüllüklerini kaldırdım der.
Abdülkadir Geylani (k.s) derhal tepki göstererek;
—Ey lanetlenmiş şeytan defol der.
Şeytan:
—Benim şeytan olduğumu nerden bildin?
Abdülkadir Geylani (k.s):
—İki şeyle; birincisi akaid ilmimle, ikincisi fıkıh ilmimle. Akaid ilmine dayanarak; sesin
tek yönden geldiğini gördüm, dolayısıyla şeytani olduğunu anladım. Eğer ses her taraftan gelseydi rahmani olurdu. Fıkıh ilimine dayanarakdan şunu söyleyebilirim ki; değil ben peygamberlerden dahi hiç kimseden ibadet mükellefiyeti kaldırılmamıştır. İşte ilim bu. İlim olmazsa rahmani sandığımız birçok şeylerin şeytani olup olmadığını anlayamayız. Dolayısıyla ilim şart.
İslam ilmin ta kendisi, oku diye ilk ilim startı verilmiş mağaradan. Çağımız bilgi çağı
deniliyor, bilgi sağanağı altında yaşıyoruz adeta. Faydalı faydasız bilgiler çevremizi kuşatmış durumda. Öyle ki kime sorsan kendi sunduğu bilgi çok önemli... Acaba hangisi doğru? Bütün bu keşmekeş içinde sade müslümanın yapacağı şey, beynini ve kalbini düzeltip farz ilme yönelmek olsa gerektir.
İlim öğrenmek farz-ı ayındır çünkü. Fazlardan sonra öğrenilmesi gerekenler sırasıyla; vacip, sünnet, mendup, mütehap, mübah, mekruh ve müfsid olan ameller vs.
Şu iyi bellenmeli farz olan ilmin başında akait gelir. Akaidden sonra namazla ilgili farzlar, namazın öncesinde temizlikle ilgili taharet, abdest ve guslün farzları, derken farz olan kıraati ezberlemek, ilmihal bilgilerini öğrenmek, ana-baba hukuku, kimleri sevip kimlere buğz etmek, rehberine karşı vazifeler, batini hastalıklar, oruçla ilgili bilgiler, hac, helal-haram, rızık ve helal kazanç, zekât gibi konular gelir. İlimsiz yol kat edilemez bu böyle biline.
İlmihal; hal ilmi, ahlaki güzeleştirmeye yönelik ilim olması dolayısıyla ilmihal denilmiş. Sünnet-i seniyye’ye uygun yaşayış gerçekleştirmek ilmihal bilgisi ile mümkün. Zira Allah Teala De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olunuz. Ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir (Ali İmran/31) beyan buyurmakta.
Velhasıl halini bilmeyen halden anlamaz. Bu yüzden ilim pazara kadar değil mezara kadar işleyen bir süreçtir.
Vesselam.

İLİM PAZARA KADAR DEĞİL MEZARA KADAR
SELİM GÜRBÜZER
İlim paha biçilmez değer bir hazinedir, pazarda sergilenmez, bu yüzden başköşedir hep. Şahıs bazında da öyledir. Mesela öyle insanlar vardır ki, görünürde bizim gibidirler oysa son derece deruni baş tacı şahsiyetlerdir. Nitekim Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’in halifeleri arasında Suriye’nin bir köyün ismiyle müsemma Şah-ı Hazne (k.s) adında bir zat vardı ki, dışa yansıyan haliyle bakıldığında hiçte halife bir duruşu yoktu, bu yüzden pek çok insan o’nun deruni baş tacı âlim bir zat olduğunun hiç farkında olmazdı. Gavs-ı Bilvanisi de keza öyleydi, kendisi daha çok sofilerin arasına karışıp onlarla hasbihal halde olduğu içindir âlim bir zat olduğu pek anlaşılmazdı. Hatta bu hususta kendi halini ortaya koyan şöyle bir sohbet ettiği de vakidir: “Ben sofilerden çok istifade ettim. Muhabbet noktasında Şah-ı Hazne’den alamadığımı sofilerden aldım. Sofilerle bulundukça onların muhabbeti, teslimiyeti ve aşkı ister istemez bize de sirayet edip benimki de artıyordu.” Tabii bitmedi, dahası var, malum oğulları Seyda Hz.leri ve Gavs-ı Sani Abdulbaki Hz.leri de tıpkı kendisi gibidirler. Düşünsenize her iki oğlu da Gavs’ın (k.s.) oğlu ve seyyid olduklarını belli etmeksizin çok halim bir halde hareket eden ve çok fazla dergâhın hizmetinde bulunmayı ihmal etmeyen isimlerdir.
