EŞREF- İ MAHLÛKAT

EŞREF- İ MAHLÛKAT
ALPEREN GÜRBÜZER

İnsan maddeye kul ve köle olmak için yaratılmamıştır. Bütün sahte mabutların esaretinden çıkıp Allah’a kul olmak için yaratıldı. Bu yüzden Muhyiddin Arabî (k.s); “Sen gerçekten Allah’ın halifesi olabilme sırrına ermiş ve bunu idrak edebiliyorsan taş bile sana itaat eder” anlamında ifadeler kullanmıştır.
Eşref-i mahlûkat olan insanı Allah’ın mukaddes emaneti görmek bizim kültürümüze has telakki. Zira iki tip insan vardır:
— Materyalist tip,
— Eşrefi mahlûkat özelliği olan idealist tip.
İnsan fıtratı icabı idealist karakterlidir. Fakat madem insan doğuştan idealist (ülkü sahibi) özellikte yaratılmış, o halde zamanla bu özelliğini niye muhafaza edemiyor? diye bir soru haklı olarak sorulabilir. Cevabı gayet açık, belli ki dünya telaşı ve meşgalesi, eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış insanı özünden uzaklaştırabiliyor. Bu yüzden Cevdet Paşa; “Dünya sevgisi insanı şaşırtır ve türlü tevillere düşürür. Akıllıyı gafil, gafili akıllı gösterir” der. Kimimiz mutluluğu ten kafesimizin içerisinde ararken, kimimiz de huzuru emanet verilen vücudumuzu aşmakla gerçekleşebileceğine inanırız. Ten kafesi içine haps olunan insan nefsin esareti altında serseri mayın misali dolaştığından hayvanlığa yönelir, beden kafesini aşmak isteyen insan ise nefsin her türlü engeline rağmen istikamet üzere yaşamaya gayret ettiğinden “Eşref-i mahlûkat” olmaya hak kazanır. Asıl insanı yolundan şaşırtan hakikate teslim olmayıp kendi kendine birtakım tevillere başvurmasıdır. Dolayısıyla istikamet sahibi bir kul olmak lazım gelir. Zira istikamete ulaşmak müminin gerçek nişanıdır.
Kapitalizm ve komünizm gibi sınıf-ı beşer ideolojiler insanı alet görüp ekonomik mahlûk olarak değerlendirirken, insana insanca değer veren İslam’da inanan varlık olarak görür. Batıdaki Neron isimli vahşi insan tiplemeleri, boğa güreşi, kazıklı Voyvoda, engizisyon mahkemeleri ve insanların aslana parçalattırıp lime lime edilmesi gibi manzaraları düşündüğümüzde dinimizin kıymetini bir kez daha anlıyoruz. Zira İslam medeniyetinde asla böyle manzaralar görülmez. Bilakis bizim medeniyetimizde doğacak olana, yaşayana, ölene Allah'ın mukaddes bir emaneti gözüyle bakılıp halka hizmet Hakka hizmet şiar edinilmiştir. İnsan, sadece İslamiyet’te eşrefi mahlûkattır. Baksanıza ezelde yaratılmışların en üstünü ilan edilmiş bile. Dolayısıyla insanı hayvandan ayıran en ince nüans Eşref-i mahlûkat olma özelliğidir.
Cemil Meriç Fourler’in dilinden bugünkü insanlık medeniyetini şöyle tarif eder; “...Medeniyet iki sütun üzerinde yükselir; Süngü ve açlık. Dolandırıcılarla namussuzların gönlüne göre bir düzen; Hâkim-i mutlak para. Medeni insan, nezaket ve terbiye icabı yalancı olmak zorunda... Oysa medeniyet bir nass uğruna boğazlaşmak hem de manasını ve ne işe yaradığını anlamadan. Delil mi istersiniz? İnsan hakları ve hürriyetleri için yapılan katliamlar ortada. Medeniyet üçkâğıtçılara saraylar yaptırır, dâhilere kümes...”
