LİDERLİK SULTASI VE YANILMAZ SULTALAR

LİDERLİK SULTASI VE YANILMAZ SULTALAR

ALPEREN GÜRBÜZER

Sulta zihniyet ortaçağ ürünüdür. İlim adamlarını engizisyona mahkûm eden anlayış, hep o, “yanılmaz otoriter”lerin eseridir. Ne zaman ki, batı kilise sultasından ve siyasetinden kurtuldu, o zaman gelişmenin merkezi olabildi ancak.
Ortaçağda özgürlük denilen kavram sadece kilise sultasına aitti. Dolayısıyla Sultalık, çağımızın gidişine en büyük engel maraz bir hastalık olup tek ölçüleri vehim ve egolarıdır. Kendi düşüncesini tek hakikat sanıp, insanların düşüncelerini “hiç” kabul eden kafanın ürünüdür sultalık. Batı “ortaçağ kafası” yaftasını işitince, hemen engizisyon papazlarını hatırlar. Kilise o yıllarda sultalık görevi yaparak, ilmi zindana gömmüştü çünkü. Giyotin, insanın başını gövdesinden ayıran kıyma makinası şeklinde işlettirildi sürekli.
Ortaçağ kafası sözü batı için ne kadar doğruysa, bizim içinde o kadar yanlıştır. Oğuz Han mı? Kanuni mi? İmam-ı Azam mı? Farabi mi? Fatih mi? Hangisi ortaçağ zihniyeti acaba? Elbette hiçbiri. Fatih karanlığa gömülü kalsaydı, İstanbul’un fethi için döktür¬düğü topların balistik hesaplarını ve muayenesini yapabilir miydi? İmam-ı Azam ilmi uygulamalarıyla veya ileri sürdüğü fikirleri İslam’a dayanmasaydı devrinin en büyük hukuk âlimi olmaya hak kazanabilir miydi? Hakeza Farabi, “Fazıl Şehirler”den bahseden deha. Oğuz Han, ta tarihin ilk devirlerinde, “Ey Türk, titre ve kendine dön” sözleriyle çağına ve bütün Türk çağlarına seslenen bir remz. İnsanımız birgün, bu mümtaz şahsiyetlerin kafasına eriştiğinde, şunu cümle âlem iyi bilsin ki, hiçte o engin ufukları bırakmaya niyeti olmayacaktır elbet. Çünkü tarihi yükselişimizi, bu gelişmeci zihniyete borçluyuz. Öyle bir zihniyet ki, otoriter mantık oyunlarından uzak, ilme deney ve gözleme açık bir zihniyet.
Batı, ortaçağda mantık ve deney-gözlem ikilemi arasında mücadeleye maruz kalmıştı hep. Kilise sultalarınca, deney horlanmış, masa başı mantık, tek ölçü kabul edilmiş ve dolayısıyla akıl yürütme ortaçağda altın çağını yaşamıştır. O çağın en büyük sultası ve yanılmaz otoriter kahramanı Aristo’dur. Sulta heyetini; İncil, ünlü papazlar, azizler ve kilise babaları oluşturuyordu. Derken birgün bir papaz meclisinde atın kaç dişi olduğuna dair tartışma başlar. Aristo bu konuda atın 28 dişi olduğunu yazmıştı. Elbette Aristo’nun fikri kabul edilecekti. Çünkü Ariston’un şahsında mantık tek hakikatti! Biraz ötede otlayan bir atı gören genç bir papaz hemen atın yanına varır varmaz dişlerini sayar. Ne görsün, hayret mi hayret, dişler 28 değil 12 dir. Durum papazlar meclisine intikal eder. Ve sonunda Papazlar Meclisi şu karara varır: “-Aristo yanılmamıştır, at yanılmıştır!” İşte bu tipik karar, Avrupa’nın Ortaçağ skolâstik zihniyetini ortaya koymaya yeter. Deney ve gözlemin horlandığı, mantık yürütmenin baştacı edildiği bir devirdir ortaçağ. Mantık, tek yanılmaz sultadır, zira bu devirde deney ve gözleme yer verilmez!
Bizim aydınlarımız, skolâstik kavramına pek yabancı değildir. Gerçi günümüzde skolâstik kavramından çok, “ortaçağ kafası”, “gerici”, “örümcek kafa”, “irticacı” vs. gibi adlar altında düşman addettikleri kesimler için kullanılıp, aba altında sopa göstermek tarzında gündemi işgal ediyor habire.
Malum olduğu üzere Aristo, mantık metoduyla ağır cisimlerin, hafif cisimlerden hızlı düşeceğini ileri sürmüştü. Oysa analitik tahlil ise şunu gerektiriyordu; Yoğunlukları ve şekilleri aynı cisimler aynı süratle düşer diye. Nitekim Galile insanların huzurunda Piza kulesine çıkarak biri büyük diğeri küçük olan taşı kulenin tepesinden aynı anda bıraktığında, iki taşın da aynı anda yere düştüğünü ispatladı. Sultacı zihniyetler gördüklerine inanamadılar, sonunda tevile başvurup, gözlerinin yanıldığına karar verdiler! Bir kere Aristo, tek yanılmaz otorite kabul edilmişti, geri dönüş sözkonusu olamazdı, onun hataları bile doğru kabül edilecekti otoritenin sarsılmaması adına. Oysa bu çarpık mantık anlayışı batıyı ortaçağ karanlığına gömmüştü. Mantık yürütme seline kapılanlar, analitik tahlilden yoksundular, bilemezlerdi ölçüyü, tartıyı, deneyi vs. O halde mantık tek başına Führer ilan edilmeliydi, öyle de oldu zaten.
