MEHMET AKİF ERSOY

MEHMET AKİF ERSOY
ALPEREN GÜRBÜZER

Bana dokunmayan bin yıl yaşasın ortamları koyulaştığında aşırı rehavete koyulmanın bedeli olarak işgaller yakalamıştır Türk insanını hep. Aslolan her an her durumda canlı kalabilmektir oysa.
Ne zaman ki; elde avuçta bir şey kalmazsa başımıza gelen bir lokma bir hırka durum halimizi ‘eh ne yapalım kaderimiz buymuş’ deyip geçiştiriyoruz, ya da istila eden güçlere içten içe hayıflanıp, başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarmaya başlıyor ve etrafımızda olayın vehametini yavaş yavaş dillendirerek teselli bulmaya çalışıyoruz böylece. Bütün bu yaşanan haleti ruhiyemizin veya uyku sersemliğimizin yerini hayata bir nebze dönüşümüzün adı diye de özetlenebilir aslında. Ortada bir kuşatan var birde kuşatılanın acziyeti ve ezikliği sözkonusudur çünkü.
İşte bu acziyetin içinde kendini bedbinliğe bırakmamış bir ruh devreye giriyor, o ruhun adı mehmet Akif’dir. O ne Tevfik Fikret’i, ne de Yahya Kemal’i örnek aldı, o zor olana talip oldu. Yani ne Tevfik Fikret gibi kendi kabına çekilmeyi, ne de Yahya Kemal gibi geçmişin o
İhtişamlı hayatın âlemine sığınmayı, çileyi göğüslemeyi yeğledi. Önce halkın kaderine razı haline son verip gökkubbede yankılanacak bülbül oldu şiirleriyle; enginlere sığmam taşarım diyerek etrafa heyacan aşıladı.. Bülbül seslendikçe halkdaki suskunluk cevvaliyete dönüştüğü gözlerden kaçmadı..
Bitkin düşmüş imparatorluğun ayakta durabilmeye çalıştığı dönemde doğmuştu Akif. Annesi Buhara kökenli, babası ise Arnavut kökenli bir ailenin çocuğu.. Tarih böyle bir sarmal ortamda yakaladı Akif’i. Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar karşısında benimde iman dolu göğsüm serhaddim var şeklindeki meydan okuyuşu ya da şark duruşu diyebileceğimiz tavrıyla milletimizin bülbülü kesildi. İşte o duruş neticesinde ülkemizin o engin ufuklarında İstiklal marşımız doğdu, yazdığı marşının yanısıra o halkın derin tercümanı ve bülbülü olmayı çoktan hak etti bile. Sonunda tarihin insanımıza yüklediği o bıkkınlık ve batı’nın çelik zırhlı duvarı, şarkın iman dolu aşkına mağlup olur. Kolay değildi, uyuyan bir devi yeniden uyandırmak. Ey Türk titre ve kendine dön! diye seslenen Bilge Kağan’ın bir değişik versiyonu olan şiirimsi fethin adıdır Akif. O Milletin bağrında inleyen yürekti, yedi düvele karşı verilen mücadelede en büyük şeref payı ona aittir diyebiliriz. Öyle misralar var ki sönük, kendisine bile tesiri yok, öyle mısralar da var ki, uyuyan bir milleti uyandırmaya yettiği gibi, cepheden cepheye koşturarak kurtuluş destanı olmaya vesiledir. Tarihin yükünü şiirleriyle taşıdı, taşıdıkça sorumluluğu kat kat arttı, yılmadı usanmadı, ta ki pembe şafaklar doğana kadar.
Her ne olduysa kurtuluş zaferinin ardından memleketinden uzak diyarlarda Mısır’a sürgün edilerek bülbülün sesini kıstığımız gibi, kanadını da kırdık. Kendi haline terki diyar edilmesinin burukluğunu yaşattık. Artık bülbülün ruhu taş kesilmişti, siper et gövdeni diyemiyecek kadar donuklaşmıştı. Kurtuluş mücadelesi öncesi mesuliyet şuuruyla değil elini taşın altına, hatta tüm gövdesini koyacak kadar fedakâr olan Akif, kurtuluş sonrası bütün bedeni akkor kesilmişti. Aslında akkor haline gelen bedeni değildi, bedeni ile birlikte tüm halkı idi.. Ona belkide en acı gelen yaşadıkları değil İstiklal Marşını kanla yazdığı topraklardan ötelerde son nefesini halkından uzak beklemeye terk edilmiş olmasıdır. Nitekim, bülbül son nefesini ve Allah’a can borcunu vatanının dışında teslim etmiştir. Ruhu şad olsun.