TARİHİ YÜKSELİŞ VE DÜŞÜŞLER
TARİHİ YÜKSELİŞ VE DÜŞÜŞLER
ALPEREN GÜRBÜZER
Bir düşüp kalkmayan Allah (c.c.)’tır. İnsan ise hem düşer hem kalkar. Milletler de öyledir; doğar, yükselir ve sonunda düşüş kaçınılmazdır. Baksanıza Osmanlı “ebed-müddet’’ idealini içinde taşıdı, ama ancak altıyüz sene ayakta kalabildi. Ortaçağ Avrupası ilim ve medeniyet açısından sükût halde iken biz ise yükselişte idik. O özlediğimiz medeniyet belki de sanayiye dönüşemediği için, medeniyetimiz dağılmak zorunda kalmıştı. İslâm daha henüz modern teknoloji ile sınanmadı, ama sanayinin olmadığı devirlerde bizde sınıf mücadelesi, kölelik ve emperyalist sömürü düzeni görülmemesi sevindirici bir durum. Zira yaşadığımız medeniyet son derece iyi bir noktadaydı. Batı ancak sanayi inkılâbı ile çağa damgasını vurabildi. Fakat sanayi inkılâbının ardından insanlığa sınıf kavgaları, kan, gözyaşı ve sömürüye dayalı bir miras bırakmıştır. Oysaki bizim medeniyetimizle cümle âlem nizam bulmuştu. Batı’nın çiçeği burnunda övüne durduğu yeni dünya düzeninde ise sürekli kaos yaşandı, yaşanmaya devam edecek gibide. Çünkü onların yemişi kan üzerine kurulu, bizim ise yemişimiz sevgidir. İşte farkımız bu. Doğu ışıksa, batı karanlıktır. Gündüz gitti, ama gece de bir türlü gelmedi. Bir alacakaranlığı yaşıyoruz sanki. Bir zamanlar büyüyen bir medeniyetimiz vardı, bir bütün halde idik. Ne var ki Osmanlı’nın zaman içerisinde gücünün kaybolmasıyla birlikte etki alanı daralıverdi. Hatta her şeye avamlılık(bayağılık) sızınca lüzumu da azaldı. Osmanlı, İ’lâ-yı Kelimetullah için Nizam-ı âlem davası gereğince medeniyetini 300 yıl batı’ya taşımak istedi, bir 300 yıl da onu korumak ve yitirmemek için mücadele verdi hep. Öyle ki, kapitülasyonlar asırlarca elimizde avucumuzda ne var ne yok alıp götürdü, sonunda batı bizi kıskıvrak kendine mahkûm edebilmiştir. Zira Lozan, kapitülasyonlara son vermiş görünse de sadece şekil değiştirmiş; adı ticaret anlaşması olmuş, günümüzde ise hükümetlerin gizli ortağı bir hüviyet almış rolü üslenerek hükümranlık hakkına tecavüz şekline dönüşmüştür.
Haçlı seferleri bir bakıma Avrupa’nın Osmanlı medeniyetini tanımasına fırsat tanımıştır. Tanımakla kalmadılar, gözlerinin açılmasını da sağladı. Avrupa, dünyanın yuvarlaklığından bile habersizdi. Çünkü o sıralar batı Batlamyus teorisiyle oyalanıyordu. Bizim Allaha şükür böyle problemimiz olmadı hiç. Bu yüzden Kâtip Çelebi; “Merkezi âlemde cezb ve def tarikiyle karar eden küre, zeminini’’ ifadeleriyle çok daha öncesinden dünyanın yuvarlaklığından haberdar olduğumuzu ortaya koymuş oluyordu. İşte, batı bu bilgileri bir şekilde elde edip önce Akdeniz sonra da deniz ötesi okyanus ticaretini eline geçirerek dünya servet kaynaklarının büyük bir bölümünün üzerine oturabilmişlerdir. Yani, Müslümanlardan elde ettikleri birtakım bilgiler sayesinde okyanuslara açılabilmişlerdir. Maalesef yükselişten sonraki başlayan süreçte pozitif ilimler medreseden çıkıp gelişemediği için doğulu medrese, batılı medreseye mağlup olmuştur. İslâmiyet’in ehli kitaba (Rumlara) sıcak bakması düşüncesi kuruluş dönemine aittir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de; “Rumlar yakın bir memlekette mağlup oldu, fakat on yıldan az bir zaman zarfında galip gelecekler ve o gün Müslümanlar sevinecektir’’ buyurarak mucizevî bir olaya işaret etmiştir. Ortaçağda ki sempatikliğin yerini zamanla rakip olmaya bırakması sonucunda bir anda karşımızda Hıristiyan dünyasını bulduk. Sasani devleti ile Zerdüşt dini tarihin harabelerine gömülünce Türkler için ister istemez bu sefer de rakip olarak batı dünyasının olması kaçınılmazdı, nitekim de öyle oldu.
