İÇ DENGE ÂLEMİNE DOĞRU

İÇ DENGE ÂLEMİNE DOĞRU
ALPEREN GÜRBÜZER
Kâinatta ki dengeyi görüp de hala istikameti (dengeyi) elde edemiyorsak vay halimize. Çünkü Müminin istikameti velinin en büyük kerametidir.
Şu bir gerçek; evrendeki denge olanca hızıyla gözümüzün önünde cereyan ediyor. Fakat olan bitenden ibret almayışımız kendi iç dünyamızda denge unsuru olmamızı engelliyor. Allah (c.c) kâinatı zıtlıklar esasına göre tanzim etmiş ki, insanoğlu iyi ile kötülüğü ayırt edebilsin, ya da kendine rota tayin edebilsin. Çünkü yaratılan her şeyin bir anlamı var, üstelik yaratılan her şey insanın hizmetine sunulmuş. Bir başka ifadeyle insan sanki dış dünyasında ki muhteşem ahenge baksın da iç dünyasına yönelsin diye yaratılmış. Etrafımıza her yöneliş aslında bizi aslımızla baş başa getiriyor zaten. Yeter ki eşyanın diline kayıtsız kalınmasın.
Âlimlerimiz insana zübde-i âlem demiş. Yani insan küçük bir âlem, âlemin özü ilan edilmiş. Büyük bir âlem olduğunu ifade eden âlimlerimizde mevcuttur. İnsan ister küçük, isterse büyük âlem olarak tarif edilsin, her an dikkatimizi iç denge unsuruna çevirmek zorundayız. Dengesiz hayatımızı dengeye dönüştürdüğümüzde huzura kavuşacağız demektir.
İnsanın iç dünyasında iyiliği ilham eden mekanizmalar mevcut olduğu gibi, kötülüğü teşvik eden kuvvetler de var. İrademizi iyiliği ilham eden meleklere teslim edersek iç dünyamızı saraya çevirip dengemizi sağlayabiliriz pekâlâ. Şayet nefsin ve şeytanın telkinlerine kapılıp kötülüğü tercih edersek, o zaman da iç dünyamızı zindana çevirmiş oluruz. O halde fikrimizi, zikrimizi, hatta şükrümüzü denge üzerine bina etmeliyiz.
Allah (c.c) her insanı değişik kabiliyetlerde yaratmış, bu bir Allahın lütfüdür. Biz aciz kulların yapacağı tek şey Allah’ın bahşetmiş olduğu fıtri (doğuştan gelen) kabiliyetlerimizi bilgi ile güçlendirmek olmalıdır. Böyle olmalı ki maddi ve manevi dengeyi sağlayabilelim. Yeteneklerimizi bilgiyle desteklemek aynı zamanda kendimizi ilahi programa tabi tutmak demektir ki, bu da bizi iç ve dış denge sistemine götürür. Hatta amellerimizi de bilgiyle süslemeli ki ibadetlerimiz bir mana kazanabilsin. İlim zikirle taçlanınca fikir dünyamız da ister istemez şükre yönelecektir.
Kendimizi keşfetmek ufkumuzu ötelere kanatlandırmakla gerçekleştirilebilir. Maalesef ilahi idrak noksaniyetinden ötürü bir türlü istikameti elde edemiyoruz. İlahi hükümlere karşı duyarsız kalmamız içinde bulunduğumuz dengesizlikten kaynaklanan bir hadise olsa gerektir. Amellerimiz şuurlu bir şekilde yapmayınca denge donanımızı sağlayamıyoruz. Burada amelden kastımız, Allaha karşı kulluk vazifelerimizdir. Allaha abd olunca insan, nefsin esaretinden kurtularak hayat dengesine erişecektir elbet.
Kabiliyetlerimizi geliştirmek vazife olmalı. Bir yeteneğimizin farkına vardığımızda hemen üzerine gidip bir başka kabiliyetimizi geliştirerek denge donanımıza güç katmalı. Kabiliyetlerimizi keşfedemiyorsak yaşadığımız hayat zindandan ibaret kalacağı muhakkak..
Dengesizlikten dengeye kavuşmak kendimiz keşfederek gerçekleştirilir. Yunus’un;
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen,
Bu nice okumaktır” sözleri buna işarettir.
İnsanın biyolojik yapısında dahi denge unsuru söz konusudur. Mesela Dopamin ve serotonin hormonları denge unsurudur. Serotonin hormonu iyilik salgısını artırarak gülmemizi ve rahatlamamızı sağlar, böylece mutlu oluruz.
