İLİM GERÇEĞİ
İLİM GERÇEĞİ
ALPEREN GÜRBÜZER
İnsan, daha dünyaya ilk adım atar atmaz ilimle tanışıyor. Nasıl mı? Bakınız, hayat yolculuğunda ilk ders, kulağa ezan ve kamet okunmasıyla başlamakta. Müslüman anne ve babanın, çocuğun kulağına ezan ve kamet okuması, ilmin ilk kapısıymış meğer. Peygamber (s.a.v.)'e gelen ilk vahiy de "oku" emridir zaten. Demek oluyor ki, ilim her şeyin başı, onsuz bir yere varılamaz da.
Selman-ı Farisi Hz; "Dünyada mal çokluğu ve evlat çokluğu ile övünmek marifet değildir. Asıl marifet ilmin faydası ve ilmin çokluğudur" diyor. İnsan "zahiri ilmi" bitirdi mi, hemen yeni bir sayfa açmalı, yani "ilmi batına" geçmeli. İlim deryasında yüzebileceğimiz kadar, olanca gücümüzle yüzmek gerekir. İlim tahsil eden bir insan, eninde sonunda tam âlim olamasa bile âlim olma vasfına aday olup Resûlüllah'ın (s.a.v.) şu hadisi şerifine muhatap olacaktır: "Âlimlerin eti zehirlidir". Gerçekten de, onların zahirleri öldürücü zehir gibi, içleri ise felah ve nur kaynağıdır. Şah-ı Nakşibendî (k.s.) büyük bir âlim, aynı zamanda Evliyaullah'ın pirlerindendir ve der ki: "Biz ümmeti Muhammed'e zarar veremeyiz, ama kınından çıkmış kılıç gibiyiz; onlar gelip kılıca çarparlar." Bahaüddin Nakşibendî (k.s.)'nin sözlerinden de anlaşıldığı üzere, âlimler (ilmiyle amil olmuş âlimler) kınından çıkmış kılıç gibidirler, buna rağmen kimseye zarar vermezler. Eğer onlara münkirlik yapıp ya da aleyhlerinde dedikodu yapmaya devam edilip haklarına tecavüz edilirse, artık bu noktadan sonra yapılacak bir şey kalmaz, öyle ki bu aklıevveller için acı son kaçınılmazdır, yani adalet kılıcına çarpmışçasına kendi kendine belasını bulmuş bir insan durumuna düşecekleri muhakkak. Hadisi Kutsi'de, "Benim dostlarıma savaş açana ben de savaş açarım" buyruluyor çünkü. Evliyaullah'ın etinin zehir olması bu anlamda değerlendirilmeli. Çünkü onlar Allah için sefer olmuş kılavuzlardır. Kim bu rehberler derseniz, bu soruya verilecek cevap elbette ki;
1. Enbiya
2. Evliya
3. Ulema'dır.
Her yüzyılın başında, dini diriltici ve ihya edici "müceddit" vardır. Peygamberimiz (s.a.v.): "Allah bu ümmet için her yüzyılın başında dini ihya için müceddit gönderir" buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Mevlâna da bu anlamda şöyle der: "Her asırda bir söz söyleyici, halkı irşat edici vardır."
İnsanların âlimlere ve yöneticilere her zaman ihtiyaçları vardır. Âlimler ilmi yayan, insanları karanlığa düşmekten kurtaran ışık fenerleridir. Onun için derler ki; "Âlimler ve emirler bozulunca milletin teâti bozulur. Sofiler bozulursa milletin ahlâkı bozulur." Evet! Çok yerinde bir tespit, aynı zamanda doğru söylenmiş bir söz, şüphe götürmezde. Hakeza Peygamberimiz: "Âlimler Peygamberlerin varisleridir" buyurarak, madem benden sonra Peygamber gelmeyecek, o halde başvurulacak makamın âlimlerin eşiği olduğu hususuna işaret etmiş bizlere sanki. Hatta Rasülullah (s.a.v.) âlimler için (ilmi ile amil olmuş âlimler) açık müjde bile vermiştir ve bu hususta şöyle buyurdular: "Benim ümmetimin âlimleri Ben'i İsrail’in Peygamberleri gibidirler." Diye. Dikkat edin, Habibi Kibriya Efendimiz onlar için, "Peygamber" demiyor, "gibidir" buyuruyor. Anlaşılan odur ki; gerçek manadaki bilge insanlar fazilet yönünden değil, hidayete vesile olmak açısından "Ben-i İsrail'in Peygamberleri gibidir" sözüne muhatap olmuşlardır.
İlimden maksat Allah'a ulaşmak olmalıdır. Sırf kuru bilgilerle Allah'a ulaşılmaz. İlim, Allah'a giden yolda vasıta olmadığı müddetçe, öğrenilen bilgiler bir "yük"ten ibaret kalacaktır. Günümüzde birçok sözde âlimlerin aldanmasının sebebi; ilmi kendi öz hüsnü kuruntularının hevasına esir etmelerinin ortaya koyduğu bir neticedir. Oysa faydalı ilim, bildiği ile amel etmek demektir.