Kopernik, dünyanın güneş sisteminin merkezi olmadığını ve bütün gezegenlerin güneş etrafında döndüklerini anlatan büyük bir bilim adamı. Fakat yazdığı kitap, kilise otoritelerince yasaklar listesine alınmıştı. Buruno, Kopernik’ten de daha öteye gitti, uzayın sınırsız olduğunu belitti. Maalesef Buruno engizisyon mahkemesince 1600 yılının Şubatında direğe bağlanarak yakılmıştır. Galile de Kopernik teorilerini destekleyici fikirlerden dolayı, ölüm tehditleriyle vazgeçirilmeye zorlanarak hapis cezasına çarptırılmıştı. Kitlelerin gözünde Batlamyus teorisi daha cazipti çünkü. Bu teoriye göre, dünya sabit ve hareketsizdi. Fakat bu çarpık anlayış fazla sürmedi. Nitekim Batlamyus teorisi Rönesans’a kadar devam edebildi ancak. Batı bu teoriyle oyalanırken, Kur’an-ı Mucizül Beyan; “Güneş ve dünyanın hareketi bir hesaba göredir” (Rahman suresi 5) buyurarak çağları daha önceden dünyanın hareketinden haberdar ediyordu. Yine Allah (C.C.); “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan odur. Her biri kendi yörüngesinde seyreder” (Enbiya suresi 33) beyan buyuruyordu. Ortaçağ sultaları ise, “güneş, yıldızlar ve bütün kâinat dünya etrafında dönüyor” diyorlardı. Ga¬lile tam tersi Kepler’in görüşünü savununca evinden çıkmamaya nahkum edildi. Cezası ancak kör olunca kaldırılabildi.
İmam-ı Azam’ın at üzerindeyken, atın kaç ayağı sorusuna cevap vermek için attan inip, ayaklarını tek tek saymaya başlar ve 4 (dört) der. İşte bu misal deney ve gözleme verilen önemi ortaya koyar. Bu misalden de anlaşıldığı gibi İmam-ı Azam’ın bakışı ile batının ortaçağ skolâstik zihniyeti çok farklı. Ortaçağ skolâstiğinin tipik genel özellikleri şunlardır:
1. Tek ölçüleri Yanılmaz sultalardır.
2. Deney ve gözlemden uzak, mantık yürütmeyi esas alırlar.
3. Onlar için genellemelerden hareket etmek (Genelden özele bir yol)esastır. Elbette ki; parçadan bütüne yol takip etmek, analitik tahlil gerektirir ve zahmetlidir de. Diğer usul ise çok kolay, bu yöntemde ne araştırmak var nede gözlemlemek, sadece akıl yürütme var. Üstelik sahip olduğu tüm bilgiler otoritelerce önceden yazılmış, yani hazır vaziyette daha önceden eline tutuşturulmuş düşünmeye ne gerek var ki. Dolayısıyla yazılanlara ve söylenenlere bakmak yeterlidir.
Akıl yürütmede izlenen kaideler ise genel hatlarıyla şunlardır:
1. Bütünden parçaya ( dedüksiyon ) metodu,
2. Parçadan bütüne ( indiksiyon) metodu,
3. Benzetme metodu ( Anoloji) dur.
Bir olayın aydınlanmasında üç metoda da başvurulabilir. An¬cak bütünden parçaya metodu sıkça başvurulursa, biz de ortaçağ skolâstiğinin düştüğü çukura, pekâlâ düşebiliriz. Dedük¬siyon usulüne ise hâlihazırda mevcut bulunan kanunlara ihtiyaç hissedil¬diğinde başvurulur. İndiksiyon yöntemi izlenildiği takdirde deney ve gözlemin ışığında kâinatta var olan kanunlar açığa çıkarılabilir. Analoji metodu ile de, “benzer olaylar benzer neticeler doğurur” ilkesiyle olaylar açıklanabilir. Hasılı Ortaçağ’da engizisyon sultaları, bu üç usulden yanlız tümdengelim’i (genelden özele) tercih etmişlerdir. Bu yöntemle deney ve gözlemin horlandığı aşikâr. Demek ki; mantık yürütme sendromu her devirde, değişik alanlarda farklı roller üstlenmiştir. Mesela, hukukta “önce karar verip sonra yargılama” çağdışı kabul edildiği halde ortaçağda engizisyon mah¬kemeleri, “önce yargılama, sonra karar verme” prensibini ilke edinmişler, hatta günümüze dahi bu kural sıçramıştır. İslam hukukunda var olan, “suçların şahsiliği” prensi¬bini, Hz. Ali (k.v) vefat ederken (Şehit düşerken) bile bir kişinin ölümüyle bir grubun yargılanamayacağını va¬siyet ederek adeta hukuk dersi vermiştir insanlığa.
