NİZAM-I ÂLEM’E SOSYOLOJİK BAKIŞ

NİZAM-I ÂLEM’E SOSYOLOJİK BAKIŞ

ALPEREN GÜRBÜZER

Her milletin gelişme evresinde büyük değişiklikler olmuş¬tur. Gelişme evrelerin ilk tohumu “göçebelik”tir, yani sonun başlangıç biçimi...
İster adına bozkır, ister yaylak-kışlak, isterse göçer-konar densin, diğer toplumlarda olduğu gibi, Türk’ün de göçebe toplumu devresi sözkonusudur. Tabii ki, göçebelik küçümsenecek bir şey değil, çok zor bir yaşama biçiminden dolayı bu ad verilmiştir. Göçebe toplumunun ayakta kalabilmesi için çok büyük mücadeleler gerektirir. Çünkü bu toplumun üretimi avcılığa, tabiatı işlemeye dayanır. Dolayısıyla göçebe şartlarında nizam anlayışımız; ‘bozkır kültürü’dür. Bozkır kültürü¬müz, sadece at üzerine kurulu değil, bunun yanısıra demiri işlemek de vardır.
Bozkır hayat döneminde “Bey” olabilmek için kan dök¬mek, aç doyurmak, çıplak giydirmek gerekiyordu. Göçebe toplu¬munda kuvvet örneğinin simgesi yırtıcı hayvanlardan seçilmiştir. Bundan dolayıdır ki; ‘Bozkurt’ coğrafyamızın bize kazandırdığı sembol olmuştur. Yiğit¬lik ölçüsünün sembolu bozkurt idi, nitekim ‘Bozkurt’un kabilevi yapımıza uygun olarak simgeleşmiş ve Göktürk’lerin bayrağına amblem olarak geçebilmiştir. Aynı zamanda bu sembolün dinamik yönü ve dışa karşı hâkimiyetimizi yansıtacak özelliği de vardır. Zaten ‘Kabile kültürü’ dışa karşı savaş ve hâkimiyet demektir.
Bozkır hayat tarzımızda nizam-ı sağlayacak tek ilke kuvvettir. Dolayısıyla göçebeliğe dayanan toplum evremizin destanî kültürün de, “Baş kesüp kan dökmek” yiğitlikten sayılıyor ve kahramanlık olarak addediliyordu. Nizam-ı sağlayabilmek için o devrin şartlarına göre, kan dökmek, avını en iyi şekilde avlamak, tabiata hâkim olmak gerekiyordu. Hatta savaş göçebe toplumunun vazgeçemeyeceği unsur olup, o şartlarda ‘yerleşik’ düşünebilmek imkânsız gibi birşeydi. Müesseseleşmek, ilim, aşk, üretim gibi yerleşik değerler göçebe toplumuna yabancıdır hep. Nitekim bozkır kültürümüzdeki nizam, “baş keşip kan dökmek yeğdir” ölçüsüyle sağlanıyordu. Fakat ilerleyen tarihi süreç içerisinde savaştan üretime, çadırdan eve, bozkurttan koyuna, kan dökmekten ilme ve aşka geçişimiz bizi bir başka nizam anlayışına itmiştir. O halde Bozkurt, koyun, bilgisayar vs. gibi öğeler ya da semboller her devrin gelişme evrelerine uygun simgeler olarak değerlendirilebilir ancak.
Mesela ilim, aşk, üretim, sanat gibi unsurlar yerleşik hayat tarzının öğeleridir. Her toplumda olduğu gibi Bozkır kültüründen yerleşik kültüre geçişimiz kolay ol¬madı, zira yerleşik değerlerle tanış¬mamız da zorluklar olmuş ve bir anda yerleşikliği kabullenilmesi noktasında sancılar yaşan¬mıştır. Derken camiler, külliyeler, saraylar, hamamlar yerleşik medeniye¬tin müesseseleşmiş kurumları olarak damgasını vurabilmiş, kazanan yerleşik değerler olmuştur en nihayet.