Cahiliyet, çok kötü bir hastalık.. İnsanın cahil dostu olacağına, akıllı düşmanı olması daha yeğdir. Çünkü cahilin her zaman ne yapacağını kestirmek zordur. Hatta bu konuda Hz. İsa (a.s); "Ben ahmağa, kele, köre, topala, kötümsere İsmi Azam okurdum, onlar iyi olurdu, dirilirdi. Ama cahile bir İsmi Azam okusan fayda vermez, dirilmez" buyurarak hakikati ortaya koymuştur. Cahillikten uzaklaşmak, ilme yönelmek en doğru kestirme yol olsa gerek. Sonuçta Âlim de bir insan, o da hata yapabilir, ama o hatasını ilmi ile telafi edebilir. Bu yüzden İbrahim en-Nahi; "Âlimin hatasını insanlara anlatmayın, çünkü ilim sahibi bir kere yanılırsa akabinde düzeltir" buyuruyor.
İlim... İlim... İlla da ilim diyoruz. Peygamberimiz (s.a.v.); "İlmi aramak her Müslüman’a farzdır" buyuruyor. Cami ile okulu, bilgisayar ile inancımızı bir araya getirdiğimiz zaman gerçek manada mümin olmuş olacağız demektir. Kol ile kafa, ya da ruh bir araya gelince, toplum dinamizm kazanacaktır elbet. İlmin maddi yumruğu teknolojidir çünkü. Maalesef Müslümanlar ilimden uzak kaldıkça, emperyalizmin kıskacından da kurtulamıyorlar. O halde fikir ve aksiyon beraberliği esas olmalı. Dinimizde ilim ve amel, yani bilmek ile yapmak birbirini tamamlamak için var olan unsurlar olarak telakki edilir. Sebeplere teşebbüs etmek "sünnetullah" veya "adetullah" diye tabir edilen kanunlara riayet etmek demektir. Aksi yol takip etmek sebeplere başvurmadan netice beklemek olur ki, bu temenniden öteye geçemez. Allah (c.c.) her şeyi sebebe bağlamış, bulutu yağmura vesile kıldığı gibi. Sünnetullah'a muhalif olmak, ilme muhalif olmak gibidir. Demek ki; eşyadan bilgi edinmek, eşyanın analitik verilerini insan diline tercüme etmek, hakikate giden yolun kapısını açabiliyormuş.
Sadece ilim tahsil etmekle kalmayıp, bilgilerimizi pratiğe de geçirmekte lazım. Uygulamaya yönelik olmayan ilim, güdük kalmaya mahkûmdur. İmam Şarani (r.a.); "İnsanların çoğu ilim ezberliyor, amel etmiyor" diyor. Talebe okutmak, vaaz vermek güzel bir olay, hatta farz-ı kifayedir. Fakat öğretirken öğrettiklerini nefsinde yaşamıyorsan, ya da vaaz verirken bizatihi kendin yaşamıyorsan, bunların hiç biri değer ifade etmez. Dikkat edin Sahabenin ilmi "nefsi terbiye" ilmidir. Onlar bizatihi nefsinde yaşayarak insanlara ışık veriyorlardı. Onlar yaşamasalardı İslâm, kısa zamanda bu kadar gelişebilir miydi? İlim amelle taçlanınca kıymet kazanıyormuş demek ki. Tasavvuf, bu manada yaşamaya yönelik misyonu icra ettiği için insanları cezp etmektedir. Zekeri (r.a.)’ın; "Ehli tasavvuf ile birleşmeyen âlim katıksız ekmek gibidir" beyanıyla, ilmin pratiğe dökülmesini dile getirmiştir. İmam-ı Gazali de; "Herkesin nefis ilmini bilmesi, nefsini tezkiye etmesi farz-ı ayındır" buyurarak konuya açıklık getirmiştir böylece.
Bugünün ilim adamları aydındırlar, fakat "münevver" değildirler. Çünkü münevver, hem kendisi nurlanmış, hem de başkalarına ışık tutan kimse demektir. Yani irşat edici anlamınadır. İrşat edicinin iki yönü vardır:
1. İlim sahibi olmak,
2. Bilgilerini bizatihi nefsinde uygulayan.
Gerçek irşat sahiplerini ziyaret etmeli onlardan istifade etmeli. Her asırda irşat ediciler mevcut. Yeter ki onları arayalım ve bulmaya çalışalım. Resûlüllah (s.a.v.); "Âlimleri sık sık ziyaret etmek ibadet yerine geçer" buyurmuşlardır. Yine Peygamberimiz (s.a.v.); "Âlimden yüksek hiç bir şey yoktur. Çünkü hükümdarlar yalnız faniler hakkında hüküm verirler, âlimler ise hükümdarları da muhakeme ederler" buyurarak âlimlerin üstünlüğünü beyan etmişlerdir. Bu konuda hadisi şeriflerden birkaçını zikredelim:
"Âlime saygı gösteren Allah'ına saygı göstermiştir."
"Âlimlere saygılı olan bana saygılı olmuştur."
