STATÜKOCULUK VE DEĞİŞİM
STATÜKOCULUK VE DEĞİŞİM
ALPEREN GÜRBÜZER
Değişimden yana olmayıp ta mevcut durumu idame ettiren anlayış ‘statükoculuk’ ismini alır. Yani, değişimin zıddıdır statükoculuk. Değişim ise eski bayatlamış alışkanlıkları terk edip, yeni bir hamlenin adıdır. Statükocu zihniyet dirense de realite er-geç su yüzüne çıkabiliyor. Doğru tahliller ve yeni kriterlerin önüne geçilmek istense de, tepeden inmeci görüşler sonunda hakikatin karşısında pes etmek zorunda kalıyorlar. Nice ilim adamları yaşadığı devirlerde kıymeti bilinmemiş, her biri bin bir türlü cefaya maruz kalmışlar, ama haklılıkları geçte olsa sonradan anlaşılmıştır. Öyle ki; Engizisyonun susturucu giyotin aleti, tarihi süreçte yerini bilgiye terketmiştir. Böylece kaybeden giyotin, kazanan değişimdir. Ki; giyotin tarihin harabelerine gömülmüştür.
İslâmiyet; “iki günü eşit kılan zarardadır” fermanıyla ta baştan statükoculuğa geçit vermemiştir. Zira devamlı ilerleme kaydetme ve yeni gelişmelere uyum sağlamak İslâmiyet’in kabulüdür. Değişmemekte ısrar eden toplumlar, kendilerini bataklığa düşmekten kurtaramazlar. Dünyada herşey eskir ve değişir, yalnız, hak ve hakikat prensipleri olan vahyin soluğu ve sünnetin ruhu değişmez. Çünkü Kur’an-ı Mu’ciz’ül beyan bütün çağlara ferman okuyan, dünyada eşi ve benzeri bulunmayan tek evrensel hakikat ışığıdır. İdeal bir müslümanın tek gayesi, asrımızı İslâm’ın o engin hoşgörü ışığında değiştirmek ve insanlığın özlediği gerçek değişim projesini sunmak olmalıdır. Batıda statükocu zihniyeti aristokratlar, kralcılar, dinciler, ırkçılar, klasik kapitalistler ve fanatik milliyetçiler oluşturur. Batı’nın karanlık ortaçağ devresine baktığımızda kilise sultalarının, aristokratlarının ve kralcıların, değişimden uzak hayat yaşayarak uzun seneler sırça köşklerde saltanatlarını devam ettirdikleri görülecektir. Bu sultalar tarafından birçok insanın giyotin makinasıyla canına kıyılsa da, sonunda kazanan değişim oldu. Demek ki hakikat ergeç tecelli edebiliyor.
Batıda sağcı, hayatından memnundur. Çünkü ekonomik durumu diğer kesimlere göre çok daha ileri seviyelerdedir, geleceği parlaktır da. O’nun için statik kalmakta beis duymazlar. Batının solcu kesimi ise ekonomik yönden güçsüz olduğu için, olaylara hep tepkivarı refleks göstererek mevcut düzenin değişmesini isterler. Nitekim batı solcusu huzursuz, zeril sefil hayat yaşadığından dolayı, herbiri ‘eylem manyağı’ oluyorlar.