İşte yukarıda isim sim verilen örneklerden de anlaşılan o ki; bu yol muhabbet yolu olmanın ötesinde aynı zamanda yükte hafif pahada ağır ve gücü etkisinde ilmi hal yoludur. Hal vaziyet böyle olunca Allah’a ulaşılan yollar arasında hedefe varma noktasında en kestirme yol olması son derece gayet tabiidir. Madem ilmi hal özelliği ile en kestirme yol, o halde bu yola baş koyanlar yolun sadece işin zahir ve muhabbet yönüyle oyalanmaması gerekir, batıni yönüne de yönelmesi gerekir. Aksi halde bu yolun sırf zahiri veçhesinden medet umanlar yolun hem ilmi halinden hem de batıni veçhesinden istifade edemeyeceklerdir. Nasıl mı? İşte Ubeydullah Ahrâr (k.s)’ın “Bu yolun büyükleri cehri, zahiri şeylere çok ehemmiyet vermemişlerdir. Onların her an bulundukları huzur hali en büyük ilimdir (haldir)” diye beyan buyurması bu gerçeğe işarettir. Böylece Ubeydullah Ahrâr (k.s) bu sohbetiyle bu yolun başında kurbiyyet ve şuhud (yakınlık ve seyir) hali olduğunu, nihayetinde ise ubu’diyyet ve mahrumiyet olduğunu vurgulamıştır. Zaten bu yolun gücü etkisinde olmasının sırrı ilmiyle amil sırat-ı müstakim bir yol üzere güzergâhını tayin etmiş olmasıdır.
Malumunuz insan yetiştirmek bağ bahçe ve tarla tapan işlerinde olduğu gibi ne ‘çiçek-bitki-tahıl’ yetiştirmeye benzer ne de ‘kırda bayırda ahırda’ hayvan yetiştirmeye. Bakınız günlerden bir gün sofilerden biri Şeyh Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s)’e şöyle sual eyler;
-Kurban, bir şeyh kendisine geleni kırk günde icazetini tamamlayıp halifelik veriyor, bu ne hızdır?
Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s), bu sual üzerine hemen orada bulunan Mollayı Mezin’e (Büyük Hoca’ya) yönelip şöyle sualler sorar:
-Molla Mezin! Söyle bakalım bir eşeğin yavrusu kaç günde ayağa kalkar?
Molla cevaben:
-Kurbanım! İki üç güne kalmaz annesiyle dolaşır bir halde ayağa kalkar der.
Hazret (k.s):
-Peki ya insan yavrusu?
Molla:
-Efendim yeni doğan çocuğa en az iki sene süt verildikten sonra ancak ayağa kalkabilir, üstelik bu kalkış ilk anda gerçekleşmez, birkaç sürünme ve emekleme dönemlerini geçirdikten sonra ancak tam ayağa kalkabilmekte.
Hazret (k.s):
-Peki, eşek yavrusuna ne denir?
Molla:
-Sıpa denir.
Hazret (k.s):
-Peki, insan yavrusuna ne denir?
Molla:
-Tabii ki insan denir.
En son bu cevap üzerine Hazret (k.s) oradakilere dönüp şöyle der:
-İşte gördünüz ya, demek oluyor ki bir yavru için zahmet çekilmeyince 2-3 günlük eşek yavrusu sıpa olarak addedilirken, en az iki yıl zahmet çekilerekten emek verilince de insan yavrusu yine insan olarak ismini koruyabiliyor.