Grek dünyasında tabiat olayları, “su, ateş, hava ve toprak” deni¬len dört unsurla izah edilirdi. İlmi gelişmeler, bu tür genellemelerden hızla uzaklaşarak 104 elementi keşfetmiş, hâlâ da yeni yeni elementlerin varlığından bahisle element tablosuna yenileri ilave ediliyor. Batı, ortaçağ skolâstik anlayışında israr etseydi elementlerden bihaber, genellemeler içinde sıkışıp kısır döngü içerisinde yüzeceklerdi. Artık gelinen noktada teknolojik gelişmeler ve analitik tahliller sayesinde tümevarım yöntemleri (özelden genele) gerçekleştirildiği gibi ezberci yöntemlerin terk edildiğine şahit oluyoruz.
Aydınımızın bir kısmı, skolâstik kavramını diline doladığında, hemen dinle ilişkilendirilip, ülkemizde ki inanan insanları, ortaçağ karanlığına sürükleyen gerici unsurlar diye takdim ederek iftiraya yeltenirler. Bu türden karalamaları yaparken, ortaçağda engizisyon kilise papazlarının üstlendiği misyon¬la bizim kültürümüzün camii, medrese, dergâh, âlim, müftü vs. gibi ilme açık unsurlarla bağlantı kurmaya çalışmaları abesle iştigaldir. İslâmiyet, “İlim Çin’de dahi olsa alın” diyor. İlmi zindana hapseden skolâstik düşünce Avrupa’nın eseridir, bize ait değil. Klasik eserlerimizin çoğu ilmi teşvik ettiği gibi, âlimlerine de son derece değer veren cümlelerle doludur. Skolastizm, geri kafalılık, örümcek kafalı gibi yaftalamalar başka iklimlere has olabilir, ama bizimle asla özdeşleştirilemiyeceği gibi tarihi geleneğimizle irtibatlan¬dırılamaz da. Çünkü Avrupa, ortaçağın karanlığında yüzerken, İslâm dünyası, sahip olduğu ilmi zihniyetle altın çağlarını yaşıyordu. Demek ki asıl tehlike hem bilime, hem de mane¬viyata da karşı çıkmaktadır! Kara Cuma, Çember Sakallı, Gerici, İrticacı vs. gibi suçlamalar sultacı kafaların ürününe has lekelemelerdir. Bu tür sultacı zihniyetlerin başlıca özelikleri şunlardır:
1.Batıdaki Rönesansı doğuran sebepleri görememeleri,
2.Tek yanılmaz otoriterleri batı’nın eski öğretileri olması,
3.Kafalarında ezberlediği ya da ellerine tutuşturulan hazır reçeteleri kapsayan genellemelerden hareket etmeleridir (Tümden ge¬limcidirler). Tudunluktan yabguluğa, yabguluktan hakanlığa, devletten imparatorluğa, imparatorluktan meşrutiyete, saltanattan cumhuriyete bir dizi geçiş süreci yaşasak da sonuçta ayakta kalan Türk milletidir. İdari şekiller, yönetim biçimleri değişebilir. Önemli olan Türk’ün varolmasıdır. Cumhuriyete sahip çıkıp, diğer evreleri reddetmek skolâstiğin içine düşüp te çıkamadığı açmaz. Veya saltanat dönemini kabul edip, cumhuriyeti reddetmek de aynı şey. Tüm mesele, bütünü kucaklayabilmekte. Bütüne sahip çık¬tığımızda mesele kalmayacaktır zaten. Düşman addettikleri Osmanlı ortada kalmadığı halde, hâlâ saltanata ve hilafete hücum etme¬nin ne anlamı var, doğrusu anlamış değiliz. Bugün birileri çıksa kendini halife ilan etse, ardına kaç kişi düşer acaba? Bırakın İslâm âlemini, Türkiye’de hatırı sayılır kaç kişi biat eder? Maalesef şart¬ların değiştiğini görememek sendromu “yanılmaz sultalar”ın kronik hastalığı olsa gerektir.
