NİYET HAYIR AKİBET HAYIR

NİYET HAYIR AKİBET HAYIR
ALPEREN GÜRBÜZER

Evet, bir insanın niyeti hayırsa akıbeti de hayır olacağı muhakkak. Anlaşılan Allah yolunda vuslat; her işin başlangıcındaki niyete göre sonuç vermektedir. İnsan niyetine göre sonu ya hüsn-ü hatime (güzel son), ya da su-i hatime (kötü son) ile ömür sürecini noktalar. O halde iyi bir sonuç almak istiyorsak, Allah rızası için işe koyulmak gerekir. Bu yüzden Resulü Ekrem (s.a.v); “Beş şeyden önce, beş şeyi fırsat ve ganimet bilin demiş ve bunları
—İhtiyarlık gelmeden gençliği,
—Hastalık gelmeden sağlığı,
—Fakirlik gelmeden zenginliği,
—Meşguliyet gelmeden boş zamanı,
— Ölüm gelmeden hayatı” diye sıralamıştır.
Keza İmamı Gazali de; “Her kulun ilk vazifesi önce niyeti öğrenmek, sonra onu (niyeti) Salih amelle sağlam bir hale getirmek” beyanıyla niyet üzerine odaklanmamız gerektiğine dikkat çekmiştir. Niye dikkat kesilmeyelim ki, baksanıza bir kere niyetin harekete geçiş noktası kalptir. Madem kalp vücudun merkezi bir üst karargah konumda, madem her şey kalple start alıyor, o halde ilk evvela kalbi sağlama almak lazım gelir. İşte tüm bu gerçeklerden hareketle kalbin bilgi ve iradesiyle bir şeye kesin karar verme fiiline niyet deriz. Mesela namazda hangi vaktin namazını kıldığını bilmek niyettir, yani esas olan niyet edilen vakti bilmektir. Ayrıca namaz esnasında gayri ihtiyarı dışarıdan kalbe gelip giden şeyler (havatırlar) niyet değildir. Dolayısıyla bu tür düşüncelerin kıymeti harbiyesi yoktur diyebiliriz.
Kalp o kadar önemli bir merkez ki, kalben niyet olmaksızın dil ile yapılan niyet sahih değildir. Ancak bir insan birtakım nedenlerden dolayı (dalgınlık gibi) niyeti hatırlamazsa dil ile söylemesi kâfi gelir. Anlaşılan dil ile söylemek niyette şart değildir. Kaldı ki dil ile niyetin bidat olduğunu ileri süren görüşlerde var. Belli ki hem kalben, hem de dil ile söylemek şöhret derecesinde bugüne kadar uygulanır olması ve ulemaca yol edinildiği için müstehap sayılmıştır. Bir başka ifadeyle dille ikrar edilen niyeti selef iyi olarak değerlendirmesi bir yana adet haline gelmiştir. Oysa ne Resulü Ekrem, ne sahabe, ne de tabiinden bu durum nakledilmiş değildir. Nitekim Resulü Ekrem’in namaza başladığında görünürde sadece tekbir aldığı müşahede edilmiştir. O halde niyetimizi sağlam tutmakta fayda var, aksi takdirde bozuk bir niyet yüzünden verilen emekler bir anda heba olabiliyor. Bir insan düşünün, öğrendiği ilmi Allah rızası için değil de dünyalık elde etmek için öğreniyorsa, o ilim neye yarar ki? Kaldı ki; Allah Resulü; “Kim, ilmi sırf dünya elde etmek için öğrenirse kıyamet günü cennetin kokusunu koklayamaz” buyuruyor (Ebu Davud).
Keza Allah Resulü;; Allah-ü Teala kıyamet günü kendisine ortak koştuğu kimse için; Git! Kim için amel ettin isen karşılığını ondan iste diyecektir (Tirmizi) buyurdu.
Yine Rasulullah (s.a.v); “Şüphesiz Allah sizin dış şekillerinize ve cesetlerinize bakmaz fakat kalplerinize ve amellerinize bakar” (Müslim) beyan buyurur.
Demek ki; şekle değil, içimizden geçen niyete önem vermeliyiz. Bu arada niyetimizin dışında kalbe gelen düşünceler için de istiğfar edip ve tevbe etmek icap eder. Neyse ki riyaya kaçma endişesi taşımak kaydıyla kalbimize gelen düşüncelerden mesul tutulmuyoruz. Bakın Fahri Kâinat Efendimiz bile; “Ey istediği tarafa kalpleri çeviren Rabbim, benim kalbimi senin dininde sabit kıl” diye dua ederek kalbin her an dönebileceğine işaret etmiştir. Zira hiç kimse kalbin dönmeyeceğinden emin olamaz. Allah Resulü böyle dua edince sordular:
—Ya Rasulullah! Sende mi endişe ediyorsun?
Habib-i Kibriya (s.a.v);
—Beni hangi şey emin kılabilir? Hâlbuki kalp Allah Teâlâ’nın iki kudret parmağı arasındadır. Onu dilediği tarafa çevirir buyurdular.
Rasulüllah(s.a.v); “Bir adam insanların gözünde cennetliklerin amelini işler gözükür, hâlbuki o, cehennemliklerdendir. Cennete ancak gerçek Müslüman olanlar girecektir. Şüphesiz Allah bu dini facir bir adamla da kuvvetlendirir” (Buhari) buyuruyor.
Rasulullah(s.a.v):
Kıyamet günü hesaba çekileceklerin ilki savaşta öldürülen kimsedir. Allah Teala o gün dünyada kendisine verdiği nimetleri hatırlatır ve:
—Verdiğim nimetle ne yaptın? diye sorar.
Kul cevaben:
—Senin uğruna savaştım, şehit oldum der.
Allah-ü Teâlâ:
—Yalan söylüyorsun, sen rızam için değil, sana kahraman desinler diye savaştın diye karşılık verip akabinde yüzüstü sürülerek cehenneme atılır.
Keza yine sırasıyla hesap çekilecek kesimlerden ilim öğreten ve Kur’an okuyan kimse olacak.
Allah-ü Teâlâ ona da:
— İlminle ne yaptın diye sorar.
Cevaben:
—Senin için ilim tahsil ettim der.
Allah-ü Teâlâ:
—Hayır, sana âlim veya iyi bir Kur’an okuyucusu desinler diye ilim tahsil edip okudun cevabını almasıyla birlikte o da yüz üstü cehenneme atılır.
Şayet sırada hesaba çekilen zengin kesimden biriyse o da yukarıda zikredilen örneklere benzer cevap verdiğinde, Allah-ü Teâlâ:
—Hayır, sen sana cömert desinler diye malından mülkünden harcamalar yaptın buyurup o da aynı muameleye tabii tutulur.
Anlaşılan ahirette insan layık olduğu muameleye tabi tutulacaktır. Nitekim Rasulullah (s.a.v); “Muhakkak ki bütün ameller niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık görür..” buyuruyor.
Arabî’lerden bir adam Rasulüllah’a iman edip tabii olduktan sonra;
—Ya Resulüllah! Sizinle hicret etmek istiyorum der.
Bu kararlı sözler üzerine Efendimiz (s.a.v) onu ashaptan birisine havale edip bu sana emanettir, ona göz kulak ol der. Tabi bir zaman sonra savaş olduğunda söz konusu o kişi ashabın arkasından geliyordu. Çünkü yolda düşen ve kalanları gözetiyordu. Derken orduya yetiştiğinde ona kendi payına düşen ganimeti takdim ettiler. O da derhal Efendimizin huzuruna çıkıp;
—Ya Rasulullah! Bu nedir?
Efendimiz (s.a.v):
—O senin için ayırdığım ganimet payı.
Adam:
— Ama ben sana dünya malı için tabii olmadım ki, sadece şu boğazıma bir ok atılıp saplansın da öyle ölüp cennete gideyim diye biat ettim der.
Resulü Kibriya:
—Şayet bu niyetinden sadıksan Allah tasdik edip muhakkak seni yalancı çıkarmaz buyurdu.
Gerçekten de biraz sonra düşmanla karşı karşıya gelip savaşa girildiğinde tam işaret ettiği kısımdan boğazına bir ok saplanmış halde şehit düşer de.
Öyle ki Resulü Ekrem (s.a.v) onun hakkında;
Allah’a karşı sadık oldu. Allah'ta onu doğru çıkardı. Allah’ım Senin yolunda hicret edip şehit oldu.. Bende bunun şahidiyim diye kanaat ortaya koymuştur.
