ŞİDDET

ŞİDDET

ALPEREN GÜRBÜZER

Gün olmuyor ki Türkiye yeni olaylara gebe kalmasın. Bir kıyamet arifesindeyiz gibi. Her gün bir mizansen ve her gün bir kâbus yaşıyoruz sanki.
İnsanoğlu dünyaya ilk adım attığı anda şiddetin kendisiyle tanışıverdi. Hz. Âdem(a.s)’ın iki oğlu; biri Habil, diğeri Kabil.
Habil merhamet ve itaatin, Kabil ise şiddet, başkaldırış ve isyanın kutbudur. İşte bu iki kanal aynı zamanda insanlığın ortak paydasıdır. Daha tarihin ilk günlerinde şiddet Kabil’in ihtiraslarıyla, merhamet tohumları ise Habil tarafından atılıyordu böylece. Derken zamanla bu şiddet tohumu filizlenip dal budak salınca günümüze kadar uzanıverdi. Bu iki kutupluluk, cilve-i Rabbaniye olsa gerek ki kıyamete kadar devam edecek gibi görünüyor. Demek ki; Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlayan cinayet insanlığın ilk şiddet hareketiymiş meğer.
Bugün Türkiye şiddet hareketlerin tam ortası konumunda, dolayısıyla bu şiddet çemberini kırmamız gerekiyor, ama nasıl? Şimdiye kadar nice badirelerin üstesinden gelebilen milletimiz, üzerine kâbus gibi çöken terör belasının hakkından da gelebileceğine inancımız tam. Çünkü o kararlılık, o azim necip milletimizin ruhunda mevcut. Bakmayın şimdilik milletimizin suskun kalması haline, sabrı taşmaya görsün, taşınca şairin dediği; ‘kükremiş aslan gibi bendimi çiğner aşarım, enginlere sığmam taşarım’ duygu yüreğiyle önüne çıkabilecek her türlü şer odaklarını dağıtacak güçtedir, bu böyle biline.
Bilindiği üzere stratejik konum itibariyle Asya ile Avrupa arasında köprüyüz, bulunduğumuz mevki dünya dengesi bakımdan bizi tarihi kimliğimizi ve misyonumuzun gereğini hatırlatıyor. Ortadoğu, Asya, Kafkaslarda yaşayan devletlerle aynı kültür dairesinde bulunmamız bizi avantajlı kılsa da bu şansı yeterince değerlendirmiş olduğumuzu söyleyemeyiz. Sovyetlerin dağılmasıyla tarihin en büyük fırsatını yakaladığımızı sandığımız hengâmede Türk Cumhuriyetlerle olan bağlantılarımız tam bir fiyaskoyla neticelendi dersek yanılmayız. Öyle ki; ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne ..’ sadece söz olarak kaldı zihinlerde, yani sloganik söylem olmaktan öteye geçemedi. Tüm bu olumsuzluklarımıza rağmen, batı bir gün bizim Ortadoğu, Asya ve Kafkasya’nın liderliğine soyunabileceğimizden endişeleniyor hala. Nitekim bu kaygıların doğurduğu sonuçlar ister istemez ülkemize anarşi şeklinde yansıyor. Zira şiddetin temelinde bu endişeler ve bu kaygılar yatıyor. Adeta dış ve iç odaklar tarafından şiddetle terbiye edilmeye çalışılıyoruz.
Toplumumuzun zaaf noktasını iyi tespit eden dış mihraklar, sürekli ülkemizi yangına çevirme hesabı içerisindeler hala. Hatta belirli noktalara yerleştirdikleri ajanlar vasıtasıyla provoke eylemler gerçekleştirilebilmektedirler. Zaten geçiş süreci yaşayan ülkeyiz, bu yetmezmiş gibi birde üstüne üstelik çok çabuk provokavatif eylemlere kapılabiliyoruz da. Oysa sanayileşmesini tamamlamış devletler, geri kalmış ülkelerin tam aksine uzlaşmayı da sağlayabiliyorlar. Tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş evresinde olmamız hasebiyle birtakım sıkıntıları beraberinde getirdiği muhakkak. Bu sancılar devam ettiği sürece, her daim sosyal tabanlı militanlaşma eğilimlere muhatap kalacağız demektir. Önemli olan geçiş aşamasında şiddet hareketlerine fırsat vermeden sanayileşme hamlemizi tamamlayarak modern çağın en üst seviyesine sıçrayabilecek atılımı gerçekleştirebilmektir. Çünkü her ülke tıpkı bizim gibi bu geçiş sürecini sancılı geçirmiştir. Bu geçiş sürecini minimum seviyeye indirmenin yolu ise sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda reformlar gerçekleştirebilmekten geçer.