Her değişim sürecinde sancılar yaşanması tabiidir. Sıkın¬tılar, bunalımlar geçiş toplumların alınyazısıdır çünkü. Toplumun yıl¬lardır alıştığı nizam anlayışını bir anda terketmesi ve yeni bir ha¬yata intibakı kolay olmuyor. “Baş kesip, kan döküp ad kazan¬mayı” kahramanlık sayan destanî kültürümüzle, “Ne olursan ol yine gel” diyen kültür anlayışına dönüş intibakının kolay olmadığı gibi. Biri göçebe hayat tarzımıza uygun yaşayan modelin ifadesi, diğeri ise yer¬leşiklik içeren değerlerin ifadesidir. Kuvvet sembolü Bozkurtu¬muz, yerleşikliğe geçişle Yunus’un değişlerinde bambaşka anlam kazanıyordu:
Derviş bağrı baş gerek
Gözü dolu yaş gerek
KOYUN’dan yavaş gerek
Sen derviş olamazsın’
diye.
Bozkır kültürümüzün destanî havası Yunus’un yerleşik sözleriyle incelip, medeni havaya dönüşüyor böylece. Demek ki sembolik Bozkurt, yerleşikliğin gereği koyuna dönüşe biliyorsa, baş kesen kan döken beyler de, gözü gönlü yaş dolu insan olabiliyorlarmış pekâlâ. Hakeza Oğuz Kağan destanında tüccar, çiftçi ve zenaatkar kavramları yoktur ama, Mesnevi bunlarla dolu oysa. Neden mi? Çünkü biri göçebe hayat tarzının ürettiği destanı hüviyet, diğeri yerleşik hayatın ürettiği eser olmasından dolayıdır. Demek ki; gelişim evrelerinde, değişim aşamalarını o toplumun bu¬lunduğu devirlerdeki kahramanlarından, eserlerinden, insanın¬dan, destanlarından ve kullanılan figürlerinden anlayabiliyoruz. Bozkır kültürümüzün liderleri¬nin adları bile göçebe yapısına uygun olarak Başbuğ, Kağan, Alper Tunga ve Kürşad gibi isim alabiliyorlar. Her sanat eseri ve yaşayış tarzı bir kültürün mahsulüdür. Nitekim tarihi süreçte her dönemin şartlarına uy¬gun tipler, semboller ve idealler mevcuttur. Bu bir realitedir, kaçınılmaz.
Göçebe hayatı ile yerleşik hayat biçimi karşılaştırıldığında aralarında ciddi bir şekilde farklar ortaya çıkar. Bir kere yerleşik hayat, adından da anlaşıldığı üzere oturak kalma demek. Oturak kalınca ne oluyor sorusu ister istemez merakımızı celbediyor. Fazla meraka da gerek yok, cevabı gayet basit. Şöyle ki; göçerlikten konarlığa geçişte bir kere yerleşik¬liğin vermiş olduğu ruhla, toprağı işleme, üre¬tim ve müesseseleşmek gibi unsurlar devreye giriyor. Bu yüzden Resûlüllah (s.a.v.)’in “Bedeviliği bırakın medeni olun” beyanı bedevilikten şehirleşmeye davettir aslında. Nitekim Peygamberimiz (S.A.V.) âlemlere rahmet olarak “Çöle inen nur” olarak gönderilmiştir. Çölde bedevi bir hayat yaşayan Arap toplumu, İslâmiyet sayesinde ancak medeni (şehirleşebilmiş) olabil¬mişlerdir. Tabii bu arada çöl insanının, İslâmiyeti algılaması da pek kolay ol¬madı. İslâm’ın getirmiş olduğu kurumsallaşma eğilimlerine tepkisi çok büyük olmuştu nitekim. Öyle ki bedeviler çölde başsızlığa, nizamsızlığa, teşkilatsızlığa alışık idiler. Dolayısıyla onların dünyalarında devlet başkanı (ul’ul emr), müessese, devlet gibi yerleşik kavramlar yoktur, olamaz da. Çünkü bu kavrama ta baştan yabancıydılar. İster istemez be¬devi toplumun nizamı, ‘bedevilik’ olacaktı. Çölde yaşamış, kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar yürekleri katılaşmış toplumdan ne beklenirdi ki. İslâmiyet sayesinde bir anda yer¬leşik değerlerle yumuşayarak ‘medeni’ hale dönüşebilmişlerdir sonunda. Hatta Medine ismi (eski ismi Yesrib) de bu gerçekler ışığında doğdu, aynı zamanda Medine ‘medeni’ olmanın ve şehirleşmenin ifadesidir.