Bir başka örnek ise; Müşriklere ilk ok yağdıran bir kişi içindir. Şöyle ki;
O malum şahıs anıldıkça Resulü Ekrem tarafından; o cehennemliktir diye nitelendirilen biri. Tahmin etmişsinizdir bu kişi şan ve şöhrete tutkun Kuzman’dan başkası değildir. Öyle ki o, Uhud’da kıyasıya yapılan savaşta Müslümanlar dağılınca:
—Ey Evs topluluğu! Ölmek kaçmaktan hayırlıdır diye seslenecek kadar cesaret örneği sergilemenin yanı sıra cenk esnasında aldığı ağır yaralara rağmen bütün hıncıyla müşriklerden 7-8 kadar kişi öldürmeyi başaran biriydi. Fakat ne var ki kahramanlık tek başına bir değer ifade etmiyor. Çünkü o kendisini savaşta gösterdiği metanetinden dolayı tebrik için gelenlere;
—Ne tebriki diye söylenip herkesi şaşırtan kuru dava adamıdır. Neyse ki şaşkınlık ve merakı giderecek itiraf kendisinden gelir. Şöyle ki o; bu işi bizatihi şan ve şeref için yaptığını itiraf etmiştir. Nihayet kuru dava uğruna mücadele ettiği savaşta aldığı yaraların acısına dayanamayınca kolunun bir damarını kesip intihar eder de. Allah Resulü bu durumdan haberdar edilince ellerini açıp;
—Allah-ü Ekber! Şahadet ederim ki; Allah’ın Resulüyüm diyerek şükretmiştir.

NAMAZDA NİYET

Müminin niyeti kâfirin amelinden üstün olması hükmü gereği; Müslüman olmak, iyi ile kötüyü ayırt edebilecek (temyiz) yaşta olmak ve niyet edilen şeye kalbin karar kılması gibi hususlar niyetin şartları kapsamına girer. Madem öyle tüm amellerde niyetin hakkını vermek icap eder. Bir kere tüm ibadetlere temel teşkil eden abdest niyetini bilmek mecburidir. Şöyle ki; “Niyet ettim abdest almaya” veya “Niyet ediyorum farz namazı için abdest almaya” denilebilir. Hatta abdest alırken misvak kullanmakta iyidir, şayet misvak yoksa misvak niyetine parmaklarımızla dişleri ovallamakta fayda vardır. Gusül alırken de; ‘Niyet ettim gusül etmeye’ demelidir. Malum namaza niyet ederken de; ‘Niyet ettim Allah-ü Teâlâ’nın üzerime farz ettiği namazı kılmaya’ denilmeli, şayet namaz cemaatle kılınacaksa ilaveten; ‘Uydum imama’ cümlesini de ilave etmek gerekir. Hakeza kaza namazı kılınıyorsa niyetinde kaza namazı kılmakta olduğunu belirtmelidir. Unutmamamız gereken bir noktada tekbir aldıktan sonra alınan niyetle namazın sahih olmayacağı hususudur.
Bir başka husus ise kalbin karar kılma noktasında niyet edilenin dışında bir sözcük veya kelimenin yanlışlıkla dilden çıkmış olması, ya da dil sürçmesinin vuku bulmasıdır. İşte bu tür nedenlerden dolayı sehven söylenmiş ifadeler niyeti bozmaz. Mesela bir kimse öğle namazı diyeceği yerde sehven ağzından ikindi diye telaffuz etmişse yine öğlene niyet etmiş sayılır.
Ayrıca niyetin şartlarından biri de niyet ile tekbir arasına dünyevi bir meşgale girmemesi gerektiğidir. Doğru olan iftitah tekbiri ile birlikte niyetin bitişik gerçekleşmiş olmasıdır. Fakat bazı durumlar var ki arada abdest almak, nafile namaz veya mescide yürüme gibi durumlarda bitişiklik gerekmeyebilir, yani ara verilebilir. Mesela abdest bozulduğunda derhal abdest tazeleyip namaza devam edilebilir.
Farz, bayram ve vitir namazına niyet ederken “Bugünkü cuma”, “Bugünkü vitre” diye namazın vaktini belirlemek gerekir. Oldu ya bir kimse cemaate yetiştiğinde farza niyet eder, kılınan namazın teravih olduğu ortaya çıkarsa, o kıldığı namaz nafile yerine geçer. Zaten yatsı namazından önce teravih namazı yoktur, kılınsa bile caiz değildir.
Bir kimse vakti çıkmamıştır inancı ile öğle namazını kılmış olsa o kıldığı namaz kaza yerine geçer, ya da o kimse öğle vakti içinde hem öğle, hem de ikindi namazına niyet etse o kılınan namaz ancak vakti girmiş olan namaz için geçerli niyete dönüşür.
Cuma namazını vaktin farzı niyeti ile kılmak olmaz, çünkü asıl vakit öğlenindir.
Niyette rekâtların sayısını anmaya gerek yoktur.
Nafile namazlarda sadece namaza niyet yeterlidir. Bir başka ifadeyle nafilelerde “Namaza niyet ettim” demek kâfidir. Velev ki, sabah namazının sünneti olsun. Yine de şu vaktin ilk sünneti veya son sünnetine niyet etmekte sakınca yoktur, fakat her halükarda teravih namazını (vaktin sünnetini) kılmaya niyet ettim demelidir.
İmamın imamlığa niyet etmesi ancak kadınlarında cemaatle namazda bulunması durumunda şarttır. Peki ya cemaat? Adı üzerinde cemaat (topluluk), madem her topluluğun bir lideri var, o halde cemaat olan bir kişinin niyet ederken “İmama uydum” demesi şarttır, aksi takdirde namaz sahih olmaz. Ayrıca imama uyarken uyanın kıldığı namazın cinsini belirtmesi şarttır. Şayet imama uyan bir kişi, imam daha Allah-u Ekber demeden imamdan önce tekbir getirirse imama uymuş sayılmaz. Fakat akabinde hatasını anlayıp ikinci kere tekbir alırsa imama uymuş sayılır.
Kıbleye niyet etmek şart değildir. Sadece kıbleye dönmek şarttır. Demek ki, “Döndüm kıbleye” diye niyete gerek yoktur, zaten namaz kıbleye yönelik kılınır.
Kendisine uyulan imamın kim olduğunu bilmek gerekmez. İlla da şahıs ismi belirtip, namazı eda ettikten sonra imam olarak niyetine aldığı şahıs değilse o kıldığı namaz sahih olmaz. Çünkü bu niyette kayda bağlanmışlık söz konusudur. İmam açısından baktığımızda ise; “Bana uyanlara imam oldum” dese kadınları bile kapsayan niyet olur.
Cenaze namazı kılan kimse “Allah için namaza meyyit için duaya” diye niyet eder. Cenaze namazı namazdan öte hakikatte duadır. Zira cenazede kıraat, rükû ve sücut yoktur. Buna rağmen cenaze namazın da erkek ya da kadın adına niyet tayininde hata varsa o namaz sahih olmaz.
Hac için önceden niyet etmekte bir sakınca yoktur. Örneğin bir insan evinde Hacca niyet edip yola çıktığında, niyet etmeksizin ihrama girerse bu Hac caizdir.
Bütün ibadetlerde bir işi Allah’a nispet etmek şart değildir. Zaten namaz Allah için kılınır, Allah için oruç tutulur. O halde “Senin rızan için oruç tutmaya” demeye gerek yoktur.
İbadetlerin dışında, mesela dünyalık işlerimiz içinde Allah için niyet edilirse o iş bir anda ibadete dönüşebilir. Bu yüzden Gavs-ı Sani (k.s); Bir insan sabahleyin işine giderken; Ya Rabbi senin vermiş olduğun rızkı kazanmak için işe gidiyorum demiş olsa o gün çalıştığı mesaisi ibadet olur diye buyurmuştur.
Velhasıl; niyet gerek hayatın maddi alanında, gerekse manevi alanında tek kurtarıcı sermayemizdir.

AMEL-İ SALİH
SELİM GÜRBÜZER
Bir müminin sırf iyi niyetli olması yetmez, iyi niyetini Salih amelle taçlandırması da gerekir. Hem şu fani dünyada peygamberlerden, sahabelerden, rabbani âlimlerden daha çok kim iyi niyetli olabilir ki. Hele her bir peygamberin, her bir sahabenin, her bir rabbani âlimin hayatlarına bir bakalım, ibadetten geri kalmadıklarını görürüz. Düşünebiliyor musunuz âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın Habibi Peygamberimiz (s.a.v) bile ‘Dosdoğru ol’ emrin gereği ibadet yapmakla mükelleftir. Hakeza bu mükellefiyete eşleri, evlatları, ehlibeyti ve tüm ümmeti de dâhildir. Nitekim Hz. Fatıma annemizin ruhunu almak için gelen ölüm meleğine, rahmet meleklerinden biri:
-Dikkat et, ruhunu alacağın kişi Peygamber kızıdır deyince,
Ölüm meleği şöyle der:
-Peygamber kızı da olsa vazifem gereği sadece Salih ameli bilirim der.