"Âlim, yeryüzünde kudret-i ilahi’yenin temsilcisidir; onun aleyhinde bulunan mahvolur."
Hadisi şeriflerde de görüldüğü gibi, âlimler gerçek manevi hükümdarlardır. Nitekim Osmanlı'da padişahlara yön veren de âlimlerdi. Molla Fenari gibi Yıldırım Beyazıt’ın mahkemede şahitliğini kabul etmeyen, Molla Gür’ani gibi Fatih'i tenkit edebilen, Zembilli Ali Efendi gibi Yavuz'a karşı zaman zaman eleştirilerde bulunan âlimlerimiz tarihin parlak sayfalarında yerlerini almış ve bugün de insanlığı cezbeden gönül mimarları olmaya hak kazanmışlardır. Nitekim Yavuz'un; "Ulemanın atından (ayağından) sıçrayan çamur şerefimizdir" sözü, Osmanlı'nın üç kıtaya hükmetmesinin sırrını vermektedir. Osmanlı'nın kılıcını görüp de ilmi yönüne bakmayanlar, tarihi değerlendirirken hep hataya düşmüşlerdir.
Pozitif ilimler medreseden filizlenip dal budak salmış ve yükselişimize zemin hazırlamıştı. Ne zaman ki ilimden gerileme sürecine girmeye başladık, o zaman düşüşümüz kaçınılmaz bir hal almıştır. Sonunda doğulu medrese, batılı mektebe yenilmiştir. Sait Halim Paşa'nın; "Şarkın düşünce alışkanlığında hep fikirlerin eşyaya yansıdığını, hâlbuki eşyanın hakikatlerinin zihinlere yansımasını da sağlamak gerekir" sözleri kayda değer bir düşünce örgüsü. Zira Eşyanın hakikatini bilmek, insanı hayvandan ayıran en belirgin özelliktir. Bu yüzden Mukaşefe ilmi, nurani rabbaniyedir. İlimden haberdar olmak farz-ı kifayedir. Gerçekten de batıcılarımızın da, doğucularımızın da ortak paydası eşyanın verilerini dimağımıza yansıtamamalarıdır. Deney ve gözlemden uzak, kısırlık, ölçüsüzlük, slogancılık ve yaşadığımız manzara yeterince durumumuzu özetliyor zaten.
Şurası bir gerçek Ortaçağ Avrupa'sında görülen bilim ile din arasında yaşanan çatışma İslâm için geçerli değildir. Şam, Bağdat, Kahire ve Kurtuba gibi ilim şehirleri, ilim sayesinde kurulmuştur çünkü. Hakeza Bedeviyetten hadariyete geçiş ilimle mümkün olabilmiştir. Hâsılı ilmin temelleri işte bu şehirlerde atıldı ve bugünkü modern diye nitelenen ilme kapı(bilimsel gelişmelere rehberlik) bu sayede gerçekleşiverdi.
Resûlüllah (s.a.v.); "Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanlarından üstündür" buyurdukları halde, âlimlerin yaşantıları örnek alınacak yerde, "Kafdağı Masalları" ve "Kesik Baş" hikâyelerine ilgi gösteriyoruz hala. Maalesef bu vahim durumumuz ilmi zihniyetten uzak kalmamıza neden oluyor.
Bugünkü perişan halimizden kurtulup şayet yeniden yükselişe geçmek istiyorsak, engin tarihi ilim ve teknoloji bilgi birikimini tekrardan canlandırıp, bu yolda kararlı adımlar atmakla dirilişe geçebiliriz ancak. Aksi takdirde üçüncü dünya ülkesi olmaktan kurtulamayız. Dün nasıl ki âlimlerin omuzlarında büyük bir medeniyet kurmuşsak, bugün de yeniden kendi Rönesanssımızı gerçekleştirebiliriz pekâlâ.
Sözlerimizi dinimizin buyruğu ile bağlayalım: "İlim Çin'de dahi olsa alınız."
dedekorkut1
20 Ağustos, 2020 - 10:14
Kalıcı bağlantı
İLİM KENDİN BİLMEKTİR
İLİM KENDİN BİLMEKTİR
SELİM GÜRBÜZER
İnsan, daha dünyaya ilk adım atar atmaz ilimle tanışır. Nasıl mı? Bakınız, hayat yolculuğunda ilk ders, kulağa ezan ve kamet okunmayla start alır. Müslüman bir anne ve babadan dünyaya gelen çocuğun kulağına ezan ve kamet okuması ilmin bir gereğidir. Daha doğrusu kundaktaki bebeğe ezan ve kametle sarılması ilmin ilk kapısıdır. Zaten Peygamber (s.a.v.)'e ilk gelen vahiy "oku" emridir. Demek oluyor ki; ilim kendini bilmenin ve her şeyin başıdır, bu yüzden ilimsiz Allah’a ve yarattığı kanunlara asla ulaşılamaz.
