Iki adim ileri bir adim geri.. (Bir kominizm faciası)

[b]Iki adim ileri bir adim geri[/b]

Geç saatte koguşa geldigimizde herkes bitkindi. Çok yaşli ya da işkenceyle bu kadar yaşlandirilmiş olan Tugrul amca benim ranzamin altindaki bölümde yatiyordu. Babamin ismini taşidigi için onu daha çok severdim. Koguşta galiba beş yüz kişi vardik. Bunlarin hemen hemen dört yüz ellisi Müslüman Türk'tü. Suçlari komünizme teslim olmamakti.

Işte ben, böylesi yürekli Türkleri hep sevmişimdir. öteki kalleş Türklerden nefret ettigimin aksine...

Tugrul amca ile yan ranzadaki Yildirim amca gibi iki yüze yakin mahkum vardi ki, bunlar namazlarini kilarlardi. Onlara gipta ile bakardim.

Ben namaz kilmazdim ama üç yil sekiz ay boyunca her damla düştügünde "Allah" diyen kalbim buna öyle alişmişti ki, ne derse desin dilim, hep "Allah" diyordu kalbim.

Ben de buna seviniyordum.

Şimdi her gün taş kirmaya gidiyorduk. Yildirim amca acilar içinde yalvarirdi:

- Ne olur beni götürmeyin, çok yaşlandim ve çöktüm, dayanamiyorum.

Ama onu kim dinleyecekti ki. Onun gibi yalvaran binlerce insan vardi öteki koguşlarda.

Komünizm!.

Demek sen gelince inanç; ve vicdan hürriyeti olacakti ha! Halk mutlu, insanlik eşit olacakti!

Senden daha büyük yalanci görmedim komünizm.

Biz devrimci oldugumuz yillar Lenin'in izinden giderdik... Onun arkasindan Mao gelirdi. Fakat Mao kendi ilahligini pekiştirmek için her geçen gün Lenin'in yerini almaya çalişti. Felsefi bakimdan Mao, Lenin'in yerini alamazdi, buna imkan yoktu. Ama dinsizlikte, hainlikte, zulümde, vahşette Lenin'i çok geride birakmişti.

Rusya'da komünizm hakim olduktan sonra milyonlarca insanin öldürüldügünü biliyorduk. En az on milyon insanin öldürüldügü kesin. Hatta, bu rakami kirk milyona kadar çikaran da var. Yarisi abartma olsa, öteki yarisi zulmü anlamaya yeter de artar bile. Fakat (Çin Halk Cumhuriyeti denilen bu ülkede komünizm, öldürmekten çok işkenceye agirlik verdi. En az yüz milyon insani zulme tâbii tuttu. Kimini öldürdü, kimine de işkence altinda beş yil, on yil, on beş yil veya yirmi yil hapishanelerde kan kusturdu. Orada ölen öldü. Kalan saglar ise kimsenin olamadi.

Çok düşündüm. Onca insani neden hemen öldürmemişti de kuyu başlarinda ve öteki işkence hanelerde işkence ediyordu? Madem ki istemiyor, neden bu insanlarla meşgul oluyordu?

Yillar sonra bulmuştum cevabini.

Bu rejimin işkence çektirdiklerini yavaş yavaş öldürmesinin iki önemli sebebi vardi. Birisi, bu rejim işkenceden zevk aliyordu. ikincisi de, işsizligin nasil bir tehlike oldugunu bilen Mao, taraftarlarina iş imkani sunmuştu böylece. Bu tespitlerim belki yanliştir. Ama başka bir açiklama da bulamadim.

Fatih'le sik sik dertleşirdik. Öyle hale gelmişti ki, artik işkence ile alay ediyor, işkencecilere işkence ediyordu.

Ahmet'in kadrosundaydik ikimiz de. Ahmet koguşa her geldiginde yanima ugrar, sadistlik olsun diye yaptigimiz eylemleri anlatirdi. Biliyordu benim üzüntü duydugumu, kasitli yapiyordu.

Fatih de fark etmişti bunu. 0 artik işkencecilerin ruhunu çözümlemişti. Bir gün bana şöyle dedi:

- Bu böyle gitmez. Gel sana bir yöntem tarif edeyim. Sakın, o eylemlerinizden bahsederken üzüldüğünü belli etme. Sohbetten çok hoşlandığın mesajını ver. "Başka yok mu, onu da anlat" de.