İbn-i Haldun toplumların değişim sürecini incelerken, bedeviyetten hadariyete geçişte, bedevilerin sürekli tepki gösterdiğini beyan eder. Aynısı olmasa da bizim tarihi gelişim evremizde yaşanan saltanattan cumhuriyete geçişte de Osmanlı’nın buruk haline benzer bir sessiz diyebileceğimiz diren¬işin olduğu gözlenmiştir. Bu durumu sosyal bir vakıa olarak tabii karşılanmalı. Çünkü 600 senelik alışkanlığı bir anda terketmek kolay değil, zaten her geçiş sürecinin sancılı olduğunu, sosyologlarımız beyan ediyorlar. Demek ki; bu bir sosyolojik realite. Yani sosyolojik gelişimin gereği mücadelede Osmanlı kaybedecek, Cumhuriyet’te kazanacaktı. Bunu bilmemek için kâhin olmak gerekmez. Dünya hızla İmparatorluklardan ulus devlet olmaya doğru koşarken, bizimde bu gelişmelerden etkilenmemiz gayet doğal. O halde Osmanlı yıkıldı diye oflanıp, puflanıp veya “oh olsun” demeğe gerek yok, çünkü sosyal bir vakıa. Günümüzde tekrar saltanata dönüş talebinde bulunmak çağımızın bedeviliği olacaktır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki mücadeleyi zamanımıza, aynı tempo ile taşımak akıl kârı değil. Skolâstik kafalar hâlâ Atatürk’ün ve Cumhuriyetin, Os¬manlı’ya karşı açtığı kavganın, bütün hızıyla devam ettiği zannındadırlar. Üstelik kendi skolâstik emellerine, Atatürk’ü de maske ve kalkan olarak kullanıyorlar. Atatürk’ü istismar eden bu skolâstik zihniyetin özelliği şunlardır:
1. Referansları 1930’lu yıllarına ait çözüm reçeteleri.
2. Metodlojileri Atatürk, ama Atatürk’ün işaret ettiği çizginin dışında bir yol takip ediliyor.
3. Metodları tümdengelimcidirler (genelden özele bir yol), yani dogmadır.
Bu tür skolâstik düşünceye sahip olanlar, Atatürk’ün yaşadığı her anında sarfettiği sözleri kendi dar kafalarında yorumlayarak işte çözüm bu deyip, o devrin şartlarının günümüzde bütün hızıyla devam ettiği zannıyla hareket ediyorlar. Oysa Atatürk, bugün yaşamış olsa, dün yaptığının, belki de bugün değişik bir örneğini sergileyecekti. Fakat gel gör ki bu durumu skolâstik kafalara anlatamazsın. Tarihin bir kesitine gömülmek, tüm “yanılmaz sultacı” zihniyetlerin içine düştüğü hengâmedir maalesef.
Ge¬lenekçi olmak, tarihe bir bütün olarak bakmak, ilmi bir yaklaşım olacaktır. Tarihi, inişleriyle, çıkışlarıyla, yanlışıyla, doğrusuyla değerlendirip ibret almamız gerekirken, aksine kimimiz şahısları göklere çıkarıyor veya yüceltiyor, kimimiz de yerden yere vurup güya hıncımız çıkarırcasına öfkeleniyoruz. Her iki yaklaşım da sultacı zihniyetlerin ürünüdür. Her nedense sebep-netice ilişkileri üzerinde duran yok. Övme veya yermek yahut tümdengelimcilik metodu kolaylarına geliyor galiba. Nasıl olsa, düşünceler, ilkeler daha önceden biat ettikleri otoriterlerce belirlenmiş, o halde fikir üretmeye, geleceğe yönelmeye ne gerek var ki! İşte bu mantık gerabeti, analitik zihniyetin dirilmesine en büyük engel olarak karşımıza çıkıyor. Fikir üret¬mek, içinde bulunduğumuz meselelere çözüm sunmak, analitik tahlillerde bulunmaktan her nedense kimse söz etmiyor. Tek doneleri varsa yoksa “Yanılmaz Sulta’’lar veya kafalarındaki genellemeler, ya da ellerine tutuşturulmuş oyuncaklarla oyalanmak!
Solcularımız yıllardır eline tutuşturulmuş sloganları tekrarlamakla meşgul, sağcılarımız ise tarihin ihtişamına kendini kaptırarak gelecekten bihaberler. Oysa ne köksüz gelecek, ne de ati’den yoksun mazi. Tarihin sayfalarını çevirirken geleceğimize yön ver¬mek en doğrusu.
Sulta otoriteler, sadece mantık ve şahıs planında kal¬mayıp, daha değişik sahalarda da kendini göstermektedirler. Mesela medya, insanların ufkunu açmada bir ışık görevi yapması gerekirken, dimağları karartmakla meşguller. Kafalarda yalan haberlerle tekel kurmaktadırlar sürekli. Tekelci zihniyet, medya skolâstiğini doğurmaktadır oysa. Medyatik skolâstik şu ilkelerle izah edilebilir:
1. Uygulamaları: Yalan haber üretmek.

