İSLÂM’IN TEMSİLCİSİ Mİ HİZMETKÂRI MI?
İSLÂM’IN TEMSİLCİSİ Mİ HİZMETKÂRI MI?
ALPEREN GÜRBÜZER
İslâm’ı temsil etme iddiası, çok büyük mesuliyeti yüklen¬meyi gerektirir. Kim, bu iddiayla ortaya çıkıyorsa, İslâm’la ken¬dini özdeş görüyor demektir ki, bu durum son derece tehlikeli ve fitneye yol açan bir olgudur. Hiç bir makam, mevki, kuruluş, toplum ve fert, İslâm’ı temsil edemez. Allah Resulünün (s.a.v.); ‘’Emr olduğun gibi dosdoğru ol’’ ayeti celilesinin dehşeti altında titremesi, ürpermesi ve derin derin düşünmesi bu gerçeğe işa¬rettir. Yine Peygamberimizin; ümmeti, ümmeti, ümmeti... Feryadı ‘’hizmetkârlık’’ olarak değerlendirilmeli.
Dünyada en büyük çileyi çekenler peygamberlerdir. Düşünebiliyor musunuz Pey¬gamberlik gibi yüce bir makamda çile söz konusu. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) zirvenin en tepesinde ve kâinat O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış. Makam-ı Mahmud denilen bir mevkiye sahip. Bu makamın bir başkalarınca davası küfürdür zaten. Bütün Peygamberlerin reisi Sevgili Habibi Hüda (s.a.v.) olduğu halde Hûd Suresinin mesuliyetini omuzlarında hissediyor; ‘’Bir elime ayı, bir elime de güneşi verseniz bu davadan dönmem ‘’diyor. Çilenin doruğuna da ulaşan Resulüllah (s.a.v.) ‘’Emr olduğun gibi dosdoğru ol’’ düsturunca hareket ediyor böylece.
Kendine Kur’an-ı Muciz’ül Beyanı ve Allah Resulü’nü ölçü alan sahabe de ‘’gökteki yıldızlar gibi’’ manevi makamlara haiz oluyorlar. Yıldız olmakla iş bitmiyor. Canlarını, mallarını, evlatlarını İslâm uğruna sebil ediyorlar. Peygamberimizden (s.a.v.) devr aldıkları çile zincirini devam ettirmenin heyecanını taşıyorlar. Hz. Ebube¬kir Sıddık (r.anh.), bu halkanın baş tacıdır. Ebubekir Sıddık(r.anh) şu güzel sözleriyle yü¬reklere ferahlık veriyor; ‘’Nezdinizde mazlumlar, haklarını alıncaya kadar çok kuvvetli, zalimler ise mazlumun hakkını verinceye ka¬dar çok zayıf olacaklardır.’’ İşte Hz. Ebubekir (r.anh.)’ı sıddıkiyet makamına ulaştıran sır, bu sözlerde gizlidir. Peygamber (s.a.v.)’den sonra ashabın reyi ile halife seçilen Hz. Ebubekir (r.anh.) ‘’hizmetkâr’’lığı kendine şiar ediniyor. Hz. Ömer (r.anh.) da sırtında un çuvalıyla fakirlerin hizmetine koş¬ması, İslâm’ın temsilcisi iddiası olmayıp, hizmetkârlığının bir göster¬gesidir. Hz. Ömer’i (r.anh.), Faruku’l Ömer yapan (iyiyi kötüden ayıran), bu ‘’hizmetkârlık’’ şuu¬rudur. Hakeza Hz. Osman’ı (r.anh.) merhametli yapan, bu ‘’hizmetkârlık’’ duygusudur. Hz. Osman (r.anh.) maddi zenginliğine rağmen, İslâm uğrunda parasını harcaması O’nu hilim ve rikkat sahibi yapıyor bir anda. Peygamberimizin damadı olan Hz. Osman (r.anh.) yumuşaklığıyla ‘’Zinnurein’’ (çiftnur) makamına ulaşıyor. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ‘’Ben Kur’an’ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine mücadele vereceksin’’ dediği Hz. Ali (k.v.) ise ‘’İlmin kapısı’’ gibi yüce bir mevkiye ulaşıyor. Bütün bu manevi ve maddi makam¬lara bir çile sonucu gelinebiliyor demek ki.. Gâh hırpalanarak, gâh binbir türlü işkencelere maruz kalarak, gâh canını feda ederek gerçekleşiyor pembe şafaklar. Hâsılı; İs¬lâm’a hizmetkârlık herşeyin üstünde.