Aynen denileni yapacaktım. Ahmet yine geldi koğuşa. Mahkumlara pis pis baktıktan sonra yanıma geldi.

- Naber Kaan? Günlerin nasıl geçiyor?

Gözlerine baktım nefretle. İçimden küfrediyordum. Akla gelebilecek her türlü küfrü yaptım ona.

- Haber bildiğin gibi... Seni geberteceğim günü iple çekiyorum.

- Kur kur, hayal kurmak güzeldir. Sen eskiden de çok hayal kurardın. Bir gün bana "faşistlerin hepsini hayalimde bir meydana topladım. Helikopterle üzerlerine benzin döküp yaktım onları" demiştin.

Yine ayni gıcıklıkla gözlerime bakarak devam etti.

- Hatırladın mı Kaan? Fatih'in tavsiyesi geldi aklıma.

- aa, evet hatırladım. Şöyle oturup anlatır mısın? Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Ben devam ettim.

- Anlat ne olur. Eski halimi bilmekten zevk almaya başladim.

Yüzüme tuhaf tuhaf bakarak;

- Hastir, diyerek kalktı. Ben senin masalcın mıyım? Bir daha bana eski günlerden bahsetmedi. Ama yeni bir işkence türü araştırdığından emindim. Bir gün geldi yine. Sinsi sinsi sordu:

- Kaan! Sen bir kızı seviyordun, "yakında evleneceğiz" demiştin, ne oldu o? Planını fark etmiştim. Küçük bir yalan söyledim:

- Evlendik. Ben böyle der demez "peki" deyip gitti. Bakalım ne

yapacak diye söylemiştim bu yalanı.

Yine yorgun argın, aç susuz taş kırmaya gidiyoruz. Son günlerde aklımdan yine çıkmaz oldu ağabeyim Turgut. Dünyada artık bir tek isteğim kalmıştı. Onu hiç olmazsa bir defa, sadece bir defa görmek ve sormak:

- Naber Turgut! Komünizmden memnun musun? Muradına erdin mi?

0 anda onun yüz hatlarını görmek istiyorum. Al­lah'ım, bunu bana göstermeden canımı alma Allah'ım!

Aradan beş yıl geçmiş olmasına rağmen Turgut'u ve anne babamı, annemin "Kaaan! Kurtar beni yavrum" deyişini, o küçücük yavrunun kafasının ezilişini hiç unutamıyordum...

Bu arada mahkemeye çıkmak diye bir umudum kesinlikle kalmadı. Zira hiç mahkeme edilmiyoruz.

Artık başka bir taş ocağına gidiyorduk. Oradaki koca dağı kıracaktık. Yol boyunca sol tarafımız elektrik verilmiş telle çevrilmişti. Başımı çevirip baktım. Telle kaplı olan çok geniş bir alanda arı kovanından biraz büyük sandıklar vardı. Yanımdaki muhafıza sordum:

- 0 sandıklarda ne var? Kamçıyla bana birkaç defa vurdu.

- Sana ait olmayan hiçbir şeyi sorma demedim mi sana.

Düşündüm. Bana ait... Bana ait ha! şu dünya da ba­na ait neyim vardi ki? Koca dünyada bana ait bir gömlegim dahi kalmamişti.

Bu sandiklari çok merak etmiştim.

Ertesi gün yine oradan geçerken ayni merakimi başka bir muhafiza sordum. Umursamaz bir eda ile cevap verdi:

- Bilmiyorum, belki içinde arılar vardır.

Böyle bir ortamda burada arı beslenemezdi ki. Allah’ın ağaçsız çiçeksiz bir çölüydü burası. Ayrıca bir tek arı dahi görünmüyordu. Merakım gittikçe arttı.

Haa, bu arada ayaklarımız zincirle birbirimize bağlı. Ortalama yüz mahkum birbirimize bağlıyız. Ancak taş kıracağımız zaman çözülüyor ayaklarımız ve ellerimiz.

Hayret etmiştim, bu muhafız neden vurmamıştı da öteki vurmuştu? Sonra bu muhafız çok farklıydı. Sanki bize bağırmak istemiyordu ama zoraki bağırıyordu. Öyle ilgimi çekmişti ki bu durumlar, sanki öğrenmezsem çatlayacaktım. Bu ikinci muhafızın adı da Li idi.

