KAFKAS KARTALI ŞEYH ŞAMİL

KAFKAS KARTALI ŞEYH ŞAMİL

ALPEREN GÜRBÜZER

Yüzyıllar önce doğudan, anavatanlarından gelerek kendilerine Kafkas dağlarını vatan edinen Dağıstanlılar (Avar Türkleri diye de nitelendirilen), Ruslar’a karşı şanlı bir direniş örneği sergilediler.
Adına ister Çeçen, ister Şapsih; ne denirse denilsin bu Dağıstanlılar hepsi aynı soydan, aynı dinden ve aynı dili konuşan kardeşlerimizdir. Bunların bu yerlerde hürriyet içinde yaşamaktan başka gayeleri olmamıştır. Yer yer kabileler halinde yaşayan zeki ve atik kahramanlar olan bu insanlar ilk defa XVI. asırda rahatsız edilmeye başlanmışlar, ama hiç kimse Dağıstanlı mücahitlere hâkim olmanın zevkini yaşayamamışlardı.
Kazakları kullanmasını iyi bilen Rus çarları elde ettikleri bu güce rağmen bu Dağlı Alperenleri yıldıramamışlardır. Hele hele XVI. asırda IV. İvan’ın korkunç zulmü karşısında boyun eğmemeleri bunun en tipik göstergesidir. Dağıstanlıların Alperen’liği Rus generallerini adeta sinir harbine dönüştürmüştür. Çünkü buralarda her yiğit bir Şeyh Şamil kesilmiş, her Alperen Gazi Muhammed olarak canını feda etmişti. Öyle ki, Ölüm ve savaş onların hayatının bir parçası olmuştu.
Kafkas dağlarının bu mücadeleleri tarihin altın sayfalarına geçmiştir. Dün kendilerinden beş on misli kalabalık Rus tümenlerini hallaç pamuğuna çeviren bu Alperenler, günümüzde de aynı ruh, aynı imanla Dudayev komutasında, Yeltsin ve ordusuna ders vererek tüm dünyanın dikkatini üzerlerine çekmişlerdir. Dün, Çariçe Katerina önderliğinde Moskof, Kafkas dağlarının kahramanlığı önünde eğilmeye mecbur kalmıştılar, bugün de bütün dünyanın gözü önünde Şeyh Şamil’in torunları karşısında şaşkına dönmüş haldedirler.
İşte bu karlı dağların üstünde yaşamış, Dağıstan’ın içinden çıkan Şeyh Şamil, böyle şerefli bir tablonun manevi başbuğudur.
XVI. XVII. ve XVIII. asırlar Çarların hatırlamak istemedikleri, adeta dudaklarını ısırtacak kahramanlık örnekleriyle doludur. O destanın içinde Gazi Muhammedler, Şeyh Şamil’ler, Hacı Muratlar sıralanmış, şahadet şerbeti içenlerin yerine bir diğeri bayrağı elinde tutmuş, derken arkasından bir kaç Alperen bunları takip etmiştir. Tarihten yeterli ders alamadıkları şundan belli ki, günümüzde de Rus zulmü baş gösterebilmiştir hala. Böylece glasnost ve perestroyka gibi yaldızlı lafların arkasındaki asıl gizli hesapları su yüzüne çıkmıştır bu sayede.
Adeta tarih tekerrür ediyor ve Ruslar misyonlarının gereğini yapıyorlar. Tabi Çeçenler de boş durmuyor, onlarda misyonlarının gereği müthiş bir direniş sergiliyorlar. Adeta Şeyh Şamil’i günümüze taşımanın mücadelesini veriyorlar, verecekler de. “Bir ölür, bin diriliriz” sözü meşaleleri olmuştu Dağıstanlı mücahitlerin, öyle ki; bir Çeçen yüz Rus öldürmeden gerçek şehit olamaz düşüncesiyle and içmişlerdi. Kelimenin tam anlamıyla Dudayev, Şeyh Şamil olmuş, Dağıstanlı kahramanlar ise Alperen olmuştu. Dün bugün, bugün dün olmuş gibiydi sanki. Adeta yeni bir destan yenidünya düzeninin patronlarına sunuluyordu: “Yeni İvan’lar bizi yıldıramazlar” diye.