Sahabeden sonra çile zinciri tabiine devrolunur. Tabiini tabiin yapan Kur’an, Sünnet ve sahabedir. Sahabeyi görme şerefine nail olan tabiin de aynen ‘’temsilcilik’’ duygusuyla yola çıkmamış tamamen ‘’hadimiyet’’ şuuruyla, insanlara hizmet etmişlerdir. Ta¬biin ulularından Hasan-ı Basri (r.anh.); ‘’Evliyalar olmasaydı dünya yok olurdu. Adil sultanlar olmasaydı insanlar birbirlerini yerlerdi. Salih kimseler olmasaydı günahkârlar helak olurdu. Ahmaklar olmasaydı dünya ma’mur olmazdı. Rüzgâr olmasaydı her yeri fena koku kaplardı. Âlimler olmasaydı insanlar hayvanlar gibi olurdu’’ sözleriyle Allah Resulü’nde toplanan üç vazifenin (devlet yöneticiliği -ruhani reislik- ilim reisliği) dağılımını da vurgulamıştır. Malum, Peygamberimiz (s.a.v.) hem ilim, hem devlet başkanlığı, hem de ruhani rehberliği şahsında toplamıştır. Günü¬müzde bu üç görev ayrı ayrı şahıslarda tezahür etmektedir. Onun için birileri kalkıp da ‘’ben halifeyim’’, ben mehdiyim, ben falanım, ben filanım, düşün peşime’’ gibi iddialarla ortaya çıkıyorsa, biliniz ki, müslümanları galeyana getirmek isteyen fitne mümessilidir onlar. Zaten ‘’ben’’ kelimesi telaffuz eden bir insan, bırakın ‘’halife olmayı, bir çift koyun sürüsüne’’ çoban dahi ola¬maz. Ehlisünnet âlimleri mecbur kalmadıkça ‘’ben’’ kelimesini dillerine almamıştır. Ben’lik davası şeytandandır. Şeytanı dergâh-ı ilahiden uzaklaştıran ‘’ego’’sudur.
Her neyse Resulüllah (s.a.v.)’ın şahsında toplanan üç vazifeden söz etmiştik. Bu üç vazife, taksim edildi de. Birinci vazife ilim adamlarına, ikincisi evliyaya, üçüncüsü sultanlara verilmiştir. Devleti idare eden meka¬nizma, Allah için halka hizmet ederse, devlet risaleti açısından Peygambere halef olmaya layıktır. İlim adamı da ilmiyle insanlığa faydalı olup etrafını aydınlatıyorsa, ilmi yönden Resulüllah’a ha¬leftir. Evliya için de aynı durum söz konusu. Evliyaullah, Rıza-ı İlahi için insanları terbiye ediyor ve irşad olması için çaba sarf ediyorsa ruhani yönden Peygamber (s.a.v.)’e halefidir diyebiliriz. Yalnız burada şunu belirtmekte fayda var. Gerek idari görev yapanlar, gerek ilim hizmeti verenler ve gerekse irşad’la vazifeli evliyalar, hâkimiyet duygusuyla hareket ediyorlarsa hakiki halef olamazlar. Ancak ve ancak ‘’hadimiyet’’ şuuruyla içi dolu olanlar bu sıfatlara layıktır. Hakiki âlim, ben âlimim demez. Hakiki şeyh ben şeyhim demez. Hatta kütüphanelerde çok eski kitaplara bakıldığında kitabı yazan âlimler, kendilerini ‘’esfakir’’ olarak tanıtmışlardır. Gerçek şeyhler de şeyh misiniz? Sorusuyla mu¬hatab olduklarında, kendinden önceki şeyhi işaret ederek kendi¬lerini gizlemişlerdir? Gerçek şeyh irşad edendir. Yani, daire çizendir, halka oluşturandır.