Dopamin hormonu ise bunun tam tersi olan stres durumudur. Yani Denge halimiz dopamin lehine değişirse saldırgan hal alıp agresif oluruz. Bütün bu denge unsurlarımız sadece hormonlarla sınırlı değil, bütün uzuvlarımız ve hücreler içinde geçerli. Demek ki; denge iksirini canlı cansız her alanda gözlemleyebiliyoruz.
İnsanı hem meleki ilhamlar hem de şeytani kuvvetler abluka altına alabiliyor. Önemli olan bu ikisi arasında denge kurabilmektir. Ne yalnız akıl, ne de sırf hisler kâfi gelemez, amelde gereklidir. Hislerimiz amelle taçlandırmamızın yanı sıra bilgi yüklü de olmak lazımdır. Ki; denge sağlanabilsin.
Hiçbir şey statik değil, her geçen gün yeniden doğuşlarımıza şahit oluyoruz. Her şey dinamik yapı arz ediyor. Kâinatta dinamizm mevcuttur çünkü. Bütün evren, galaksiler ve gezegenler birer denge senfonisi sanki. Güneş ve etrafında halkalanmış gezegenler Mevlana’nın raksını hatırlatıyor, bir zikir halkasını yansıtıyor adeta. Nitekim şeyh-mürit ilişkisine benzer durum güneş etrafında pervane olmuş gezegenler arasında da cereyan ediyor.
Yaşadığımız Dünyamız bağrında üç ayrı meziyet taşıyor. Birinci kabiliyeti kendi ekseni etrafında dönmesi, ikincisi güneşin etrafında seyretmesi, üçüncüsü Vega burcuna yol almasıdır. Bütün bu örnekler her şeyin denge üzerine kurulu olduğunun bir göstergesidir. Dönen her şey ister istemez insanın herhangi bir zikir halkasında iken Allah adıyla seyri âlem seferini hatırlatıyor bize.
Demek ki deveran ve denge unsuru kâinata has bir olgu olmayıp insana da has meziyettir. Madem kâinat her an yeniden yenileniyor var oluyor, neden insan bu gidişattan kendine hisse kapmasın ki? Bütün kâinat, hatta bitki âlemi, hayvanat ve cemadat kendi hal lisanınca Allah’ı zikretmekte, o halde insanda bu zikir deveranında kendi payına düşeni yapmalı.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran programlanmış vücut donanımının bilincinde olmasıdır. Diğer varlıklar belirli program dâhilinde kodlanmış, isteseler de o kodun dışına çıkamazlar zaten. Program dışına çıkamadıkları için sorumluluk yüklenmemişlerdir. Bu yüzden tercih kullanma diye bir dertleri yok. İşte bu noktada insanın diğer canlılardan farkı şuur sahibi olması gerçeği ortaya çıkar. Dolayısıyla insan iç ve dış donanımını yaratılış gayesine göre tanzim edip yaşamaya çalışırsa yaratılmışların en üstünü olmaya layık demektir.
Dengeyi hâkim kılmak ya zikreden kalbimizi şuurlu bir tarzda idrak etmek ya da meleki özelliklerimizin farkına varmakla mümkün. Aksi durumda hayatımız bilinç dışında statik kalmaya mahkûm kalır. O halde idrakimize açılan pencere mesabesinde olan şuurumuzu ilahi dengeye ram kılmalı.
Hem madem kâinat sarayı denge içerisinde yüzüyor, hatta bir program dâhilinde hareket ediyor, pekâlâ bizde bu denge âleminde iç dünyamızı Allahın lütfü olan kabiliyetlerimizi keşfetme heyecanıyla yaptığımız amelleri bilgi ile taçlandırarak denge âlemimizi kurabiliriz. Çünkü diriliş muştumuz ilahi dengede.
Peygamberimiz (s.a.v); “İnsanda bir et parçası var, o iyi olursa bütün vücut iyi olur” buyuruyor. Hadisi şerifte geçen et parçasından maksat kalptir. Kalp sarayında zikir kıvılcımını yakmasını başaran insan, iç dünyasında ilk denge basamağına adım atmış olacaktır elbet. Önce salik (Allah yolcusu) kalpte lafza-i Celali (Allah adını) çekerek kalbi huzura erdirecek, sonra da zikrini göğsüne yayacak. Böylece göğsünde âlemi emirle bağlantılı nurani dediğimiz letaifler (kalp, ruh, sır, hafi, ehfa vs.) asıllarına kavuşacaktır. Kalpte dengeyi sağlayan, pekâlâ göğsünde de sağlayabilir. O halde bir salik dur durak demeden letaifleri çalıştırmanın gayretini göstermeli.
