SİVİL TOPLUM

SİVİL TOPLUM
ALPEREN GÜRBÜZER
Sivil toplum, örgütlü toplum demektir. Eskiler örgütten ziyade, “teşkilat” derler. Toplumun bütün kesimlerinin, çeşitli branşlarda bir araya gelerek, organize topluluklar halinde teşkilatlanması “sivil toplum” adını alır. Sivil toplumu tanımak, aynı zamanda toplu¬mun bütün unsurlarını tanımak demektir. Toplumun içinde bulunan farklı kültür ve farklı etnik unsurlar, farklı anlayışta bir araya gelmiş dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, cemaatler, partiler vs. sivil toplum elemanlarıdır. Bu unsurlar toplumun bir gerçeğidir.
Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin gibi totaliter şefler, sivil toplum düşmanı olmuşlardır hep. Hele şükür diktatörlerin zıddı örneklerde var, mesala bunlardan biri 20. yüzyılda Nelson Mandella, Mahatma Ghandi ve Malcom X gibi sivil üstünlük öncüsü liderlerini örnek verebiliriz. Zıddı kâmil liderler ise Peygamberler ve Velilerdir. Resulüllah (S.A.V.) sadece ilahi vahyi tebliğ etmekle kalmamış aynı zamanda kitlelerle beraber hareket etmiş, Ashabı ile doğrudan doğruya ünsiyet kurarak istişareye önem vermiş olan en büyük toplum rehberidir. Nelson Mandella, Mahatma Ghandi, Malcom X gibi liderler de ülkelerinde haksızlıklara karşı “sivil inisiyatif” ilkeleriyle tavırlarını ortaya koymuş birer toplum öncüleridir.
21 yüzyıla giderken, toplumun unsurlarını görmezden gelmek bir talihsizlik olsa gerek. Dünün totaliter şefleri ve dayatmanın doruğuna ulaşan zihniyetler bugün başka adlar altında kolları sıvamış halde, hazır vaziyette ortalığı sarmış durumdalar. Hitler’in ve Stalin’in, Ghandi’yle alay ettikleri noktada biz “Sivil toplumcu”yuz aslında. Totaliter anlayışcı değil, “sivil katılımcı”yız aynı zamanda. Allah Resulü’nün(S.A.V.) “Veda Hutbesi” örneğinde de görüldüğü üzere kitlelerle doğruda doğruya diyalog kurduğu günleri andıran, tabandan gelen hareketlerin yeniden canlandığına şahit olduğumuz bir çağın eşiğine geldik nerdeyse. Üstten yönlendirmeler, artık eskisi kadar etkili olamıyor, yani hızını kaybetmiş görünüyor, üstelik geçen zaman tabandan gelebilecek gelişmelerin lehine işliyor, Üniversiteler’de toplumun bütün kesimlerinde aydınlar arasında, hatta partilerin bir kısmında “sivil toplum”, “sivil katılım”, “sivil inisiyatif” gibi kavramların tartışılır olması bu ümidi doğuruyor zaten. Eski kuşak tek partili “milli şef” dönemi heyacanlarını yitirmese de, yeni kuşak onların izinden gitmeyip çoğulculuğu simgeleyen sivil toplum modelleri çerçevesinde hareket ederek heveslerini kursaklarında bırakmaya yetiyor.
Dünyayı ekonomik bunalımın eşiğine getiren, üstelik 40 milyon kişinin işsiz kalmasına da sebep olan 1929 bunalımı denilen ekonomik kasırga, Amerika’da değişik tip “toplumculuğun” gelişmesine, İngiltere’de işçi hareketinin ör¬gütlenmesine, Fransa’da Leon Blum’ün sol cephe (Halk cephe¬si)’ni, Almanya’da ise en şiddetli ve en radikal olan Nazi hareketinin meydana gelmesine neden olmuştur.