Sosyal yapıdaki kangren hale gelmiş bir dizi problemler, ülkenin gündemine doğal olarak sistem meselesini getiriyor. Her büyük bunalım maalesef bünyemizde derin yaralar açıp, ülkemiz insanını çıkmaz sokaklara sürüklemektedir. Anlaşılan odur ki çıkmaza sürüklenmenin ardındaki ana neden mevcut sistemin tıkandığı ve artık çözüm üretemediği gerçeğidir. Hâsılı meselenin özünde sistemin problemler karşısında duruş acziyeti söz konusudur.
Yenidünya düzeni dedikleri hengâmede şiddet hareketlerinin de yeni taktik arayışları ile sahne aldığını görüyoruz. Bu taktikler karşısında ne bir önlemimiz var ne de çözüm reçetemiz. Yine çözümsüzlük sancısı hali toplumumuzu kasıp kavurmaya devam ediyor, böyle sığ bir anlayış devam edecek gibide. İnsanlar ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar, bu kör düğümü açacak ışığı arıyoruz adeta.
İnsanlar araya dursun, bu arada süper devletler boş durmayarak, güya şiddet hareketlerin çözümü adına ürettikleri projelerle az gelişmiş ülkelerin aydını üzerinde kılavuzluk yapıp ülke toplumlarına yön vermektedirler. Zavallı yarı aydınlarımızın bize çözüm diye sundukları reçeteler, aslında kökü dışarıdaki efendilerinin hazırladıkları ellerine tutuşturdukları ideolojilerden başkası değilmiş meğer. Oysa batının insan hakları edebiyatı yeni değil, belki de şimdiye kadar işledikleri cinayetlerini örtbas etmek için gerçekte sanal bir masalmış, yani bir kılıftan ibaret oyalamadır sadece. Ah zavallı yarı aydınlarımız, öz kaynaklardan bihaber halde çözüm için batının kapısını çalıyorlar habire. Ne yapsınlar, zavallıların ellerinden bir şey gelmez ki, basiretleri kapalı, batı onların gözünde her şey, tavaf ettikleri tek mabet çünkü. Ah akılları başlarına bir gelse, ya da batının dışı süslü, içi zehirleyici reçetelerine aldanmasalar var ya, bak o zaman her şey daha güzel olacak, ama ne yazık ki meselenin temelinde batıyı körü körüne kopya etme sendromu ve öz kimliğini bilmeme basiretsizliği yatıyor. Maşallah, yarı aydınlarımız içi boş hümanizm silahını ve vizyona sundukları toplumsal mühendislik projelerini belli ki iyi ezberlemişler, üstelik eline tutuşturdukları sloganları bizim önümüze koymakta mahirlerde.
Bütün bu içine düştüğümüz gayya çukuru bir yana dursun, elbet bir gün kendimize gelip dirilişe geçtiğimizde o gün Türkiye, Orta doğu, Orta Asya, Kafkaslar ayağa kalkacağına inancımız tam. Dünyanın o özlediği Osmanlı adaleti bir hayal olmayıp bir hakikat olacağı günler belki yarın, belki de yarından da çok yakın, pembe şafaklar sökün edecektir inşallah. Ne zaman ki öz kaynaklarımıza yönelir, bu yolda adımlar atmaya başlarsak, o özlenen günlerin, yani İslam’ın dirilişine dünya yeniden şahit olacağına inanıyor ve ümit varız da. Yeter ki dengemizi yitirmeyelim. Dengede neymiş deyip geçmeyelim, bakınız bu konuda Ahmet Cevdet ne diyor. Diyor ki; ‘Toplumlar için büyük tehlike, geçiş dönemlerinde dengeyi kaybetmektir.. Değişmemekte ve statik kalmakta direnen memleketler kadar dengeyi kaybedenlerde tarihin harabelerine gömülmüşlerdir.’ O halde üstadın sözünü iyi belleyip kulağımıza küpe yapmalı, çünkü müthiş bir tespit bu.
