EVRİM TERS KÖŞE
EVRİM TERS KÖŞE
ALPEREN GÜRBÜZER
Evrim fikrinin kaynağı milattan önce eski Yunan’a dayanmakla birlikte bu düşüncenin asıl temelleri Charles Darwin’in dedesi İngiliz doktoru Erasmus Darwin ve Fransız Comte de Buffon tarafından atılmıştır diyebiliriz. Bu ikili canlıların çevre şartlarına göre şekillenerek sonradan kazandıkları özellikleri bir sonraki kuşaklara aktardıklarını ileri sürmüşlerdir. Öyle veya böyle bu düşünceyi doğru kabul edersek çevre şartları gereği herhangi bir canlının alacağı darbeden dolayı vücudundaki deri kalınlaşarak daha dayanıklı bir vaziyette canlıya aktarıldığını yutmamız gerekiyor. Hatta ördeklerin sürekli yüzmelerinden dolayı ayak perdelerinin oluştuğuna, bazı canlıların ise organlarını kullanmayarak köreldiğine kanmamız icap edecektir. Neyse ki bu tür fikirler itibar görmedi, ama biraz revizyonla meseleyi yeniden canlandırmak torun Darwin’e nasip olacaktır. Torun Darwin iki yıl süren Tıp tahsilini yarıda keserek babasının tavsiyesi doğrultusunda Cambridge Christ College (İsa’nın Koleji)’den mezun olmuştur. Fakat papazlık diplomasına rağmen mesleğini icra etmemiş, başka alanlara merak salmıştır. Derken merakı gereği soluğu Güney Amerika ve Pasifik adalarına giden Beagle adlı gemide almıştır. Nitekim Charles Darwin 1832 yılında gönüllü olarak katıldığı beş yıl süresince dünyanın değişik yerlerini turlayan H.M.S. Beagle isimli bir gemiye bindiğinde aslında çok heyecanlıydı. Özellikle bu seyahati sırasında Galapas adalarında yakından izlediği birbirinden farklı ispinoz türlerin varlığı doğrusu onu çok etkilemişti. Evet, ortada birçok kuş türleri vardı, ama gagaları farklıydı. Bu durum karşısında düşündü taşındı, söz konusu bu farklılığın kuşların çevreye uyum sağlamalarından ötürü olsa gerektir kanaatine vardı. Madem öyle, tüm canlılarda ki çeşitliliğin temelinde çevreye uyumlulukla ilgili olup, o halde tüm canlı türlerin tek bir ilkel ortak atadan meydana gelmiş olmalı düşüncesi beyninde canlanıverdi. Hatta düşüncelerine dayanak bulmak içinde çevreye hızla uyum sağlayanların ayakta kalabildiklerini diğerlerinin elendiği manasına gelen doğal seleksiyon kavramını ortaya atmıştır. Bununla da yetinmeyip kafasında tabiat gücü oluşturarak çevreye uyum sağlayan canlılar üzerinde cereyan edebilecek faydalı küçük değişmelerin veya farklılıkların birikip, kuşaktan kuşağa geçmesiyle birlikte zamanla farklı bireylere dönüşebileceği çizgisine gelmiştir. Yani o kendi kendine gelin güvey olmuştu. Oysa ileri sürdüğü faydalı değişmelerin kaynağının ne olduğu konusunda ortaya delil koyamaması teorinin daha ilk baştan iflas edebileceğinin işaretlerini vermeye yetmişti bile. Üstelik Darwin’in tek sıkıntısı bu değildi, bundan başka fosil kayıtları, hayvanlardaki iç güdü, dünyaya açılan küçücük penceremiz olan gözün basit bir mekanizma olmayıp tam aksine kompleks bir yapıya sahip olması gibi hususlar altından çıkamayacağı bir yığın barikatlar olarak duruyordu. Hatta bu sıkıntısını; “Bir fizikçi olarak gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği karşısında doğrusu şaşakaldım” tarzında dile getirmiştir. Hakeza Lamarck’ta canlılar yaşadıkları ömür süreci içerisinde birtakım kazandıkları özelliklerin bir sonraki kuşağa transfer edildiğini ve böylece evrimleşmeye uğradığını iddia ediyordu. Belli ki Darwin kendisinden önce yaşamış olan Fransız Biyolog Lamarck’tan feyiz almış olsa gerek ki göz karşısında çektiği sıkıntısına rağmen ileri sürdüğü bu teoriden vazgeçememiştir. Üstelik kendi döneminde modern bir teknolojilik donanım olmadığı gibi biyokimya ve genetik gibi önemli bilim dalları daha doğmamıştı. Ya bu bilim dalları doğmuş olsaydı kim bilir hali nice olurdu. Nitekim Botanikçi Gregor Mendel’in 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetmesiyle birlikte genetik bilimi doğdu ve ardından DNA molekülünün kompleks bir yapıda olduğu anlaşılınca Evrim düşüncesi daha da krize girmiş oldu. Böylece bu teorinin ön kabullere dayalı olduğu anlaşılmıştır.