2. Yanılmaz sultaları: Medya üst yöneticileri.

3. Olayları, yanılmaz Medya patronlarının çizdiği çerçevede değerlendirmektir(Tümdengelimcidirler). Yanılmaz sultacı anlayış, Ortaçağ Avrupası’nın yaşadığı bir sıkıntıdır. O halde genel manada skolastizmin özellikleri:
1. Mantık yürütmek, deney ve gözleme kapalı olmak,
2. Yanılmaz sultalara bel bağlamak,
3. Otoriterlerden hareket edilir, yani mantık silsilesini öngörürler(Tümdengelimcidirler). Skolastisizme hemen hemen her alanda örnekler verilebilir. Her fikrin yobazı olabileceği gibi, bilimsellikten dem vuranlarda da gözlemlenmektedir. Güzel fikirler, çok kere ehliyetsiz ellerde taassup haline gelebi¬liyor. Taassup, karanlığa davetiye demektir. Farklı fikirlere anlayışla, hoşgörüyle bakmak, toplumda yumuşamayı sağlar. Demokratik platformda kimse kimsenin hukukuna saldırmadığı müddetçe herşey tartışılabiliyor. Herşey derken, kutsal olanlar hariç, yani Al¬lah ve Resulünün hakikatları dışındakiler. Zaten Mutlak hakikatlerin, ulu orta konuşulmasının “imani” yönden sakıncaları vardır. Vahiy, herşeyin üstünde. Akıl bir cüz’dür, herşeyi kuşatamaz çünkü. Onun için vahyin ve sünnetin üstünlüğü tartışılmaz. İlim metodu esasen deney ve gözleme dayanır. İlim Allahın, o halde bir Müslüman’ın ilimle problemi olamaz ki. Dolayısıyla Skolâstik kavramının zıddı ilimdir. Zıddı kâmili ise, Vahiy ve Sünnet’dir.
Türkiye’de belli başlı skolâstik tipler şunlardır:
1. Radikal-İslâmi skolastisizmi,
2. Medyatik skolastisizmi,
3. Batı skolastisizmi,
4. Laik ve anti-laik skolastisizmi,
5. Etnik ayrımcılık ve PKK skolastisizmi,
6. Parti skolâstiği vs.
Bütün skolâstik tiplerin üç aşağı ve beş yukarı özellikleri hep aynı. Hepsinin de “yanılmaz otoriterleri” var. Hareket noktaları genellemelerdir, yani tümdengelimcidirler. Metodları deney ve gözlem yoksun olup, sultaların sözleri ve yazıları tek rehberleridir! Radikal-İslâmi gruplardan Şia’yı ele alacak olursak, Şia skolâstiğinin özellikleri şunlardır:
1. Yanılmaz otoriterleri mollalardır (Hâşâ Mollalar masumdur (!) ve günahtan arıdır (!))
2. Düşünceleri molla sultaların yazıları ve sözleridir. Böylece deney ve gözlemi kaybetmişlerdir.
3. Tümden gelimcidirler.
PKK skolastisizminin ana çerçevesi ise:
1. Yanılmaz sultaları Abdullah Öcalan.
2. Uygulamaları silahlı eylem.
3. Tümdengelimcidirler. (Örgütün bildirilerinden hareket ederler)
Parti skolâstiğinin ana özellikleri:
1. Yanılmaz otoriterleri; bağlı olduğu liderdir.
2.Metotları; siyasi putlaşma ve siyasi kirlilik.
3. Tümdengelimcidirler (Lider-teşkilat-parti programın¬dan hareket edilir)
Parti skolâstiğinin içine düştüğü durum, siyasi uygulamalarda militarist, yaklaşımlarında ise oportünisttirler. Partide farklı bir ses ihanet kabul edilir. Farklı düşünce, kolaylıkla lider sultasınca, ihanetlik suçlamasına yeterli bir sebeptir. Çünkü bu tür partiler “lider-teşkilat-parti programı” üzerine şekillenmiştir. Bu üç unsur eleştirilemez, tartışılamaz ve farklı beyanda bulunmak afaroz olmaya yeterlidir. Skolâstik partilerin sulta liderleri, sürekli hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi sözleri sarfetmelerine rağmen, acaba üstünlüğünü savunduğu hukuk hangi hukuk? Demokrasi dediğiniz kayıtsız şartsız lidere itaat mi? gibi sorulara cevap veremezler. Parti yöneticilerini mi değiştirmek istiyorsunuz, taban nazarı itibara alınmaz. Alttakilerin canı çıksın dercesine, onlara slogan atmak ve taşeronluk yapmak için vazifelendirilmişlerdir sanki. Tavan ise parsayı toplamak, gününü gün etmek, adından ve şanından bahsedilmenin sevdasındadır sadece. Bu yüzden Skolâstik parti yapısı her daim totaliter düşünceye dayanır. Sulta liderler, yaşadığı her devirde kitleleri peşinden sürüklemek için, önceden hedef düşman tayin ederler. Düşman olmadan partinin ayakta kalması mümkün olamayacağından mutlaka “hasım” a ihtiyaç vardır. Farzu muhal, konjönktür gereği ülkeyi tehdit eden komünizm olgusu mu var. Hemen taraflara çağrıda bulunur: Kahrol¬sun Kominizm! Ezilmeli! Yıkılsın! Mezar olacak! gibi ateşli cümleler sahneye çıkar. Artık meydan slogan sesleriyle uğuldar, kitleler coşturulmaya