Adeta bilgisayar programlarının yüklendiği bilgiler gibi insanda isterse göğsüne mukaşefe ilmi denilen batını bilgileri yükleyebilir, neden olmasın ki. Salikin ilahi donanımla yüklenilmiş bir vücut sarayında letaifler asıllarına dönmesiyle birlikte eninde sonunda vuslatını gerçekleştirebilecektir.
Peki ya zikir hayatından uzak kalanların durumu ne acaba? Elbette ki zikir hayatı yaşmayanlar ne Peygamberimizin; “İnsanda bir et parçası var, o iyi olursa bütün vücut iyi olur” hadisi şerifini, ne de “Kalpler ancak ve ancak Allahın zikri ile huzura erer” ilahi buyruklarını anlayabilir. Bu tür incelikleri sadece yaşayan bilir, yaşamayan sadece bir kelam olarak algılayıp geçiştiriverir.
Demek ki iç dünyamızda denge âlemi zikirle sağlanıyormuş meğer. Zikirsiz cesetler dengesizlikten çabuk çürümeye yüz tuttuğunu bilmem kaçımız biliyor. Âlimlerimiz Allahın zikri ile nura kavuşmuş bedenlerin nuraniyet sayesinde kolay kolay çürümediğini bildiriyor bizlere. Çünkü o ceset artık dengenin zirvesine çıktığı gibi, artık o naçiz vücut zikirleşmiş cesettir. Dolayısıyla toprak dahi o bedene hürmette kusur göstermez.
Yaşayan ölülerden olmak istemiyorsak mutlaka Allah adını çok anmamız gerekiyor. Sahabenin hayatına baktığımızda bütün çizgileriyle ahiret ilmi ile meşgul olduklarını görürüz. Hayatları takva üzerine kurmuşlardı. Onlar takvada yarışarak gökteki yıldızlar olmaya hak kazanmışlardı. Böylece, onlardan hangi birine uyarsanız kurtulursunuz buyruğuna mazhar oldular.
Velhasıl; insan unutmadan yaratılış gayesine uygun iç dengesini Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında ayarlayarak isterse kâinata bile meydan okuyabilir. Çünkü Said Nursi Hz.lerinin dediği gibi iman hem nur hem de kuvvet kaynağıdır.
Vesselam.

DENGE ÂLEM
SELİM GÜRBÜZER
Kâinatta müthiş bir denge sistemi söz konusudur. Şimdi bu kâinattaki dengeye bakıp kendi denge sistemimizi göremezsek abesle iştigal olur elbet. Ancak görmek den de daha mühim olan iç dünyamızın dışımızla, dış dünyamızın içimizle uyumlu hale gelip gelmemsi çok mühimdir. Yani, içimiz dışımız birbiriyle uyumlu olması gerekir ki denge âlem bozulmasın. Hele bir insanın denge ayarı bozulmaya yüz tutsun hem madden hem manen çöküş yaşar da. Çöküş ve hayal kırıklığı yaşamamak için İsmail Çetin Hoca’nın “Müminin istikameti (dengesi) velinin en büyük kerameti” dediği istikamet gerçeğini idrak etmemiz gerekir.
Şu bir gerçek her şey denge âlem ayarı üzerine kurulu, Ne var ki denge ayarının ne anlama geldiği noktasında kafa yormayışımız, kendimize çeki düzen vermemize engel teşkil edebiliyor. Hele kafamızı gömdüğümüz kumdan başımızı kaldırıp şöyle kâinat kitabının sayfalarını çevirdiğimizde yaratılan her şeyin zıddı ile kaim olduğunun farkına varacağımız muhakkak. Zaten farkına vardığımız da her şeyin bu çift kutupluluk sayesinde dengelendiğini idrak etmiş olacağız. İşte buradan hareketle kutbun bir tarafına ağırlık verip diğer kutbu ihmal ettiğimizde denge ayarımızın şaşacağının muhasebesini yapmak biz kullara düşer elbet. Bikere denge âlemimiz normal seyrinde akması için zıt kutupları ne aşırı derecede birbirine yakınlaştırmalı ne de aşırı derecede birbirinden uzaklaştırmalı. Mutlaka orta bir yol takip edip dengelememiz gerekir ki istikamet üzere yol alabilelim. Nitekim Fen Bilgisi derslerinde de anlatıldığı üzere aynı yüklü iyonlar birbirini iterken zıt iyonlar ise birbirini çekebiliyor. İşte bu en temel kanunda bize gösteriyor ki, ne toplum hayatından uzaklaşıp kendi kabımıza (uzlete) çekilmeli, ne de kendimizi ihmal edip dünyaya tamah etmeli. Esas olan hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahirete yönelik bir hayat dengesi ve hayat nizamı ortaya koyabilmektir. İşte denge âlem, işte istikamet üzere olmak budur. Bunun dışında hepsi lafügüzaftın öte bir anlam ifade etmeyeceği aşikâr.