Peygamberimizin; “Her asırda bir din (ve medeniyet) müceddidi (diriltici) çıkacaktır’’ hadisi şerifleri Osmanlı’ya ümit veriyordu. Bu yüzden II. Kılıçarslan, Mısır Sultanı Baybars ve Kanuni gibi liderler bir medeniyet mimari ve müceddidi olarak telakki edilir tarihte. Nasıl mı? Moğal kasırgasının açtığı yaklaşık 1 (bir) asırlık zulüm ve yıkıcılık döneminden sonra, Mısır Sultanı Baybars’ın Moğolların hâkimiyetlerine son vermesi ona bir medeniyet dirilticisi gözüyle bakılmasına neden olmuştur. Hakeza bitmeyen Haçlı akınları karşısında bocalayan Selçuklunun toparlanmasını sağlayan I. Kılıçarslan’dan sonra oğlu Mesut ve torunu II. Kılıçaslan’a da aynı gözle bakılmasına yol açmıştır. Nitekim bu duygularla toparlanan Selçuklu, Süleyman Şah, I. Keyhüsrev ve yeğeni Keykavus’la tekrar yükselişe geçmişlerdir. Moğollar’dan sonra Kayı Boyu’ndan Osmanlılar bir güneş misali medeniyet olarak yeryüzüne doğuverdi. Demek ki, yeni bir devlet kurmak yeni bir toplum meydana getirmek gibidir. İşte Osmanlı da bunlardan biridir. Hürriyeti sağlayacak demokratikleşme gelişmemizi sağlayacaktır. Tarihte bu topraklar ne Rum’u, ne Ermeni’yi, ne de Süryani’yi yok etmediğine göre, niçin çok seslilikten vahdete (çokluk içinde birliğe) ulaşılmasın ki?
Kurtuluş çokluk içinde birlikte yaşamakla mümkün... Düşüşümüzde “Devlet malı deniz yemiyen domuz’’ zihniyeti toplumda yer edince bedeviyet galebe çalıp medeniyetlikten çıkmışız. Nitekim Tanzimat bu ülke medeniyetinin terki demektir, 1836 ticaret anlaşması ile Osmanlı sanayisinin kaliteli ve ucuz yabancı mallar karşısında darbe almasına yol açmış ve bu durum düşüşümüzü hızlandırmışta. Aslında o sıralarda Osmanlı’ya ticaretin yollarını gösterecek zihniyet lazımdı, fakat böyle bir rehber olmayınca dışa bağımlı zümre bizi uçurumun eşiğine getirmiştir. Türkler bu noktadan sonra artık medeniyet verici değil alıcı durumuna geçmiştir. Maalesef Tanzimatcılar, Jön Türkler, Genç Osmanlılar, Meşrutiyetciler ve hatta Cumhuriyetimizin sol tüfek devrimcileri bilerek veya bilmiyerek Türk-İslâm medeniyetin izlerini hafızalarımızdan silip yerle bir ettiler. İşte çöküş hikâyemiz üç aşağı beş yukarı bu eksende seyrediyor diyebiliriz. Dilimiz döndükçe meseleyi ancak böyle izah edebildik.
Elbette ki düşüş bütün toplumlar için kaçınılmaz alınyazısı. Yükselişe neden olan unsurlar neyse düşüşe sebep olan unsurlarda odur. Dolayısıyla her iki durumu da objektif kriterlere göre iyi tespit edip yeniden geleceğimize yön vermek pekâlâ mümkün. Sebep netice çerçevesinde meseleleri analiz etmek, bize analitik düşünebilmenin penceresini açacaktır elbet. Fakat tarihi kişilikleri göklere çıkarmakla veya tam tersi yerin dibine batırmakla biryere varamayız. Önemli olan tarihe değişim açısından yaklaşıp, tarihi bütünüyle sebep netice içinde değerlendirebilmektir. Her nedense övmek veya hayıflanmak kolayımıza geliyor. Oysa objektif düşünmek, analitik tahlil yapabilmek asıl meziyet telakki edilmeliydi.