Türkiye’deki durum ise Batı’nın tam tersi, yani solcularımız maddi yönden çok iyi durumda olmalarına rağmen dinle barışık sayılmazlar. Solcularımız, genelde elit çevrelerden çıkar. Son derece önemli yerlerde köşebaşlarını tutmuş olduklarından dolayı politik arenada etkilidirler. Bundan dolayıdır ki, değişimden yana değildirler. Ülkemizde sağcı diye vasıflandırılan kesim ise ekonomik durumu iyi olmayan, fakat değişimden yana tavır gösterirler. O insanlar her nekadar radikal, fundamentalist ithamına maruz kalsalar da tepkileri sivil inisiyatif mücadelesi sınırları içinde kalıp, demokratiktirler. Yani, demokratik yollardan, hak ve özgürlüklerinin hayata yansımasını taleb etmektedirler. Batı sağcısının yaşadığı lüks konfor hayatı yaşamasalar da, maddi imkânsızlıklar içerisinde bile Allah’a inançları tamdırlar. Avrupa’da solcu, refah seviyesi düşük olmasından ötürü isyankârdır hep. Türk solcusu da bolluk içinde yüzdüğü halde Allah’a şükür noktasında bihaber yaşamaktadırlar. Sol kesimi temsil eden herkesin malumu bildik bir partimiz CHP 22 Temmuz 2007’de genel seçime gitmeye bile itiraz etmiş. İtiraz nedenleri de çok ilginç, neymiş o ayda seçmenin sahillerde olacağıdır. Akıllara ziyan her ne hikmetse onlar ilk defa yaz tatili ile birlikte oy kaygısını taşımışlardır. Oysa sağ seçmenin böyle bir derdi yok. Bu iki örnek partilerin seçmen tabanının hangi noktada olduğunun en iyi göstergesidir. Görüldüğü gibi sağcı ve solcu kesimin genel yapısının profili aşağı yukarı bu merkezde seyrediyor. İstisnai durumlara şahit olsak da, umumiyetle bizde ki solcular statükocu, sağcılarımız ise değişimcidirler.
Müslüman kimliğine sahip olan bir insan, hem külfette hem de nimette Allah’ı hatırlar, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanır. Evet, varlıkta ve yoklukta iman sahibi olmak güzel bir duygu olsa gerektir. Tarih bize Allah’a itaatla kölelerin sultan olduğunu, sultanların da isyankârlığında ise biçare duruma düştüklerini gösteriyor. Onun için, insan hangi durumda olursa olsun mutlaka Allah’a şükretmesini bilmeli. Allah’ın bahşettiği nimetleri en iyi şekilde kullanarak değişimin kapısını aralamalı. İnsan beşer olması hasebiyle hataya düşebilir. Sadece düşüp kalkmayan şüphesiz Allah-ü Azimüşşandır. O halde her an Allah’ı hatırlamalı, O’na günahlarımızın affı için O’na yalvarmalı. Çünkü tevbe hürriyete ve değişime giden yolda birinci kapıdır. Statik yapımızı dinamik hale getirmek istiyorsak, Allah’ın huzurunda tevbe ederek hürriyetin ve değişimin tadını yaşamak gerek.
Her halimiz statik olmuş sanki. Günümüzde insanoğlunun yaşadığı anla ilgisi yok gibi. Soluk soluğa hayatını geçiştiren insanoğlu, statükoculuğun kolları arasında can çekişiyor adeta. İnsanın birgün yeniden kendine dönüşü, belki de kurtuluşu olacaktır. İşte bu kurtuluş kapısını açmanın birinci adımı, Allah’a tevbe ederek değişimi iç dünyamızda başlatmaktan geçer. İçimizde fırtınalar estirerek, şu kâinat sarayında İslâm adına değişim rüzgârları estirmek pekâlâ mümkün. İç ayinesinde hürriyetin ve değişimin lezzetini tadamayan, dış dünyasında nizam kuramaz. Madem mutluluğa giden gerçeği araştırıyoruz, o zaman yapılacak tek şey ruh dünyamızı güle çevirmek, daha sonra da statükoculuğun çemberini kırarak mutlak manada değişimi elde etmek olmalı. Çok büyük iddia olsa da önce kendimizi değiştireceğiz sonra da âlemi...