çalışılır. Tehlike ilan ettikleri düşman yok olduysa, derhal zaman kaybetmeksizin adı ve şanı değişik yeni bir düşman belirlenilmeye başlanılır. Bu çiçeği burnunda yeni düşman şimdilerde PKK’dır. Maksat, bağcıyı mı dövmek, yoksa üzüm yemek mi? Bu sorunun cevabını bulana aşk olsun. Siz cevabı bulmaya çalışadurun, diğer yandan elim vaziyette cenazeler, yurdun dört bir tarafına dağıldıkça, kahrolsun! Kökünü kazıyacağız! Bu yaptıklarını yanlarına bırakmayacağız! Bize verilen her oy PKK’ya sıkılan kurşundur! Gibi sözlerin etrafı sarmaya başladığı gibi her atılan slogan altın değerinde biri bin yapmaya başlar. Sloganlar bu noktadan sonra, insan¬ların rehberidir artık. Huzuru arayan kitlelere slogan¬lar cazip geleceğinden dolayı bu hamaset kokan sözler birer can simidi olur onlara adeta. Eğer birileri de kalkıp da: “Durun beyler ne oluyor? Şayet mesele PKK davası ise, o zaman yapılacak tek şey nimette ve külfette beraber olmaktır” diyorsa kimse itibar etmez. Sözlerin ehemmiyetsizliğinden değil, slogan içermediğinden dolayıdır. Slogansız sözler, analitik tahlil gerektirir ve yorucudur, kim uğraşacak akıl dolu sözlerle... Bahsi geçen slogan içermeyen akıl dolusu sözlerin analitik yorumun şu: “Bu vatanın nimetini paylaşanlar, külfetini de paylaşmalıdır”. Görülmüş mü böyle şey denilirse verilecek cevap: Cahar Dudayev, oğlunun tahsilini yarım bırakmasını isteyerek ülkesi için savaşmaya çağırması, nimette ve külfette beraber olmanın en tipik örneğidir. Aynı zamanda çağımızda yeniden bir Şeyh Şamil destanı yaşatmanın ifadesidir. Kelimenin tam anlamıyla analitik tahlil gerektiren sözler, sloganvâri olmadığından kitleleri coşturamaz. Kanla coşmak, “kan”dan medet ummak, her de¬virde yaşanmış, sultaların içinde bulunduğu acı garabetten öteye geçemez. Dolayısıyla Sebep-netice ilişkisi içinde olayları değerlendiren akıllı lider¬lere itibar azdır. Vur! Vur! Hainler! Hurra! Gibi öfke içeren ha¬masi nutuklar çözüm diye yutturulur. Nimeti de külfeti de paylaşmak da neymiş, deyip geçmek bizi her geçen gün uçurumun eşiğine getiren asıl sebeptir. Abdulaziz’in veziri Ali Paşa 40 sayfalık risalesinde özetle şunları söyler: “Ticaret, sanat gibi işlerin azınlıklara bırakıldığını, savaşmak, düşmanlarla cenk etmek gibi görevler de bize has olmuş. Böyle devam ederse azınlığa düşen asıl biz olacağız...” Gerçekten de silahla iştigal eden insanımız heder olmuş, fakirleş¬miş, ticaretle uğraşan azınlıklar, zenginliklerine zenginlik kata¬rak köşe başlarını ellerinde tutmuşlardır. Osmanlı’nın yıkılışının sebeplerinden biri de bu gerçeklerdir. Düşmanla savaşmak tek meziyetmiş gibi teşvik görünce ortaya çıkan manzaranın bu olacağı muhakkak. Oysa vatan için savaşmak da, ticaretle uğraşmak da kahramanlık ilan edilmeliydi. Kahramanlığın göklere çıkarıldığı tek ülkü Savaşmak! Savaşmak! Nimeti, nereye koyacağız? Belli değil. Terörle mücadelede samimi olanlar, önce çuvalduzunu kendilerine, sonra da iğneyi başkalarına batırmaları gerekiyor. Eskilerin söylediği dâhiyane bu sözlerle paralellik kurabilenler ancak samimidir diyoruz. Terör karşısında hiçbir şey “gerçek” kadar olamaz. Çünkü terörün itici gücü iki renkli dünyanın efsunlarıdır. Bu iki renkli dünyalar acaba birbirine gerçekten zıt mı, yoksa rakip mi? Öyle anlaşılıyor ki, kitlelerin öfkeleri üze¬rine hesap yapanlar, ya da kanla beslenenler “zıt” olamaz, ancak “rakip” olurlar. Yaşamasını kanla sağlayan güçlerin, kanın durmasını canı gönülden isteyeceklerine inanmak kendimizi kandırmak olacaktır. Bugüne kadar teröre karşı tek ilaç askeri çözüm sandık, hâlâ da aynı metodunun devamından yanayız, terörün kültürel, ekonomik, sosyal, psikolojik vs. yönününde olabileceğini gö¬ren yok. Üstelik bu tip yorumları yapanlar yahut yaklaşımlarda bulunanlar her an andıçlanıp, hem bölücülükle hem de ihanetle suçlanabilir de. Kim demokratik çözüm diye ortaya çıkarsa kimse seni dinlemez. Genel biricik çözüm: Askeridir. Oysa yirmi beş yılı aşkındır Cudi ve Kandil dağlarını, Güneydoğu’nun sarp kayalıklarını havanlarla, en gelişmiş toplarla habire dövüyoruz, nedense bir türlü terörün sonu gelmiyor.