Selman-ı Farisi Hz.leri "Dünyada mal çokluğu ve evlat çokluğu ile övünmek marifet değildir. Asıl marifet ilmin faydası ve ilmin çokluğudur" diyor. O halde insan zahiri ilmi bitirir bitirmez, hemen yeni bir sayfa açaraktan batini ilmi geçmeli. Geçmeli ki ilim deryasında olanca gücümüzle yüz yüzebileceğimiz kadar yüzebilelim. Zira ilim tahsil eden bir insan, her ne kadar ilmin doruğuna ulaşmış tam kâmil bir âlim olamasa da ilim yolunda ter dökmekte az buz iş değil elbet, bu uğurda âlim adayı olmak bile çok büyük bir kazançtır.
Evet, şu bir gerçek ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimler aynı zamanda Resûlüllah (s.a.v)’in "Âlimlerin eti zehirlidir" hadisi şerifiyle de konumları tasdik edilmiş âlimlerdir. Gerçekten de, bu manada âlimlerin eti ilmine hasım olanlar için eti öldürücü etki yaparken ilmine hürmet gösterenler içinde iç dünyaları felah ve nur kaynağıdır. Nitekim Şah-ı Nakşibend (k.s.) ilmiyle amil büyük bir âlimdi, aynı zamanda Hacegan pirlerinden olup bu hususta şöyle der: "Biz ümmeti Muhammed'e zarar vermeyiz, ama ne var ki kınından çıkmış kılıç gibiyizdir; onlar kılıca gelip çarparlar." İşte Şah-ı Nakşibend (k.s.)’in sözlerinden de anlaşıldığı üzere, âlimler (ilmiyle amil olmuş âlimler) gören gözlerin onda dirildikleri zatlardır, sadece ölü kalpler dirilmez. Hele ki onlara münkirlik yapıp, ya da aleyhlerinde dedikodu kazanı kaynatılıp haklarına tecavüz edilirse, biliniz ki artık bir noktadan sonra bu tip fitne fücurlar için acı akıbet kaçınılmazdır. Derken kınından çıkmış ilim kılıcına çarpmakla kendi kendilerinin belasını bulmuş olurlar. Zira bir hadisi kutsi'de, "Benim dostlarıma savaş açana savaş açarım" diye buyrulmakta. İşte Evliyaullah’ın cismaniyetinin zehir olmasının ne anlama geldiğini bu hadis-i kutsinin mana ve ruhunu göz önüne alıp öyle değerlendirmek gerekir. Kaldı ki, Allah dostları Allah yolunda seferber olmuş kılavuzlardır. Kimdir bu dost rehberler derseniz, bu soruya verilecek cevapta elbette ki;
-Enbiya,
-Evliya,
-Ulema'dan başka kim olabilir ki.
Her ne kadar peygamberlik kapısı âlemlere rahmet olan en son Peygamberimiz (s.a.v)’in gelişiyle kapanmış olsa da O’nun izini iz süren mutlaka her yüzyılın başında, dini diriltici ve ihya edici bir ‘müceddid’ vardır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) "Allah bu ümmet için her yüzyılın başında dini ihya için müceddid gönderir" beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Mevlâna da bu anlamda: "Her asırda bir söz söyleyici, halkı irşat edici vardır" beyan buyurmakla da konuya açıklık getirmiştir.
Birde şunu unutmayalım ki, tüm insanlık ve yöneticiler her daim âlime muhtaçtırlar. Çünkü onlar ilmi yayan, insanları karanlığa düşmekten kurtaran ışık fenerleridir. Besbelli ki Arifler: "Âlimler ve emirler bozulunca milletin teati bozulur. Sofiler bozulursa milletin ahlâkı bozulur" sözünü laf ola beri gele türünden boşa dile getirmemişlerdir, bu yüzden muhtacız. Zaten Peygamberimiz (s.a.v)’in bir hadis-i şeriflerinde "Âlimler Peygamberlerin varisleridir" buyururken de kendisinden sonra tek başvurulacak mercii kaynağın âlimlerin eşiği olduğu anlaşılmaktadır. Peki, hangi âlim derseniz, yukarıda da belirttiğimiz gibi kim olacak ilmi ile amil olmuş âlimlerden başkası değildir elbet. Hatta bu hususta Rasülullah (s.a.v.) böylesi donanımlı âlimler için; "Benim ümmetimin âlimleri Ben'i İsrail’in Peygamberleri gibidirler" beyan buyuraraktan haklarını teslim etmeyi de ihmal etmemiştir. Dikkat edin, Resul-i Ekrem (s.a.v) onlar için, hâşâ peygamber demiyor, bilakis ‘…gibidir’ diyor. Anlaşılan o ki; gerçek manada âlimler fazilet yönünden değil, ümmetin hidayetine vesile oldukları içindir "Ben-i İsrail'in Peygamberleri gibidir" sıfatıyla taltif edilmişlerdir.