İslam daha henüz modern teknoloji ve bilgi çağı ile imtihan olmadı, ama bu topraklarda tarihte kurduğumuz medeniyetlerle gerek sınıf kavgaları, gerek ırkçılık, gerek kölelik ve gerekse emperyalist uygulamaların hiç biri görülmemiştir. Dahası bizim insanlığa bakış çizgimizde hoşgörü kayması yoktur. Nitekim insana Eşref-i mahlûkat bakan anlayışımızın önderlerinden Hz. Ebubekir Sıddık (r.a); “Nezdimizde mazlumlar, haklarını alıncaya kadar çok kuvvetli, zalimler ise mazlumların hakkını verinceye kadar çok zayıf olacaklardır” beyanıyla duruşumuzu ortaya koymuştur. Zaten İslam, başlı başına insanlığa inmiş en gerçekçi insan hakları evrensel beyannamesidir. Bu yüzden insanı eşref-i mahlûkat ilan eden tek din İslam olmuştur.
İslam’ın çağlara ve çağlar üstüne hitap eden insan hakları ile ilgili örnek pasajlara bir göz
attığımızda veda hutbesi bunun ilk örneğini temsil eder. Şöyle ki hutbede geçen;
“... Herkes kendisinden, sorumludur. Ne bir kimse oğlunun suçundan, ne de bir kimse babasının suçundan sorumlu sayılır…” cümleler bunu teyit ediyor zaten.
İkinci misal; Hz. Ali (k.v); “...Müslümanların kanına dalmayınız, benim için ancak katilim katlolur!” sözünü tam şehit edilirken söylemiştir. Ve bunun üzerine Hz. Hasan (r.a) hukukun gereğini yerine getirip İbn-i Melcemi idam ettirmiştir.
Üçüncü misal; Harun Reşit halife olması dolayısıyla, kardeşi Behlül Dana Hz.lerinin icraatlarından dolayı kendisinin de sorumlu olacağı endişesine kapılır. Bir gün kasap dükkânının önünde koyunların bacakları üzerine asıldığını görünce derin bir oh çekip şu hükme varır: “Her koyun kendi bacağından asılır.” Böylece herkes yaptığı ile sorumludur ilkesini öğrenmiş oluruz.
Dördüncü misal; Hz. Ömer (r.a) gayri Müslimlerin hukuki durumlarını Kudüs’ün fethi müteakip verdiği ahitname’ye göre belirlemiş, hatta son nefesinde bile zimmîlerin haklarını koruyacak tarzda vasiyette bulunup insanlığa en büyük “İnsan hakları evrensel beyannamesi” dersi vermiştir.
Beşinci misal; Yavuz’un bütün Hıristiyanları Müslüman yapma teşebbüsü, Zembilli Ali Efendi’nin muhalefetine uğramasıyla birlikte “İslam'da zorlama yoktur” hükmü gereği boşa çıkmıştır. Böylece Yavuz’un hevesi kursağında kalmıştır. Anlaşılan bizim hukuk anlayışımızda yer alan kanun hükümleri, her şeyin üstündedir. Sanılanın aksine hakanlarımıza isnat edilen “astığı astık kestiği kestik” sözü bir iftiradan ibarettir sadece. Gerçek olan bir şey var, o da kanunlarımızın temelinde eşref-i mahlûkat ruhunun var olmasıdır.
Altıncı misal; Fatih Sırp murahhaslarına, “Nerede bir cami görürseniz, onun yanına bir de kilise yapabilirsiniz” sözleriyle hem Hıristiyanların kalbini kazanıyor hem de patriğe özerklik sağlayıp İslam’ın engin hoşgörüsünü ispatlıyordu. Fatih, Hz. Ömer'in (r.a) şu sözlerinin uygulayıcısı olmuştur: “Benden sonra halifeye zimmîler hakkında hayır tavsiye ederim. Asla onların takatlerinin fevkinde yükler yüklenilmemelidir.”
