MUHSİN YAZICIOĞLU VE ÜÇ TUĞ’LU HİLÂL
MUHSİN YAZICIOĞLU VE ÜÇ TUĞ’LU HİLÂL
ALPEREN GÜRBÜZER
Bir zamanlar Nizam-ı Âlem Ocaklarının tertiplediği S. Ahmed Arvasi’yi anma toplantısını izlerken bir an gözüm üç tuğ’lu Hilâl’e dikkat kesiliverdi. Birbirinden değerli konuşmacıları dinledikçe üç tuğ’lu Hilâl’in ne manaya geldiğini anlamaya çalıştım.
Anma toplantısında Seyyid Ahmed Arvasi’nin hayatı bütün yönleriyle ortaya konulmasına çalışılırken son sözü Muhsin Yazıcıoğlu dile getiriyor ve medeniyetlerin üç sutun üzerine yükselebileceğini vurguluyordu. Muhsin Yazıcıoğlu Seyyid Ahmed Arvasi’nin sözlerinden pasajlar aktarırken o anda üç sütunun üç tuğ olabileceğini idrak ettim. Çünkü Medeniyetlerin inkişafında önemli unsur teşkil eden bu üç sütunu bina eden bir Osmanlı gerçeği var. Hatta Devlet-i Aliyyenin yükselişindeki sır, üç tuğ da esrarını korumaktadır hala. Üstelik bu üç iksiri gönlünde taşıyan bir de Hilâlimiz söz konusu. Dolayısıyla Hilal içerisinde boy veren bu üç tuğun Türk-İslam medeniyetinin oluşmasında en büyük kaynak olması muhtemel dâhilindedir diye düşünüyorum.
Osmanlı, Söğüt’te kurulurken malzemesi üç tuğlu Hilâl’di sanki. Nitekim Osman Gazi ve etrafındaki Şeyh’ler, Gazi dervişler (Alperenler), âlimler ve ahiler “üç tuğ”lu Hilâlin vücut bulmasına vesile olmuşlardır. Üç Tuğlu Hilâl Osmanlı ile uygarlaşmış ve günümüze kadar da etkisini hissettirmeye devam ediyor da.
S.Ahmed Arvasi, medeniyetleri üç sütun üzerine yükseldiğini belirtirken, bu üç sütunun: İlim, sanat ve din olduğunu haykırıyor adeta. S.Ahmet Arvasi Hocamız bununla da kalmayıp bizlere ilmin mutlak objektiviteyi, Sanat’ın subjektif gerçeği, dinin ise mutlak gerçekliği ihtiva ettiğini öğretiyor. İşte bu noktada medeniyet hamlemizin bu üç unsurda gizli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira Hilâl’in Salib’le kavgasında üstün olan üç sütunun kalbi hükmünde olan biricik Hilâlimizdi. Tarihimize kuru cihangir davası olarak bakan bir takım çevreler, her nedense o muhteşem medeniyetimizin üç sütunu olan ilim, sanat ve din faktörünü görmezden gelirler. Oysa bizim üç kıtada hükmeden bir devlet olmamızdaki güç kaynaği üç sütun üzerine kurulu medeniyet olarak doğmamızdır. Eğer sırf mücadelemiz kuru bir cihanşümul kavga için olsaydı, bizim de bir Moğol kasırgasından farkımız olmayacaktı. Malum Moğollar ilim, sanat ve din gibi değerlerden uzak bir kavga verdiklerinden dolayı tarihte yüz seneyi aşmayan kısa süreli hâkimiyetleri olabildi ancak.
İnsanlık Hilâl’ın pırıltısı sayesinde medeniyeti tanışabildi. Avrupa bugünkü rönesansını bize borçludur bu yüzden. Batı açısından Haçlı seferleri bir savaştan ziyade, savaşında ötesinde Müslümanların sahip olduğu medeniyeti tanıma hamlesidir. Yani Haçlı seferleri bir bakıma medeniyetimizi tanımalarına vesile oldu. Batı, karanlık ortaçağ hayatını ışığa (rönesansa) çevirmesini Hilâl’e borçludur. Salib, mendili ve tuvaleti dahi bizim medeniyetimizle tanıştıktan sonra öğrenebilmiştir. Dedik ya, biz cihana kuru kavga olarak gelmedik. Bilakis üç Tuğ’lu Hilâl’in ışığıyla medeniyet olarak hükmettik âlemi. Böylece tüm âlem bizimle şereflenip nizam buldu.
Yönetim açısından üç tuğ; millet, devlet ve hâkimiyet demektir. Aynı zamanda devlet; milletin teşkilatlanmış halidir. Nitekim Osmanlı şemsiyesi altında yaşayan bütün unsurlar her zaman efendi olarak telakki edildi. Öyle ki Kanuni; ‘’Asıl efendi reaya’dır’’ diyerek bu durumu teyid etmiştir. F. Grenard; “Osmanlı hiç bir zaman milliyetler tezadı oluşturmadı’’ derken Devleti Aliye’mizin teşkilat yapılanmasında her türlü ayırımcılığa geçit verilmediği gerçeğine işaret etmiştir. Gerçektende Osmanlı, hiç bir zaman bağrında taşıdığı değişik kimlikteki unsurları ayrılık olarak görmedi. Bilakis, bütün bu unsurları bir kilimin desenleri olarak telakki etti. Böylece altı yüz sene kardeşce bir arada nasıl yaşanacağının formülünü dünyaya ıspatladılar. Bu arada unutmamamız gereken bir noktada hâkimiyet kavramından emperyalizm anlamının çıkarılmayacağı hususudur. Zira Osmanlı da Hâkimiyet Nizâm-ı Âlem olarak kabul gördü. Avrupalıların hak dediği şey kuvvetti. Bizde ise hak adalet demekti. Kuvvetimiz (hâkimiyetimiz) Nizâm-ı Âlem’di çünkü. Yukarıda da belirttiğimiz gibi idari açıdan üç tuğumuz millet, devlet ve hâkimiyet anlamına gelir ki işte bu üç sütunun arasındaki uyumluluk ağı Osmanlı’yı Söğütten ötelere taşımaya yetti bile.
Dış dünyaya diktiğimiz bu tuğların iç dünyamızdaki anlamı ise Şeriat (Ehlisünnet çerçevesine uygun İslami hükümler), Tasavvuf ve Hakikattir. Dolayısıyla bir aydınımız Osmanlı’nın yükselmesini şeriata ve tasavvufa bağlar. Gerçek manada Nizâm-ı Âlem’e gönül verenler iç dünyalarında hep İ’lây-ı Kelimetullah duygusunu hiç eksik etmediler. Kalplerinden Lafza-i Celal zikrini (Allah zikri-Allah lafzı) zikrederek Şeriat, Tasavvuf ve Hakikat dediğimiz manevi tuğların doruğuna ulaştılar. Bu üç tuğu nefsin şubelerinde dalgalandıranlar bu şekilde Hakikat’e erişebildiler böylece.
Hâsılı üç tuğ’un görüntüleri bugüne kadar etrafa Hilâl olarak yansıdı hep, bundan böyle yansıyacakta. Hilâl karanlığı aydınlığa çeviren tek ışıktır, ışık olmaya devam edecekte..
Kendilerini Nizâm-ı Âlem Alperenleri diye tanımlayanların Nizâm-ı Âlem davası gereği üç tuğ’lu Hilâli sembol olarak seçmeleri manidardır elbette ki. Ne diyelim niyet hayır akıbet hayır. Bu kutlu yolun yolcularına bu yol şimdiden mübarek ola.
Vesselam.