Nöbeti devraldığı insan, çocukluk arkadaşı, mektep şakirdi, yani Hocası Şeyh Cemaleddin’in en büyük yardımcısı olan Gazi Muhammed idi. Gazi Muhammed son nefesinde; “Benim yerime o geçecek” diyerek nöbeti Şeyh Şamil’e devretmiştir. II. Katerina siyaset icabı Kazak Sultanlarına iltifatlarda bulunmuş, hatta siyaset uğruna koynuna alarak, Dağıstanlıları imhayı planlamıştır. Buna rağmen emellerini gerçekleştirememişlerdir. Hatta Kazakların hatmanı Duruşenko; “Yenilmeyen bir millet tanıyorum. O da Kafkasyalılar” diye itirafta bulunmuştu.
Bu dağlar ne topla, ne tüfekle, ne süngü ne de kılıçla aşılabilmiş, bu yüzden Moskof generallerinin başarısızlıklarına binaen apoletleri sökülmüş, hatta nişanları bile geri alınmıştı. Kafkasya bu mücadeleler sayesinde Bolşevik ihtilaline kadar hür ve bağımsız yaşayabilmiştir böylece.
Çarlara baş eğmeyen Şeyh Şamil, Avar Türklerinden ün salmış bir soydan gelmekte idi. Soyu, Avarların meşhur kahramanı Emir Han’a dayanmakta, Babası Muhammed Dango, annesi ise Avar Beylerinden Pir Burak’ın güzel kızı Bahu Mesedo’dur. Gimri’de yerleşen bu ailenin iki çocuğu olmuştu. Bunların biri erkek olan Ali, diğeri kızı Fatıma’dır. Daha altı aylık iken hayatından ümit kesilen Ali’ye bir takım dua, ayet ve muskalar hazırlanmış, dağ otlarından bin bir ilaç içirilmiş. Bilahare Allah’ın sıfatlarından “korusun” anlamında Şamil adı verilmiştir. Ne olduysa bundan sonra olmuştur. Yani bu isim, bir hayat iksiri gibi yetişmesine adeta deva olmuştu. Her ne oluyorsa birden bire gelişiyor, boyu uzuyor ve yavuz delikanlı oluyor zamanla.
Bütün köy delikanlıları onunla kendileri aralarında büyük fark olduğunu kabul ediyor, nitekim her yerde onun adı geçiyordu. Köyün güzel kızları hayallerinde hep onu düşlüyorlardı. Bu arada Şamil’in babası çok içiyordu. Bir gün babasına:
—Baba artık şarap içmeyeceksin demiş
—Ya içersem ne olacak? Beni vuracak mısın?
—Seni değil kendimi bıçaklarım, demiş.
İşte o zaman baba, şaka götürmez olduğunu anlayıp söz vermiş; artık şarap içmeyecekti bundan böyle. Bu vaka, daha Şamil’in küçük yaşta istediklerini kabul ettiren mizacını ortaya koyuyordu. Bir gün gelecek O’nu Don’dan Volga’ya kadar herkes sayacak ve itaat edecekti.
Şamil orta tahsilini kendisinden dört yaş büyük olan arkadaşının eğitim gördüğü Betliha’da görür. Betliha’ya ulaşan Şamil hem arkadaşına kavuşmanın sevincini yaşarken, hem de Şeyh Cemalettin gibi büyük bir hocanın terbiyesi altında yetişebileceğinin tadını hissediyordu.
Nasıl ki Fatih’in terbiyesinde Molla Gürani’nin ve Şeyh Akşemseddin’in çok büyük rolü olmuşsa, Şamil’in tahsilinde ve yetişmesinde de arkadaşı Gazi Muhammed ve Şeyh Cemaleddin’in çok büyük tesiri olduğu muhakkak. Şeyh Cemaleddin O’nun için şöyle der:
—Bu küçük yarın çok büyük adam olacak! Şamil de cevaben:
—Size layık olmaya çalışacağım, demiş.