Başkaları cehennemdir düşüncesi batı’ya ait bir maraz. Fakat bu hastalık bize de sıçramış görünüyor. Malum olduğu üzere biz başkalarını cennetlik görmedikçe kendisini cehennemlik endişesi saran ecdadın torunlarıyız. Biz başkasının hayat bulmasında kul olduğumuzun idrakine varıyor ve bu duygularla yaşıyorduk otağımızda. Batı ise başkalarının sömürülmesinde, eziyet görmesinde ve köleleşmesinde kendini efendi addediyor. Hala batı; “Başkasının ölmesinde hayat bulmayı’’ biricik ülkü sanıyor. Teknikte ilerlediler, ama insanın iç vücut sarayındaki mükemmel işleyişin derinliğini sezemediler maalesef. Beytullah’a çeşitli yollardan gidilir, netice itibarı ile Kâbe’de tüm ırklar tek yürek tek kalp olunur. Demek ki, çeşitlilik ayrılık değil zenginlikmiş meğer. Kâbe örneği katılımcı demokrasinin özünü hatırlatır bize. Eğer minareyi yapan o engin ruhu sanayiden, sanayiyi kuran o zihniyeti cami’den uzaklaştırmasaydık ebed-müddet ülkümüz bir hayal olmayıp hakikat olacaktı. Yükselişimiz belki de sınırlı kalmayacaktı. Yine de olaylar ve tarihi gerçekler İbn-i Haldun’un sözlerini doğruluyor: “Düşüş bütün toplumların alın yazısı!’’ Tarihte bu kadar düşüş ve yükseliş serüveni yaşayan milletlerin başında Türkler geliyor galiba. Hakeza aynanın diğer yüzünde ise yine Türklerin her düşüşün ardından hemen teşkilatlanıp devlet kurabilme yeteneğinde üstüne dünyada hiçbir ülke olmadığını, hatta bu konuda da lider olduğu görülüyor. Gerçekten de Türkler tarihte ender görülen bir durumu ispatlamışlar, devlet yıkmada ve kurmada üzerimize yok, hatta istersek dört dörtlük bir devlet kurma azmi ve kararlığı sergileyebiliyoruz da. Bu durumumuzu neredeyse bilmeyen yok gibi dünyada.
Tarihi süreç içerisinde inişli çıkışlı seyir takip eden Türk devletlerinin son halkasını teşkil eden Osmanlı’nın yıkılması bile uzun sürmüştür. Üç asır süren yıkılış serüvenimiz, gün gelip İbn-i Haldun’un sözünü hatırlatırcasına yerini Genç Cumhuriyete devrediyordu. Tarihi kırılmalar, iz düşümler, süreklilik, değişim ve devamlılık gibi unsurlar birer cilve-i Rabbaniye olsa gerektir. Bütün bu doğuşlar, yükselişler ve yıkılışlar karşısında zihnimiz bir an allak bullak olsa da tarih kendi mecrasında yoluna devam ediyor. Önemli olan tarihi yükseliş ve tarihin bir kesitine gömülmeden, tarihin bütününe sahip çıkabilmektir. Böyle bir anlayış akl-ı selim davranış olacaktır elbet. Ne sırf İslâmiyet öncesi Türk tarihi, ne sırf İslâmiyet sonrası Türk tarihi, ne de sırf Cumhuriyet tarihini savunmak akıl kârı. Tarihi gerçekleri çarpıtmadan hem İslâmiyet öncesi, hem sonrası, hem de Cumhuriyet dönemi tarihi evrelerin hepsine sahip çıkarak tarihi bütünlüğü elde etmeli yeniden. Tarihi düşüşlere hislerimizi karıştırmadan objektif tarih anlayışını yakalayabilmek en makul olanıdır.
Osmanlı’yı methi sena etmek Türkiye Cumhuriyeti’ni dışlamayı gerektirmediği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’ni sevmek ve yüceltmekte Osmanlı’yı reddetmeyi gerektirmez. Hakeza Selçuklu’yu kabul edip, Göktürkleri görmezlikten gelmekte öyle. Tarihi bir bütün görmek bize objektif tarih anlayışı kazandıracaktır hepimize. Aksi durum yol izlemek, tarihin bir kesitin içinde boğulmaya götürecek ve ideolojik tarih sendromu doğuracaktır. İki, üç veya dört bölünmüşlük diye ayrı tarihler ihdas etmek yerine, bir bütün olarak sadece adına Türkiye tarihi desek daha doğru olmaz mı? Göktürkler, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti isimleri değişik olsa da sonuçta birbirinin devamı devletlerimizdir. Adlarının değişik olması birbirini inkâr manasına değil, bilakis devlet kurmada zenginliğimizi ortaya koymak içindir. Zira Çinlilerde tarihte birçok değişik süreçlerden gelmelerine rağmen yine de tüm tarihi evrelerini Çin devleti şuuru çerçevesinde değerlendirirler. Madem biz de tarihte birçok devlet kurmuşuz ve bugünlere gelmişiz, o halde bütün bu tarihi evrelerimizi Türk tarihi şuuru içinde değerlendirip İsmail Gaspralı’nın; “Dilde ve fikirde işte birlik’’ ülküsünü bir hayalin ötesinde bir gerçeğe dönüştürmek hepimize ait bir sevda olmalı.
Velhasıl düşüşler ve yükselişler birbirini reddetmek için değil bütünü yakalamak için birer tarihi cilvelerimizdir.
Vesselam.