Düşünün ki bir baba cahiliye döneminde kızını diri diri toprağa gömebiliyor, hatta o baba bedevi hayat tarzının gereklerini tam, eksiksiz yerine getirebiliyor. Yine o aynı baba bir zaman sonra devlet başkanı oluyor sırtında un çuvalı ile sorumluluğun gereği sokak sokak dolaşıp sırtında un taşıyarak fakirlerin ihtiyacı için koşturabiliyor da. Oysa bu baba aynı insandır, tahmin edersiniz ki; o baba halife Ömer’in ta kendisidir. İşte bu noktadan hareketle diyebiliriz ki; nasıl ki Hattab’ın oğlu Ömer nasıl değişmişse, toplumlarda pekâlâ değişebilir. Nitekim Hz. Ömer(r.a)’ın şahsında söz konusu bedevi toplum da değişmişti. Fakat yine aynı toplum bir süre sonra mezhep ve siyasi kavgaların odağı haline gelecek, derken kanlı yıllar zinciri İslam âlemini kan gölüne çevirecektir. Ne yazık ki; O güzelim asrısaadet devri derinden yara alacaktır, hem de ne yazık.
Hatırlarsınız İslam’ın soluğu Mekke’ye girdiğinde ilk şiddet Müşriklerden geldi. Kavgayı da fitneyi de ve zulüm adına her şeyi başlatanda onlardı. Müşrik toplumu mevcut düzenin devamından yanaydılar, İslam ise evrensel mesajla yüklü olduğundan alışılagelmiş bütün basmakalıpları yıkıverdi. İslamiyet sadece kalplerdeki inancı değiştirmekle kalmadı onunla birlikte sosyal yapıları da değiştiriverdi. Üstelik bu değişimi gerçekleştirdiğinde şiddete başvurarak değil, gönülleri fethederek işe koyuldu. Değişim sürecinde hep saldıran müşrikler, saldırılara karşı direnende Müslümanlar olmuştu. Hakeza Haçlı seferleri de öyleydi. Ki; Haçlı seferlerini başlatan biz değil, batı âlemiydi. Şiddete başvurmadan da sosyal, siyasi ve ekonomik alanlarda yapısal dönüşümler yaşatmak pekâlâ mümkünmüş demek ki.
İbn-i Haldun Mukaddimesinde; “Zamanın akışıyla bütün tarihi şartların değişmekte olduğunu unutmak, araştırmacıları yanılmaya sürükler. Bu değişiklikler şahıslarda, vakitlerde, şehirlerde meydana geldiği gibi çevre, bölge ve devrelerde de vukua gelmektedir…’’ şeklinde sosyolojik değerlendirmelerde bulunur. Bu yorumdan hareketle şiddetin temelinde değişime uyum sağlayamamak gerçeği vardır diyebiliriz. Yani kültürel değerlere ve sosyal yapıdaki tüm değişmelere kapalı kalmak şiddeti besleyen temel iki ana unsurdur. Değişim sürecini iyi etüt etmeden, hemen değişim karşısında menfi tavır almak, maalesef içinde bulunduğumuz çaresizliğin bir göstergesi. O halde şiddeti önleyebilmek için sosyal adaleti sağlayacak reformları hiç vakit kaybetmeden bir an evvel hayata geçirmek zorundayız, buna mecburuz da.
Hele hele etnik ve mezhep farklılıklarını ayrılık olarak görmeyip, farklılıklarımızı zenginlik şeklinde değerlendirildiğinde meselelerin kendiliğinden çözüleceği görülecektir. Şiddete karşı şiddetle değil, bilakis zıtlıkları ahenkleştirmekle işe koyulmalı, zira en kestirme yol bu olsa gerektir. Zıtlıklar ve çelişkiler geçiş toplumların alın yazısı çünkü. Türkiye bu noktada ne geleneksel değerlerini koruyabilmiş, ne de sanayi toplumunun zihni disiplinini yakalayabilmiş durumda, şuan ikisi arasında yalpalayıp duran konumdayız. İşte tüm problemlerin kaynağı bu noktada düğümlü.