Evet, Peygamber kızı da olsa ahret için Salih amel şarttır. Anlaşılan bu dünyadan göç edildiğinde soyun sopun, malın mülkün, şan şöhretin bunların hiçbirinin bir hükmü yoktur, ruz-i mahşerde Allah’ın huzurunda tek kıymete değer Salih ameldir. Bir mümin düşünün ki, geceleyin teheccüd namazı kılmakta, yetmedi sabah namazı kıldıktan sonra güneş doğuncaya dek oturarak Allah’ı zikredip akabinde iki rekât namaz kılmakta. Bu durumda Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu veçhiyle o müminin sağ omzundaki kiramen kâtibin melek derhal gereğini yapıp amel defterine tam bir (nafile) hac ve umre sevabı yazar. Keremine çok şükür ki, Yüce Allah cömert sahibidir, bu sayede derin uykudan kalkıp da Salih amel işleyen kulunu boş çevirmemekte, bilakis tam bir hac ve umre sevabıyla mükâfatlandırmakta. Üstelik bu mükâfat hiç bir yol sıkıntısı ve bedeni yorgunluk sıkıntısı çekilmeksizin Allah’ın lütfu bir mükâfattır. Besbelli ki geceleyin yeryüzüne sağanak sağanak inen bu ilahi rahmeti ancak kalbi uyanık amel-i salih işleyen kullar çekebilmekte. Çekemeyenlerse malum, gaflet uykusunda uyuyanlardan başkası değil elbet.
Peki, geceleri gaflet uykusuyla ibadetsiz geçiriliyor da ne oluyor, güya bedenini dinlendirmiş oluyor, ruhense ilahi rahmetten istifade etmemiş halde güne uyanmış olur. Şayet buna da uyanmak denirse, hiç kuşkusuz uyandığında büyük bir ruhi boşluk içerisinde ve derbeder bir halde güne merhaba diyecektir. Bu durumda olanın hali tıpkı kalaylanmayan bakır kab gibidir. Nasıl ki kalaylanmayan bakır kabdan içilen ayran insanda gıda zehirlenmesi bir etki yapıyorsa, aynen öyle de gece ibadetiyle kalaylanmayan bir kalple güne başlamakta ruhi bunalım etkisi yapacaktır. Oysa insanın dünyaya geliş gayesi gaflet uykusuyla ömrünü geçirmek değildir, bilakis geliş gayemiz: “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat:56) ayeti mucibince Yüce Allah’a kulluk etmektir. O halde, daha ne duruyoruz, vakit kalbimizi ibadetle uyanık tutma vaktidir. Şayet kalbimizi ibadetle iri ve diri tutmazsak biliniz ki ömrümüzü bir hiç uğruna heba etmiş olacağız demektir. Zaten görünen köy klavuz istemez, gelinen noktada İslam’la olan bağlarımız zayıfladıkça Salih amel işlemek hak getire, varsa yoksa dünyalık peşinde koşturmak birinci öncelimiz olmuş durumda. Bir İslam’ın zirve yaptığı yıllarda ki müminlerin bir durumuna bakın, birde şuan ki bizim durumumuza bir bakalım. Bizden öncekilere baktığımızda kahır ekseriyetinin rotasını Allah’a çevirdiklerini ve azimetle Salih amel işlediklerini, hayatlarını sünnet-i seniyye üzere tanzim ettiklerini, ölenlerin çoğununda sakallı olarak göç ettiklerini görürüz. Bizim kuşağa baktığımızda diğerlerini hiç saymaya gerek yok, sırf sakaldan hareket etiğimizde ölenlerimizin çoğunun sakalsız olarak göç ettiklerini görürüz. Eski kuşak mı akıllı, biz mi akıllı pek bilinmez ama şu bir gerçek eskiler sünnet sevabını kaçırıp sakalsız kabre girecek kadarda akılsız değiller. Bilindiği üzere sakal Peygamberimizin sünneti olmasının ötesinde tıpkı gece namazında olduğu gibi gece gündüz demeden yirmi dört saat sevap hanesine yazılacak türden Salih bir ameldir. Hani sadece kaçırdığımız sünnet sakalı olsa belki gam yemeyiz, o kadar sevap hanemize yazılacak pek çok fiili sünnetleri kaçırıyoruz ki, halimize üzülmemek elde değil. Biz böyle gaflet deryasında yüzüp pek çok fırsatı kaçıra duralım, bakın Allah Teâlâ dünyada iken fırsatları değerlendiren kullarını ruz-i mahşerde huzuruna çağırdığında onları nasıl müjdeliyor:
-“Ey kulum! Beni ve Resulümü görmediğin halde iman edip itaat ettin. Benden, ne dilersen dile, her istediğin verilecek. İşte Resulümün cemalini gör.”
Hiç kuşkusuz tüm bu müjdelerin yanı sıra cennetlik mümin kullarına Rü’yetullah’ını da gösterecek. Böylece Salih kullarının itaat etmelerinin karşılığı olarak cemalini görme şerefi tattırılmış olur.
Her ne kadar eski kuşak nesle göre durum vaziyetimiz pek iç acıcı görünmese de şu da bir gerçek, İslami hayatın kıt olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Bundan dolayı da bu zamanda az bir Salih amel karşılığında çok büyük ecir ve mükâfatta verilmektedir. Nitekim bu hususta Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir sohbetlerinde:
-Ahir zamanda yapılan bir amel karşılığında elli amel sevabı yazılır buyurunca, Sahabeyi Kiram:
-Ya Rasulüllah! Yani bizim şu an yaptığımız elli amelin sevabı mı yazılır, yoksa sizin yaptığınızın sevabı mı?
Rasulüllah (s.a.v) cevaben şöyle der:
-Sizin yaptığınız elli amel sevap yazılır.
Tabii bu işin sevap yönü, azap yönü ise malum hangi dönemde olursa olsun mesela dinin direği beş vakit farz namazın tek bir vaktini terk etmenin bedeli bir hukbe cehennem azabıdır. Ki, bu söz konusu ‘bir ahiret günü hukbe’, dünya ölçeğinde seksen yıla tekabül etmekte, dolayısıyla bir müminin bilerek ve kasten farz olan ibadeti terk etmenin hiçbir şaka götürür yanı yoktur. Bikere ismi üzerinde farz ibadeti, yani akıl baliğ olan müminlerin yapması gereken Allah’ın emri ibadetten söz ediyoruz, dolayısıyla farzın eda etmeme lüksümüz asla yoktur, eda etmemek için ya deli olmamız gerekir, ya da ölmemiz icab eder. Nitekim namaz deliden ve ölüden sual edilmez bir ibadettir. Farzın dışında kılınan namazların terkinde ise kaza gerekmediğine göre her hangi bir müeyyide de söz konusu değildir. Ancak nafile namazda olsa yerine getirildiğinde sevab olarak hanesine yazılır. Hakeza tüm nafile salih ibadetlerde öyledir. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle der: “Zerre miskal hayır işleyen karşılığını görecek, zerre miskal şer işleyen de karşılığını görecektir” (Zilzal:7–8). Gerçekten de şu fani dünyada her ne yaptıysak “O gün ağızlarını mühürleyeceğiz, elleri bizimle konuşacak ve ayakları yaptıklarına şahadet edecektir” (Yasin:40) ayet-i mucibince ruz-i mahşerde salih amellerde, kötü amellerde tek tek ortaya dökülecek de. Şüphe yoktur ki, Allah’ın adalet terazisinden kimse kaçamayacaktır. Zira Allah adildir, aynı zamanda kuluna zulmetmez de. Yeter ki kul “Sana yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et” (Hicr–99) ilahi hükmün gereği Salih amel işlemek için çaba sarf etsin, Yüce Allah (c.c) kulunun bu çabasına karşılık birtakım işlemiş olduğu kusurlarını “El-Settar” isminin tecellisiyle örter bile.
Şu da var ki, ibadet gaye değildir, Allah’a yakinlik hali kazanmada sadece vasıtadır. O halde bir mümin bindiği vasıtayı gayeleştirmesi doğru olmaz, çünkü ibadetten maksat Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah muhafaza Rıza-yi Bârinin dışında başka gayeler edindiğimizde tıpkı dinden bihaberler gibi şeytanın maskarası ve oyuncağı oluruz. Malum şeytan meleklerinde hocası olup neredeyse gök ile yer arasında secde etmediği yer kalmamıştı. Ama gel gör ki salih amelini sermaye görerekten gayeleştirip ilahi emre itiraz etmesiyle birlikte huzurdan tard ediliverdi. Madem öyle, bir müminde Salih amel işlediğinde amelini görmemeli, her daim Allah’ın rızasını gözetmeli, aksi halde şeytanın düştüğü çukura yuvarlanması an meselesidir. İşte Şah-ı Hazne (k.s) bu nedenledir ki şöyle der : “İnsan son nefesine kadar ne olacağını bilemez. Onun için insan hep son nefesinin kaygısını çekmeli, son nefesini gözetmeli.” Nitekim kurtuluş sadece Allah Teâlâ’nın Kur’an’da beyan buyurduğu veçhiyle “Akıbet (kurtuluş) takva sahipleri içindir” (Araf:123).