İlginçtir Güney¬doğu’da akan kanlar çoğaldıkça bir kısım liderlerin yıldızı daha da parlıyor. Kurtuluşun yolu, falancı çatık kaşlı, ya da miting meydanlarında avaz avaz bağıran liderin gelmesine bağlandı ümitler. Bu noktadan sonra terör artık onu meşhur etmiştir. Sultaların tek ilacıda zaten gergin ortamlar. Saltanatın devamı kana bağlı çünkü. Hertarafın kan revan olduğu or¬tamında “sivil katılım”, “sivil toplum” ve “sivil insiyatif” kavramları bir hiçtir. Bu kavramlar durgun ortamın kavramlarıdır. Huzur ortamında tartışılan kaliteli fikirlerdir. Onun için Sulta liderler istikrarlıortamların doğmasını istemezler, çünkü o günler geldiğinde kendi konumlarınında tartışılacağından ürkerler hep. Gerginliğin yerini durgunluk aldığında istediği gibi at oynatamayacaklardır böylece. Nitekim “Kurt puslu havayı sever” sözü bu gerçeğe işarettir. Puslu havada, lider sultaları karizmatik gücüne güç katarlar. Bu gücüyle beyinler adeta büyülenir ve yıkanır. Hemen ateşli konuşmalara kapılıveririz. Aslında bu durum, şuurumuzun çözülme¬sidir. Şuuraltı davranışlara çok kere sultalar sebep olmaktadır. Çünkü onlar şuura değil, şuuraltı hislere hitap ederler. Yanılmaz otoriterler, hata yapsa da, şuuraltı boşalmış kitleler istesede bu vehameti göre¬mezler. Seven insanın gözü kördür de ondan. İşte akıl ve şuurdan bi¬haberlik buna derler! Korkunç enerji ve ihtiras liderlik sultasının bir özelliğidir. İhtiras bu ihramın baştacıdır. “İzm”leri doğuran sebepler üze¬rinde hiçbir zaman durulmaz, şayet sebep-netice üzerinde durulursa kucağında yaşadığımız ortamla alakası tüm çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır. Kapalı ortamlarda ilan edilen, rengi, türü hangi tip düşman olursa olsun, potansiyel düşman olarak kitlelere gösterilip, gösterilen o düşman bundan böyle av muamelesi görecektir. Avcılarda, zaten avınızı avlayın diyor. Düşmanın biri gidiyor, biri geliyor. Şuurumuz düşmana endekslenmiş birkere. Oysa düşman dediğin ne ki? Önce kucağında yaşadığımız dünyaya bir çeki düzen vermek varken bu telaş niye? Hala bataklıkta tek tek sinek avlamakla meşgulüz, israrla bataklığı kurutacak formül düşünülmüyor. Kimbilir sebep-netice ilişkisi üzerinde durulursa, sistemden kaynaklanan bir arıza olabileceği açığa çıkabilir kaygısından hareketle işlerine böyle gelmişte olabilir. Çünkü yanılmaz sultaların en sevmediği metod; sebep-netice ilişkisi... Bütün sultacı zihniyetler, totaliter ve psikolojiktirler. Aynı zamanda hiyerarşik bir yapıya sahiptirler. Yani Oportünist ve militarist bir ağ kurmuşlardır. Sultalar, emrindekilere karşı son derece ciddi ve disiplinli, dışarıya karşı ise mütevazı ve son derece naziktirler. Oysa İslâmiyet; “Müminler birbirine karşı mütevazı, dışa karşı çetindir¬ler” diyor. Totaliter yapılar, İslamiyetin tam tersi bir yol seyrederler. Liderine endekslenmiş kitleler, onun şuuraltına seslenen sesinden, sonsuz zevke kapılırlar. İradesini, yanılmaz addettiği Führer’in nefesine teslim etmiştir. Olaylara, canu gönülden bağlı olduğu liderinini gözlüğünden bakmaya çalışır. Elinden tek düşürmediği kitap, onun eseridir. Ağzından her çıkan kelime, hislerinin tercümanıdır. Düşünmeyi tercih etmez, gerekte duymaz. Çünkü ken¬disi adına Lideri düşünmektedir! Öyle bir tutku ki, lideri davadan taviz verse de ikaz edilemez. Halife Hz. Ömer (R.A.), idaresinde bulunan insanlara “doğru yoldan çıkarsam ne yaparsınız?” diyerek sorduğunda: “-Ya Ömer kılıcımızla düzeltiriz” cevabını almıştır. Hz. Ömer (R.A.)’i uyaran anlayışla “kayıtsız şartsız lidere itaat” anlayışı çok farklı. Bağlı olduğu Liderinde şayet mukaddes değerlerden sapma görülürse, ona gönül verenlerin kılı bile kıpırdamaz. Çünkü “Onun bir bildiği vardır!” teviline sarılır hemen. Hatalar diz boyu da olsa, yine aynı söylem tekrarlanır ve tevil makinesi hızla vazifesine devam eder. Mukaddes birliği biricik ülküsüne zarar gelse de haysiyet kırıcı da olsa, “üstün insan imajı” bir kere yerleşmiştir zihninde, şuuraltısı boşalmıştır. Artık bu noktadan sonra liderine gönül verenler, hislerine mağlup olmuşlardır. Bu durum değişik skolastisizm diyebileceğimiz bir halet-i ruhiye olsa gerek. Dünyada eşi ve benzeri örneği yok desek yeğdir. Bu ilginç Lider skolâstiğinin özellikleri ise:
1. Lider-teşkilat-doktrin psikolojisinin hâkim olması,
2. Üstün insan saplantısının ağır basması,
3.Metotlarının yanılmazlık sendromu üzerine kurulu olması,
4. Tümdengelimcilik esastır.
Bu dört özellik, ister istemez kitleleri tepkici yapacaktır. Artık çılgınlık, şov¬menlik ortalığı kaplar, etrafımızda simgesel işaretler, bağırmalar, naralar üşüşmeye başlar. Bu tür ortamlarda tek değer bağırmak! Sultalar, bu gidişattan memnun kalır, iyiden iyiye kendisi¬nin yanılmazlığına kanaat getirir ve sonunda; Dava’nın kitabını yazan da, davayı başlatanın da kendisi olduğunu ferman buyurur. Tarihi, ken¬disinden başlatarak “ego”sunu ön plana iter her daim. Ego tarih, ego dava, ego teşkilat, ego ülküdür bundan böyle. Teşkilat, şeklen vardır, ruhen yoktur, sadece “yanılmaz lider”in vazifelendirdiği, emre amade küçük sultalar vardır, küçük Führerler yukarıya (üstlerine) karşı yumuşak, tabana (aşağıya) karşı katı olmak zorundadırlar. Teşkilat, küçük Führerlerin disiplinli yönetimiyle idare edilir. Zira istişare, fikir alışverişi gibi değerler Füh¬rerlerin yabancı olduğu kavramlardır. Yabancı olmadığı tek mevzuat liderinin talimatlarıdır. Bu nedenle her teşkilat ağı küçük Führerlere bağlanmıştır. Sul¬taların otoritesi, küçük Führerlerin talimatları eksiksiz yerine getirmelerine bağlıdır. Onun için bu konuda en ufak taviz verilemez. Parti binalarında Küçük Führerler bir nevi bağlı oldukları liderlerin özel ispiyon sekreterleri şeklinde konuşlandırılmışlardır. Başlangıçta gönül verdiği hareketin, bir şuuraltı boşanma hareketi olduğunu kimse farkedemez. Deney, gözlem ve ilim olmayan yerde farkedilmemesi tabidir. Öyle ki; İlim nedir sorulduğunda, “eline tutuşturulmuş reçeteler” ile “içi boş sloganları” gösterir. Kendisi bir kelam etmez. Deney ve gözlem nedir sorduğunuzda, “Teşkilat hiyerarşisi ve uygulamaları”dır ce¬vabı alırsanız, şaşmayın. Çünkü şuur-altı hareketleri hemen he¬men aynı ortak paydaya sahiptirler de ondan. Bütün kesimler kontrol altına alınmıştır. Kitleler teşkilata üye ise, serbest hare¬ket edemez, serbest düşünemez. Düşüncesini de, hareketini de lidere teslim etmek zorundadır. İlimleri, yanılmaz otoriterlerin koyduğu sözlerdir. Liderinin söylediği sözleri dışında hiç bir fikir kabul bulmaz. Bir nevi ilim tekeli! Farklı düşünceler, totaliter zihniyet¬lerce hoş karşılanmaz. Adeta liderin düşüncelerine bağlılık ye¬mini edilmiştir. Liderlerinden farklı düşünmek teşkilata ve davaya ihanettir! Dolayısıyla tek tip düşünmek liderlik sultasının gereğidir. Anlaşılan bu tür sultacı dünyalarda, bize yer yok gibi gözüküyor. Tartışılmaz sendromu! İlim ve tefekkürden yoksun yığınlar için geçerli akçe. Siyaset bilimi adı altında, “lider-teşkilat-doktrin” üçlemesi tarzında yutturulmaya çalışılır.
Sultalar, bu dünyadan çekip gittiklerinde, ardından nefretten başka miras bırakmadıkları gözlenmiştir. Yanılmaz, Sultaların bıraktığı kin, nefret ve öfke tohumları teşkilata ve yeni katılanlara pay edilir. Bu paydan paylananlar aynı zamanda geleceğin yeni Führer adaylarıdırlar. Böylece üzerinde leş kargalarının dolaştığı Türkiyemizin aldatılan genç nesil¬leri iç dünyalarını öfke, kin ve nefret kaplamasından dolayı, yanılmaz lider sultaların türettiği çirkin, şeytanca oyunları yüzün¬den uçuruma sürüklenmişse, yapacağımız tek şey derhal ruhi boşluğa düşmüş bu genç beyinlere çare olarak, çağımızın sesi;’Ne olursan ol yine gel’ diyen Mevlanaların soluğu ile buluşturmak olmalıdır.
Velhasıl genç nesiller Gönül Sultanların manevi ikliminde aydınlığa çıkacaktır, başka yolda gözükmüyor gibi. İnşallah sonunda aldatanlar değil, Milletimiz kazanacaktır.
Vesselam.