Aslında Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’in verdiği bu misalin ötesinde bir şey daha var ki; o da insan şayet kendini ilme verir ilmiyle amil âlim bir hüviyet kazanırsa böylesi zatları gören insanlar o’nun hizmetine kendilerini adar da. İşte gerçek anlamda olgunlaşmış hız budur, öteki türlüsü malum acele eden ecele gider türünden bir hızdır. Yani bu yol uzun soluklu bir koşudur, bu yüzden maratona hızla başlayıp da işin içinde nefesimizi yarı yolda boşa tüketme riski de söz konusudur, bizim için nefesimizi en iyi şekilde iktisatlı kullanarak maratonu tamamlamak en doğrusudur. Hele ki, koşu yolu ilmi hal yolu olunca bir değil bin ihtimam gösterilmesi gerekir.
Evet, ilim paha biçilmez bir nimettir, elbette ki bu uğurda Yavuz Sultan Selim misali ilim sahibinin hizmetinde ayağının tozu olmaya bile razı olunacaktır. Hem nasıl ilim tozu olunmasın ki, bakın Lokman Hekim’e:
-Efendim, sizler ne yaptınız da bunca ilmi ve bilgiyi öğrenir diye sual edildiğinde verdiği cevap çok manidardır:
-Gözü görmeyen bir âmâ hafızdan elbet. Öyle ki o gözü görmeyen âmânın elindeki asasıyla önünü kontrol etmesi benim ufkumu açmaya yetti arttı bile.
Sadece ufku açılan Lokman Hekim mi, hiç kuşkusuz İbn-i Hacer’e de bir kaya parçası ilham olup ufku açılacaktır. Şöyle ki; ulema sınıfının en meşhur âlimlerinden İbn-i Hacer su kenarında dolaşırken içi oyuk mağara şekline bürünmüş kaya parçasıyla karşılaşır. O an kendi kendine; madem bu akan su zamanla sert bir kayayı delip mağara oluşturabiliyor, bende kendimi ilme adamakla hakikat deryası karşısında bir katre damla âlim olabilirim pekâlâ der.
Ve İbni Hacer’in bu tefekkürü işe yarar da. Derken ilme dört elle sarılıp hak ettiği ilmin zirve noktasına erişip asırlar boyu adından taş oğlu anlamına gelen İbn-i Hacer âlim bir zat olarak söz ettirir bile.
Hakeza Abdullah b. Abbas (r.a)’da sahabe arasında ilmiyle adından söz ettiren bir isimdir. Dile kolay 1660 hadis rivayet etmiş bir sahabemizdir o. Bu yüzden kendisi ilmin çokluğundan dolayı ‘bahr–deniz’ lakabıyla anıldığı gibi Kur’an ayetlerini tefsir eylemesi hasebiyle bu güne dek ‘Tercümanü’l Kur’an’ sıfatıyla da anılmıştır hep. Öyle ki, Resul-i Ekrem (s.a.v)’in İbn-i Abbas’ın bu ilmi çabası karşısında hakkında şöyle dua ettiği vakidir: “Allah’ım! Ona hikmet öğret.” Hatta bir seferinde Allah Resulünün o’nun gıyabında; “Ya Rabbi! Onu dinde fakih kıl ve ona tefsir ilmini nasip buyur” niyazında bulunduğu da rivayet edilir.
Gerçekten de ilmin paha biçilmez kıymet değer bir cevher olduğu şundan besbelli ki; ilim sahibi bir mümin Allah Resulünün dualarına katık olup baş tacı olabiliyor. Nasıl baş tacı olmasın ki, bikere ilim öyle pazarda satıcıların bin bir türlü dil dökerekten satmaya çalıştıkları eşya türünden bir cevher değildir. Bilakis ilim, ne üzerinde pazarlık yapılabilecek bir metadır, ne de nevi cinsine münhasır reklam ve propagandaya ihtiyaç duyan bir cevherdir. Şayet öyle olsaydı İmam Şafii; “Konuşmayı sükût lehçeyle, ilmi araştırmayı ise düşünceyle destekleyiniz” tembihatında bulunmazdı. Zira dolu başaklar her daim eğik olur, boş başaklar ise dik durur. Hani boş tenekeden ses gelir de dolu tenekeden pek ses gelmez ya, aynı şekilde ilimde dolu başak ve dolu teneke gibi kuru gürültüye pabuç bırakmaz bereket kaynağı bir güçtür. Nitekim Tabiùn'un büyüklerinden Hasan-ı Basri bu hususta şöyle der: “Hikmet taşımayan söz, boşboğazlıktır. Susması düşünce olmayan insan yanılmıştır. Bakışının amacı ibret olmayan kimse boşu boşuna oyalanmıştır.”