Zaten pek çok ehl-i tarik zatlar, yegâne kurtuluşun takvadan geçtiğini bildikleri içindir Salih amel hususunda ruhsatla ve cevazla amel etmek yerine azimetle amel etmek yolunu kendilerine düstur edinmişlerdir. Nitekim Şah-ı Nakşibenb (k.s)’ın maneviyatta feyiz aldığı Abdülhalik Guvdüvani (k.s) amel hususunda şöyle nasihatte bulunur: “Hey oğul Bahaeddin, zikr-i ilahiden fariğ olma! Mahlûkata halisane hizmet et. Çünkü Hakka giden yol, hizmetten geçer, Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehyde istikamet üzer ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittiba et, ruhsatları bırak, bid’atlerden kaç, insanat, hayvanat ve nebatat senden hizmet bekler. Hafi zikre sarıl. Allah yar ve yardımcın olsun.” Elbette ki, bu öğüt karşısında Şah-ı Nakşibend (k.s) gereğini yapıp sofilerine ısrarla ruhsatla değil, azimetle amel etmeleri yönünde telkinlerde bulunur bile.
Hakeza Kadiri tarikatının piri Abdülkadir-i Geylani Hz.leri de azimetle amel tarikini düstur edinen zamanının Gavs-ı Geylanisidir. İlginçtir kendisi Kadiri şeyhi olmasına rağmen azimetle amel bir yol takip etmesinden olsa gerek Hâcegân yolunun sekiz şart adabında, vird dersinin başlangıcında, teveccühte Nakşibendi Sadatlarıyla birlikte ismi anılaraktan ruhuna Fatiha gönderilen zatlardan biridir o. Ruhuna Fatiha hediye edilmesi de son derece yerinde bir hediye. Zaten ifa ettiği Salih amel bizatihi Nakşî amelinin ta kendisiydi. Nitekim Gavs-ı Geylani öyle amel ederdi ki, tam yirmi bir sene insanlardan uzak kalarak ibadet etmiş. Derken uzun seneler nefsiyle mücadele sonucu nefsi ağzından parçacık şeklinde çıktığında; kendi kendine:
-Oh be, hele şükür senden kurtuldum, artık seni bir daha almayacağım dediğinde gaipten bir ses:
-Ya Abdülkadir-i Geylani! Tez onu geriye al, zira biz seni nefsinle beraber sevmiştik.
Evet! Bu yolda nefis olacak, ama biz nefsin peşinden değil, nefis bizim peşimizden koşacak şekilde yol kat edilmesi makbuldür. Dahası bu kutsi yolda nefsi yok etmek yerine nefsi ıslah etmek esastır. Nefis nefisliğini yapacak, bizse salih amel işleyerek seyr u suluk yolunda ilerlememize bakacağız. Elbette ki salih amel işlerken nefis boş durmayacaktır, bizi yolumuzdan alıkoymak vücudumuzda kodlanmış olan âlem-i emirle bağlantılı nurani letaiflerin asıllarına dönmemesi için çaba sarf edecektir. Çünkü nefis ve şeytan gayet çok iyi biliyor ki, nurani letaifler asıllarına dönüş yaparsa salih amel sahibine itaat itmek zorunda kalacaktır. Madem öyle, durmak yok, seyr-u suluk yola devam etmek gerek.. Aksi halde nefsi ıslah edemeyiz. Nitekim bu hususta Ebul Hasan’ül-Zencani; “İbadet binasının temellerinin “Göz, dil ve kalp” üçlü sacayağının nefis karşısında dimdik güçlü olarak ayakta kalmasına bağlı olarak yükseleceğini dile getirmiştir. Yani, bu demektir ki insan nefsin heva hevesine kapılmadan diline, eline beline sahip olaraktan mücadelesini kazandığında ancak o zaman nefsine söz geçirebilecek güce ulaşabilmekte. Malum, nefsi öyle kolay kolay zapturapt altına almak her babayiğidin harcı olmasa gerektir. Bakınız Gavs-ı Bilvanisi bu hususla alakalı bir sohbeti şöyle nakleder:
Bir gün birinin canı zina yapma arzusu bürüdüğünde önce elini ateşe sokaraktan nefsini sınamış. Tabii elini ateşe sokunca canı çok yanmış, öyle ki acısını ta ciğerlerinde hissetmiş. Sonra nefsine dönüp şöyle der;
-Ey nefis! Mademki en ufak küçücük ateşin acısına dayanamıyorsun, o halde ne cüretle beni peşine takıp günah işletmeye sürüklersin ki.
Böylece, o kişi nefsin hevasına yenik düşmeksizin haram işlemekten kurtulmuş olur. Bir insan, yeter ki nefsi ıslah etme yolunda kararlı olsun, Yüce Allah’ın “Ben her nefse gücünün yetmediği işi yüklemem. Ancak takatinin ve gücünün yeteceği şeyi teklif ederim (Bakara: 286) beyan buyurduğu veçhiyle Allah o kuluna güç kuvvet verip kolaylık sağlar da. Hele ki bir insan büyük günahlardan herhangi birini yapacak durumda iken nefsine galip gelip o haram fili işlemezse biliniz ki o insanı günahtan men eden güç kuvvet yüreğindeki imanın kemale ermenin neticesi bir güçtür bu. O halde nefis karşısında Allah’ın biz aciz kullara lütfettiği ‘iman, ibadet ve dua’ zırhını üzerimizden çıkarmamız gerekir. Nasıl mı? Hiç kuşkusuz Allah’ın hoşuna gidecek en ufak küçücük bir Salih amelde olsa tereddütsüz yerine getirmekle elbet. Bakınız bir kıssada bir adamdan şöyle bahsedilir:
İki yüz sene yaşayıp ölünce çöplüğe atılan bir adam vardı. Allah Musa’ya İsrail oğullarının toplanıp cenazesinde bulunmalarını emretti. Dediler ki:
-Ya Musa! Biz bunu hep kötü bilirdik, bu adamın Allah katında durumu neydi ki Rabbimiz cenazesinde bulunmamızı istiyor, Rabbimize bir sorsan. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s) Rabbine münacaat eder.
Rabbül Âlemin Musa’ya:
-Evet, o iki yüzsene kötü işlerde ömrünü tüketti ama bir gün Tevrat’ı açtığında Habib’imin ismini görünce öpüp hürmet etti, işte bu ameli çok hoşuma gitti, ona karşılık affettim (Bkz. Kutul Kulub, 2, 163) buyurdu.
Hakeza Bişr-i Hafî önceleri ayyaş birisiydi, ama bir gün yolda yürürken üzerine Allah lafzı yazılı bir kâğıdı yerden alıp, onu hürmetle yüksek bir yere koyunca veli kullardan oldu. Demek ki; en ufak sandığımız bir amel insanı bir anda veli kullarının arasına e dâhil edebiliyor, yeter ki bir insanın niyeti Allah için halis olsun gerisi gelir elbet.
O halde Ne mutlu kendini her türlü günahtan koruyabilene, ne mutlu Salihlerle beraber olanlara demek düşer bize. Malumunuz amele riya karışırsa bu düpedüz münafıklıktır. Resulullah'ın (s.a.v.) dizinin dibinde de olsa hiç fark etmez durum değişmez. Nitekim münafıklar Allah Resulünün sürekli dizinin dibinde idiler, ama kalpleri Allah Resulünün kalbine karşılık gelmediği içindir dizinin dibinde olmalarının onlara hiçbir faydası olmadı. Zira Abdullah bin Ubeyr, İbni Sehil ölünce, Resulullah (s.a.v.) cenaze namazı kılmak istedi. Fakat Yüce Allah (c.c);
- ''Onlardan hiç birisinin, öldükleri zaman, cenaze namazını kılma ve kabrinin üzerinde durup, onlara dua etme'' ayetiyle Habibinin kılmasına mani olunmuş oldu. Derken hayatta iken Allah Resulünün sürekli dizinin dibindeydiler ama, gel gör ki içi başka dışı başka oldukları içindir imanları tam olmayıp bu dünyadan münafık olarak göç etmişlerdir.