Bir ara onunla yan yana geldiğimizde kulağına eğilip sordum:

- Siz kaç yaşindasiniz?

- Ne yapacaksın yaşımı? Önüne bak yoksa şimdi kamçıyı yersin.

Onu kızdırmak, ondan kamçı yemek istiyordum. Çünkü dün bir mahkumu kamçılamıştı. Akşam o mahkum, "kamçıyı acıtmayacak şekilde vuruyor, bana da ‘bağır’ diyordu" dedi.

- Sen bana kamçı vuramazsın, dedim. Birinci muhafız da duymuştu bunu. Bu meydan okuyuşumun birinci muhafız tarafından duyulduğunu anlayınca çok sinirlendi:

- Sen şimdi görürsün, diye kamçilari ard arda indirdi. Ama acitmiyordu. Kamçi vurma kuralini uygulamiyordu.

- Sen tam devrimci değilsin, dedim. Yüzüme baktı tuhaf tuhaf, sonra yanımdan gitti.

Yakıcı sıcaklık bütün hararetiyle devam ediyordu. Sanıyorum sıcaklık gölgede elli derece vardı.

Taş ocağına geldiğimizde güneş henüz tepeye gelmemişti. Bu gün de unutamayacağım günlerden biridir. Sı­caklık önceki günlerden daha yakıcıydı. Saat üç sularında feryatlar artmaya başladı:

- Ölüyorum! Su!...

Artık feryatlar yürek yakan iniltilere dönüşmüş, taş ocağı can pazarı haline gelmişti.

Lenin'e ait olduğunu sandığım "iki adım geri, bir adım ileri" felsefesini hatırladım. Bende felsefemi oluşturdum. Komünizmde insan, kin ve nefrette iki adım ileri, insanlık ve merhamette iki adım geri.

Bir ara gözlerim Tuğrul amcaya kaydı. Kızgın taşın üzerinde sessizce yatıyor, dudaklarıyla bir şeyler mırıldanıyordu.

Yanına yaklaştığımda dehşeti gördüm. Gözleri sıcaktan erimiş, yanaklarından akıyor, ama Tuğrul amca bağırmıyordu. Sadece "lâ ilâhe illallâh" diyordu.

Donmuştum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Su vermezlerdi ki isteseydim. Dehşete düştüm. Ömrümde gözün eridiğini, siyah çekirdekle beyaz yağ tabakasının kanla karışarak bir insanın yanaklarından aktığını hiç duymamıştım. Ama şimdi gözlerimle görüyordum.

- Tuğrul amca, diye seslendim.

Beni duymuyordu bile. Yüz hatlarında acı çeken bir işaret de yoktu. Baktım, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu:

- Beni ziyaret etmenden dolayı şeref duydum ya Rasulullah, şeref duydum! Beni bekle ey Allah'ın Resulü. Ben de seninle geliyorum!

Bu son sözleri oldu ve öldü!

Tüylerim diken diken olmuştu. Başımı tartamıyordum. Öyle çok etkilenmiştim ki... Sıcaktan öte, gördüğüm manzara beni çok, ama çok etkilemişti.

Harika Müslüman’dı Tuğrul amca!

Ve harika bir merasimle gitmişti bu dünyadan. Çünkü Peygamberimiz manen onu ziyarete gelmişti.

Bir defasında şöyle demişti:

"Her putçu zihniyet, önce imamları halka kötü tanıtır, bir imamın suçunu bin imama ödetir. Ama Allah için imam olanlar bu propagandaya aldırmaz ve yoluna devam eder. Ben de o yüzden imamlığımdan taviz vermedim. Ne daha önceki rejimi alkışladım, ne de şimdikini. Ölürsem şerefimle öleceğim. Allah Resulünün bize bıraktığı emaneti Ona ihanet etmeden teslim edeceğim!" Harika bir imamdı Tuğrul amca. Bunca işkence arasında ne yapıp eder, namazını kılardı.

Bugün Türkistan'da, Doğusunda Batısında eğer İslam’ın bütününe inananlar varsa, bu inanış böylesi yürekli Müslümanlar vesilesiyle olmuştur.

ikinci muhafızdan rica ettim:

- Onu bizim gömmemize ve cenaze namazını kılmamıza izin verir misiniz?