Hatta bu hususta Tavus (r.a)’ın bildirdiğine göre Havarilerden birinin Hz. İsa (a.s)’a şöyle sual eylediği vakidir:
-Ya Ruhullah! Yeryüzünde acaba senin gibisi var mıdır?
Hz. İsa (a.s) cevaben:
-Evet var. Konuşması hikmet, susması tefekkür ve bakışı nazar-ı ibret üzere olanlar benim gibidirler der.
Evet, öyle anlaşılıyor ki işin sırrı derunilikte gizli. Nitekim ruz-i mahşerde âlim bir zatla cahil olanın hesabı bir olmayacaktır. Âlimin işlediği günaha bir yazılırken, cahile de iki günah yazılır. Hatta bir hadis-i şerifin mealinde bu husus şöyle zikredilir: Aynı o günahı işleyen âlime bir, cahile iki günah yazılır. Âlim yalnız günahın cezasını; cahil ise, hem günahın, hem de o meseleyi öğrenmemenin cezasını çeker” (Deylemi). Gerçektende âlimler, öğrendikleri ilminden ötürü o kadar kıymet ifade eder ki; Peygamber kavlince “Âlimlerin eti zehirlidir” şeklinde âlimlere suizanda bulunmanın insanda zehir etkisi yapacağı vurgusu yapılmıştır. Nitekim bir gün İmamı Azam talebelerine ders verirken akrebin hücumuna uğrar, öğrencileri hemen müdahale etmek ister ama İmam-ı Azam;
-Bırakın gelsin, müdahale etmeyin, ben Resulullah (s.a.v)’in âlimlerin eti zehirlidir hadis-i şerifini tecrübe etmek istiyorum bakalım ulemadan mıyım der. Eğer ulemadan isem akrep ölür. Gerçekten de tecrübe edildiğinde büyük âlim olduğu ortaya çıkıp akrep ölür de. Kaldı ki bir hadis-i şerifte Resulullah (s.a.v)’in “Ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail Peygamberleri gibidir” diye beyan buyurması ilmiyle amil olmuş âlimlerin önemini ortaya koymaya yeter artar da. Tabii bu hadis-i şerifte geçen 'Peygamberler gibidir' ifadesi fazilet yönünden değil, hiç kuşkusuz hidayet yönündendir. Ki; zaten tarih boyunca milyonlarca kişinin hidayetine vesile olmuş çokça ilmiyle amil olmuş evliya-i kiramın varlığı bunun teyididir. O halde Rabbani âlim veya evliya deyip geçmemek gerekir, bakınız Hz. Nuh (a.s) dokuz yüz seneyi aşkın ömür sürmüş ancak kırk kişi hidayete gelebilmiş, hatta karısı ve oğlu bile iman etmemiş.
Peki, Evliyayı anladıkta, ya günümüz insanının hali nasıldır? Bikere şunu unutmayalım ki ahir zamandayız, dolayısıyla bizim için şuan en elzem olan ahretimiz kurtaracak ilme sarılmak olmalıdır. Nitekim zamanın ruhunu iyi okuyabilen pek çok ehl-i sünnet ulemamız da bu hususta; fıkıh öğrenmenin Kur’an-ı ezberlemek ve nafile ibadet etmekten daha efdal olduğunu beyan etmekteler. Bilhassa bizim gibi avam insanlar için fıkıh öğrenmekten maksat en azından ahretimiz kurtarmaya yönelik ilmihal bilgisine sahip bir donanımda olmaktır. Ki, bize yetecek derecede fıkıh bilgisi edinmeden sosyal hayatta ve beşeri münasebetlerde İslami ölçülere göre ne yapacağımızı bilemez oluruz. Hatta işin ciddiyetini Hz. Ömer (r.a)’ın halife sıfatıyla “Bizim çarşı pazarlarımızda fıkıh bilgisi olmayan ticaret yapamaz, çünkü fıkıh bilgisi kıt olan insanlar faize düşer” diye söylediği beyanından da pekâlâ anlayabiliyoruz. Peki, ilmihal bilgisi sadece çarşı pazar için mi? Hiç kuşkusuz buna farz olan ibadetlerde dâhil elbet. Şöyle ki;
Abdülkadir Geylani (k.s) Allah’a öyle ibadet ederdi ki; bir gün ibadet halde iken gaibten bir ses işitir:
-Ey zikirle meşgul kulum, artık bilesin ki senden bütün amel yükümlülüklerini kaldırdım!