Nasıl ki Fatih’i Molla Gürani’ye teslim ederken babası Hoca’ya,
—Eti senin kemiği benim demişse, Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’i de babası Şeyh Cemaleddin’e emanet ederken aynı duyguları taşıyordu.
Şamil, bütün hayatında iki şeyi mukaddes bildi. Biri milliyeti, diğeri ise biricik ülküsü olan İslâmiyet’ti. O kendisini Avar Türklerinden mensup olduğunun idrakiyle İslâm’ın yılmaz kılıcı olmaya adamıştı. Hayatını buna göre tanzim etmişti. Resûlüllah (S.A.V.)’a öyle aşkla bağlı idi ki, bir gün mutlaka merkadine yüz sürmenin aşkıyla dopdolu idi.
Şeyh Şamil, harekete geçmeden evvel istihareye yatıp, camiye kapanıp sonra savaşıyordu.
Şeyh Şamil’in müritleri tepelerden kurşun yağdırıyor, hatta Rus süngüleri eşliğinde havada Çeçen kılıçları parlıyor, ölüme sevine sevine koşuyorlardı tek yürek tek ve kalp halde.
Şeyh Şamil harekâtı bulunduğu yerden takip ediyordu. Artık uzaklarda top sesleri kesilmişti, Ahulgo kalelerinin üzerinde beyaz bayrak çekilmişti çünkü. Zira Şeyh Şamil düşmanla anlaşmak zorunda kalmıştı. Belki bu anlaşma insan kıyımına son vermek içindi. Bu arada Ruslar fırsatı ganimet bilip hem Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’i savaştan vaz geçirecek kuvvetli bir söz, hem de rehin talep ettiler. Nitekim Şeyh Şamil oğlu Cemaleddin’i idealleri uğruna rehin vermeye razı olmuştu, ama ne yazık ki Şamil çocuğunu Moskof’a verdiği günün akşamı, Ruslar her iki Ahulgo’yu zapt etmişlerdi. Bu durumda Şeyh Şamil, yakınları, karısı ve annesi, ikinci oğlu ile emniyet içinde kaçmıştı. Ruslar Şeyh Şamil’i sağ ve salim ele geçirmek niyetinde idiler. Cesur imam beyaz atı ile beraber yüzlerce metre aşağısında kendisini Koysu deresinin köpüklü sularına bırakıvermişti. Aradan onbeş sene geçmişti. Öyle ki, Koysu deresi bile ihtiyarlamıştı. Şeyh Şamil ölmemişti. Suların içinde yeniden dirilen adına yakışır Kartal çıkmıştı sanki. Hacı Murat bile bu dere olayını duyunca yerinden fırlamış,
—O tepeden atıyla sulara gömülen Şeyh Şamil mi? diye şaşırmıştı. Bu manzara Hacı Murat’ı derinden etkileyerek hasmı Şeyh Şamil ile barışmasına sebep olmuştu, yani birken iki güç olmuştular. İki tarafın kahramanları, iki başlı Kafkas Kartalı ile moral bulmuşlar ve güçlerini Moskof’a karşı birleştirmişlerdi. 1843’te müritler Unsukul’u Ruslardan geri aldılar. 1849’a kadar devam eden bazen Rusların, bazen Dağlıların başarıları ile giden bu uzunca mücadeleler Dağıstanlıları yıldıramıyordu.
Savaşların en önemlisi 1845’te oldu. Dağlıların köşke ani baskını ile prensin zevcesi ve baldızı Gürcü veliahdının kızlarını ele geçiriverdiler. Bu durum Şeyh Şamil için iyi bir fırsattı, nitekim evladına kavuşmak için bu kozu büyük bir ustalıkla lehine kullanabilmiştir. Nihayet Çar beklenen emri verdi:
“Cemaleddin babasına iade edilsin” diye.
Böylece birazdan tahta köprünün biraz ilerisinde baba-oğul kucaklaşıyordu. Dile kolay, bu tam tamına 15 senenin hasreti idi.