Sert sert yüzüme baktı:

- Çabuk olun. En kısa dualarla kılın namazını.

0 sert bakışın altında bir yumuşaklık vardı sanki. Bunu hissediyordum. Bize hissettirmemek için elinden geleni yapsa da, ruhum gerçeği anlıyordu. Ne demişler; "akıl yanılır, ruh yanılmaz!"

Hemen bir yer bulup kazdık. On kişi cenaze namazı kılmak için toplandık.

Komünist rejimin bana iki iyiliği olmuştur. Birisi Tuğ­rul amcanın cenaze namazını kılmamıza müsaade etmesi, diğeri de banyo yaptırmasıdır.

Toplandık... Namaz kılacağız, ama abdest yok.

Birisi teyemmüm abdestini öğretti, toprakla aldık abdestimizi. 0 zaman ilk defa düşündüm. Bazıları "abdest almak pis Araplar temizlensin diye Muhammet’in uydurduğu bir şeydir" diyorlardı. şimdi anlamıştım asıl maksadı. İki elleri toprağa vurup sonra elleri yıkarmış gibi yüze sürmek, sonra kollara sürmek maddi bir temizlikle alakası olmayan manevi temizlikti.

Evet, abdesti teyemmüm ile almıştık. Ama cenaze na­mazı nasıl kılınırdı? Ben bunu hiç bir zaman öğrenmemiştim ki... öğrenmek için vakit de yoktu. Sevgili Tuğrul amcamın cenaze namazını ben kılamadım, karşıdan seyrettim. Dünyanın her tarafında milyonlarca genç bilmez ce­naze namazı kılmasını. Bilmez, çünkü Müslümanların hepsi Allah'ın onlara verdiği görevi yerine getirmezler. Getirenler de herkese yetişemez.

Yazıklar olsun Müslümanların Müslüman olmayanlarına. 0 gün ilk defa neden namaz kılmadığımı düşündüm.

* * *

Sabaha karşı Ahmet'in tekmeleriyle uyandım.

- Kalk ulan, sana önemli bir haberim var!

Şaşirmiştim. Inancim kalmadigi için hiç heyecanim da kalmamişti.

- Ne oldu, ne haberi? Beni silkeledi.

- Kendine gel önce, anlatacağım. Kalktım ranzamda oturdum.

- Söyle. Kendime geldim. Gözlerimin içine baktı dik dik:

- Aslında sana bu haberi vermeyi ben istemezdim. Ama kötü de olsam, ben sana iyilik yapıyorum biliyorsun. Unutmadın değil mi, seni aynaya baktırdım, tıraş ettirip banyo yaptırdım.

Dişlerimi sıkarak mırıldandım:

- Evet, unutmadım. 0 çok büyük bir iyilikti. Şimdi ne var?

- Biliyor musun, sana iyilik olsun diye hanımına haber gönderip senin burada olduğunu, yaşadığını bildirmek, sana sürpriz yapmak istedim. Fakat...

Sanki üzülüyormuş havasına girip devam etti.

- İçimize sızan namussuz faşistler gidip senin evi basmışlar.

Rol sırası bendeydi. Çok üzülmüş gibi yaparak yerimden fırladım.

- Sahi mi söylüyorsun?! Eee, sonra ne olmuş? Ne olur, kalbim duracak, çabuk anlat.

Kasitli olarak uzatiyordu.

- Dur, anlatacağım ama insan kötü haberi kolay kolay veremiyor ki.

"Alçak" dedim içimden. "sende kötü haberi verirken üzülecek kadar insanlık var mı ki söyleyemeyeceksin?" Rolüme devam ettim:

- Ne olur çabuk söyle. Kalbim duracak! Yine gözlerime o alçak bakışlarıyla baktı.

- Biliyor musun Kaan... Sözünü keserek sordu:

- Sahi, çocuğun var mıydı? Kim bilir aklından ne şeytanlık geçiyordu. Attım:

- Var. Ben gelirken kızım bir yaşındaydı, hanımım da hamileydi.

Birdenbire kıvırmaya başladı. Demek ki çocuklarımı sorması planlarına aykırı geldi. Öyle ya, yalanı anlaşılacaktı.

- Yahu biliyorum, biliyorum ama unutkanlığımdan sordum.

- Sen ne diyecektin anlat.