Abdülkadir Geylani (k.s) derhal bu sesleniş karşısında tepkisini şöyle koyar:
-Ey lanetlenmiş şeytan! Bu da ne söz, derhal yıkıl karşımdan.
Şeytan bu ya, hemen toz olmaz:
-Yıkılıyım da, ama merak ettim bu arada benim şeytan olduğumu nasıl bildiniz?
Tabii Abdülkadir Geylani Hz.leri (k.s) ilmiyle amil bir zat olduğu için cevaben şöyle der:
-İki şeyi dayanak kılarak bildim elbet. Malum, birincisi akaid ilmi, ikincisi de fıkıh ilmidir. Akaid ilmine dayanarak sesinin tek yönden geldiğini bildim. Eğer ses tek yönden değil de dört bir yandan etrafımı sarıp sarmalayıp gelseydi o zaman bu ses rahmanidir derdim. Fıkıh ilmine dayanarak da şunu söyleyebilirim ki; değil bizler peygamberler bile ibadetten muaf tutulmamışken nasıl olurda bizim üzerimizden ibadet mükellefiyeti kalkıversin.
Öyle ya, ilim olmazsa rahmani sandığımız birçok şeylerin şeytani olup olmadığını nasıl anlayabiliriz ki. İşte bu nedenle ilim pazara kadar değil mezara kadar deriz. Hem kaldı ki, İslam ilmin ta kendisi bir dindir zaten. Nitekim Hıra mağarasında ilk inen ayetle ilim startının veriliyor olması bunun bariz bir göstergesidir.
Yine bu hususlarda Gavs-ı Bilvanisi Abdulhakim el Hüseyni Hz.lerinin üçüncü halifelerinden aynı zamanda kendisi yüz yaşlarında Medine’de şeb-i arusla vuslata eren Şeyh Molla Abdussamed Hz.lerinin Feyz dergisine verdiği röportajda bakın ne buyurmuşlar bir görelim:
“Herkese diyorum ki, hem sofi olun hem de tavizsiz olarak Allah'ın (c.c) emirlerine sımsıkı sarılsın. Nefis isterse istesin, istemezse istemesin. Allah'ın (c.c) emirlerine, Allah'ın (c.c) istediği gibi sarılın, nefsin istediği gibi değil. Allah'ın (c.c) ipine sarınılacak. Şah-ı Nakşibend Hazretlerine soruyorlar:
-Bazılarının müridleri denizin üstünde yürüyor.
Cevap veriyor:
-Kurbağa da yürüyor.
-Bazılarının müridleri uçuyor diyorlar.
Yine cevap veriyor:
-Kuş da uçuyor diyor.
-Bazılarının müridleri buradayken bir bakıyorsun öğle namazını Mekke'de kılıyorlar diyorlar.
Diyor ki;
-Şeytan da Şarkta iken, bir bakıyorsun Garpta da bulunabiliyor.