Şeyh Şamil, bundan sonra bütün dikkatini Dargo Vidino kalesi üzerine toplayacaktır. Zira bu kaleyi de aldılar, Yüzbaşı Likof başta olmak üzere seksen kişiyi de esir aldılar. Gazi dervişler çok seri hareket ediyorlardı, öyle ki; Rusların süngüsü dahi beş para etmiyordu.
Ancak Savaş mı barış mı tartışması baba-oğul arasını açmıştı. Şeyh Şamil oğlunu evlendirmekte çözüm aradı, yani bu izdivaçla birlikte oğlunu dağa çekmeye vesile olacağını tasarlar. Derken evlilik Dargo Vidinolu naibi Talgika’nın güzel kızı olan Zulma ile gerçekleşir.
Aradan bir sene geçmişti ki bir Rus subayının, oğlunun hatası sonucu öldüğünü öğrenen Şeyh Şamil sert çıkışarak:
—Bunun adına hıyanet derler.
Oğlu:
—Hayır, baba, ben hain değilim. Benim maksadım lüzumsuz kan dökülmesine mani olmaktır cevabını verince, Şeyh Şamil:
— Yıkıl karşımdan! Bir daha gözüme görünme. Çekil artık karşımdan! Diyerek oğlunu kovmuştur.
Baba-oğul kırgınlığı Cemaleddin’i içten içe çökertir. Artık Cemaleddin ince bir hastalığa yakalanmıştır. Hasta yatağında tek arzusu, babasıyla görüşüp hakkını helal etmesini istemektir. Bu arzusunu mektupla babasına bildirir de. Neyse ki Şeyh Şamil hasta yatağında son nefesini vermekte olan oğluna yetişir ve başucunda şöyle der:
—Ben seni çoktan affettim oğul, yeter ki sen yaşa! Diye.
Bu sözler Cemaleddin’in duymak istediği son sözlerdi aslında. Böylece başını babasının göğsüne bırakıp ruhunu teslim eder Allah’a.
Şeyh Şamil önce Cemaleddin’i kaybetmişti. Sonrada sevgili karısını kaybetti. Birbiri ardından gelen bu acılar O’nu acaba savaşmaktan alıkoyacak mıydı? O bütün acılara aldırış etmeden vücudunda tam ondokuz süngü yarası ile yoluna devam ediyordu hala. Bu süngü yaralarından biri vardı ki bir türlü iyileşmiyordu: O da gönül yarası idi. Yani evlat kaybının vermiş olduğu derin yara.
İşte bu Kafkas Kartalı Şeyh Şamil idi. Gecenin bir karanlığında Günib’e doğru gidiyordu. Çarlara baş eğmeyen Dağlı coşmuş müritlerine ve halkına:
—Ey Dağıstan ve Çeçenistan milletleri, parolamız ölünceye kadar savaş olmalıdır”
Bu çağrı karşısında Müritler hep birden yemin ettiler.
Ruslar Günib’i kuşatmadan önce Şeyh Şamil’le anlaşmayı denemiş, gelen elçilere cevaben:
—Günip yüksek bir dağdır! Ruslar bu dağın eteğindedir. Allah’a giden yola ancak bizi çiğneyerek çıkabilirler! Sözünü söylemişti ama artık her şey bitmiş ve 10 Ağustos 1859 yılında Ruslar Günib’i kuşatmışlardı.
Şöyle ki Herkeste;
—Aholga alındı, Dargo Vidino alındı, Günib de alınacaktır! Telaşı hâkimdi.
Çarlara baş eğmeyen Dağlı nihayet yola geldi, başını eğdi ve teslim oluyordu artık. Fakat bir şartla, O sadece çarlarına teslim olacak! Rus generaline haber veriniz, deyiniz ki;
—Çarlara baş eğmeyen dağlı şimdi başını veriyor!
Bu sesleniş bir kararlılığın ifadesiydi. Üstelik bu kararı halkını düşündüğü için alıyordu.