Geçiş toplumun insanı tedirgindir, yarınından emin değildirler, aynı zamanda çabucak provoke eylemlere kapılıp, başına geçen hadiseleri değerlendirme basiretinden yoksun halde hareket ederler. Olaylar karşısında aklını değil, hissini rehber kabul ederler. Ruhunda bayraklaştırdığı içi boş sloganlar hem ölçüsü hem de mantığıdır. Zaten fanatiğin hayalindeki dünya ya hep güllük gülistanlıktır, ya da kafasının dışındaki her şey kötüdür, yani etraf cehennemliktir.
Kafamızdaki iki renkli görme alışkanlığı etrafımızda cereyan eden olaylara objektif bakmamızı engelliyor, her nedense etrafımıza gri tonlardaki renkle bakamıyoruz, ya siyah ya da beyaz olarak değerlendiriyoruz her şeyi. A dan Z ye her ne varsa bakışımız ‘bizimkiler’, ‘sizinkiler’ ya da ‘sen’ ve ‘ben’ ikilemi tarzındadır. Kendimiz dışındakileri ‘öteki’ olarak görmek kolayımıza geliyor galiba. İnsanoğlu belki de kafasındaki bu ikilemleri kafasından attığı zaman kurtuluşa erecektir. Çevremizde olup bitenlere at gözlüğü ile değil de çok renkli görmeye alışabilirsek birçok problemlerin kendiliğinden çözülmüş olduğu görülecektir. Böylece empati yaklaşım hayatımızın tüm alanına yansıyacağı gibi hoşgörü ortamı yüreklerimizde ki kin ve öfkeyi de silecektir. Farklı düşüncede farklı yaşayıştaki insanları hoşgörüyle kucaklayabilir yahut herkesi olduğu gibi kabullenebilirsek bambaşka güllük gülistanlık ortamlarla buluşacağız demektir. Hz. İbrahim’in Allah’ın ‘ol emri’ sayesinde ateşi gül bahçesine çevirmesinde ki sırrı anlayabilirsek kendi dışımızdaki insanlara yaklaşımımızın nasıl olması gerektiğini o zaman çözmüş olacağız demektir.
Maalesef şiddeti ölçü alanlar büyük bir çıkmaz içindeler. Albert Camus; ‘Hiçbir şeye inanılmıyorsa, hiçbir şeyin manası yoksa hiçbir değere evet diyemiyorsak her şey mümkündür, her şey önemsizdir. Ne evet kalır, ne de hayır, katil ne hakladır, ne de haksızdır. Kendini cüzzamlıların bakımına adayabileceği gibi, içinde insanlar yakılacak ateşleri de tutuşturabilir insan’ diyor.
Şiddet aslında ferdi bir problem değildir, sadece insanların kavramlara kurban edildiği bir ideolojik saplantı. Gerilen toplum, bir an insan faktörünü unutarak ne idiğü belirsiz klişeleşmiş laflara kanıp çılgınlığa sürüklenebiliyor da. Çünkü şiddetin faili anarşisttir. Dolayısıyla anarşizm nizam tanımaz, kural bilmezlerin meşalesi olmaya başlar. Başıboşluk, yakmak ve yıkmak ana geçerli akçeleridir artık. Anarşist isyan ettiği, başkaldırdığı düzene karşı şikâyetlerinde belki haklı olabilir, ama şikâyetlerini eyleme ve cinnete dönüştürmekle haksız ve suçludur.
Şiddet hiçbir zaman adalet ortaya koyamadı, koyamaz da. Öfke ile oturan şaşı kalkar derler ya onun gibi bir şey. Çünkü anarşizm sonu gelmez uçurumlara iter insanı.