Bu kez oradakiler:
-Peki, bu söylediklerinizin hikmeti nedir diye sorduklarında,
-Bunun tek bir hikmeti vardır, o da istikamet üzere olmak gerektiğidir. İşte görüyorsunuz bu kıssadan da anlaşıldığı üzere keşif bazen insan da olur. İnsana bir his gelir, sanki ilham gibi bir şey olur. İşte bunların arkasına düşülmeyecek, bunların arkasına düşülünce istikamet gidiyor. Bu haller, Allah'ın (c.c) emrine uygunsa, o şekilde hareket edecek, o da kendi nefsinde duracak kimseye söylemeyecek. Bazı sofilerin keşfi açılıyor. Bu keşif cinden de olur, şeytandan da olur, onun hal ve hareketlerine bakacaksınız, hal ve hareketi şeriata uygunsa, onu kabul edecek, değilse etmeyeceksiniz. Üstelik de o kişi iddia ediyor, benim şeyhim Gavs'dır, ben Gavs'ın müridiyim diyerek kendisini haklı gösteriyor. Hem de Allah-u Zülcelal'in dinine darbe vuruyor. Bazı sofiler diyorlar ki, ''Ben Seyda'yı gördüm, ben Gavs'ı gördüm, şöyle yapıyorlardı, bana söyledi'' derler. Bunların hepsi yalandır. Böyle şey yoktur, şeriata muhaliftir. Bir mürid, kendi şeyhinin hal ve hareketlerini bilemez, o yalandır. Bunu yapan kişi sofileri kandırıyor. Önemli bir husus da; bir mürid, yeri geldiği zaman, yani ihtiyaç olduğu zaman, nerede olursa olsun, insanlara bildiğini tebliğ edecek. Sorulduğu zaman söyleyecek. Tebliğ herkesin vazifesidir” (Bkz. Feyz Dergisi Sayı 64 Ekim-1996).
Peki, deminden beri verilen bu örneklerden hareketle hep ilim ilim diyoruz da geldiğimiz noktada, bilhassa günümüzde ilim bakımdan durum vaziyet nasıldır acaba derseniz, bikere ilim hak getire. Bakmayın siz öyle yaşadığımız çağa bilgi çağı denmesine, aslında bilgi çağından çok bilgi kirliliği çağı dersek daha yeğdir. Bilgi kirliliği o kadar zirve yapmış durumda ki kime ne sorsan kendi bilgisini ilim sanmakta. Hatta materyalistlere de ilim ne diye sorsak, verecekleri cevap fizik ve kimyanın birleşimlerinden ibaret hayata dair bilgi birikimidir diyeceklerdir. Oysa fizik ve kimyaya ait tüm bilgileri bir araya toplanıldığında laboratuar şartlarında yaşanılır bir hayat oluşturulamayacakları görülecektir. Kaldı ki; fizik, kimya, biyoloji ve matematik gibi pozitif bilimlerle ancak kâinatta var olan kanunlar ancak keşfedilebilmekte, bunun dışında fizik ötesi âlemi anlamak pek mümkün gözükmüyor. Nasıl mı? Her ne kadar görünür âlemde, mesela Fizikte çekim kanunu incelediğimizde gezegenlerin yörüngelerinin belli bir hesap planı içerisinde deveran olduklarını fark etsek de ama tüm bu hesaplamalar içerisinde yinede bir bakıyorsun çekim nedir sorusunun biri ucu açık soru olarak kalması kaçınılmazdır. Zira çekim kanunun fiziki bakımdan izah edilmeye çalışılması tam tamına özüne ve içeriğine de vakıf olunacak anlamına gelmez. Her halükarda Fizikçiler çekim kanununa gravitasyon demekle yetinip işi kotarmaya çalışmak durumda kala kalacaktır.
Şu bir gerçek kâinatta var olan kanunları keşfederekten en ileri seviyede teknolojik ürünler üretmek başka bir şey, üretilen teknolojik ürünlerin asla yaratıcı konumda mülkün sahibi bir misyon yüklenemeyeceğinin bilincinde olmak ise başka bir şeydir. Öyle ya, şöyle teknolojik ürünlerden cep telefonu ya da uçağa baktığımızda asla yaratıcı ürünler değildir. Şayet teknolojik ürünlere yaratıcı gözüyle bakarsak biliniz ki maddeyi ilahlaştırıp büsbütün haddi aşmak olur. Modern bilimler daha çok mantık esasına dayanmaktadır, ruhtan bihaberdirler. Bu yüzden bir takım aklı evvel materyalistler sırf fizik ve kimya üzerine kurguladıkları hayal âleminin ve hayat keşmekeşi diyebileceğimiz bir öyküsünün kurbanı olmuşlardır. Her neyse onlar çıkmaz sokaklarda dolaşa dursunlar asıl bu hayat keşmekeşi içerisinde biz Müslüman’ların ne yapacağı çok mühimdir. Yapacağımız şey aslında besbelli, o da malum beynimizi ve kalbimizi maddenin esaret zincirlerinden kurtarıp farz ilme yönelmek olmalıdır. Çünkü mümine ilk evvela farz-ı ayın ilmini bilmek yaraşır. Farzlardan sonra da vacip, sünnet, mendup, müstehap, mubah, mekruh ve müfsid nedir tüm bunları bilmek lazım gelir.