Albay Lazarov İmam’ı selamlayarak şöyle der:
—Çarımıza teslim olmakla bizatihi esir değil, misafir sayılıyorsunuz! Şunu biliniz ki şanınıza layık muamele göreceksiniz. Bu hareketiniz o kadar ulvidir ki sayenizde on binlerce, yüz binlerce dağlı da hayata kavuşmuş olacaklardır.
Şamil vakarlı bir şekilde Albaya doğru yürüdü, dağlıların diliyle:
—İnşallah dediğiniz olur!
Bu karşılıklı konuşmaların ardından yola koyulurlar ve iki günlük bir yolculuktan sonra Şeyh Şamil’i getirecek kafile Petersburg’a girer nihayet.
Halk birbirine:
—İşte büyük İmam geliyor!
Petersburg’da Çar II. Aleksandr’ın huzuruna vardığında Çar O’na;
—Hoş geldiniz. Siz asla esir değil, bizim aziz ve şerefli misafirimizsiniz. Kendinizi yabancı saymamanızı sizden rica ediyorum, tarzındaki sözlerini söyledikten sonra, Çar ayağa kalkarak meşhur çifte kartal nişanını, İmam’ın göğsüne eliyle takarak tebrik eder. Bu tutumuna karşı Büyük İmam, Çar’a:
—Teşekkür ederim. Ailem efradıyla beraber yaşayacağımız şehirde ölümümüze kadar sesimiz çıkmayacak, bizden bahsedilmeyecektir. Buna emin olabilirsiniz.’’ der.
Çar ile İmam son defa el sıkışırlar. Böylece Şeyh Şamil ve maiyeti Çar II. Aleksandr tarafından tahsis edilmiş olan Kaluğa’daki konağa yerleştirilir.
On yıldır Kaluğa’da geçen günler onun için artık monoton sayılırdı. Ne rütbe, ne şan, ne zafer hiçbiri Şeyh Şamil’i alakadar etmiyordu. Şimdi O, biran evvel Resûlüllah (S.A.V.)’ın merkatına yüz sürmeyi düşünüyordu. Kendi kendine “Acaba yüz sürebileceğim mi?” diye içine ateş düşmüştü bile.
Bir zamanların iki çetin hasmı, artık ikili samimi arkadaş olmuş, öyle ki içindeki bu yangını Çar’a iletmekten imtina etmez. Çar bu konuyu düşünmek için bir müddet ister. Beklenen kararı aşkla şevkle bekleyen Şeyh Şamil arzu ettiği müjdeyi 1869 yılı son baharında alır. Şeyh Şamil bu habere çok sevinmişti II. Aleksandr müsaade vermişti çünkü. Bu izin Şeyh Şamil için hayatının en büyük hediyesi sayılırdı.
Hac yolculuğu için hazırlıklara hızla başlanıldı. Derken İmam’ın hazırlığı bir haftadan fazla sürdü ve en nihayet yolculuk başladı. Önce Kırım, sonra İstanbul, sonra Mısır ve daha sonra Cidde’ye varırlar. Kutsal topraklarda Şeyh Şamil’le Vali’nin ve Mekke Emiri’nin kucaklaşması orada bulunanları coşturmaya yetmişti bile. Bu sıcak karşılamanın akabinde Cidde’den Mekke’ye, Medine’ye derken Haccın bütün rükünlerini yerine getirir. Yıllarca özlemini çektiği Peygamber (S.A.V.) merkadine yüz sürer. Ölüm yaklaşmıştı, dile kolay bir ömre nerdeyse bir asra bedel olacak hayat geçmişti üzerinden. O mübarek topraklarda amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Nitekim amansız hastalığa yenik düşer, böylelikle ruhunu Allaha teslim eder orada.
O şimdi baki olan sevgilinin yanındadır.
Son sözümüz:
Dün’ün Dağlıları bugünün yalnız kurtları, bugünün yalnız kurtları dünün Dağlıları’dır.
Hakeza dünün Şeyh Şamil’i bugünün Dudayev’i, bugünün Dudayev’i dünün Şeyh Şamil’idir.
Vesselam.