Darwin’in teknoloji donanıma dayanmayıp tamamen hayal gücüne göre şekillenen evrim, aslında geldiği nokta itibariyle ideolojik devrime dönüşmüştür. Canlıları bir türlü evrimleştirmeyi beceremediler, ama kendilerinin savunduğu evrim teorisini devrimleştirebilmişlerdir. Devrimle evrimin farkı belki birinin kanla yazılması, diğerinin ise beyin yıkama metodu ile yazılmasıdır. Evrim başlangıçta hem canlıların hem de cansız maddelerin kendiliğinden veya tesadüf eseri olarak ortaya çıktıkları düşüncesine dayanan teorinin ötesinde, aynı zamanda sapkın bir ideolocya fikir örgüsüdür. Öyle aşırı gittiler ki güya insan embriyonu ilk önce deniz protozoası olarak start almış, sonra da bir tüp ortamına benzer bir vasatta yüreği pıtır pıtır atan solucana terfi etmiş, oradan da hızını alamayıp sırasıyla solungaç yarıkları olan iki gözlü kalpli bir balığa, üç gözlü kalpli ve mezonefroz bir böbrekli kurbağaya, dört gözlü kalbi olan metanefroz böbrekli kuyruklu memeliye, en nihayet insana dönüşüm yaşanmış. Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere, evrim kuramı biyolojik hayatın tabiat olayları çerçevesinde en basitten en karmaşığa doğru evrimleştiğini iddia üzerine kurulu dogmatik bir görüştür. Oysa ne kurbağa insan DNA’sı, ne de insan kurbağanın DNA’sı değildir. Dolayısıyla bu tür varsayımlar hep görüş olarak kalacaktır. Kaldı ki evrim ne dün, ne bugün, ne de yarın hiçbir zaman kanunlaşamayacaktır. Çünkü kanun ispatlanmış hüküm, teori ise her türlü ideolojiden arınmış çalışmaları bağrında taşıyan ve daha henüz ispatlanmamış görüşleri içermektedir. Maalesef evrim gelinen nokta itibariyle teoriden ziyade daha çok ateizmin arka bahçesi görevi yapan ideolojik bir görüş olarak sahne almaktadır. Buna karşılık yaratılış modelini savunanlar da başlangıçta hayatın mükemmel olarak tanzim edildiğini, aynı zamanda tabiatüstü ve belli bir gayeye yönelik yaratıldığını, sonradan orijinal halinden uzaklaşarak yerini ve pozisyonunu muhafaza etmeye yönelik kanunlara bıraktığını ileri sürmekteler. Yani ilk yaratılış başlangıçta basit değil tam aksine mükemmel olup, zaman içerisinde bozulmaya doğru bir sürece girilmiştir. Nitekim yaratılan âlemde her küçük aşınma veya parçalanma mükemmellik doğurmamakta, bilakis kıyametin kopmasına giden basamaklar olarak değerlendirilmelidir. Bu hatırlatmaları yaptıktan sonra biz burada evrim hakkında lehte ve aleyhte sunulan tarzın dışında bir metot izleyerek soru cevap ikilemi şeklinde bu konuyu aydınlatmaya çalışacağız.
Evrimciler laboratuarda cansız bir maddeden yeni bir canlı yaratabilir mi?