Evet, Yüce Allah’ın dışında her şey zıddı ile bilinmektedir. Nasıl mı? Mesela iyilik ve kötülük iki zıt kutup arasında muhasebe yapıp kendimize rota tayin ettiğimizde ister istemez bu iki zıt kutbun bilgisini de vakıf olmuş oluruz. Öyle ya, edindiğimiz bilgiler doğrultusunda rotamızı iyi yönde belirlediğimizde istikamet üzere bir yol takip edeceğiz anlamı çıkar Yok, eğer rotamızı kötü yönde tayin ettiğimizde bir anda dengemizin alt üst olacağı besbelli. Neyse ki Yüce Allah yarattığı kuluna cüz-i irade vermişte, bu sayede iyi ile kötüyü birdirbirinden ayırd ederekten zıtlıkları ahenkli hale getirebiliyoruz. Ancak ahenkli hale getirirken şurası unutulmamalıdır ki, Allah’ın istediği tek şey kullarına bahşettiği cüz-i iradeyi istikamet üzere yol takip etmeleri yönünde irade sergilemeleridir. Nitekim yaratılış gayemiz bizi denge âlem şuuru perspektifi içerisinde kendimize mutlaka bir istikamet belirlemek gerektiğini mecbur kılıyor da. O halde istikametten şaşmamak icab eder, aksi halde kendi kendimizin mahvına davetiye çıkarmış oluruz. Hele bir insanın dengesi şaşmaya görsün taş toprak incindiği gibi gök kubbede titrer. Öyle ya, dağ taş gök kubbe incindiğine göre kimi âlimlerimizin eşrefi mahlûkat insan için küçük âlem manasına ‘zübde-i âlem’ derken kimi âlimlerimizin de ‘büyük âlem’ demesi son derece gayet tabiidir. Küçük ya da büyük hiç fark etmez sonuçta öyle anlaşılıyor ki, insan için tüm âlemlerin özü dersek yeridir. O halde yaşadığımız hayat süreci içerisinde mümkün mertebe fıtri özümüzü korumakta fayda vardır. Aksi halde hem içerden hem dışarıdan müdahaleye açık bir konumda olursak vay halimize, ortada ne denge kalır ne de insanlığımız.
Madem insan için âlemin özü dedik, bilhassa insanın iç âlemine baktığımızda bir yandan insan ruhuna iyiliği emdiren melek-i kuvvetler varken, diğer yandan da insan ruhunu perdelemek için şeytani ve nefsi kuvvetler vardır. Burada bize düşen dikkatimizi melek-i kuvvetler üzerinde odaklayıp dengemizi sağlamak olmalı. Hiç kuşkusuz, şayet cüz-i irademizi iyiliği ilham eden melekler yönünde kullanırsak istikamet üzere bir yol takip edeceğiz demektir. Yok, eğer tercihimizi nefsin ve şeytanın telkinleri yönünde kullanırsak mazaallah dengemizi kaybedip tepetaklak yuvarlanacağız demektir. Hadi yuvarlanmak neyse de bu arada kendi kendimize zulmetmiş oluruz da. Ki, iç denge âlemimizi zindana çevirmeye hiçbir surette asla hakkımız yoktur, Madem böyle bir lüksümüz yok, o halde neydik edip hayatımızı fikir, zikir ve şükür ekseninde tanzim etmemiz gerekir ki, hem iç hem de dış dengemiz sıhhat bulabilsin.
Her doğan çocuğun fıtri donanım ve kabiliyetlerle dünyaya gelmesi Allah’ın kullar üzerinde bir lütfü ve nimeti olduğu malum. Dolayısıyla doğuştan bize ihsan edilen bu nimetleri tefekkür edip şükretmemiz icab eder. Hatta şükretmek de yetmez, verilen nimetleri yaradılış gayemiz doğrultusunda ibadetle taçlandırmamızda gerekir. Ki, bunu yaptığımızda maddi ve manevi yönden dengelenmiş oluruz. Düşünsenize genetik kodlarımızda doğuştan var olan kabiliyetlerimizi bilgi donanımıyla birlikte içine ruh kattığımızı, hiç kuşkusuz çiftkanatlı iç ve dış dengemiz bir bütün halde sıhhat bulacağı muhakkak. Nasıl sıhhat bulmasın ki, bikere yine bize bahşedilen cüz-i ihtiyar nimetini yaradılış kodlarımızdaki ilahi programa tabii tutmakla her girişeceğimiz fiili durum fikir zikir ve şükür olarak karşılık bulacaktır.