Hiç kuşkusuz ilimden maksat Allah'a ulaşmaktır. Sırf kuru bilgilerle Allah'a ulaşılmaz. Elbette ki atom ve termonükleer enerji (hidrojen bombası), uzaya keşfi, otomatik üretim gibi dayanan teknolojik faaliyetlerde akli ilmin rehberliğinde gerçekleşen kayda değer gelişmelerdir. Ancak ne var ki bu gibi teknolojik faaliyetler içi boş ruhtan yoksun bir halde gelişmekte. Dahası insanı makineye köle kılacak mecrada ilerlemekte. Öyle ki; hızla yayılan baş döndürücü teknolojik gelişmelerin ortaya koyduğu tabloya baktığımızda insanoğlu iki kavşak noktasında sıkışık haldedir. Bu durumda ya içi boş teknolojinin içine ruh katıp insan olmanın erdemliliğini yaşayacak, ya da satıh üstü teknolojinin kölesi olup robotlaşacaktır. Şayet insanoğlunun insanca yaşamak diye bir derdi varsa tercihini mutlaka erdemlilik yönünde kullanması icap eder. Şurası muhakkak bilim ve teknoloji gaye değil sadece vasıtadır. Zira bilim ve teknoloji gayeleştirildiğinde makinenin kölesi olunacağı muhakkak. Tıpkı bu kitap yükünü sırtında taşıyıp da o kitaptan asla faydalanamayan merkebin hali gibi bir durumdur. Zaten günümüzde sözde kendini âlim sananların durumu da böyle değil mi? Baksanıza ilmi kendi heva ve heveslerine alet ediyor olmaları onları kitap yüklü merkeb konuma düşürmektedir. Oysa yükte hafif pahada ağır olan ilim bildiği ile amel edilen ilimdir.
Malumunuz cahillik ilmin zıddı bir illettir. Madem öyle, “İnsanın cahil dostu olacağına, akıllı düşmanın olması daha yeğdir” sözünü kendimize düstur edinmemiz gerekir. Öyle ya, bilge insan demek adı üzerinde ne yapacağını bilen demek, ama cahil öyle değil, cahil ne yapacağını bilmediği içindir körle yatan şaşı kalkar gerçeğinden hareketle cahille asla dost olunmaz. Dost olunduğunda onunla birlikte yolun sonunda uçuruma yuvarlanmak an meselesi diyebiliriz. Bakınız bu konuda Hz. İsa (a.s) "Ben ahmağa, kele, köre, topala, kötümsere İsmi Azam okurdum, onlar iyi olur, dirilirdi. Ama cahile bir İsmi Azam okusan fayda vermez, dirilmez" buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Dolayısıyla bize düşen cahillikten şeytandan kaçar gibi kaçmak olmalıdır. Dahası kendimizi ‘ilim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir’ diyenlerin meclisine atmamız gerekir. Elbette ki âlim ve bilge şahsiyetlerde sütten çıkmış ak kaşık değillerdir, sonuçta onlarda bizim gibi beşeri sınıftan insanlardır, elbet hata yapmak onlar içinde geçerli akçe. Ama şu da var ki bilge şahsiyetler hata yaptıklarında tahsil ettikleri ilmi sayelerinde hatalarını her an bertaraf edebilecek irade sergileyebiliyorlar. İşte bu nedenledir ki İbrahim En-Nahi "Âlim'in hatasını dile getirmeyin, çünkü ilim sahibi bir kere yanılırsa akabinde düzeltir" buyurmuşlardır. İşte ilim bu denli Yunusça “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir” gerçeğinin ta kendisi bir güçtür. İlmin gücü şundan belli ki Peygamber kavlince (s.a.v.) "İlmi aramak her Müslüman’a farzdır" beyanıyla tüm mümin erkek ve kadınlara farz kılınmıştır. O halde bu noktada devletlûlara düşen cami ile okulu bir birine zıt iki müesseseler olarak değil, birbiriyle barışık iki abidevi müesseseler haline getirerekten ilmi tüm toplum katmanlarına yaymak olmalıdır. Şayet bu başarılırsa biliniz ki gerçek manada bir elde Kur’an, bir elde bilgisayar gençliğin, neslin ve erdemli toplumun oluşması bir hayal değil hakikat olacaktır. Hele bilek kuvveti ile beyin gücü bir araya gelmeye görsün bak o zaman İslam toplumlarının çağlara ferman okuyaraktan dinamizm kazanacağı muhakkak. Zaten Allah’ın Sâni sıfatının bir tecellisi olan ilmin bir başka yüzü, yani maddi veçhesi denen teknolojik üstünlüğü yakalamakla dinamizm kazanılır. Ama gel gör ki Müslümanlar olarak Allah’ın Sâni sıfatı (Allah’ın sanatı) tecellisi teknolojik atılımlara kafa yormaktan geri durdukça, maalesef bir türlü iki yakamız bir araya gelmediği gibi süper güçlerin oyuncağı olmaktayız habire. O halde neydik edip erdemlilikle dinamizmi, teoriyle uygulamayı birlikte yürütecek bir elde bilgi teknolojisi diğer elde ruhi kodlarımızla donatılmış bir toplum modeli yapısı inşa etmeli ki süper güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulabilelim. Zira Müberra Dinimizde ilim amel ilişkisi, bilmek yapmak ilişkisi birbirinden etle tırnak misali ayrılmaz sünnetullahın, yani adetullahın gereği ikili ayrılmaz unsurlar olarak telakki edilir hep. Ancak unutmayalım ki oturduğumuz yerden bir şeyin teşekkülü asla tecelli etmez. Düşünsenize sebeplere başvurmaksızın kendiliğinden bir şeyler teşekkül etmiş olsaydı Yüce Allah (c.c.) bulutu yağmura vesile kılmazdı. Madem Yüce Allah her oluşu ya da yok oluşu bir sebebe bağlamış, o halde kulları olarak da bizim sebeplere başvurup sünnetullah üzere hareket etmemiz gerekir, aksi halde ilimle taban tabana zıt eşyanın tabiatına aykırı bir kulvarda kendimizi konumlandırmış oluruz. Biliniz ki bir yerde hareketlilik yani sebeplere başvurmak varsa, o yerde bereket vardır, sünnetullah vardır. Böylece sünnetullahın işlerlik kazandığı bir yerde madde manalaşırda. Şayet bir yerde sebeplere başvurmak yoksa madde donuk ve mat halde eşyalaşamaz da. Öyle ya, bir yerde adetullahın gereği yapılmıyorsa madde durduk yere ne diye kendiliğinden işler hale gelip bereket kaynağımız olsun ki. O halde bize düşen maddeyi donuk ve mat halden işler hale getirip bereket vesilesi kılmaktır. İcabından bu da yetmez maddeyi ruh penceremizin ışığıyla anlamlandırıp hakikat kapısını aralamak olmalıdır.
Şurası muhakkak insanın sırf ilim tahsil etmekle yetinmesi de doğru bir tutum olmaz, zira ilim pratiğe dökülmedikten sonra o tahsil edilen ilim neye yarar ki. Hem kaldı ki pratikten yoksun bir ilim kuru meşe odunu gibi her daim güdük kalmaya mahkûm da. Güdük kalacağı şundan belli ki İmam-ı Şarani Hz.leri haklı olarak "İnsanların çoğu ilim ezberliyor, amel etmiyor" siteminde bulunmuştur. Hiç kuşkusuz talebe okutmak, insanlara vaz-ı nasihatte bulunmak güzel hasletlerdir, üstelik bu tür faaliyetler farz-ı kifayedir. Ancak bir insan öğrettiğini bizatihi nefsinde yaşamıyorsa veyahutta vaaz-ı nasihatte bulunduğu hususları bizatihi kendi nefsinde tatbik etmiyorsa bunların hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bakınız Sahabe-i Kiramın hayatına, sahabenin öğrendikleri ve öğrettikleri daha çok "nefsi terbiye" ilmiydi. Onlar çok iyi biliyorlardı ki öğrendiklerini ve öğrettiklerini bizatihi kendi nefislerine tatbik etmeden etrafa ışık olunamaz. İyi ki de ışık oldular, bu sayede Müberra Dinimiz ışık saçanların omuzlarında yükselerek bu günlere gelebildi, aksi halde dinimiz bu denli kısa zamanda dal budak salıp cihanın dört bir yanına yayılamazdı. Bu demektir ki, ilim amelle taçlanınca bir değer kazanıp dal budak saçabiliyor. İşte tamda bu noktada tasavvufi okullar bunun için varlardır. Hiç kuşkusuz bu uğurda dergâhlar okul işlevi görmenin ötesinde şer’i ilimleri tatbik misyonu yüklenmişlerdir. İyi ki de dergâhlarımız varda bu sayede ilmin tatbiki denen hadise vuku bulabiliyor. Nitekim Zekeri (r.a) bu hususa vurgu yaparken dergâhların varlık nedenini şu sözlerle beyan eder: "Ehli tasavvuf ile birleşmeyen âlim katıksız ekmek gibidir." Hakeza İmam-ı Gazali de bu anlamda; "Herkesin nefis ilmini bilmesi, nefsini tezkiye etmesi farz-ı ayındır" beyan buyurmak suretiyle ilim kendini bilmektir gerçeğe işaret etmiştir.
Her ne kadar günümüz modern görünümlü hocalarının pek çoğu ilim adamı olarak tanıtılsalar da aslında pek çoğu işin sadece teorisiyle iştigal eden hocalardır. Kaldı ki Hocanın modern görünümlü olanı değil münevver olanı makbuldür. Şayet bizim düşündüğümüz manada kökleriyle barışık münevver tip Hoca olsaydılar, onları gören ve vaaz-ı nasihatlerini işiten insanların onlarda dirilip aydınlanmış olmaları gerekirdi. Oysa bir bakıyorsun işleri güçleri insanları aydınlatmaktan çok kendince gözüne kestirdikleri birilerine laf kavuşturmakla meşguller habire. Kelimenin tam anlamıyla şunu diyebiliriz ki gerçek münevver hoca ışık saçandır laf kavuşturan değildir. Nitekim Gavs-ı Bilvanisi (k.s) bir sohbetlerinde bu hususa değinip “irşad olmayan irşad edemez” buyurmuşlardır. Malumunuz gerçek irşad edicinin ve aydınlatıcının iki vasıf yönü vardır:
- İlim sahibi olmak,
- Bilgilerini bizatihi nefsinde uygulayan konumda olmasıdır.