Tarihte Şeyh Said isyanı diye adlandırılan olayı konumuzun dışında olması dolayısıyla o konuları irdelemeyeceğiz burada. Çünkü tarihçilere havale etmek en uygunu. Sadece bizi ilgilendiren kısmı olan Mahkeme sorgusunda geçen cümlelere yer vereceğiz. Nitekim İstiklal Mahkemelerinde sorgulanan Şeyh Said’e, mah¬keme heyeti birçok sorular sorar, bu sorulardan bir tanesi de:
‘’-Kendinize ‘emir-ul mücahidin’ ve ‘emirül mü’minin’ ün¬vanını yakıştırır mısınız?’’ Bunun üzerine Şeyh Said şu cevabı verir:
‘’-Yazan küstahlık etmiş. Hadim-ül mü’minin (mü’minlerin hizmetçisi) sıfatını benimsedim’’ tarzında savunmasını yapar. Devleti idare etme noktasında bir örnek de: Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran’dan tam iki yıl sonra Mercidabık’da Mısır kuv¬vetlerini yenerek Haleb’e girerek bir ‘’hadimiyet’’ dersi verir. 29 Ağustos 1516 günlerden Cuma. Yavuz gibi bir Sultan Cuma na¬mazı için Haleb Camii Kebir’inde kılmaya hazır olur, hutbeyi kendi adına okutur. Minbere çıkan hatip,
‘’Hakimü’l Haremeyniş Şerifeyn (Mekke-Medine’nin hâkimi) diye hitap eder. Bu durumda Yavuz’u şiddetli bir sıkıntı hali alır ve derhal müdahale ederek;
‘’-Ben hakimü’l Haremeyniş Şerifeyn değil, Hadimü’l Hare¬meyniş Şerifeyn’im (Mekke ve Medine’nin hizmetkârıyım) der ve hatip bunun üzerine sözünü geri alıp düzeltince, Yavuz halıyı kaldırarak toprağa alnını koyarak şükür secdesinde bulunmuştur. Hatibe’de kıymetli bir cüppe hediye etmiştir. Yavuz Sultan Selim, devlet yönetimi açısından Peygamber (s.a.v)’e halef olmanın ‘’hadimiyet’’ten geçtiğini ispatlamıştır. Bugünkü idarecilerimiz hâkimiyet sevdasında mı? Yoksa hadimiyet sevdasında mı? Sormak gerek.
Hizmetkârlık duygusu, Osmanlı’yı cihan devleti yapmıştır. Devletin en tepesinden en aşağısına kadar bütün toplum hadi¬miyet şuuruna sahiptir. Moltke; ‘’Padişah ismi Abdulmecid ‘’Al¬lah’ın kölesi’’ demektir. Esir azad edilmekle kalmaz, ömrü boyunca geçimi de sağlanır. Padişahın damatları bile satın alın¬mış esirlerdir. Daha çocukluğunda velinimetinin evine giren esir ailenin bir üyesi haline gelir’’ diyor. Payitahta ve saraya bağlı ola¬rak köle ve esirler için Selçuklu Türkiye’sinde Gulam-hane, Osman¬lı’da Yeniçeri sistemi geliştirilmiştir. Moltke, yine şu sözle¬riyle ‘’hadimiyet’’ bilincinin Osmanlı’da en üst doruğa ulaştığını haykırıyor: ‘’Türkler kölelikte dahi garbın idrakından ileridirler. Asır¬lardan beri devlet mensuplarına geçenlerin kölelikten geldiği aşikârdır.‘’Hatta Osmanlı’da hatta Türkçe bilmeyen vezirazamlar bile görülmüştür. Osmanlı’da toplumun en aşağı tabakasından olması lazım gelen köle, en yukarıya çıkabilmiştir. Fertlere yukarı makamlara ulaşabilmek için fırsat eşitliği ve yarışma imkânı verilmiştir. Ma¬lum Ali Paşa Mısır Çarşısı kapıcısının oğludur. Koca Hüsrev Paşa bir Abaza, aynı zamanda köledir ve onun yetiştirdiği tam tamına otuz üç köle ‘’Paşa’’ olmuştur. Bunların sekizi müşavirliğe yükselmiştir. Görüldüğü gibi ‘’Abd’’ olmadan ‘’Efendi’’ olunamıyor. ‘’Ayak“ olunmadan ‘’baş’’ olmak diyede ifade edebiliriz. Maalesef günü¬müzde çoğu mevki makamları dolduran zevatlar, tüyü bitme¬miş yetimlerin feryatları üzerine günlerini gün etmekteler ve kül¬fetsiz nimete erişmişlerdir. Birgün “Külfette ve nimette beraberlik” ilkesi gerçekleştiğinde Türkiye yeniden yeni ufuklara doğru kanatla¬nacaktır elbet.