Evet, doğuştan var olan fıtri kabiliyetlerimizi müspet yönde işleyip geliştirmek iç ve dış dengemizin sıhhati açısından çok önem arz etmektedir. Yeter ki yeteneklerimizin farkına varalım gerisi gelir elbet. Öyle insan vardır ki yeteneklerinin farkında olmanın yanı sıra gereğini yaptığı için hayat dengesini ve hayat enerjisini sağlamış durumda, öyle insanda var ki yeteneklerin farkında ama gereğini yapmıyor, bu durumda mevcut potansiyelini kullanmadığı içindir hayat enerjisinden yoksun dengesiz bir hayat sürmesi kaçınılmazdır. Öyle de insan vardır ki, doğuştan var olan fıtri yeteneklerinin büsbütün farkında olmayıp bihaber halde, elbette ki bu durum çok daha vahim, dolayısıyla böyle bir insanın hayatta varlığı ile yokluğu hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Hatta bir insanın anlam kaybına uğramaması için sadece kendi fıtri donanımın farkında olması yetmez, kendini bilmesi de gerekir. Nitekim Yunus bu gerçeği şöyle dile getirir de:
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen,
Bu nice okumaktır.”
Hele bir insan Yunus’un kendini bilmek dediği ilme yöneliversin kendi biyolojik yapısının rastgele gelişigüzel işlemediğinin farkına varır bile. Nitekim et ve kemik yığını sandığımız vücudumuzda öyle muazzam işleyen otomasyon sistemler var ki, hayretler içerisinde kalmamak mümkün değil. Örnek mi? İşte vücut hormonlarımızdan dopamin ve serotoninin karşılıklı olarak birbirlerini dengelemeleri bunun en çarpıcı örneği diyebiliriz. Değim yerindeyse Serotonin hormonu gülmemizi ve rahatlamamızı sağlamaya yönelik işlev görürken, Dopamin hormonu ise tam aksine agresif işlev görür. Bu nedenle birincisine mutluluk, diğerine de stres hormonu denmektedir. Adına ne denilirse densin sonuçta seratonin hormonunun salgısı karşısında kendimizi ne aşırı rehavete kaptırıp tüketim çılgınlığına meydan vermeli, ne de dopamin hormonunun salgısı karşısında aşırı karamsarlığa kendimizi kaptırıp ümitsizliğe meydan vermeli. Mutlaka bu iki arasında orta bir yol bulup homeostasis (denge) haletiruhiye dengesini yakalamak gerekir. Aksi halde homeostasis denge hali hak getire, bir bakmışsın kendimiz, kendimiz olmaktan çıkıp Allah korusun saldırgan bir hüviyete bürünmüşüz. Her ne kadar canlılık mükemmeliyetten bozulmaya doğru yüz tutsa da, yani biyolojik homeostasis (biyolojik denge) aleyhine sinyaller verse de, Allah’a çok şükürler olsun ki vücudumuzda var olan bir başka ‘mesaj alma-karar verme ve uygulama’ niteliğinde uyarıcı sistemler sayesinde sil baştan sıhhi dengemize kavuşabilmek mümkün hale gelebiliyor. Nasıl mı? Koruyucu sağlık diyebileceğimiz tedbirlerle elbet. Hatta bu da kafi gelmeyebilir, moral ve motivasyon gibi manevi tedbirlere de ihtiyaç vardır. Nasıl mı? Şöyle ki gerek hastalık öncesi gerekse hastalık sonrası Allah’ın ‘El-Şafî’ isminin yüzü suyu hürmetine canı gönülden yapacağımız dualarla da pekala kendimizi korumaya alabiliriz.