Alman Evrimci Heinrich Haeckel; “Bana su, kimyasal madde ve yeteri kadar da zaman verilirse bir insan yaratabilirim” diye cevap vermiş. Yani oynamayan kız yerim dar demiş ya, aynen onun gibi zavallı evrimci düşünür belli ki yaratamayacağını bildiği için zaman kılıfına sarılmış, hak getire. Zaten cansızdan bir canlıyı, ya da ilkel basit bir canlıdan daha kompleks bir canlı üretmeyi gerçekleştirseler bile biyolojik nizamın öyle gelişigüzel meydana geldiğini ispatlamaya delil sayılamayacağını dağdaki sağır sultan dahi bilmektedir. Çünkü evrime delil olarak kullanacağın hammadde bir kere yoktan üretilmiş bir malzeme değil ki. Dolayısıyla bu yapılmaya çalışılan Yüce yaratıcının yarattığı orijinal malzemeyle ortaya birtakım şeyler koyma çabası olmaktan başka hiç bir işe yaramayacaktır. Şu bir gerçek deney metodunu evrime uygulamak hiçte öyle kolay gözükmemektedir. Nitekim Evrimci Theodosius Dobzhansky; deney metodunun milyonlarca sürebilecek bir olayın açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Çeşitli hayvan tiplerinin organlarının aynı görevi yapması evrime delil olabilir mi?
Böyle bir soru karşısında verilecek tek cevap tereddütsüz hayır. Çünkü Yüce Yaratıcı benzer fonksiyonlar için benzer yapılar kullanmış olabilir pekâlâ. Dolayısıyla her türün genleri değişmeyeceğine göre aynı canlıdan farklı canlı meydana gelemeyecektir. Bu arada bazı aklıevveller genlerin dizilişinde meydana gelen kopmalar veya birtakım istisnai arızı türden nükseden milyonda bir mutasyon kaynaklı ani değişiklikleri evrime delil olarak sunma çabası içerisindeler. Oysa söz konusu mutasyona uğramış genetik yapı bütünüyle değişikliğe uğramadığı gibi ortaya yeni bir tür veya canlı koyamıyor. Hâsılı her canlı tipin genetik yapısı kendine özgü olup, mutasyonla ne bir canlı eksilmiş ne de yenisi türemiştir. Kendi keyfine göre üreme denilen bir hadise yok zaten, tam aksine tüm canlı hücrelerde biyolojik nizamı âlem söz konusudur.
Ahtapotla insan arasında göz bakımdan neredeyse yüzde yüz benzerlik var. Ne yani şimdi bunlar birbirinin atası olabilir mi? Hakeza kanat bakımdan kuşlar, yarasalar, sinekler, hatta geçmişte yaşamış uçan dinozorlar eşittirler, şimdi bunlar arasında evrim ilişkisi kurulabilir mi? Oysaki canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana geldikleri anlamına gelmez. Üstelik benzerliklere balıklamasına dalıp mal bulmuşçasına sevinenler her nedense canlılar arasındaki bariz farklılıkları gördüklerinde teğet geçmekteler. Şayet birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşünü gösteren bir silsile serisi, aynı zamanda birbirleri arasında geçişlerin nerede noktalandığı ve terfi ettiği kademeye nerede başladığını gösteren bir delil ortaya koyulmalıdır. Oysaki taksonomik düzen bir bütün olarak karşımızda durmaktadır. Dolayısıyla bu bütünlük içerisinde canlı kategorileri arasında sınırlar kesin hatlarla belirlenmiş olup gruplar arasında büyük boşlukların olduğunu görmezden gelemeyiz. Nitekim sınıflandırma tablosu sürekli olarak güncellenmediğine göre ortada sürekli tekrar eden bir evrim hadisesi yoktur demektir. O halde benzerlik ne kadar geçerli bir kavramsa, farklılıklar da aynı ölçüde geçerli bir kavramdır. Biyoloji de farklı canlı türleri arasında morfolojik benzerlikler homoloji olarak tarif edilmektedir, ama bu tarifle kalmaktadır. Dolayısıyla bu tariften evrim çıkmaz. Çünkü ortada homolog yapılara sahip canlıların ortak atalarının fosilleri yok ki, böyle bir iddia da bulunulabilsin. Hadi fosilden vazgeçtik bu tip canlıların genetik şifreleri de birbirinden çok farklı durumda. Hatta embriyolojik safhalar da birbirleriyle uyumlu değildir. Kaldı ki iki ayrı sürüngen arasındaki temel farklılıklar bir balıkla bir memelinin arasında ki farktan daha büyük çaptadır. Mesela yine birbirine benzermiş gibi görünen bakteriler arasında ki farklılığın memeliler ile amfibiyenler arasındaki farklardan daha devasa büyüklükte olduğu belirlenmiştir. Yani anlaşılan o ki yüzeysel benzerlik hikâyesiyle bu mızrak çuvala sığmamaktadır. Bırakın maymun maymunluğuyla kalsın, insan da insanlığıyla kalsın. Çünkü yeryüzünde ruhi yönü olan tek varlık insanoğlu gözükmektedir.