- Diyecektim ki, aramıza sızan faşistler senin evini basmış, karına tecavüz etmişler.

Ellerimi yüzüme kapatıp çok üzülmüş numarası yaparak söylendim:

- Keşke bu haberi duyacagima ölseydim. Ben fena oluyorum!

Ranzaya uzandim. Sirf üzüntümü görmek için o gün beni taş ocagina göndermedi. Ben de bir güzel dinlendim. Hayali karim sayesinde komünizmden bir gün çalmiştim.

Ahmet de arada bir geliyor, beni yokluyordu. Agladigimi görmek istiyordu. Ben de şoke olmuş numarasi yapiyordum

Alçak köpek!.

Ona olan kinim hâlâ daha bitmedi. Bütün çektiklerim bir yana, onun çektirdikleri bir yanaydi.

Ahmet bana yeni bir işkence modeli bulunca başka işkenceler aramadi. Bu arada ötekiler de yer yer işkencelere devam ediyorlar, bizi sadece üç saat uyutuyorlardi.

Ertesi gün yine ayni yere dogru yol aldik. Sandik tarlasinin hizasina geldigimizde yine baktim sandiklara. Yolumuza en yakin sandiklar yüz metre kadardi. Bir ögrenseydim bu sandiklarda ne oldugunu, bayagi rahat edecektim.

Ayni çilelerle taşlari kirip döndük... 0 gün on kişi öldü. Onlari da orada açtigimiz çukura doldurduk. Cenaze namazini kildirmadilar. Ama Yildirim amca üç beş kişi ayarlamiş. Cenaze namazi niyetine çalişirlarken cenaze namazini kilmişlardi. "Böyle namaz olur mu?" dedim. Yildirim amca gözleri dolu dolu cevap verdi:

- Allah dilerse olur. Günlerimiz böyle devam ediyordu. Ahmet namussuzu yine geldi yanıma.

- Sana bir şey söyleyeyim mi?

- Söyle!

- Biliyor musun, sana kötü haberi hep ben verdiğimden dolayı çok üzgünüm. Karın tecavüzden sonra hamile kalmış.

- Demek öyle. Haberi nasıl aldın? Kasıla kasıla cevap verdi:

- Biz kimiz oğlum. Bir saatte bütün dünyadan haber alabiliriz.

İçimden onun yüzüne tükürüyordum. Ne dehşet bir sadistlikti bu.

Haa unutmadan... Çin komünizmindeki sanıyorum öteki komünizmlerde de bu böyledir; fertler, fert bazındaki eylemleri çok bilinçli yaparlar. Bu bilinçlenme Müslümanlarda sanıyorum pek yok. Bir devrimci, bir olay karşısında nasıl hareket edeceğini, ne tür bir eylemde bulunacağını bilir. İslam âleminde bu böyle değildir. Gidecekler birilerine soracaklar, ne yapılacağını düşünecekler, yorumlar alınacak; sonra o fert de o konu hakkında yorum yapabilecek duruma gelecek...

Oysa komünist militanlarda bu yok. Kendi payına düşen görevi yaparlar. Ahmet milyonların içinde bunlardan sadece biriydi.

Ahmet'in sadistliği aylarca sürdü. Onun sadist planlarında karıma tecavüz edildi, karım hamile kaldı, çocuğunu doğurdu, tekrar tecavüz ettiler... Sonra karım hayat kadını oldu!.. Her zaman bir haber getirdi bana. Demek karım olsaydı böyle olacaktı.

Bir de Nayt vardı. Bu da Çinli ve tam sadist. 0 da başka türlü işkence ederdi. Ama hiç biri bana Ahmet'in işkencesi kadar dokunmazdı.

Bu arada, zaman zaman annemi ve ablamı düşündüğümü anlatmalıyım... Onların hayatta olduklarını biliyordum. Acaba bir gün... Acaba bir gün kavuşabilir miydik? Her za­man düşünmüşümdür bunu.

Hey gidi dünya hey! Kirn derdi ki bir gün, bir zamanlar İnsanlığın tek kurtuluş reçetesi diye canımı adadığım komünizm beni anamdan, babamdan, yarimden, kardeşlerimden ayıracaktı! Buna imkân var mıydı?