İşte görüyorsunuz içi başka dışı başka olunca emri ilahi gereği namazının kılınmasına müsaade edilmemekte. Keza birde Allah Resulünün dizinin dibinde olmayıp da çok uzak mesafelerde öyleleri de vardı ki kalbleri pırıl pırıl Allah Resulünün kalbine karşılık geldiği içindir dini mübinin feyzi ve bereketinden çok istifade görmüşlerdir. Nasıl mı? İşte Necaşi, bunun en bariz örneği, Malum Necaşi Habeşistan’da kral idi. Vefat edince, Resulullah (s.a.v.) ashabına: “Gelin namazını kılalım'' beyan buyurduğunda hep birlikte gıyabında beraber namazını kılmış oldular. Bu demektir ki, bir insan Habeşistan’da olsa kalp kalbe karşılık gelince dizinin dibinde olacak şekilde Allah Resulüne yakın olunabiliyormuş. İşte ahde vefa, işte kalben yakin olma hali budur. Derken Habeş Kralı Necaşi kalben yakın olma hali sayesinde imanı tam olmuştur.
Peki ya günümüzde durum nasıl? Malum, günümüzde ibadet ve amel-i Salih işlemden bir başka tür münafık alameti “Kalbim temizdir” hüsnü kuruntusuyla hareket edenlerin sayısının haddi hesabı yoktur dersek yeridir. Oysa bu tamamen Allah’a ibadetten kaçışın ifadesi bir kılıftır. Neymiş, yok efendim adam dürüstmüş, yok efendim adam vefalıymış, yok efendim adam dost canlısıymış. Elbette ki, bu tür vasıflar ibadet etmeyenlerde de olabilir, ama bu neyi değiştirir ki. Her şeyden önce dünyaya geliş gayemizin gereğince Allah’a kulluk etmek mecburiyetindeyiz. Sırf dürüstlükle işler hallolsaydı başta ismet sıfatına haiz peygamberlerden amel-i salih istenmezdi. Kaldı ki, peygamberlerden emir almaksızın kendi başına hareket edenler olduğunda uyarıldıkları gibi zelle türü hatalarından dolayı cezalandırılmışlar bile. Nitekim Yunus (a.s)'ın kıssası bunun en bariz timsali zaten. Düşünsenize peygamberde olsa bir anlık dalgınlık ya da unutaraktan yapılan zerre miskal en ufak kendi başına buyruk kesilme teşebbüsü bir bakıyorsun Allah indinde zelle türü hata olarak karşılık bulup balık karnında haps edilme cezasına çarptırılabiliyor. Madem öyle, Kur’anda zikredilen bu Yunus kıssasından hareketle şimdi tamda ‘benim kalbim temizdir’ diyenlere sormak gerekir; Yunus (a.s) balığın karnında iken bile bir an olsun kendini Allah’ın zikrinden, ibadet ve taatten alıkoymamışken sizler nasıl olurda kendinizi ibadetten muaf tutabiliyorsunuz, pes doğrusu. Hem sizler bulunmaz Hint kumaşı mısınız ki, habire kalb temizliğinden dem vurmaktasınız. Hani şunu: “Efendim artık günümüzde ülke sınırları iç içedir, dünyanın bir ucundan öbür ucuna bir kaç saat içerisinde çok rahatlıkla gidip gelinebiliyor. İster istemez bu gidip gelmeler eşliğinde gayrimüslimlerin huyundan suyundan üzerimize sıçrayabiliyor, Allah affetsin, bundan dolayı ibadetlerimizi aksatmaktayız” şeklinde deseniz pişmanlığın belirtisi olarak sizi anlayabiliriz. Tabi bu arada anlamak ifadesinden kastımız ibadeti boşlayalım tavizi bir ifade olarak anlaşılmasın. Kastımız şudur ki gittikleri ülkelerdeki gayrimüslimlerde zaten habire ibadet yapmaksızın şeffaflıktan, dürüstlükten dem vurmaktalar, dolayısıyla bizimkilere de bu tür söylemlerin bulaşmasını göz önünde bulundurmak manasına tolera edilebilir babından anlamaktır bu. Yine de her ne bab, her ne fasıl olursa olsun bir mümin olarak hiçbir bahanenin arkasına sığınaraktan asla kendimizi ibadet ve itaatten kendimizi soyutlamamız gerekir. Sanmayalım ki, Yüce Allah’ın bizim amelimize ihtiyacı var, asıl ihtiyacı olan biziz. İşte görüyorsunuz amel-i salih ibadet yapmaya yapmaya ne hallere düştüğümüz her şey gayet net çok açık ortada.
Velhasıl-ı kelam, ihtiyacımız Salih amel üzere hayatımızı tanzim etmeli ki, gerçek manada kalbimiz pırıl pırıl temiz huzura erebilsin.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3964/amel-i-salih

NİYET HAYIR AKİBET HAYIR
SELİM GÜRBÜZER
Evet, bir mümin niyetini hayreylediğinde akıbeti de hayrolacak demektir. Zaten hak ve hakikat yolunda vuslat denen hadise ancak ömrün başlangıcındaki iyi niyetin kemale ermesine bağlı olarak vuku bulabiliyor. Hiç şüphesiz ömür boyu halis niyet üzere yaşayan bir müminin son nefesini hüsn-ü hatimeyle (güzel sonla) nihayetlendireceği muhakkak. Bir mümin düşünün ki, ömür boyu kötü niyet üzere bir hayat idame etmiş elbette ki böylesi bir müminin son nefesini su-i hatimeyle (kötü sonla) nihayetlendirmesi kaçınılmazdır. Umut edilir ki, tüm müminler olarak son nefesini hüsnü hatimeyle sonlandıranlardan oluruz. O halde ya nasib deyip tez elden halis niyetle Allah’ın ipine sarılaraktan yola koyulmak gerekir. Şayet tez elden halis niyetle yola koyulmazsak bizi avlamak için pusuya yatmış haramilere yem olmaktan kendimizi koruyamayız. En iyisi mi biz, hayırlı işlerde acele ediniz hükmünce halis niyetle yola koyulalım ki, haramiler bizi daha avlamaya fırsat bulmadan yolun sonunda ışık göründüğünde beratımızı almış olalım. Ne de olsa şu fani dünyada maddi âlemin bize sunacağı aş, ekmek, su, ziynet gibi her an tükenmeye mahkûm sınırlı metalardan başka vereceği bir şey yoktur. O halde bize Mevlana’nın deyişiyle “Bend-i sim ü bend-i zer-altın ve gümüş bendileri, bağları…” çözüp ayağımıza dolaşabilecek her türden dünyevi prangalardan kurtulup ebediyete mal olacak hayırlı işlere talip olmak düşer. Malumunuz, ebediyete mal olacak hayra tebdil olacak işler Allah’a abd olmayı gerektirir. Ki, Allah’a kul olmak özgürlüğün ta kendisidir. Ve bu özgürlük, yine Mevlana’nın o güzel deyişiyle vuslat vakti geldiğinde Şeb-i Arus olarak anlam kazanır da. Madem öyle, vuslat vaktine dek haramiler yolumuzu kesmeden ebediyete ve hayırlara kapı aralayabilmemiz için Resul-i Ekrem (s.a.v)’in ümmetine:
“Beş şey gelmeden önce, beş şeyin kıymetini bilin;
-Ölüm gelmeden önce hayatın
-Hastalık gelmeden önce sağlığın,
-Meşguliyet gelmeden önce boş vaktin,
-İhtiyarlık gelmeden gençliğin,
-Fakirlik gelmeden önce zenginliğin”(Buharì, “Rikak”,3; Tirmizi, “Zühd”,25) diye öğütlediği bu beş nimetin kadri kıymetini ömür boyu kulağımıza küpe eyleyip gereğini yapmamız gerekir.
Gerçektende Peygamberimizin beyan buyurduğu hadis-i şerifin mana ve ruhuna vakıf olduğumuzda halis niyetle ömrümüzün her karesini iyi yönde değerlendirmeye işaret vardır. Dikkat edin her cümlenin arasında ısrarla halis niyet diyoruz, çünkü İmamı Gazali Hz.leri bu hususta şöyle der: “Her kulun ilk vazifesi önce niyeti öğrenmek, sonra onu (niyeti) Salih amelle sağlam bir hale getirmek gerekir.”