Kurum ve kuruluş itibarıyla hadimiyete Selçuklu’da ‘’Ribatlar’’ı, Osmanlı’da ise ‘’kervansaraylar”ı örnek olarak verebiliriz, Yani bu müesseseler bu gayeyle seferber olmuşlardır. Prof. Dr. Osman Turan bu konuda özetle: ‘’Ribatlar hudutlarda askeri gayeler için yapılmış müstahkem yerlerdir. İs¬lâm hudutları daha ileri ülkelere gittikleri zaman ribatlar, askeri mahiyetini kaybederek kervansaraya dönüşür. Kervansaraylar şüphesiz daha evvel İslâm dünyasında kurulan Ribatların de¬vamıdır. Yoldaki kervansaraylara karşılık şehir ve kasabalardaki hanlar da tüccar ve yoksullara mahsus olmakla beraber, ticari ve ücretli olduğunu söyleyebiliriz. Davet üzerine Konya’ya gelen Mevlâna’nın babası ‘’Bahaeddin Veled I. Aladdin Keykubad’a: ‘’İmamların ineceği yer medrese, Tüccarlara Han, Şeyhlere ha¬nekah (tekke), beylere saray, rindlere zaviye, gariblere masta¬bab’’ olduğunu belirterek bunların gayelerini belirtmiştir. İsterseniz kitabın sayfalarını çevirmeye devam edelim. Zira Hancılar dellallar gibi: ‘’Ey Ümmeti Muhammed, malınız, canınız, atınız, donunuz tamam mıdır? diyerek rica edip nida ederler. Misafirin cümlesi tamamdır. Hak sahibi hayreten rahmet eyleye diye karşılık verirler. Selçuklular, kervansaray müessesini Türkistan’a getirmişlerdir. Osmanlılar’da uygulanan devletçilik, kervansarayın ileri gelişmiş halidir... Kapuda daima didebanları negehbanklık ederler. Ba del aşâ kapuda mehter-hane çalınıp kapused olunur. Bidabanlar vakıftan kandiller yakup dibinde yatarlar. Ta cümle misafirin kalktıktan sonra yine mehterhane döğülüp herkese malından haberdar olunuz’’ der. Demek ki; Selçuklu ve Osmanlı’da topluma hizmetkârlık yapmak önemli hale gelmiş ve önemine binaen bu uğurda ribatlar ve ‘kervansaraylar’ vücuda getirilmiştir.
Tevhid, Allah’a kul olmanın remzidir. Çünkü Allah’tan başka mabut yoktur, kul Allah’a köle olunca gerçek hürriyetin lezzetini tadar. I.Ahmed Padişah, aynı zamanda hizmetkâr. Nasıl mı? Şöyle ki; adının verildiği camiye bir amele gibi toprak taşıyarak hizmetkârlık yapmıştır. Bugün hala camii’nin ‘’Sultan Ahmet’’ ismi ile anılması yerindedir. Temeller kazılırken genç Padişah, hadimiyet şuuruyla eteğinde toprak taşıyarak işçileri aşkla çalışmaya teşvik etmiş ve padişahlığın geçici olduğunu, hizmetkârlığın kalıcı olduğunu göstermiştir. Gerçekten de bugün padişah I.Ahmed yok, ama İstanbul’da bütün heybeti ile ‘’Sultan Ahmed Camii’’ gözümüzün önünde canlı bir mabet var. Aynı zaman da Sultan Ahmed Camii bu nok¬tada ‘’hadimiyet’’in remzidir de.
Hacegan silsilesinin büyükleri de ‘’amel’’den çok ‘’hizmetkâr’’lığa önem vermişlerdir. Öyle ki, dergahda iş olmazsa, evleri yıkar, yeniden ev yaparlarmış. Maksad hizmetin durmamasıdır. Saadat-ı Nakşibendî yolunda öteden beri çorba kaynatmak, gelene aş vermek hizmet olarak addedilmiş ve bu geleneği kıya¬mete kadar devam ettirme gayretine girişilmiştir. S. Abdulhakim el Hüseyni (k.s.); Eğer farz ve sünnetler olmasaydı, birinci olarak çalışmayı emrederdim’’ diyerek hadimiyetin ehemmiyetini ortaya koymuştur. Yunus Emre’ye şeyhi himmet yerine, oğul hizmet, hizmet, hizmet illa da hizmet demiştir. Yunus da hizmetinde öyle yücelmiştir ki; ‘’Senin dergâhına eğri odun yaraşmaz’’ diyerek ke¬male gelebilmiştir. Yunus dergâhın hizmetkârlığında hadimiyet şuuruna erişti böylece.
Velhasıl; Hadimiyet şuuru, hizmetkârlığı temel şiar edinmiştir. Nurlu ufukların doğmasının hadimiyetten geçtiğini bilmemiz lazım. Hâkimiyet değil, Hadimiyet.