Ah gençlik yıllarımın hayalleri ah! İmkânınız olsa da görseniz halimizi. Taş ocaklarından dönmek üzereydik. Hava kararmıştı.

Ayaklara pranga vurma faslı başladı. Cezaeviyle taş ocağının arası yaklaşık bir saat vardı.

Aklıma bir fikir geldi. Taşların arkasına saklanacak, bu

gece sandıklarda ne olduğunu öğrenecektim.

Bütün mahkumlar gitti. İyice gözden kayboldukları za­man ortaya çıktım. Hızlı adımlarla yürümeye başladım. Hava kararmış, ama gündüzü aratmayacak kadar ay ışığı vardı.

Elime bu fırsat geçtiği halde neden kaçmadığımı merak edilebilir. Hemen söyleyeyim. Büyük bir şehir alanı gibi bir alandı burası. Her tarafı yüksek elektrik verilmiş tel örgülerle çevriliydi. Her elli metrede bir de devrim muhafızları vardı. Bunu önceden biliyorduk. Kaçmaya çalışan hemen öldürülürdü. Fakat bu yolda yakalanmamın o kadar tehlikesi yoktu. "Uyumuş kalmışım, pranga zincirine beni almayı unutmuşlar, ben de kendim gidiyorum" diyecektim. 0 yüzden kaçmayı hiç düşünmedim.

Yaşama umudu ölme ihtimalinden fazlaysa kişi o işi yapmalıdır.

Geldim sandıklı tarlaya. Tellerin altından geçeceğim yer yok. Tel örgünün altından toprağı kazdım. Bedenim elektriğe kapılmadan girecek kadar yer açtım ve girdim.

Sandıklara yaklaştıkça burnuma pis pis kokular gelmeye başladı. Yirmi beş otuz metre kadar yaklaştığımda öyle bir manzarayla karşılaştım ki, neredeyse kalbim duracaktı!

Yaklaştım... On adım kadar bir mesafe kalmıştı ki, kulağıma acayip sesler gelmeye başladı.

Hemen hemen sandıkların yarısından geliyordu bu sesler. Bu seslerin ne sesleri olduğunu bir türlü ayırt edemiyordum.

İlk sandığın yanına gelince neredeyse aklım başımdan gidiyordu. Bunca işkenceye rağmen gitmeyen aklım az kaldı şimdi gidecekti. Dehşetle ürperdim. Yüksek sesle;

- Ay... dediğimi hatırlıyorum.

Sonra sendeledim. Başım döndü, yere yığılıverdim. Galiba bir saat kadar geçici cinnet geçirdim. Orayı pek net hatırlamıyorum.

Gördüğüm manzaraya inanamıyordum. İki büklüm yapılmış bir insan bu sandığa tıkılmış, sandık üzerine kilitlenmişti. Sandığın üst kısmına artı şeklinde iki demir lehimletilmiş, içindeki insan ise, insanlığından eser taşımaz hale gelmişti.

Allah’ııım!... Allah’ııım!.... Allah'ım bu nasıl şey böyle!

Gördüğüm onca işkenceye dayanan aklım demek buna aynı güçlükte cevap veremedi.

Ön tarafı açık olan sandıktaki adam inliyordu.

Seslendim, beni duymadı. İkinci sandığa geçtim. Oradaki adam ölmüştü. Hatta çürümüştü bile... Çılgınlar gibi sandık sandık gezdim...

Bu sandıktaki ölmüş... Bundaki ölmüş... Bundaki can çekişiyor. Sayısını hatırlamadığım kadar sandık dolaştım.

Sonunda sağ birini bulmuştum. Onunla göz göze geldik. 0 gözlerin yorgunluğunu, yüklendiği anlamı hiçbir zaman unutamam... Kelimelerle anlatamam. Bana korkuyla bakıyordu...

- Ben de mahkumum, benden korkmayın, dedim. Gördüğüm vahşetten ötürü öylesine dehşete düşmüştüm ki, başka bir şey söylemeden dakikalarca baktım. Son­ra düşündüm, bu bir rüya olabilir miydi... Epey düşündüm bunu.

Adamın gözlerine vuran ay ışığı sayesinde gördüğüm manzara karşısında artık daha emindim ki, bu insan gerçekten Çin işkencesinden geçmiş bir insandı. Ağlayarak sordum:

- Ne zamandır buradasın? Türk müsün, Çinli mi? Fısıltı halinde cevap verdi:

- Ben daha yeni geldim. Çinliyim. Bir yolunu bul da beni kurtar evladım. Ne olur. Dayanamıyorum. Bana bir İyilik yap. Boğazımı sık, beni öldür.