Tabii yukarıda bahsettiğimiz ‘biyolojik denge âlem’ sadece hormonlardan ibaret değil, tüm hücreler ve uzuvlarımızda buna dâhildir. Nitekim bir insan kanında normal olarak bulunması gereken üre miktarına baktığımızda % 10–40 mg seviyelerde dengelenmeye çalışıldığını görüyoruz. Hakeza bir insanda normal olarak bulunması gereken tansiyona (kan basıncına) baktığımızda 11–13 cm cıva basınç değerinde, vücut ısısının 36,5 santigrat derecede, göz retinası gelen ışıların ise optimal miktarlarda dengelenmeye çalışıldığını gözlemlemekteyiz. Mesela vücudunuzu istediğiniz kadar hamamda sauna içerisinde yüksek buhar basıncına tabi tutun sonuçta hiçbir şey değişmeyip yine vücut ısısının 36,5 santigrat derecede sabit kalacağını görürsünüz. İşte tüm bu örnekler bize gösteriyor ki, denge âlem bir hayal değil gerçeğin ta kendisi bir âlemdir. Ancak teşbihte hata olmasın denge âlemimizin fabrika ayarlarında oynama olduğunda vücut içerisindeki bir takım mekanizmalar hemen tepkisini ortaya koyup alarma geçebiliyor. Öyle ki, bu alarmdan vücudun en küçük temel taşı olan hücreler bile haberdar olabiliyor. Böylece vücuttaki muhteşem iletişim ağı sayesinde nerede bir aksaklık varsa giderilmeye çalışılmış olur. Tüm bunlar ne için seferber ediliyor derseniz, iç işleyiş öyle gerektiriyor da onun için elbet. Kaldı ki denge âlem sadece vücut sarayımıza has bir özellik değil, kâinatta canlı cansız akla gelen her ne varsa hemen her şey için geçerli bir akçe kaidedir.
İyi ki de insanoğlunun eline malzeme olacak veya denge âlem’den esinlenecek pek çok doneler var da, icabında bu sayede buzdolabın hararetini sabit tutacak denge ayarından tutunda buhar makinesinin çalışma kapasiteni belirleyecek türlü türlü sistemler icat etmeyi akl edebiliyor. Hele insanoğlu her geçen gün kendini daha da bilgi donanımı bakımdan yeniledikçe bir bakıyorsun karmaşık sandığımız pek çok sistemleri online çalışır hale getirebildiği gibi kendi kendini yenileyen komplike sistemler de pekala geliştirebiliyor. Keza herhangi bir tasarım mühendisin el becerisi ve üstün zekâ yeteneği süzgecinden geçtiğinde bir bakıyorsun o tasarım kendi kendine çalışan insansız hava araçları olarak bile karşımıza çıkabiliyor. Tabii böylesi insansız hava araçlarının kendi kendini kontrol ettiğini gördüğümüzde ister istemez kendi vücudumuzda da buna benzer kendi kendini kontrol eden homeostasis sistemlerin varlığı aklımıza düşmekte. Nasıl ki mühendislik zekâsı ve marifetiyle ortaya çıkan teknolojik ürünlerde en ufak bir sapma olduğunda, derhal o ürünün işletim şebekesine monte edilen detektörlerce (alıcı sistem) durum tespiti yapılabiliyorsa, aynen insan vücudunda da feed-back benzeri biyolojik negatif geri tepme sistemlerle durum tespiti yapılıp, icabında vücut kendini yenileyebiliyor da. Tıpkı günlük hayatta kullandığımız bazı cihazlarda olduğu gibi vücutta da aynen kendi kendine otomatik sinyal veren sistemler söz konusudur. Ha, bu demek değildir ki tüm bu anlattıklarımızdan maksadımızın tüm otomasyon sistemlerine olağanüstü bir anlam yükleyip maddeye yaratıcılık atfetmek. Zaten böyle bir maksad aklımızın ucundan bile geçmez, çünkü sonuçta ortaya konan her harikülade nitelikteki gözde ürün mühendislik zekâsı ve marifetiyle ortaya çıkmakta. Dolayısıyla herhangi bir şeye doğa harikası yakıştırması veya yaratıcı4lık atfetmek asla bizim tarzımız olmaz, olamaz da. Kaldı ki ortaya konan her ürün ve teknolojik keşif Yüce Allah’ın ‘ol’ emriyle halk edilmiş ilahi kanunlardan başkası değildir. Kim ne keşfetmişmişse mühendis ya da bilim adamı hiç fark etmez, bulduğu şey sadece kâinatta mevcut olan kanunları açığa çıkarmaktan ibarettir, dolayısıyla bunun ötesinde bir anlam yüklemek yaratılışa başkaldırmak olur. Allah aşkına akıl var izan var, kendi kendini kontrol eden bir sisteme canlı varlıkmış gibi hangi akıl muamele yapıp ona doğa harikası etiketi yapıştırılabilir ki? Bunu ancak yapsa yapsa ateist materyalistler yapar. Dolayısıyla bize sadece maddenin sırlarına vakıf olmaya çalışıp Allah’a iman etmek düşer.