İbn-i Haldun’un bedevi Arapları eleştirmesi ba¬zılarınca Arap düşmanlığı olarak telakki edilmiş, bizde de Mevlâna’nın göçebe Türkmenleri eleştiren ifadeleri yanlış yorum¬lanarak, sanki Mevlâna, Türklüğe karşıymış gibi algılanmış. Oysa hem ibn-i Haldun, hem de Hz. Mevlâna’nın ortak paydası, Türklüğe ve Arab kavmine karşı bir tavır olmayıp, göçebeliğe ve bedeviliğe son verilmesi gerektiğine, yani yerleşik hayata ve şehirleşmeye çağrıdır. Çünkü İslâmiyet, Medeni olun diyor habire. Bu anlamda hem İbn-i Haldun’da hem de Hz. Mevlâna’da ileri seviyede doruğa ulaşmış “yerleşik nizam” anlayışı mevcuttur.
Cihanşümul devlet olan Osmanlı da, şayet Cengiz Han, Hulagular da olduğu gibi yakıp yıkıp dök¬mek için bir kuru kavga uğruna savaşsalardı ‘devlet-i ebet müddet ülküsü’ne asla sahip olamazlardı. Cengizler’in, Hülagular’ın bir kasırga misali tarih sahnesinden çekip gitmelerinin en büyük nedeni yerleşik olama¬dıklarından dolayıdır. Peki, Selçuklu ve Osmanlı ne yaptı? Onlar Alper Tunga’dan Alperene, Deli Dum¬rul’dan Yunus’a ve Mevlâna’ya dönüşebilmişlerdir. Cen¬giz’in ve Hülagoların dünyasındaki nizam anlayışı hep yıkıp dökmek olduğu içindir ki, gelişleri gibi gidişleri de bir olup, kısa zamanda tarihin harebelerine gömülerek kayboldu¬lar. Düşünsenize Osmanlı yıkılırken bile dünyanın altıncı devleti idi. Bu yüzden Nizam-ı Âlem Ülküsü” fikrinin doruğuna ulaşan tek devlet Osmanlı olmuştur. Altı yüz sene ayakta durabilmesini sırrı ileri derece “Nizam” ve me¬deniyet şuuruyla yaşamalarından ötürüdür.
Bizim gücümüz sanıldığının aksine kılıç değil Nizam-ı âlem’dir. İslâmiyetten önceki Türklüğümüz’deki “Cihan hâkimiyeti mefkûremiz”, İslâmiyet’le buluşmuş Türklük’de “Nizam-ı Âlem Ülküsüne” dönüşmesi kesinlikle tesadüfü değildir. Nizam-ı Âlem davası Selçuklu’da vatanlaşıp, Osmanlı’da ise doruğa tır¬manarak cihanşümul niteliğe bürünür böylece.