Gerçekten de 1929 yılı dünyada ciddi manada ekonomik çalkantıların yaşandığı önemli bir tarih. Fakat 1929 krizine, Keynes modeli yetişti dersek yeğdir, adeta derde deva oldu, toplumda bunalımdan kaynaklanan şoku ve ekonomik dalgalanmaların meydana getirdiği ekonomik krizi aldığı tedbirlerle bir nebze de olsun dindirmeyi başarabildi. Fakat Keynes modeli, işlerliğini yitirince yahut başka bir ifadeyle miadını tamamladıktan sonra, bu seferde yeni bunalımlar söz konusu olmaya başladı. Çünkü bu sefer ki krizin niteliği başkaydı. Konjonktürel şartlar, değişik kriz ortamları doğurabiliyor olsa gerek. Neyse biz burada konumuzun gereği bunalımların niteliği üzerinde durmayacağız, daha çok sivil gerçeklerden hareket edeceğiz.
Çarlığın yanlış uygulamaları ve kitleleri canından bezdirmesi neticesinde, Lenin’e gün doğmuştu. Lenin, toplumun nab¬zını büyük bir maharetle istismar etmesini becerebilecek kıvraklığı sergileyerek Bolşevizm’i gerçekleştirebilmiştir. Nitekim Versay zincirinin gurur kırıcı şartları da Adolf Hitlerin önünü açmış ve Almanya’da Nazizm’i zafere taşımıştır. Bu gerçeklerden hareketle şu teşhise varabiliriz. Dünün yetkilerini elinde tutan otoriterler, ortamı istismar eden güçlerin hâkim olmasına yardımcı olarak “yeni otoriterler” türemesine zemin hazırlamışlardır. Eski otoriterler bunalımları çözmede en etkili yöntemin, toplumun istek ve ta¬leplerine olumlu cevap vermekte olduğunu görememişlerdir. Toplumla diyaloğa girmeyi, kitlelerle beraber yürümeyi gururlarına yedirememişlerdir. Bu yüzden totaliter zihniyetler, sonunda yanlış uygulamaların bedelini ağır ödemişlerdir. Dolayısıyla ilelebet kalacağı sandıkları makamlarından olmuşlar yahut da perişan bir vaziyette tahtlarını başkalarına bırakmak zorunda kalmışlardır. Saltanatlarını terkederken de, geriye bir sürü göz yaşı, kan, kin ve nefret tohumları ekerek bu dünyadan göç etmişlerdir.. İşte Bolşevizmin de, Nazizmin de kitleleri kandırarak taraftar toplaması bu çarpık noktalarda düğümlüdür. Aristo’nun “Tabiat boşluğu sevmez” sözü ne kadar doğru. Topluma, koyun muamelesi yapanların, eninde sonunda koltuklarını terketmesi tabiidir. Sivil toplum gerçeği gözardı edilince ister istemez çok daha ağır totaliter güçlerin işbaşına gelmesi kaçınılmazdır. Nitekim de öyle olmuştur. Lenin iyi bir teorisyen değildi, ama iyi bir stratejiciydi. Mevcut şartları, lehine çevirecek kadar usta bir deha idi. Akıl dolusu, sinsi ve kıvrak manevralarla kitleleri ayağa kaldırabilmiş, nihayetinde bolşevik ihtilalini yapabilmiştir. İhtilal öncesi kitlelere verilen vaadler, iş başına gelince unutulmuş, ye¬rine komünist partinin planı ve programları uygulamaya koyulmuştur. Lenin’den sonra Stalin gelmiş, o da Çar’lara rahmet okutacak şekilde kan dökmüş, topluma adeta koyun muamelesi yapmıştır. Kan gölünün mevcut olduğu noktada, ne Lenin’i, ne Stalin’i, ne de Hitler’i örnek model olarak alamayız, biz aşkı ve sev¬giyi esas alan Yunus’u ve Mevlâna’yı rehber alırız sivil toplum adına. “Ne olursan ol yine gel” sözünün neferleri olabilirsek ne mutlu bizlere.
Totaliter uygulamaların koyu olduğu ortamların, bireysel girişimin önünde en büyük engel olması dolayısıyla sivil toplum olgusunun çok kere nüksetmesine imkân vermez. Sivil toplum şuurunun yerleştiği top¬lumlarda ise fertler çok daha girişimci olabiliyorlar. Aynı za¬manda bu tür özgür ortamlarda bireylerin şahsiyetlerinin geliştiği ve bireysel yeteneklerin doruğa ulaştığı tespit edilmiştir.