Peki, mühendislik zekâ ve marifetinin arka planında ne vardır? Hiç kuşkusuz mühendislik zekânın arka planında da Yüce Allah’ın kulları üzerinde görmeyi murad ettiği sonsuz ilminin tecellisi vardır. Madem yüce makamlardan böyle murad edilmiş, hiç kimse kusura bakmasın durduk yere kendi kendine eşyaya özel anlam yükleyip doğa harikası yaftası yapıştırmaya kalkışmasın. Ki, bu düpedüz had hududu aşmak olur. Kâinatta olan bitene şöyle bir göz atalım, bak o zaman kâinatta hemen her şeyin Yüce Yaratıcının çizdiği hudutlar dâhilinde değişik türden negatif geri tepme bağlantıları eşliğinde (bir denge ayarı içerisinde) deveran olduklarını görürüz. Nasıl ki tüm gezegen ve galaksilerin milim sapmadan kendi yörüngelerinde deveran olmalarına hayretler içerisinde kalıp yine de doğa harikası denilemeyeceğine göre, aynen öylede insan zekâsı ürünü robotlara ve otomatik cihazlara da doğa harikası denilemez elbet. Doğa harikası takıntılı bir takım aklı evveller kâinattaki müthiş nizama doğa harikası diye dursunlar, burada önemli olan bizim kendi bakışımızın nasıl olduğudur. Bikere maddeye derinlemesine inceleyip baktığımızda her yaratılan varlığın statik olmadığını, bilakis kendi bünyesi içerisinde dinamik yapı arz ettiğini gözlemleyebiliyoruz. Canlı âlemde ise dinamizm daha belirgindir. Nitekim canlılar kendi üreme sistemiyle nesilden nesile çoğalmaları bunun bir teyidi sayılır. Böylece her dem canlar yeniden tazelenmesiyle birlikte yeni doğuşlara şahit oluruz da. Sadece şahitliğimiz canlı âlem için mi, hiç kuşkusuz bu şahitliğimize tüm kâinatta dâhildir. Baksanıza kâinattaki tüm galaksi, gezegenler, yıldızlar vs.ler her biri adeta bir orkestra şefi etrafında seyreyleyip (deveran olup) Mevlana’nın raksını hatırlatıyor bize. Elbette ki, böylesi şahitliğe can kurban dersek yeridir. Kaldı ki aynı döngü zikri idare eden şeyh etrafında pervane olmuş derviş halkasında da müşahede ediyoruz..
Peki, zikir halkasını anladıkta, ya içinde bulunduğumuz dünyamızın döngüsü acaba nasıl? Malumunuz dünyamızda aynı anda üç ayrı hareketi yapacak şekilde döngüsünü yürütmekte. Birincisi kendi ekseni etrafında dönebilmesi, ikincisi güneşin etrafında dönebilmesi, üçüncüsü ise Vega burcuna doğru yol alaraktan döngüsünü tamamlamasıdır. İşte tüm bu örnekler bize gösteriyor ki her şeyin bir döngü âlemi olduğu gibi denge âlemi de söz konusudur. Her ne söz konusu olursa olsun, şu da bir gerçek tüm bu döngülerden daha da mühim olanı zikir halkasında yer alan dervişlerin Allah adıyla seyri âlem eylemesidir. Öyle anlaşılıyor ki devri âlem-döngü âlem ve denge âlem sadece kâinata has bir özellik değil, meğer insana da has bir keyfiyetmiş. Madem kâinat devri âlemle kendini yenileyip dengi âlem eyliyor, o halde biz neden bu seyri âlemden kendimizi mahrum edelim ki? Seyr-i âlem eylemeye mecburuz da, çünkü tüm kâinat, tüm bitki nebatat, tüm hayvanat ve tüm cemadat kendi hal lisanınca Allah’ı zikretmekte, bizim haydi haydi zikredip kâinatta cereyan eden tüm zikir senfonilerinden kendi payımıza düşen rahmet hisseye talip olmamız gerekir.
Bilindiği üzere insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli gösterge programlanmış vücut donanımının bilincinde olmasıdır. Diğer varlıklarsa malum, belirli program dâhilinde kodlanmışlar zaten, isteseler de o programın dışına çıkamazlar. Nitekim belirli bir program dışına çıkamadıkları için üzerlerine sorumluluk almamışlardır. İşte bu nedenle ne inisiyatif alma dertleri var, ne tercih kullanma dertleri var, ne de hesap verme dertleri vardır. Ama insan öyle değildir. İnsanın farkı hiç şuur melekesine ve külli irade kontrolünde cüz-i irade ehliyetine haiz olmasıdır. O halde farkımızı daha da net bir şeklide fark ettirmek için tez elden iç ve dış donanımızı yaratılış gayemiz doğrultusunda nizama sokmamız gerekir. Aksi halde yaratılmışların en üstünü olmaya hak kazanamayız. Öyle ya, madem tüm cemadat, tüm hayvanat, tüm nebatat belirli bir program dâhilinde hareket edip kendi hal lisanlarıyla Allah’ı zikretmekteler, o halde biz ne güne duruyoruz, bu zikir senfonisine bizim daha çok eşlik etmemiz icab eder.