Hele bilhassa bizim için muhakkak ki en acil öğrenmemiz gereken temel öğretimizin başında hiç kuşkusuz akaid gelir. Akaid ilminin akabinde fıkıh ilminin rüknü farz ibadeti namaz ilmi gelir elbet. Ancak namaz derken buna elbette ki namaz öncesinde taharet, abdest, gusl, kıraat okumak gibi temel alt yapı niteliğinde vecibelerin yerine getirilmesi de dâhildir. İşte bu ve buna benzer ibadet noktasında namaz, oruç, zekât, hac ibadeti gibi farz olan vecibelerin bilgisini edindikten beşeri münasebetlerimizde de:
-Ana baba hukuku bilgisi,
-Allah için kimleri sevip kimlere buğz etmemiz gerektiği bilgisi,
-Hak ve hakikat yolunda ışık feneri kabul ettiğimiz âlimlere karşı vazife bilgisi,
-Batini hastalıkların icabına nasıl bakılır bilgisi,
-Neyin helal neyin haram olduğunu bilme,
-Rızka teslimiyet ve helal kazanç gibi daha nice konuların da bilinmesi gerekmektedir. Aksi halde bir ömür boyu kendimize çeki düzen veremeyeceğimiz gibi maazallah bu arada hem dünyamızı hem de ahretimizi kendi bilgisizliğimizden dolayı mahvı perişan etmiş oluruz. Madem hal ilmi bu denli derde deva ilaç bir ilim, o halde neydik edip halimizi ilmihalle taçlandırmak gerekir. Zaten İslam ilmihali de halimize çeki düzen vermek için vardır. İslam ilmihali hal ilmidir çünkü. Düşünsenize İslam ilmihali de olmasa kim bilir halimiz nice olurdu. Halimizin niceliği öldükten sonra ancak kabrimizin başında bulunanlara vereceğimiz şu cevapla ortaya çıkacaktır: “Bizler kabirlerde yatan mevtalar olarak deriz ki; ilmi ameli olmayanların vay haline. Akıllı kişiler o dur ki, dünyada iken bir nefesini dahi gafletle geçirmeyendir. Siz siz olun ilmihali baş tacı edinenlerden olun.”
İşte kabirlerinde yatan mevtaların inleyişinden anlaşılan o ki; dünyada ahlakımızın güzelleşmesi ve sünneti seniye’ye uygun bir hayat geçirmek için İslam ilmihali bilgisinin öğrenilmesinin şart olmanın ötesinde, ayrıca emr olunan şartların gereğini yerine getirmeye de mecburuz. Kaldı ki bir insanın, hal ve hareketleri Allah'ın (c.c) emirlerine, Resulullah (s.a.v.)'in sünnetine uygun olduktan sonra, gerisi önemli değildir. Nitekim Allah Teâlâ Kur’an’da; “De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olunuz. Ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir” (Ali İmran/31) diye vahy ettiği ayet-i celilenin mana ve ruhu hal ilminin bilinmesini gerektirir. Ve haliyle nefsi terbiye olmuş kişinin çevresindeki insanlara karşı davranışları İslam'ın emrettiği gibi faydalı ve iyi olur da.
Velhasıl-ı kelam; hali olmayan halden ne anlar ki. O halde daha ne duruyoruz, tez elden kendi halimizi ilmihal ile halledelim ki hal ve ahvalimiz güzel olsun. Ki; Peygamber kavlince ilim beşikten mezara kadardır.
Vesselam.