Zencilerin çevre şartlarından dolayı siyah olduğunu söylerler doğru mu?
El Cevap:
Evrimciler zencilerin tropik iklimler de yoğun ültraviyole ışınlarına maruz kaldıkları için siyahlaştıklarını savunurlar. Oysa güney ve kuzey Amerika da aynı ışınlara maruz kalanların siyahlaşmadığı görülmüştür. Bu yüzden yaratılış modelini savunanlar ırkların teşekküle esnasında deri renklerinin genetik özelliklere bağlı olduğunu ileri sürerek evrimcilerin iddialarını yalanlamışlardır.
Üçüncü soru:
Embriyonun safhaları evrime delil olabilir mi?
Evrimciler bir zamanlar insan embriyonunun gelişiminde önce balık, sonra sürüngen, daha sonra da insana dönüşmektedir tarzında bir iddialı çıkışta bulunuyorlardı. Neyse ki gelinen nokta itibariyle embriyolojik gelişmelerin geçmişin bir özeti olmadığı anlaşılması üzere şimdilik bu sevdadan vazgeçildi. Çünkü embriyolojik süreç her canlıda farklı seyretmektedir. Dolayısıyla embriyonun gelişmesi esnasında ne ceninin (fetus) geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni), ne de diğer başka canlılara ait embriyolojik benzerlikler asla evrime delil olamaz. Çünkü Embriyonun evreleri evrimin tekrarı ise o zaman insan kalbinin önce bir odacıklı, sonra iki, daha sonra üç ve en nihayet dört odacıklı sırayı takip etmesi gerekirdi. Oysaki insan kalbi oluşurken evvela iki, sonra bir, daha sonra da dört odacıklı şeklinde teşekkül etmektedir. Demek ki, küçükten büyüğe veya basitten karmaşığa doğru bir evrimleşme söz konusu değildir. Hatta insanda sinir kordonundan önce beyin teşekkül eder. Dahası kalp kan damarlarından önce gelişir. O halde bu durum evrimin tam tersi bir sıralama göstermektedir.
Şurası muhakkak anne karnındaki ceninde bir insan vücudunun temellerinin atıldığı ilk dört hafta sonunda geriye kalan sekiz aylık süreçte embriyon deniz kirpisi görünümündedir. Görünümü böyle diye elbette insan kirpidir diyemeyiz. Kaldı ki insan embriyonunun ilk evrelerinde ortaya çıktığı lafta ileri sürülen solungaç yapının aslında orta kulak kanalı, paratrioidler ve timus bezler ile ilgili olduğu, yine hakeza yumurta kesesine isnat edilen bölümün aslında kan imal eden kese olduğu, kuyruk olduğu iddia edilen kısmın ise omurga kemiği olduğu tespit edilmiştir. Zira bir benzer tohum ya da çekirdekler serpildiğinde ayrı ayrı bitkiler, ayrı ayrı çiçekler ve ayrı ayrı meyvelerle karşılaşırız. Düşünsenize bir buğday tohumundan arpa çıktığı görülmüş müdür? Dolayısıyla bu gerçeklerin varlığı evrim teorisini baştan çürütmeye yetiyor artıyor da.
Meğer evrimciler insanı hayvan seviyesine indirmeye ne çok meraklıymışlar. Anne karnında bebeği oluşturan embriyonun yapısını bile tavuk, tavşan ve kertenkele gibi hayvanların embriyonlarına benzerliğinden hareketle kendilerine yeni bir çıkış yolu bulma hevesindeler. Dahası insan embriyonik gelişiminin bir safhasında solungaç yarıklarını andırır yapılardan hareketle hemen balıkla ilişkilendirme cihetine gidilmiştir. Söz konusu yapıların hiçbiri gerçek anlamda solungaç olmadığı gibi insan embriyonunda teşekkül eden gırtlak keseleri östaki borusu, timüs ve paratiroit bezlerine dönüşürken balıkta bu keseler yerini solungaca bırakmaktadır. Anlaşılan bu tür benzerlikler ortak atayı işaret etmekten ziyade ortak yaratıcıyı hatırlatan bir tasarım söz konusudur. Embriyolojik safhaların ilk aşamalarında görülen benzerlikler genetik farklılıkları ortadan kaldırmıyor. Her canlı türü için ayrı ayrı kodlanan genetik şifreler sadece o canlıya has bir embriyondan gelişeceği çok önceden tayin edilmişte. Dolayısıyla insan embriyonunun DNA’sı ile kertenkelenin ya da diğerlerinin DNA’sı birbirlerinden oldukça farklıdırlar. Dolayısıyla her canlı türüne has DNA mimarisini görmezden gelen evrimciler bu zincirin karmaşık bir yapıda olduğunu bildikleri halde bir canlının DNA’sının diğer canlının DNA’sına dönüşebileceğini ileri sürebiliyorlar. İnadım inat dercesine bu kompleks yapının oluşumunu tesadüfü ve şansa bağlı olarak meydana geldiğini büyük bir pişkinlikle söyleyebiliyorlar. Hâlbuki hiç bilmiyorlar ki DNA’nın bizatihi kendi yapısı her türlü değişmelere geçit vermeyecek tarzda donatılmıştır.