Kuru cihana sahip olmak gibi cengâverlik yapımız, Nizam-ı Âlem Ülküsüyle, Alperen tipine terfi eder. Şöyle ki; kabalığın yerini incelik al¬mış, çadırın yerini ev, camii, medrese ve külliye gibi yerleşik kurumlara bırakmıştır. Göçebe ve dinamik yapımızdan yerleşikliğe geçerek, Tür¬kün Alp’i Alperen kimliği ile buluşması manidardır. Alp’in dinamik ve ak¬siyon özelliği, erenliğin inceliği ve üretim hususiyetleri ile bir¬leşince, Türk boyu ‘beylikten devlet’e oradan da Nizam-ı Âlem’e kanatlanabilmiştir. Dolayısıyla gelinen noktada tekrar devlet’ten Beylik hülyasına dalmak çağı yakalayamamak demektir. Her geçen tarihi toplumsal aşamalarımızda estetik olarak peyderbey incelerek şehirleşmiş, mües¬seseleşmiş ve saraylaşmışız. Tüm bunlardan da öte ‘Medeniyet’ ol¬muşuz. Nasıl ki Oğuz Kağan’dan Fatih’e geçen anlayış değişikliği yaşanmışsa, pekâlâ bu çağda da bilgi toplumu yolunda bilgi ötesini gerçekleştirilecek yeni bir hamle neden olmasın ki, bu azim ve ruh Türk’ün genlerinde mevcut hala. Modern çağın en üst se¬viyesine ulaşmış, sanayileşmiş bilgi toplumu ve bilgi ötesine hamle yapmış gelişmeci zihniyet yarınlarımız garantisi olacaktır. Bu yüzden Nizam-ı Âlem fikrinin yaşadığımız çağa da en büyük damgasını vuracak tek iksir olacağına inancımız tamdır.
Nihal Atsız; “Din Arab’ın, hukuk Roma’nın, kahramanlık Türk’ündür” diyerek kahramanlığı övünç kaynağı olarak sunup ehramın tepesine oturtulursa böyle bir durumda gelişmeci nizamı âlem’in gerçekleşmesi imkânsızdır tabi. Üstelik kahramanlık yönümüzü cımbızla çektikten sonra geriye bize ne kalıyor ki. Oysa bizim tarihimizde daha yoğun tarzda din ve hukuk da vardır. Kahramanlığı birinci plana alma hevesini tarihimizin bir kesiti olan göçebe hayata dönme arzusu olarak düşünüyoruz. Doğru olan; ‘hukuk’da, ‘din’ de ‘kahra¬manlık’da ve hemen hemen her alanda öncü ve bir numara olmaktır. Demek ki tarihi bütünlüğü yakalayabilmek meziyet telakki edilirse ancak o zaman nizam-ı âlem fikri mana kazanabilir. Nizam-ı âlem kuru gürültüye endekslenmiş bir dava değil çünkü. Yukarıda Bozkır toplumumuzun “nizam” anlayışı kahramanlık, yerleşik toplumumuzun “nizam” anlayışı; üretim, kurumsallaş¬mak ve medeniyet diye bahsetmiştik. Günümüzde ise Nizam-ı Âlem anlayışının sanayileşmiş bilgi toplumu özelliğini yakalamış, bir elde Kur’an, diğer elde bilgisayarla çağları aşan bir toplum olabilmek olsa gerektir. Bu anlayışı kabul etmemek, sanayileşmiş bilgi çağında göçebeliğin galebe çalması demektir.
Nasıl ki, göçebe toplumun “nizam” kavgası avını avlamak, baş kesip kan döküp bey olmak idi ise, bugünün kavgası da sanayileşmiş bilgi ötesi topluma sıçrayarak dünya’ya adalet damgamızı vurmak olacaktır, bu böyle bilinmeli.
Böyle bir kavga için dünyaya gelmek de değer. Düşünsenize bir elde Kur’an ışığı, diğer elde bilgisayarla, çağlara nizam dersi ver¬mek ne güzel bir muştu. İnsanlığın özlediği “nizam”ı tesis edecek çaba içinde bulunan, bu gaye için bilgi çağının tüm vasıtalarını bir ibadet şuuru içinde kullanmak vazife addedilmeli. Globalleşen dünyada yeniden yapılanmanın zaruretini idrak ederek, kökleri¬mizle olan bağlılıklarımızı koparmadan, geleceğe ferman buyurmalı. Vesselam.