Sivil toplum şuurundan yoksun fertler totaliter ortamlarda, tek tek beyin yıka¬maya müsait olurlar, idarecilerin “okul yapacağız”, “il yapacağız”, “şunu yapacağız” gibi vaadlerine kolayca kanabilirler de. Ülkemizde, daha henüz sivil toplum örgütlerinin örgütlenmesini sağlayacak kanuni düzenlemelerin tam manasıyla uygulamaya geçilmediği için, sivil inisiyatifini ortaya koyacak fertler birtürlü ortaya çıkamıyor. Mevcut durum “bireysiz toplum” doğurmaktadır. Beyin yıkama makinası, işlerliğini h¬¬¬ala devam ettiriyor. Gurup şuuru, katılımcılık şuuru yönünden gelişmelere şahit olsak da, henüz istenilen se¬viyeye gelinememiştir sivil toplum olgusu.
Fertler, grup olarak tavırlarını ortaya koyarak, netice aldıklarını gördükçe, sivil toplum anlayışı daha da büyüme eğilimi gösterecektir elbet. Zamanla kitleler, içinde bulunduğu olumsuz şart¬ları örgütlü bir şekilde lehine çevirecek “sivil inisiyatif”ini ortaya koyma cüretini kazanacağına inancımız tam. Çünkü Türkiye eski Türkiye değil, tek partil dönemin Milli şef uygulamalarının bas¬kıcı ve dayatmacı şartlarından bugüne gelene dek toplumumuz sivil tavır al¬mak da bir hayli mesafe kat ettiği bir vaka. Malum olduğu üzere Türk halkı ilk tepkisini 1950 seçimlerinde DP’yi işbaşına getirmekle ortaya koymuştur. 1950 öncesi, tek parti uygulamaları, toplumu canından bezdirmiş olacak ki, hemen çok partili hayata geçer geçmez, büyük bir oy potansiyeli ile Milli şef uygulamalarına son verilmiştir. Çok partili hayata geçiş “sivil toplum” olma yolunda ilk kıvılcımdır aynı zamanda. O yıllarda kitleler içinde bulundukları şartlardan hızla kaçış eğilimi göstererek, teşkilatlanmaya doğru ilk adımını, 1950 yılında atmıştır. Demek ki; ne kadar baskıcı ve dayat¬macı yol izlenirse izlensin, sonunda kazanan “sivil toplum” ola¬caktır.
“Sivil toplum” olgusu tarihi geleneğimize ters düşmeyen değerdir zaten. Bizim tarihi geleneklerimizde, kendi haşmetini “reaya”nın (halkın) saadetinde arayan bir Osmanlı örneği var çünkü. Osmanlı, kendi çağında sivil toplum şuurunun öncüsü olmuştur hep. Daha ilk kuruluşunda Osman Gazi’nin etrafında ahiler, gaziler, alperenlerin oluşturduğu bir dizi toplum örgütleri vardı. Söğüt’te atılan ilk hamur ve maya bu duy¬gu seli etrafında gelişti. Osmanlı bu oluşumlarla beraber hareket ederek, üç kıtada hükmeden cihanşumül devletin doğmasını gerçekleştirebilmiştir. Nitekim Kanuni Sul¬tan Süleyman; “Reaya (halk), gerçek efendidir” diyerek sivil toplum gerçeğini ortaya koymuştur. Osmanlı’da bir diğer örgütlenme örneği de devlet localarıdır ki bu localar sayesinde tüccarların tekelci davranışlarına karşı önlem alınabilmiştir. Aynı zamanda Osmanlı’da toplu¬mun bütün kesimlerini kapsayacak iş bölümü de vardı. Yani herke¬sin üstüne düşen görev bölümü sözkonusu idi. Toplum kendisine düşen işin vazife şuuru ile dop dolu hareket ediyordu. Genelde halk üretim ve vergi faaliyeti ile ağırlığını ortaya koyuyordu. Ulema ise, din, yargı ve eğitim ile ilgili alanda yer alıyordu. Naima’nın teşhislerinden de anlaşılacağı üzere Devlet-i Âliyye’de örgüt ağında yer alan, sivil toplum unsurları şunlardır:
1. Ulema.
2. Asker.
3. Tüccar.
4. Reaya (Halk).

Bu dört unsurun uyumlu olması demek devletin güçlü olması demekti.. Uyumsuzluk gerilememize, düşüşümüze neden olmuştur çünkü. “Kuruluş” dan “Yükseliş”e kadarki bölümde toplumun bütün katmanlarının uyumluluğuna önem verilmiş, yükselişten sonra uyumluluk zincirinin kırıldığına şahit oluyoruz maalesef. O halde tarihi gerçeklerden hareketle sivil toplum yapısı, birey-toplum-devlet dengesini yansıttığını ifade edebiliriz. Organizasyon, örgütlenme ve halk-devlet uyumluluğu, sivil toplum için vaz geçilmez değer olduğu muhakkak.
Sivil toplum birimleri, milletin tam kendisi olmasa da, bir parçasıdır. Bu parçayı hiçe sayamayız. Hele hele tarım sürecinden sanayi sürecine, ordanda bilgi toplumuna yol almakta olan Türkiye, gerek ekonomik yapıda gerekse sosyal alanda müthiş değişim sürecine girdiği gözlemlenmektedir. Çünkü sanayileşme ve bilgi çağı hem ekonomik, hem de sosyal vetireyi değiştirmektedir. Dünyadaki bu gelişmelerin ışığında Türkiye, ister istemez kendi toprağında ilk defa derinden sivil toplumun ayak seslerine ve gücüne şahit olmaktadır. Sendikal haklar, asgari ücret, sosyal güvenlik, kâra ve yönetime katılma gibi konular, tarım toplumunun meselesi değildir, artık bilgi çağı yolunda olan “sivil toplum”un konusudur. Bu durum politik ve ideolojik hayata da yansıyıp, siyasi değer olarak geçmektedir. Böylece sivil top¬lumla birlikte ücretliler meselesi siyasi partilerin gündeminde yer alabiliyor. Sosyal adalet uygulamalarının bir an evvel pratiğe geçirilmesi, sivil toplum örgütlerinin bir numaralı talebidir. Eğit-Sen, Kamu-Sen, Sağlık-Sen, Hak-iş, Türk-iş gibi sivil toplum kuruluşları bu maksatla kurulmuş örgütlerdir. Sendikal örgütler ve daha başka sivil toplum örgütleri her geçen gün gündemde yerlerini almaktadırlar.
Sivil toplum için Sosyal adalet, önemli bir realitedir. Çünkü kentleşme, sanayileşme ve bilgi çağının gerçekleri kendiliğinden bu meseleyi doğurmaktadır. Bu demektir ki sivil toplumcu bir şuur ile ancak sosyal adaletsizlikler önlenebilir. Yapılacak en mühim faaliyetlerden biri de, kitlelerin ekonomik katılımının yanısıra, girişimciliğin önündeki bütün barikatların kaldırılarak toplumsal kalkınmayı gerçekleştirebilmektir. Toplumun iç dinamiklerindeki gerginlikler bu tür uygulamalarla giderilebilir, başka yolu da yok zaten. İnsanlar tavandan yönledirmelerden ziyade tabandan gelecek değişikliklere itibar etmektedirler. Senelerdir demoklesin kılıcı üzerlerinde sallandırılarak bezgin hale gelen kitleler, yeni yollar arayışında ümit tazelemekteler, kendilerine ışık aramaktalar adeta. Hedef belli, o halde İstikamet “sivil toplum” demeli, kurtuluşumuz sivilleşmekte gözüküyor diyebiliriz. Üstten dayatmalar, yönlendirmeler artık çok gerilerde kaldı. Her geçen gün gözü açılan insanımız, milli gelirin paylaşılması, sosyal adalet gibi konuları tartışabiliyor ve gerektiğinde idare edenlere, karşı demokratik tepkilerini ortaya koyabiliyorlar. Bütün bu olumlu gelişmeler üstelik “tabandan” geliyor, tavandan değil.. Türk in¬sanı aslında en güzel günlere layık, üzerindeki kabuğu yırttığında daha da parlak çağların kapısını açacak duruma gelecektir elbet. Aydınlık Türkiyenin doğmasına ümitvarız vesselam..