- Yapamam! Bunu asla yapamam' Ağlamaya başladı:

- Dayanamıyorum, ne olur bana merhamet et! Günlerdir bu sandığın içindeyim. Sırası gelen ölüyor ama ben hâlâ ölmedim.

- Seni buradan kurtaracağım' Biraz zaman geçsin, Belki nöbetçiler beni görürler.

Sandığın önüne uzandım.

- Şimdi konuşalim. Suçun neydi?

- Ben milliyetçi bir öğretmendim. Sonra devrimci oldum, Komünizm gelince beni öğretmenlikten alıp kapıcı yaptılar. Neymiş, ben sonradan devrimci olmuşum, aslım belliymiş. Bu da çok kahrıma gitmişti. Halkın içine çıkıp "komünizm büyük bir yalancıdır. Tıpkı faşizm gibi, öteki işkence yapan izm’ler gibi. İnsanlık onurunu hiçe saymaktadır" dedim.

Adam kesik kesik ve halsız konuşuyordu.

- Beni güya halk yargılayacaktı... Alıp götürdüler. İki yıldır hücredeydim. Sonra buraya getirdiler... Burada en uzun süre yaşayan on beş gün yaşıyormuş. Buranın ismi ölüm tarlasıymış... ölene kadar ne su, ne yiyecek veriyorlar. Ne olur beni kurtar... Dayanamıyorum. Beynim erimek üzere.

Adamı dinledikçe zangır zangır titriyordum. Bu rejim ve işkence yapan diğer rejimler sadist olmasaydı, öldüreceği İnsanı direk öldürüp işin içinden çıkmazlar mıydı? Neden bu kadar uzatıyor ki ölümü? Sadece sadist ruhunu tatmin için; vahşete doymadığı için!...

Bu adamı kurtarmaya çalıştım. Sandığı kırmak istedim, kıramadım. Kapıdaki kilidi çabuk kırdım. Adamı ora-dan çıkarmıştım ama adam yürüyemiyordu. Bir saat ka­dar onunla uğraştım. Nihayet can havliyle yürümeye başladı. Geçtiğim telin altından geçirdim onu, sonra çıkışı tarif ettim.

- Git git, tel örgü gelene kadar dümdüz aşagiya git. Oralardan bir yer bulur çikarsin. Yalniz dikkat et, tel örgüye elektrik verilmiş.

Düşündüm ki, eger yakalanmazsa kaçmayi başarir. Yakalanirsa zaten öldürülecek. Öteki dünyadaki yerini bilmem ama, bu dünyadaki yerinden kurtuldugu kesindi.

Artik sandik gezemez olmuştum. Çogu ölmüş insanlarla doluydu. Dehşet içinde, sendeleye sendeleye geldigim yerden çiktim. Cezaevine dogru yürürken yolda düşmüşüm.

Kendime geldigimde bacaklarimdan asilmiştim. Durmadan kamçilaniyor Hem de anama avradima yapilmayan küfür kalmiyordu.

Ben bu kamçilardan çok, sandik tarlasinda gördügüm dehşetin etkisindeydim. Kamçilari duymuyordum bile. Yuvasindan çikmiş dehşet saçan gözler... Veya hiç açilamayan gözler... Insan ölüsünün çürümüş hali!...

Kimseye de anlatamiyordum gördüklerimi... Sadece “beni dinleyin" diye bağırdım, "beni dinleyin!"

Ahmet geldi yanıma. Sakız çiğneye çiğneye sordu:

- Kaancığım, bir şey mi var?

Çıldırmıştım âdetâ. Aklıma gelen her şeyi söyledim sonra da devam ettim!

Ulan köpek!... Ulan namussuz!... Ulan onun bunun çocuğu! Eğer bunun hesabını ben sana sormazsam, sen bana istediğin her şeyi söyle!

Asılı olduğum halde bakıyordum ona. Ne de çirkin oluyor sakız çiğneyen erkek. Birde cak cak ettirmez mi. Yıllar sonra bile o sakız çiğneyişindeki iğrençlik gitmedi gözlerimin önünden, o iğrenç ses silinmedi kulaklarımdan.