Madem öyle ilim uğruna hazine değerinde gerçek irşad edicileri ziyaret edip onlardan istifade etmeli. Nasıl olsa her asırda irşat ediciler mevcut. Zira Allah’ın irşat edici hazineleri boldur, üstelik o hazineler geçmiş asırlarla sınırlı da değil, her asırda var olacak bitmez tükenmez hazinelerdir. Yeter ki o irşat edici hazinelerin kıymetini bilelim eşiklerinde eşik olunup vuslat hâsıl olur da. Ki; Resûlüllah (s.a.v.) o irşad edici hazineler hakkında; "Âlimleri sık sık ziyaret etmek ibadet yerine geçer" beyan buyurmak suretiyle onların eşiğine yüz sürmemizi teşvik etmişte. Keza yine Peygamberimiz (s.a.v.) "Âlimden yüksek hiç bir şey yoktur. Çünkü hükümdarlar yalnız faniler hakkında hüküm verirler, âlimler ise hükümdarları da muhakeme ederler" buyurmuşlardır. Üstüne üstük bu konuda bir değil pek çok beyan var, o halde bu hususlarla alakalı hadis-i şeriflerden birkaçını daha zikredebiliriz. Şöyle ki; Resûlüllah (s.a.v.);
"Âlime saygı gösteren Allah'ına saygı göstermiştir."
"Âlimlere saygılı olan bana saygılı olmuştur."
"Âlim, yeryüzünde kudret-i ilâhiyenin temsilcisidir; onun aleyhinde bulunan mahvolur" buyurmuşlardır.
İşte zikredilen hadis-i şeriflerden anlaşılan o ki, âlimler gerçek manevi hükümdarlardır. Ancak ne hikmetse hükümdar deyince günümüz insanının aklına sadece padişah, hakan, lider vs. akla gelmekte. Oysa Osmanlı’da padişahlara da yön veren âlimlerdi. Bu yüzden ilim erbabına manevi bilge hükümdarlar dersek yeridir. Düşünsenize Yıldırım Beyazıt padişah olmasına padişah ama mahkemede şahitliğini kabul etmeyen Molla Fenarimiz gibi, yeri geldiğinde Fatih'i tenkid edebilen Molla Güranimiz gibi, Yavuz’un tüm Hıristiyanların kökünü kazıma girişimine engel koyan bir Zembilli Ali Hoca Efendimiz gibi daha nice sözde değil özde âlimlerimiz de en az hakanlarımız kadar tarihin parlak sayfalarına adını yazdırabilmiş şahsiyetlerdir. Derken böylesi ışık saçan âlimler eşliğinde Yavuz’un; "Ulemanın atından (ayağından) sıçrayan çamur şerefimizdir" sözü daha da bir başka anlam kazanır da. Bu anlam yüklü kazanç aynı zamanda Osmanlı’nın üç kıtaya hükmetmesinin sırrını da ortaya koyan bir kazançtır. Nitekim Seyda Hz.leri bu hususlarda sofilerine şöyle sohbette bulunmuşlardır: ''Ey Allah'ın kulu! Bir talebe yetiştirmek bin kişiyi sofi yapmaktan efdaldir. Hele o talebe varisü-l enbiya olursa... Siz dininizi beldenizde bulunan en büyük âlimlerden öğreniniz. Herkesten fetva sormayın. Çünkü memlekette fetva verecek kimse çok azdır. İlimle meşgul olan kimse dünyada en güzel işle meşgul oluyor. İlim olmadığı zaman cehalet olur. Cahilin abidi de, sofisi de hüsrandadır. Siz Osmanlı'ya bakınız. Ne idi ne oldu. Sultan Abdülhamid arif-i billâh idi. Başa geçer geçmez memlekette talebe yetiştirme seferberliği başlattı. Zira Nakşibendî tarikatı bu nedenle medrese ve tekkeyi beraber yürütür. Hazret Muhammed Dıyauddin (k.s.) doğu cephesinde müritleri ve talebeleri ile savaşırken bölüklerinin başka bir yere nakledilmesi icap etti. Gittikleri yerde müridler önce mutfak çadırını kurmaya başladı. Hazret çalışma mahalline gelince ''Talebelerin seslerini duymuyorum, bu ne çadırıdır?'' diye sordu. Müridleri, mutfak çadırı olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Hazret Muhammed Dıyauddin (k.s.) bu durumda savaşmaya gerek kalmadığını, düşmanla savaşmanın sebebinin ilay-ı kelimetullah olduğunu ve bunun medreselerle ve talebe yetiştirmekle mümkün olabileceğini beyan etti. Hemen mutfak çadırının bozulup önce medrese çadırının kurulmasını, sonra da diğer çadırların yerleştirilmesini emretti. Hazret (k.s.) en nihayetinde medrese çadırlarının kurulmasının ardından kalkıp savaşa devam etti.''