İşte İmam-ı Gazali Hz.lerinin bu müthiş sözlerinden anlaşıldığı üzere hayatımızın her safhasında Allah’ın (c.c) rızasını kazanmaya yönelik niyetimizi halis kılmak gerekir ki, yaradılış gayemizi sağlam temeller üzerine oturtabilelim. Yaradılış gayemizi sağlam temeller üzerine inşa ettiğimizde görülecektir ki bilhassa bu inşa faaliyeti süreci içerisinde ısrarla üzerinde durduğumuz halis niyet gerçeğinin çıkış yerinin dil değil kalp olduğu anlaşılacaktır. Madem öyle, vuslat yoluna koyulurken ilk evvela kalpten başlamak gerekir. Öyle ya, kalpteki niyetimizi sağlama almadan yola çıkmışız neye yarar ki. Vira bismillah deyip yola koyulurken azmimizi yitirmeyelim gerisi gelir elbet. Malum, azmetmek ya da halis niyetli olmak hiç fark etmez her iki haslette ruhu ikizi kardeş gibidirler. Nitekim namaz kılmaya azmettiğimizde iftitah tekbiri öncesi namazın ismini, farzını, vacibini ve sünnetini bilmekten tutunda imama uymak gibi bir dizi kural ve kaidelerin farkında olmakla niyet moduna geçmiş oluruz, aksi halde neye azmettiğimizin hiçbir anlamı kalmayacağından niyet etmişte olmayız. Bu arada oldu ya, namaz içi veya namaz dışı gayri ihtiyarı bir takım hal havâtırlar akla takıldığında sakın ola ki ümitsizliğe düşmeyelim, asla ne niyetimiz ne de namazımıza ziyan olur. Ama yinede bunlardan kurtulmak için istikamet üzere yaşamayı elden bırakmamak gerekir.
Şu bir gerçek, dille niyet akla ait bir meleke faaliyetidir, ne yaptığını bilmek ve farkına varmak denen kalbi niyet ise adı üzerinde kalbe ait bir meleke faaliyetidir. Nitekim gerçek anlamda niyet kalbin karar kılmasıyla sahne alır. Dolayısıyla namaza dille niyet ettiğimizde dilin burada ki fonksiyonu kalpte üretilip karar kılınana sadece aracılık etmiş olmasıdır. Anlaşılan o ki, kalb bilgi üretmenin ötesinde karar kılma merkezidir. İşte bu noktada niyette kalbin karar kıldığı bir veri parçası olarak dikkatimize sunulur. Nasıl mı? Hani bazen duygu yüklü olduğumuzda hislerimize hâkim olamayıp gözyaşı seline kapılırız ya, aslında bu gözyaşı damlaları gözün bir marifeti olarak salınmaz, bilakis kalbin marifeti bir salınımdır bu. Göz sadece bu noktada sadece aracılık görevi yapmış olur. Hani bazen de pişmanlık hissine kapıldığımızda yüzümüze utangaçlık hali yansır ya, aslında bu da yüzümüzün marifeti bir yansıma değildir, kalbin marifeti bir utangaçlık halidir bu. Aynen niyette öyledir, yani kalbe ait melek-i veri marifeti bir keyfiyettir.
Tabii kalbin marifetiyle gerçekleşen daha pek çok veri örnekleri verilebilir elbet, ama burada asıl üzerinde durmamız gereken husus kalb dünyamızda kodlanmış olan ‘niyet’ gerçeğinin farkına varmaktır. Hani kalbimizde bir şeyler doğduğunda, doğulan şey vuku bulduğunda “Benim altıncı hissim kuvvetli” deriz ya hep, aslında o altıncı his algısı kalbimizin maharetiyle üretilen önseziden başkası değildir. Ki, bu tür önseziler iç sıkıntı ya da neşe şeklinde tezahür ettiği gibi Allah’a ibadet etmeye karar kıldığımızda niyet olarak da tezahür etmekte. Zira kalbe ait en önemli melek-i sezi niyet gerçeğinde gizlidir. Derken bu sezi sayesinde kılacağımız namazların ve diğer ibadetlerin adı konulmuş olur da.
Bir yerde niyet varsa ibadet vardır, yani niyet yoksa ibadet yok hükmündedir. Hani bir güzel söz var ya, dervişin fikri neyse zikri de o dur diye, aynen öyle de bir müminin yaptığı amelin adı neyse niyeti de o dur. Teşbihte hata olmasın kalpteki niyetin vücut bulup dile gelmesi sayesinde Yüce Allah’a ibadet ederken hangi vaktin namazının ve o namazın farz mı, sünnet mi, vacip namaz mı olduğunu ancak o zaman fark edebiliyoruz. Böylece fark ettiğimizde Yüce Allah’a niyet beyanımızı takdim etmiş oluruz. Değil midir ki, Yüce Allah Kur’an’da kullarına hitap ederken akla değil doğrudan kalbe seslenmekte, o halde niyetinde doğrudan kalpten kopup Yaradan’ıyla ünsiyet kurması son derece gayet tabii bir durumdur. Kaldı ki, Kur’an ayetlerinin nuraniyetini, yani vahyin soluğunu ancak kalp hissedebiliyor. İşte bu hissiyattır ki Allah’tan gelen mesajları niyet ederekten bizi ibadete motive eder. Akla kalsa ibadet filan hak getire, o Allah’tan gelen mesajları yorumlamanın peşindedir habire. Bu yüzden ayetleri yorumlamaktan başını kaldırıp ta ibadeti akl edebilecek gücü kendinde göremez. İşte bu gerçeklerden hareketle ibadetleri akıl yoluyla değil, Peygamberimizin uygulamalarına bakaraktan icra ederiz. Zaten akıl melekesi etrafımızda olan biteni var olan bir şeyi zıddıyla kıyas ederek akl edebilmekte, zıddın dışında asla idrak etme gücü yoktur. Dolayısıyla Yüce Allah’ın zıddı olmadığına göre, akıl bu noktada Allah’ı idrak etmekte aciz kalıp kalbin önsezisi marifetiyle ‘amenna saddak’ diyecektir.
Evet, şu bir gerçek, akıl sübjektif olanı kavramaktan acizdir, hiç kuşkusuz vahyin soluğunu ancak kalb hissedebiliyor. Ve kalbin vahyin nefesini hissedişiyle birlikte Allah’a ibadet edeceğimiz zaman niyette beraberinde soluklanır. Böylece halis niyetle ibadet edildiğinde o ibadet Miraç olur da. Yani bu demektir ki, ibadetten maksat Allah’a yatıp kalkmak şeklinde tazimde bulunmak değildir, ibadetten maksat Allah için ibadeti Miraç eylemektir. İşte, bu maksadımızı hayırlara tebdil eyleyecek olanda hiç kuşkusuz halis niyettir elbet. Çünkü niyetin en belirgin özelliği ibadete anlam katmasıdır.
Malumunuz, objektif bilgiler eşyanın dış kısmıyla alakalıdır, sübjektif bilgiler ise doğrudan kalble alakalıdır. Hayatın gerisinde madde, ilerisinde ise ruh gerçeği vardır. Yeter ki, bu gerçeğin farkına vararaktan kalb penceremizden ruhun engin deryalarına dalmak arzusunu ve niyetini taşıyalım dinin direği namazlarımızı miraç eyleriz de. Ki, kalben miraç eylemek sünnettir. Peygamberimiz (s.a.v) miraca yolculuk yaptığında ‘Burak’ adlı maddi binek bile ruha sarılarak ancak yükselebilmiştir. Ruha sarılmasa ötelere kanat çırpmak ne mümkün ki Peygamberimize binek taşı olabilsin. Zira akıl bir yere kadar yol arkadaşıdır, aklında girmeyeceği sahalar var elbet. Dolayısıyla aklı aklıselim kılmak gerekir ki tıpkı Burak gibi ruha sarılıp ruhla birlikte ötelere yol alabilsin. Nitekim Mevlana Hz.leri bu hususta bakın ne buyuruyor: O akıl ki, onun aklı (bağı) vardır, o parça akıl eğer aklından (bağından) kurtulursa tam akıl olur.” Gerçektende akıl ayak bağı olmaktan çıkıp kalbin önsezine ve ruha tutunduğunda, Burak misali hakikat gerçeğine yolculuk yapacak demektir.