Bakınız Peygamberimiz (s.a.v); “İnsanda bir et parçası var, o iyi olursa bütün vücut iyi olur” beyan buyurmakta. Hiç kuşkusuz hadis-i şerifte geçen et parçasından maksat kalptir. Hele bir insan kalbinde zikir kıvılcımını yakmaya görsün hemen iç dünyasında bir takım melekelerin nuraniyet kesb ettiği görülecektir. Nasıl mı? Bikere bu yola koyulan salik ilk başta kalbinde lafza-i Celal (Allah adını) zikrini çekerekten kalben huzura erip sonrasın da kalbi zikir göğsündeki nurani letaiflere sirayet edecektir. Böylece bu zikir sayesinde göğsün belli noktalarında ve alnın iki kaş ortasında konuşlanmış âlemi emirle bağlantılı nurani letaifler asıllarına kavuşur da. Şüphesiz insan ruhunda ki ‘denge âlem’ altı nurani sütun üzerine kuruludur. Bu altı nurani sütun kalp, ruh, sır, hafa, ahfa ve nefs-i natıka olarak bilinip tüm bu sütunların aktif hale gelmesiyle birlikte tüm vücut zikirleşirde. Nasıl ki okyanusun engin deryaları dalga dalga dalgalanır ya, aynen öylede insan ruhu da zikrettikçe iç dalgalanmalar yaşayıp enginlere sığmam misali taşarda. Ki, bu taşma hadisesi tasavvufta cezbe hali olarak addedilir.
Peki, zikir hayatından uzak kalanların durumu ne âlemde? Maalesef zikir hayatı yaşamayanlar ne Peygamberimiz (s.a.v)’in “İnsanda bir et parçası var, o iyi olursa bütün vücut iyi olur” hadis-i şerifin sırrına vakıf olur, ne de “Kalpler ancak ve ancak Allah'ın zikri ile huzura erer” ilahi buyruğuna mazhar olur. İşte bu tür incelikleri sadece yaşayan bilir, yaşamayan ise sadece bir kelam olarak algılayıp hemen geçiştiriverir.
Anlaşılan o ki; iç denge âlemimiz ancak zikirle ihya olabiliyor. Bilhassa hayatta yaşarken ihya olmazsak, öldüğümüzde naçiz bedenimiz çabucak çürümeye yüz tutabiliyor. Zikrin önemi şundan besbelli ki, pek çok ehlisünnet âlimleri başta Allah yolunda fisebilillah olan şehitler olmak üzere Lafza-i Celal zikri ile vücudu zikirleşmiş mü’minlerin mevta olduklarında bedenlerinin çürümeyeceğinde hem fikirdirler. Malumunuz demir, demir olduğu için pas tutmakta, altın ise altın olduğu için pas tutmaz. Aynen öyle de, zikirleşmiş bedende altın misali pas tutmayıp çürümemesi gayet tabiidir. Kaldı ki çürümeye yüz tutsa da bu kez toprak buna razı olmayıp zikirleşmiş bedeni çürütmekten hayâ duyacaktır. Madem toprak bile hayâ ediyor, o halde Allah adını çokça anmalı ki; iri ve diri olabilelim. Bilmem şimdiye kadar hiç düşündük mü, Sahabe-i Kiram hayatının her safhasında nasıl iri ve diri oldular diye. Gayet her şey açık ortada, çünkü onlar kendilerini her daim takva üzerine kurulu bir zikri hayatı tercih etmişlerdir. Öyle ki, kendi aralarında yarıştıklarında dünya hırsı için değil, ahiret hırsı için yarışmışlardır. Zaten takva hayatı da bunun gerektirdiği içindir Peygamber kavlince de bu ümmetin yol göstericileri manasına gökteki yıldızlar olarak taltif edilmişlerdir. Böylece bizde ümmet olarak bu sayede ‘Yıldızlardan hangisine uyarsanız kurtulursunuz’ nimetine nail olmuş olduk.
Velhasıl-ı kelam; insanoğlu şayet yaratılış gayesi gereği döngü ve denge âlemini Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında seyreylediğinde biliniz ki dünya ve ahret hayatı aydınlık olacaktır.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3435/denge-lem.html