Demokrasilerde katılımcılık, Oligarşi düzende azınlığın hükümranlığı, Monarşide ise tek kişinin hâkimiyeti esastır. Totaliter rejimlerin ruhunu anarşizm oluşturur. Bu tür sistemlerde hak arayacak doğru dürüst merci bulamazsın Ne oy hakkınız ne de seçilme hakkınız vardır. Başınızda militan ruhlu şeflerin ültimatomları ve dipçiği tepede asıl durur hep. Totaliter sisteme başkaldıracak düşman kalmasa bu seferde evlatlarını kurban ederler. Terörün doğasında kan akıtmak var, alışmışlar bir kere kan dökmeye, isteseler de terk edemezler, psikolojik maraza yakalanmışlardır onlar. Tek içecekleri ilaçları kan! Danton’un; ihtilal evlatlarını yiyor sözleri tarihin sayfalarına bu yüzden geçmiştir. Gerçekten de Robespierre’in Danton’u, Hitler’in SS. Şefi Roehm’ü, Stalin’in Kızıl ordu Şefi Troçki’yi bir kalemde silme örnekleri Danton’u haklı çıkarmıştır. Neticede bu kanlı diktatörler döktükleri kanla tarihin karanlık sayfalarına gömülüp kayboldular, sonunda kazanan değişim oldu yine. Dedik ya şiddet nizam getiremez, getireceği tek şey kandır! Zira adaletin kitlelere intikali kanla, öfkeyle, kinle sağlanamadığına tarih çok defa şahittir. Özlenen hayat aşkla sevgiyle tesis edilebilir ancak.
Şöyle tarihimize bir göz attığımızda bizim kültürümüzde şiddete ve nefrete geçit verilmediği görülecektir. Sınıflar, ruhbanlık, feodalite gibi oluşumlar batı’ya has olgular olup, vahşi batı ruhunun sonucu ortaya çıkan yansımalarıdır. Osmanlı adeta milliyetler haritasıydı, ama hiçbir zaman etnisiteleri ayrılık görmedi, engin hoşgörüsü sayesinde hepsini bir coğrafyada bir arada tutabilmiştir. Nitekim Peygamberimiz Medine sözleşmesiyle farklı inanç ve kültüre sahip topluluklarla bir arada nasıl yaşanabileceğinin ahitleşmesini gerçekleştirmiştir. Bu yüzden Medine vesikasından bugünkü toplumların alması gereken birçok dersler olduğunun kanaatindeyiz.
Kimlik krizini yol açtığı şiddet hareketleri yarınlarımızı kararttığı gibi provakatif ortamlarda neye uğradığımızın şaşkınlığıyla terör eylemleri karşısında nasıl tavır almamız gerektiğini de engelliyor. Hep aynı film, hep aynı senaryo yürürlükte, zaman zaman ülkemizi yasa boğan terör hareketleri sık sık sahne almakta ve yarınlarımız karartmaya devam etmektedir.
Geleneksel yapıları ile birlikte büyük şehirlere göç eden Anadolu insanı kentin kenar mahalleleri denilen varoşlarda yerleşiyorlar. Yerleşmesine yerleşsinler de, amma velâkin varoşlarda konuşlanan bu insanlar şehrin acımasız kurnaz tilkilerinin telkinleriyle provoke edilmeleri çok kolay olmaktadır. Zaten bu insanların şehre adapte olamamanın sıkıntıları yetmezmiş gibi birde şiddet hareketlerinin içine çekilmek istenmeleri içler acısı tablo ortaya çıkarıyor. Böylece Türkiye, sonu gelmez uçurumun eşiğine getirilmeye çalışılıyor.
Neler yaşamadık ki, şimdi de bir yenilerini yaşamaya devam ediyoruz, binmişiz bir gemiye, hangi limanda demirleyeceğini bilmeden seyahat ediyoruz adeta. Yine de tamamen de karamsar değiliz, toplumca hep aynı filmi izleye izleye eskisi kadar her yaşanan olayı tek pencereden değerlendirmiyoruz artık. İnsanımız işlenen cinayetlerin arkasındaki sis perdesini sorgulayarak kışkırtma olabileceğini düşünmeye başladı bile. Bu durumu ümit verici gelişme olarak görüyoruz. Olayları enine boyuna analizini yapıp, daha da düşündükçe muhtemel olabilecek şiddet hareketlerin öncesini sezer hale geleceğiz, kolay kolay eskisi kadar her denilene kanmayacağız demektir. Keşke aynı duyarlılığı geçmiş olaylarda da sezinleyebilseydik, belki de Malatyada’ki Hamit Fendoğlu cinayeti, Kahramanmaraş olayları ve Sivas’taki Madımak oteli yangını gibi olaylarının önüne geçilebilirdi pekâlâ. Umarız aynı duyarlılığı bugünde yarında sürdürebilme basiretinizi gösteririz.
Sözün özü; Hünkâr Hacı Bektaşi Velice; Gelin canlar bir olalım, diri olalım, işi kolay kılalım. Vesselam.