Bir kez daha belirtmekte fayda var, objektif bilgiler eşyanın dış kısmını oluştururken sübjektif bilgiler de içini oluşturur. Mutlak bilgi ise insan idrakinin ötesinde Allah’a has sıfattır zaten. Objektif ve sübjektif veriler Yüce Allah’ın varlığını idrak etmek için vardır. İdrak etmek içinde Allah’tan gelen tüm enfüsi ve afakî tecelli dairelere anlam katmak gerekir. Bu da sözde değil özde niyetimizi halis kılmakla mümkündür. Çünkü özde niyetin yeri kalptir, dil değildir. Dolayısıyla kalbi niyet olmaksızın dil ile yapılan niyet sahih değildir. Ancak insan hali dalgınlıkla niyetini hatırlamazsa dil ile ikrar etmesi kâfidir. Ama yine de dil ile ikrar etmek niyette şart unsuru değildir. Hatta ulemadan dil ile niyetin bidat olduğunu dile getirenlerde vardır. Aslında hem kalben, hem de dil ile söylemek şöhret derecesinde bugüne kadar yol edinildiği içindir kahır ekseriya bu şekilde niyet edilmekte. Bu nedenle bir kısım ulema böylesi niyeti müstehab görmüştür. Fakat buradan şu anlam çıkmasın, bir kısım ulema dille niyeti mustehab kapsamında değerlendirdi diye bizimde adet haline getirmemiz gerekir. Kaldı ki bu hususta ne Resul-i Ekrem (s.a.v)’den, ne Sahabeden, ne de Tabiûndan böyle bir hüküm nakledilmiş değildir. Bilakis Resul-i Ekrem (s.a.v)’den ümmetine yansıyan tek uygulama namaza başladığında sadece tekbir aldığıdır. Madem öyle, kalbi niyetimizi her halükarda sağlam tutmakta fayda var, aksi halde tüm ifa edeceğimiz ameller fasit olabilir. Çünkü Allah Resulü “Şüphesiz Allah sizin dış şekillerinize ve cesetlerinize bakmaz fakat kalplerinize ve amellerinize bakar” (Müslim) buyurmakta.
Evet, niyetimizi halis kılmak çok mühim bir adaptır, nasıl ki süte su katıldığında süt saflığını yitiriyorsa, aynen niyeti sulandırmak da öyledir. Şayet gayri ihtiyari aklımıza takılan bir takım hayali düşüncelerden dolayı niyetimizi halis tutamıyorsak yapacağımız tek şey Yüce Allah’ın merhametine sığınıp bunlar içinde af dilemek olmalı.. Neticede kalpleri evirip çeviren sadece Yüce Allah’tır, o dilerse mümin kuluna tüm hidayet kapılarını açar da. Bakınız bu hususta Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.v) “Ey istediği tarafa kalpleri çeviren Rabbim! Benim kalbimi senin dininde sabit kıl” niyazında bulunmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Tabi Allah Resulü böyle dua edince sahabe sormadan edemezdi:
-Ya Rasulullah! Kalbinden sende mi endişe edip durursun?
Habib-i Ekrem (s.a.v) cevaben şöyle der;
-Beni hangi şey emin kılabilir? Hâlbuki kalp Allah Teâlâ’nın iki kudret parmağı arasındadır. Onu dilediği tarafa çevirir.
Hiç kuşkusuz Müberra dinimizde amel olmazsa olmaz şarttır. Ancak pişmiş aşa su katmamak kaydıyla amel olmazsa olmaz derecede bir şarttır. Nitekim Rasulüllah (s.a.v) bu hususta şöyle beyanda bulunmuştur: “Bir adam insanların gözünde cennetliklerin amelini işler gözükür, hâlbuki o, cehennemliklerdendir. Cennete ancak gerçek Müslüman olanlar girecektir. Şüphesiz Allah bu dini facir bir adamla da kuvvetlendirir.” (Buhari)
Hatta Rasulullah (s.a.v) ahirette bunun nasıl olacağını misal getirerek ümmetine şöyle açıklar da:
Kıyamet günü hesaba çekileceklerin ilki savaşta öldürülen kimsedir. Allah Teâlâ o gün dünyada kendisine verdiği nimetleri hatırlatır ve:
-Verdiğim nimetle ne yaptın diye sorar.
Kul cevaben:
-Senin uğruna savaştım, şehit oldum der.
Allah Teâlâ:
Yalan söylüyorsun, sen rızam için değil, sana kahraman desinler diye savaştın diye karşılık verip akabinde yüzüstü sürülerek cehenneme atılır.
Keza yine sırasıyla hesap çekilecek kesimlerden ilim öğreten ve Kur’an okuyan kimse olacak.
Allah Teâlâ ona da:
- İlminle ne yaptın diye sorar.
Cevaben:
-Senin için ilim tahsil ettim der.
Allah Teâlâ:
-Hayır, sana âlim veya iyi bir Kur’an okuyucusu desinler diye ilim tahsil edip okudun cevabını almasıyla birlikte o da yüz üstü cehenneme atılır.
Şayet sırada hesaba çekilen zengin kesimden biriyse o da yukarıda zikredilen örneklere benzer cevap verdiğinde, Allah Teâlâ:
-Hayır, sen sana cömert desinler diye malından mülkünden harcamalar yaptın buyurup o da aynı muameleye tabii tutulur.
Anlaşılan o ki, ahirette insan ne ettiyse ona göre muamele görecektir. Zira Rasulullah (s.a.v)’in bir hadis-i şerifinde “Muhakkak ki bütün ameller niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık görür..” diye beyan buyurması bunun teyididir. Nitekim Arabî’lerden bir adam Rasulüllah (s.a.v)’in risaletini tasdik edip iman ettikten sonra;
-Ya Resulüllah! Sizinle hicret etmek istiyorum der.
Bu kararlı sözler üzerine Efendimiz (s.a.v) onu ashaptan birisine havale edip bu sana emanettir, ona göz kulak ol der. Tabii bir zaman sonra savaş olduğunda söz konusu o kişi ashabın arkasından geliyordu. Çünkü yolda düşen ve kalanları gözetiyordu. Derken orduya yetiştiğinde ona kendi payına düşen ganimeti takdim ettiler. O da derhal Efendimizin huzuruna çıkıp;
-Ya Rasulullah! Bu nedir?
Efendimiz (s.a.v):
-O senin için ayırdığım ganimet payı.
Adam:
-Ama ben sana dünya malı için tabii olmadım ki, sadece şu boğazıma bir ok atılıp saplansın da öyle ölüp cennete gideyim diye biat ettim der.
Resulü Ekrem (s.a.v):
-Şayet bu niyetinden sadıksan Allah tasdik edip muhakkak seni yalancı çıkarmaz buyurdu.
Vakta ki düşmanla karşı karşıya gelindiğinde tamda dediği şekilde boğazına bir ok saplanmış halde şehit düşer.
Öyle ki Resulü Ekrem (s.a.v) onun hakkında;
“Allah’a karşı sadık oldu. Allah'ta onu doğru çıkardı. Allah’ım Senin yolunda hicret edip şehit oldu. Bende bunun şahidiyim” şeklinde kanaat ortaya koymuştur.
Bir başka ilginç örnekte müşrikleri ilk olarak ok yağmuruna tutan bir adamdan söz edilir ki, o adamın Peygamberimiz (s.a.v)’in bulunduğu mecliste ismi anıldığında Allah Resulü onun hakkında; cehennemliktir buyurmuştur. Tahmin etmişsinizdir bu isim şan ve şöhret tutkunu Kuzmân’dan başkası değildir. Nitekim kendisi Uhud’da yapılan kıyasıya savaşta okçuların yerini terk etmesiyle birlikte savaşın seyri müşriklerin lehine dönüştüğünde dağılmakta olan arkadaşlarına:
-Ey Evs topluluğu! Ölmek kaçmaktan hayırlıdır deyip kükremiş aslan kesilmiştir adeta. Hakeza bir cenk esnasında ağır yaralı halde tüm gücüyle dokuz kadar müşriki devirecek kadarda kahramanlık örneği sergilemiştir. Ancak tüm bu kahramanlıklar tek başına bir değer kazanmayacaktır. Çünkü savaş sonrasında kendisini tebrik için gelenlere gerçek niyetinin ne olduğunu şu itirafla ortaya dökülür;
-Ne tebriki ya, bu işi bizatihi şan ve şeref için yaptım.
Gerçektende niyetinin Allah için cihad olmadığını savaşta aldığı ağır yaraların acısına dayanamayaraktan kolunun bir damarını kesip kendi canına kıymasıyla ele verir. Tabii durum vaziyet Allah Resulüne bildirildiğinde, o cehennemliktir sözü yerini bulup:
-Allah-u Ekber! Şahadet ederim ki; Allah’ın Resulüyüm diyerek şükredecektir. Ki, bu ibretlik olay aynı zamanda Peygamberimiz (s.a.v)’in “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır, münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mümin bir amel işlediğinde kalbinde bir nur uyanır” hadis-i şerifini hatırlatması bakımdan da ibret verici hadisedir elbet. O halde sakın ola ki ucuz kahramanlıklara tav olup niyette neyin nesidir deyip hafife almayalım. Tam aksine her daim niyetimizi her alanda kontrol edip şartlarını yerine getirmek için ne gerekiyorsa onu yapmak için titiz davranmak gerekir. Nedir hassas olmamız gereken o şartlar denildiğinde:
-Bikere niyetin kabulü için en başta Müslüman olmak en öncelikli şarttır. Yukarıda hadis-i şerifte zikredildiği üzere müminin niyeti münafığın amelinden üstün tutulmakta. Çünkü Allah rızasına yönelik yapılan bir niyettir bu.