Nimette ve külfette beraberlik anlayışı dediğimiz kardeşlik olgusu, tarihin ilk devrelerinde yerini alan göçebe hayat tarzından daha kuvvetli bir duygudur. Gerçekten de göçebe toplumda yardımlaşma duygusu ağırlıklı değerdir. O topluluğun sosyal yardımlaşmanın kaynağına baktığımızda akrabalığın etken olduğunu görürüz. İçtimai tesanüd dediğimiz sosyolojik vetire, din ile birleşince ister istemez karşı konamıyacak kadar bir güç doğar. Hatta devletlerin kuruluşunda bile tesanüd (asabiyet) hâkimdir. Osmanlı, kuruluşunda Söğüt’te küçük bir aşiret beyliği idi, yaklaşık ikiyüz çadırdan ibaret bu topluluklar başlangıçta birlik ve asabiyet (dostluk) ruhu ile doluydu. Her devletin temelinde tesanüd (asabiyet) mayası vardır zaten. Demek ki bu maya olmadan devlet kurulamıyor. Dolayısıyla, başlangıç noktasında dostluk, akrabalık ve yardımlaşma duyguları, kurulacak devlet için şart gibi. Daha sonra bu duygular yerleşikliğin vermiş olduğu, lüks hayatla sönmeye yüz tutması kaçınılmaz oluyor. Böylece müesseseleşme denilen hadise ister istemez asabiyetin zayıflamasına neden olmuştur. Doğrusu da bu idi zaten. Ne zaman ki, beylikden devlete geçildi, o zaman karşımıza yöneticilerle yönetilenlerin birlikte paylaştıkları iktidar ortaya çıktı. Halkın (tebânın) yönetime katılması kendiliğinden yerleşik hayatı ve refahı getirdi. Külfetin yerini nimetin alması durumunda ise toplumda çözücü tesirler meydana getireceği, dolayısıyla tesanüd ihtiyacı azalacağı muhakkak. Çünkü otorite kurulmuştur artık. Devlet kökleşmiş ve bu arada tesanüd değişime uğrayarak yerini iktidara terk edecektir, ama medeniyetler zirvedeyken bu sefer de çöküşün başlangıç işaretini verirler. Bu bir anlamda yeni bir medeniyete hazırlık süreci demektir.
Değişim yönünde tavır sergileyenler, çevrenin her meydan okuyuşuna başarılı cevaplar verirler ve kendi kendilerini enine boyuna tazelerler. Değişimciler sayesinde toplum ya farklılaşmaktan bütünleşmeye, ya da bütünleşmekten farklılaşmaya geçer. Her yaşanılan değişim, medeniyete giden yolda bütünleşmeye, bütünleşmekten farklılaşmaya götürür. Yani değişim olayı medeniyete giden yolda bütünleşmeyi sağlar. Fakat değişimcilerin de zamanla etki gücü kaybolur, bir an gelir ki kalabalığa yol gösteremezler artık. Nitekim olgunlaşmış değişim zamanla etkisini yitirebiliyor. Olgunluğun zirvesinde olan ve doyuma ulaşmış değişimciler eski zaferlerin hatırasıyla avunurlar sadece. Çevrenin yeni yeni sorularına hep o alışık klasik cevabı verirler. Doyuma ulaştıkları için, aslında çevrenin sorularına verebilecekleri birşeyleri de kalmamıştır. Bu durum hem kendilerini hem de toplumu cevapsızlığa ve boşluğa sürükler. Sorularına cevap bulamayan toplum, bu sefer de huzuru başka alanlarda aramaya koyulur. Tâki, yeni değişimciler çıkana dek bu arayış devam eder. Statükoculuk sahneden çekilince, yeni değişimciler yeni bir medeniyetin muştusu için seferber olurlar. Yeni klavuzlar, sadece çözülen topluma ümit ışığı olmakla kalmayıp yeni bir medeniyetin doğuşuna da zemin olurlar. Demek ki; Allah ve Rasulünün hakikatleri hariç, şu dünyada herşey değişiyor, ister istemez insanın aklına; dünya döner devran döner, sonunda herşey aslına döner veciz söz aklımıza geliyor
Heyhat, anlıyoruz ki, medeniyetlerde bir ömür kadar dayanıksızmış meğer. Dedik ya, herşey fani ve fani olan her olay yeni bir doğuma gebe. Sürekli doğuşlar, batışlar, düşüşler ve yükselişler yaşanacaktır, bu bir kaderi ilahi dersek yeğdir. Bu durum aynı zamanda değişimin sosyal bir vaka olduğunu hatırlatıyor insanlığa.
Değişim, değişim, değişim illa da değişim diyoruz, statükoculuk asla...