Yedinci misal; Bir İranlı’nın haç üzerine oturması Hıristiyanların Malatya valiliğine şikâyetine vesile olur. Valilik de onu Hıristiyanlara teslim eder. Derken cümle âleme ibret olsun diye eşeğe bindirilerek teşhir edilir. İşte hak adalet bu.
Biz de insana yönelik uygulamalar böyle iken, batı XVIII. yüzyıl sonlarına kadar, sürekli idam şekilleri üretip tatbik ediyordu. O dönemlerde başlıca yürütülen idam usulleri;
—Karın deşmek,
—Kazıklamak,
—Suda boğmak,
—Ata bağlayıp sürüklemek,
—Kaynar suya atmak,
—Kızgın yağda pişirmek,
—Deri yüzmek vs. gibi bir dizi uygulamalar göze çarpar. İşte Batı’nın hümanizmi budur.
Dostoyevski bu yüzden çığlık atarcasına; “Ferdi suça iten dünyaperest bir cemiyetin adaletine güvenilmez” sözleriyle Greko-Latin dünyasının gerçek yüzünü dile getirmiştir. Anlaşılan o ki adalet, hukuk ve nizam öğretilerini ancak ve ancak bizim medeniyetimizde görebiliyoruz. İnsanoğlu eşref-i mahlûkat olduğunu ilk olarak İslam sayesinde idrak edebildi. Çöl insanını medeniyetle buluşturan tek din İslamiyet’tir çünkü.
Tüm yukarıda verilen misallerden de anlaşıldığı üzere İslam’ın eşrefi mahlûkat anlayışı ne Budizm’in Nirva'sına, ne Hıristiyanlığın mistisizmine, ne de Yahudi’nin Kabalizmi’ne benzer. İslam başlı başına evrensel hakikatlerle dolu bir hayat dinidir. Yani İslam boşluğa inmemiş eşref-i mahlûkat diye ilan edilen insan muhatap kılınıp yeryüzüne bir güneş gibi doğmuştur.
Sanılanın aksine ilk insan vahşi olarak dünyaya gelmeyip, yeryüzüne medeni olarak ayak basmıştır. İnsan; tabiattan kültüre, maddeden manaya, eserden müessire, sınırlılıktan sonsuzluğa, vahşetten medeniyete sıçrama kabiliyeti gösterebildiği içindir ki; önce cennet yurdunda misafir edilip sonrasında imtihan gereği yeryüzüne indirilmiştir. Olsun bir düşüp kalkmayan Allah-ü Tealadır. İnsan yeryüzüne indiği gibi yükselmesini de bilecektir elbet. Zaten ona üstünlük veren yükselebilme kabiliyeti ve yaratılmışlıktan Yaratan'a ulaşma cehdidir. Öyle ki İslamiyet nefse zulmetmeksizin insanın yücelebileceğini ortaya koyan bir dindir. Madem insan yaratılmışların en üstünü, o halde yaradılış mayasına layık bir hayat modeli ortaya koymalı.
İnsan iki çatal arasında, ya iyiliğe yönelecek ya da kötülüğe. Böylece nereye yöneliyorsa tercihinden sorumlu kılınacaktır. Bir başka ifadeyle ya Allah’a muti olup yücelerin yücesi (Ala-yi illiyin) denen “Ahsen-i Takvim” üzere yükselecek, ya da şeytan, nefis ve kötülüklere kapılıp “Esfeli safiline” inecek! Anlaşılan ömrünü İslam’a adayıp hizmet ve takva hayatıyla geçirmiş bir insan, ancak eşrefi mahlûkat özelliğine renk katabiliyor.
Allah’a kul olduğumuz müddetçe yaşadığımız hayat süreci gül bahçesine çevirmek her an mümkün. Aksi takdirde şeytana, nefse ve kötü arkadaşların telkinine kendimizi kaptırdığımızda hem bu dünyada, hem de uhrevi hayatta perişan olacağımız muhakkak. Madem haram belli helal de belli. O halde haramdan uzaklaşıp helale koşma zamanı. Velhasıl; cehennemden kaçıp Allah’ın vaadi cennet yurduna hamle yapmalıyız.
Vesselam.