Artık sinirlerim öyle hale gelmişti ki, dayanamamıştım. İlk defa acze düşüp ağladım:

Benden ne istiyorsun Ahmet? Artık ben her türlü işkenceye razıyım ama seni görmeye asla razı değilim! Dayamıyorum, seni görmeye dayanamıyorum!

Peki neredeydin?

- Uyumuş kalmişim. Pranga grubu beni görememiş. Ne yapayim? Gece yarisi uyaninca durumu anlayip buraya dogru geliyordum ki yolda düşmüşüm. Benden ne istiyorsun kahpenin dölü!?

Ard arda kamçilari indirdi ama ben yine aci duymadim. Gece gördüklerimin etkisiyle agladigim halde şimdiki aciyi bahane ediyordum.

Saatlerce dövdüler beni. Sonra koguşa getirmişler. Ayaklarim şişmiş, elim yüzüm şişmiş...

Ben bu işkencenin acisini atamazken, yanima yine Ahmet gelmesin mi? Onu görünce birdenbire ayaga firladim.

- Allah belânı versin köpek! Sen yine mi geldin?

Birdenbire üzerine atılıp var gücümle onu yere serdim. Üzerine oturup arka arkaya yumruklarımı suratına indirdim.

- Al sana şerefini satan köpek, al sana satilik alçak!

Aslinda bunlara köpek derken üzülüyorum. Hiçbir kö­pek bunlar gibi alçak degildir. Hatta alçak köpek hiç yoktur. Fakat hincimi alamadigim için onlara köpek demeye alişmişim.

Onu zor aldilar elimden.

Biraz rahatlamiştim. Bunun bedelini çok agir ödesem de onu dövdügüme pişman olmadim.

Yerden kalkti. Mahkûmlara baktı. Kin dolu ifadeyle söylendi:

- Biz Kaan'la anlaşmiştik, güreşecektik. Habersiz aldi beni altina. Yoksa cesaret bile edemezdi.

Gururundan bu yalani söylemişti. Yanima gelip kulagima fisildadi:

- Bunun hesabını sana çok acı bir şekilde ödeteceğim. 0 yüzden şimdilik keyfine bak sen.

Yüzüne bakıp tükürdüm suratına... Ama o yine sakızını çiğneye çiğneye baktı suratıma.

- Zavallı. Sana yapacaklarımı bilsen bunları yapmazdın.

Biliyordum. intikamı büyük olacaktı.

Ama her şeye razıydım. Onu gönlümce yumruklamıştım ya, şimdilik gerisi önemli değildi.

Bir hafta taş ocağına gidemedim. Beni hücreye attılar. Karanlık, beton hücre bana sayfiye yeri gibi gelmişti. Yatıp bir güzel uyku çektim.

Bir hafta sonra yine taş ocağına götürdüler.

Orada ikinci muhafız Li'yi bir yerde yalnız yakaladım. Kendisinden rica ettim:

- Ben sizde asil bir ruh hissediyorum. Siz kimseniz lütfen bana söyleyin.

Sağına soluna baktı. Kısık bir sesle cevap verdi:

- Gel, sana anlatayım... Benim de anlatmaya ihtiyacım var.

Mahkûmlardan epey uzağa gittik. Beni kamçılıyor, güyâ ben de bağırıyordum. Anlatmaya başladı:

- Ben... Ben profesörüm... Komünizm geldikten sonra beş yildirma politikasi hakkinda birkaç kelime söyledim... Beni buraya memur tayin ettiler. Profesörlügümü de elimden aldilar. Buralara dayanamiyorum. Ama komünizmin agina düştüm bir kez. Bazilari halk meydanlarinda istediklerini söyleyip iksir içiyorlardi sirf bu rejimin eline düşmemek için. Ben profesördüm, onlar siradan halkti; ama onlar benden daha çabuk anlamişlar komünizmin ne oldugunu. Komünizm zulmü kanunlaştirmadi... Yasalara koymadi. Ama zulüm kanunlarini insanin benligine, karakterine yerleştirdi. Işte dünyanin anlamadigi nokta burasi!...

KEŞKE HERKES ANLASA.

Anlayacaklar inşeALLAH kardeşim.. Dua edelim de bu ikrar geç olmasın :(