-İyi ile kötüyü ayırt edebilecek (temyiz) yaşta olmak niyetin sıhhati için şarttır.
- Azmedilen niyetin kalbin karar kılması şarttır.
- Sırf abdest almak için “Niyet ettim abdest almaya” niyet etmeli, şayet farz namazı için alınacaksa “Niyet ediyorum farz namazı için abdest almaya” diye farz namazı ibaresini ilave etmek gerekir. Bu arada abdest alırken misvak kullanmak sünnettir, misvak yoksa misvak niyetine parmaklarımızla dişleri ovalamak kâfidir.
-Gusül için ‘Niyet ettim gusül abdesti almaya’ diye niyet etmek kâfidir.
-Farz namazı için ‘Niyet ettim Allah Teâlâ’nın üzerime farz ettiği namazı kılmaya’ niyet etmek kâfidir. Şayet farz namaz cemaatle kılınacaksa ‘Uydum imama’ ibaresin ilave etmek gerekir.
-Kaza namazı için niyet ederken mutlaka kaza namazı olduğunu belirtmek gerekir.
-Tekbir aldıktan sonra niyet ederek namaz kılmak sahih değildir.
-Kalbin üzerinde karar kıldığı niyet ifadesinin içerisinde ki bir sözcük ve kelimenin sehven farklı bir şekilde dilden çıkmış olması ya da dil sürçmesi bir ifadenin vuku bulması durumlarda niyet bozulmaz. Mesela niyet ederken öğle namazı diyecek yerde sehven ikindi olarak telaffuz edildiğinde o niyet yine öğlen vakti niyeti olarak kabul görür.
-Niyetle tekbir arasına dünyevi bir meşgalenin girmemesi şarttır. Bu demektir ki iftitah tekbiriyle niyetin bitişik olarak gerçekleşmiş olması gerekir. Ancak bazı durumlarda, mesela namazda abdest bozulduğunda abdest tazeleyip akabinde namaza devam edileceği sırada ve cemaate yetişme esnasında mescid içerisinde yürümek gibi durumlarda bitişiklik şart değildir, yani ara verilebilir.
-Farz namazı, bayram ve vitir namazlarına niyet ederken “Bugünkü cuma”, “Bugünkü vitre” diye namazın vaktini belirlemek gerekir. Bir kimse farza niyet ederek yetiştiği cemaatle kıldığı namaz teravih olduğu ortaya çıktığında, o kılınan namaz nafile yerine geçer. Ki, yatsı namazından önce teravih namazı kılınmaz zaten.
-Bir kimse vakit çıkmamıştır düşüncesiyle öğle namazını kılmış olsa o kıldığı namaz kaza yerine geçer, ya da o kimse öğle vakti içinde hem öğle, hem de ikindi namazına niyet etse o kılınan namaz ancak vakti girmiş olan namaz için geçerli bir niyet olur.
-Cuma namazına niyet ederken vaktin farzı diye niyet edilmez, çünkü asıl vakit öğlenindir.
-Rekâtların sayısını belirleyerekten niyet etmek gerekmez,
-Nafile namaz için “Namaza niyet ettim” demek kâfidir. Hakeza sünnetler içinde öyledir. Yine de şu vaktin ilk sünneti veya son sünnetine niyet edilebilir, ancak yinede teravih bundan istisna olup “vaktin sünnetini kılmaya” diye niyet etmek gerektir.
-İmamın imamlığa niyet etmesi ancak kadınlarında cemaatle namazda bulunması durumunda şarttır. Peki ya cemaat? Adı üzerinde cemaat (topluluk), madem her topluluğun bir lideri var, o halde cemaat olan bir kişinin niyet ederken “Uydum İmama” demesi şarttır. Aksi takdirde namaz sahih olmaz. Ayrıca ‘uydum imama’ ibaresi yetmez kılınan namazın cinsini belirtmekte niyetin şartıdır. Şayet imama uyan bir kişi, imam daha Allah-u Ekber demeden imamdan önce tekbir getirirse imama uymuş sayılmaz. Ancak hatasından dönüp ikinci kez tekbir alırsa imama uymuş sayılır.
-Kıbleye niyet etmek şart değildir. Sadece kıbleye dönmek şarttır. Demek oluyor ki, “Döndüm kıbleye” diye niyet etmeye gerek yoktur, namaz kıbleye yönelik kılınır zaten.
-Kendisine uyulan imamın kim olduğunu bilmek gerekmez. Şayet şahıs ismi belirtip, namazı eda ettikten sonra imam olarak niyetine aldığı şahıs değilse o kıldığı namaz sahih olmaz. Çünkü böylesi bir niyette kayda bağlanmışlık söz konusudur. İmam açısından baktığımızda ise; “Bana uyanlara imam oldum” diye niyet ettiğinde bu niyet kadınları da kapsayan niyet olur.
-Cenaze namazı kılan kimse “Allah için namaza meyyit için duaya” diye niyet etmesi kâfidir. Malum, cenaze namazı namazdan öte hakikatte duadır. Çünkü cenazede kıraat, rükû ve sücut yoktur. Her ne kadar cenaze namazı hakikatte duada olsa fark etmez cenaze namazı için erkek ya da kadın adına niyet tayininde hata varsa o namaz sahih değildir.
-Hac için önceden niyet etmekte bir sakınca yoktur. Örneğin bir insan evinde Hacca niyet edip yola çıktığında, niyet etmeksizin ihrama girerse bu Hac caizdir.
-Bütün ibadetlerde bir işi Allah’a nisbet etmek şart değildir. Zaten namaz Allah için kılınır, Allah için oruç tutulur. O halde “Senin rızan için oruç tutmaya” demeye gerek yoktur.
-İbadetin dışında, mesela dünyalık işlerimiz içinde Allah için niyet edilirse hiçbir mahzur yoktur. Bilakis Gavs-ı Sani (k.s); “Bir insan sabahleyin işine giderken; Ya Rabbi senin vermiş olduğun rızkı kazanmak için işe gidiyorum demiş olsa o gün çalıştığı mesaisi ibadet olur” diye buyurduğu veçhiyle ibadet o dünyevi iş ibadet olur.
-Hakeza ibadetin dışında yine mesela ilim içinde niyet söz konusudur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) ilim hakkında ''Kim evden ilim okumak için, ilmi talep ederek evden evinden çıkar veya çıkmaya niyet ederse Allah-u Teâlâ bir melaike-i kiramı onun kapısının önüne gönderir, benim kanatlarımın üzerinde ilim okumaya git diye, Allah-u Zülcelâl o meleği gönderir” buyurmakta. İşte görüyorsunuz ilim bu denli Allah katında çok değerli bulunmakta. Öyle kii hiç bir amel için böyle iltifata tabi tutulmamıştır. Düşünsenize bir insan hacca gittiği halde, namazını her daim camide cemaatle kılmış olduğu halde, icabında cihad için yola koyulduğunda meleklerini göndereceğine dair hiçbir kelam edilmezken ilim söz konusu olduğunda en yüce makamdan kelam edilmekte. İlmin önemi şundan belli ki ilimsiz ibadetlerde tam olmayabiliyor. İlla ki, ilimle amelin bir arada olması gerekmekte, ne tek başına ilim, ne de tek başına amel sahibine hiçbir fayda sağlamaz. Zira İmam-ı Gazali Hz.leri bu hususta “Sırf ilim sahibini fasık yapar, amelsiz ilim de sahibini zındık yapar” beyan buyurmakla ilimle amelimizi taçlandırmaya vurgu yapmakta. Aksi halde yapılan amellerden netice alınamayabilir. Bir insan düşünün, öğrendiği ilmi Allah rızası için değil de dünyalık elde etmek için öğreniyorsa, o ilim neye yarar ki? Kaldı ki; Allah Resulü “Kim, ilmi sırf dünya elde etmek için öğrenirse kıyamet günü cennetin kokusunu koklayamaz” beyan buyurmakta (Ebu Davud). Neden cennetin kokusunu koklayamayacağının cevabı ise malum yine Allah Resulünün beyan buyurduğu bir başka hadisi şerifte şöyle açıklık kazanır: “Allah-ü Teâlâ kıyamet günü kendisine ortak koştuğu kimse için; Git! Kim için amel ettin isen karşılığını ondan iste diyecektir” (Tirmizi).
Velhasıl-ı kelam niyet bir dizi şartları kapsar ki, şayet bir dizi bu şartlar yerine getirildiğinde biliniz ki işleyeceğimiz amellerden maksat hâsıl olacak demektir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4017/niyet-hayir-akibet-hayir