İşte görüyorsunuz, Seyda Hz.lerinin sohbetinden de anlaşıldığı üzere Osmanlı’nın kılıcını görüp ilmi yönüne bakmayanlar, tarihi değerlendirirken hep hataya düşmüşlerdir. Bir takım bazı aklıevveller hiç bilmiyorlar ki pozitivizm dedikleri bilim medreseden filizlenip dal budak salaraktan yükselişimize vesile olmuş ilimdir. Maalesef tüm bu gerçeklere rağmen halen inadım inat bir takım aklı evveller Osmanlının düşüş nedenini tek zaviyeden bakaraktan tüm kabahati medreseye yüklemişlerdir. Hele bir devlet düşmeye görsün elbette ki tüm kurumlar bundan yara alacaktır, bu kaçınılmazdır. İster istemez düşüşle birlikte ilim müessseleri de yara alıp gerilemiştir. Evet, bizde kabul ediyoruz, Osmanlının çöküşüyle birlikte Doğulu medrese, Batılı mektebe yenilmiştir. Bu yüzden Sait Halim Paşa şöyle der; "Şarkın düşünce alışkanlığında hep fikirlerin eşyaya yansıdığını, hâlbuki eşyanın hakikatlerinin zihinlere yansımasını da sağlamak gerekir."
Gerçekten de bu sözler kayda değer müthiş tespitlerdir. Madem öyle bu düşünce örgüsünü şöyle bir irdeleyiverelim. Bilindiği üzere beynin sol lobu akla yatkın çalışmakta, yani daha çok sayısal, dil, mantık, sorgulama, araştırma, yazma vs. eylemler odağı olmakla dikkat çekmekte. Sağ lob ise sevgi, hayal, his, müzik, edebiyat dünyası gibi sübjektif değerlere odaklıdır. Belli ki batılılar beynin sol lobunu kullanmaya eğilim göstermekle ruhi bunalıma düşüverdiler. Hâlbuki gerçek manada hayatı anlamak beynin her ikisini birlikte kullanılmakla mümkündür. Zira eşyanın hakikatini bilmek, insanı hayvandan ayıran en belirgin özellik olarak sahne alır. Bu yüzden Mukaşefe ilmi, nurani rabbaniye olarak gönlümüzü ısıtır. Kaldı ki her şeyden öte rabbani ilimden haberdar olmak farz-ı kifaye bir görev olarak karşılık bulur.
Peki ya doğulu insan? Malum, doğulunun her ne kadar ruhi yönü ağır bassa da onunda problemi meselelere analitik yönden bakmayı lüzumlu kılan beynin sol lobunu kullanmayı hafife alıp ihmal etmesidir. Nitekim deney ve gözlemden uzak, kısırlık, ölçüsüzlük, slogancılık üzerine kurulu hayat tarzı yeterince durumumuzu özetliyor zaten. Şayet bugünkü perişan hal vaziyetten yeniden yükselişe geçmek istiyorsak, engin tarihi ve teknolojik bilgi birikimimizi tekrardan canlandırmakla ancak o zaman diriliş muştumuz gerçekleşebilir. Aksi halde bu hal ve perişan hal vaziyetten kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Artık yetti gayri deyip bu perişan halimize son vermek gerekir. Dün nasıl ki ilmiyle amil olmuş âlimlerin omuzlarında büyük bir medeniyet kurmuşsak, bugün de medeniyet kodlarımızdan ilham alaraktan yeniden kendi doğuşumuzu ve Rönesanssımızı gerçekleştirebiliriz pekâlâ. Şu iyi bilinsin ki Ortaçağ Avrupa’sında görülen skolâstik anlayış İslâm medeniyetinin kodlarıyla taban tabana zıt bir anlayıştır. Nitekim Şam, Bağdat, Kahire, Kurtuba ve İstanbul gibi medeniyet simgesi şehirlerimiz asırlar boyu ilim sayesinde adından söz ettirmiş şehirlerdir. İyi ki de bedeviyetten hadariyete ilimle geçiş yaptık da, bu sayede medeniyet olabilmişiz. Derken üç kıtaya hükmeden medeniyetimiz bugünkü teknolojik gelişmelerin mayası olmuştur.
Evet, geçmişte ilim erbabımızla birlikte tüm insanlığa ışık olurken maalesef bugüne geldiğimizde Resûlüllah (s.a.v) "Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanlarından üstündür" diye beyan buyurduğu halde, ne yazık ki ümmeti olarak hala Kafdağı masalları ve Kesik baş hikâyeleri gibi macera varı olan her ne varsa onlara ilgi göstermişiz hep. Tabii hal vaziyet böyle olunca da ilmi zihniyetten uzak bir hayatın pençesine düşüp çağlar üzerinden sıçrayacak bir hikâyeyi yazamaz olduk. Oysa gerçek hayat hikâyemiz Peygamber kavlince ekmek su gibi acil ihtiyaç duyulan "İlim Çin'de dahi olsa alınız" şiarının ta kendisinde gizlidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4247/ilim-kendini-bilmektir