Dördüncü soru:
Evrimciler insanda 180’e yakın işe yaramaz ve körelmiş organın bulunduğunu ileri sürerler, doğru mu?
Evrimcilere göre körelmiş organlar yeni türeyen canlılara atalarından kendilerine kalan mirasmış güya. İşin daha da enteresan kılan körelmiş organları işlevsiz bir organ görmeleridir. Acaba işlevsiz mi yoksa işlevi tespit edilememiş organlar mı? Meseleye bu tür sorgulamayla yaklaşırsak evrimcilerin bayağı terleyeceklerinden hiç kuşkunuz olmasın. Gün geçtikçe fonksiyonsuz ilan ettikleri organların envanteri giderek küçülmeye başladı bile.
Düşünsenize bir zamanlar insan da pineal bez, pitüer bez, tiroit bezi, timüs bezi, epifiz bezi, bademcikler, hipofiz, kulak kasları, apandisit ve kuyruk sokumu kemiği gibi önemli organlar önceleri işe yaramaz veya körelmiş organ olarak biyoloji derslerinde anlatılırdı. Ama gelinen nokta itibariyle bugün apandisit ve bademcikler mikroplara karşı savunma görevi yaptıkları anlaşıldı. Pineal bez hormonların üretilmesinde, pitüiter bez ise birçok hormon bezinin düzgün bir şekilde çalışmasını sağlamaktadır. Gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının gözün steril kalmasında önemli rol oynamaktadır. Timüs bezi T hücrelerini aktif hale getirerek vücudun savunma mekanizmasını güçlendirmektedir. Kör bağırsak ise vücuda giren yabancı unsurlara karşı kalın bağırsağa sıvı transfer ederek hem bulaşıcı hastalıklara karşı antikor görevi yapmaktadır. Nitekim kör bağırsağı alınanlarda bakterilerin ürediği gözlemlenmiştir. Kuyruk sokumu kemiği kuyruğun kullanılmayan izleri değil aksine insana ait bazı kasların tutunma noktasıdır. Zaten kuyruk sokumu olmaksızın rahat oturmak mümkün değildir. Dolayısıyla kuyruk deyip geçmemeli. Mesela kuyruksuz bir kuş uçuş yapamamakta, yine kuyruksuz bir balık kıvrak bir şekilde manevra kabiliyeti gösterememektedir. Hakeza kuyruk sincap, fare ve kanguru gibi atletik hayvanların dengesine yardım etmekte, bir başka kuyruklu Poltoroo denilen bir hayvana serinletici yelpaze görevi sağlamakta, gerektiğinde ağaca tırmanan hayvanlara ise sarılma işlevi kazandırmakta, hatta bazı hayvan türlerinde kuyruk silah olup düşmanını yanıltma aleti olabiliyor. Kısaca evrimcilerin insanın atası diye ilan ettikleri maymunların kuyruklarının zamanla körelerek insanda kuyruk sokumu halinde oluştuğunu söylemek büyük bir yanılgıdır. Kaldı ki maymun kuyruğu sayesinde bir fındık tanesinden küçük yiyecekleri bile toplayabiliyor, yani burada kuyruk parmak görevi yapmaktadır. Hakeza bazı maymunlarda apandisit yoktur
İşin ilginç yanı evrimin basitten karmaşık bir yapıya doğru gerçekleştiğini iddia edenler kaybolmuş organların köreldiği konusunu evrimin bir işareti diye sunuyorlar. Belli ki körelmiş addettikleri alanda mükemmellik aramaya merak salmışlar. Kaldı ki öyle olsa bile termodinamiğin ikinci kanunun öngördüğü her şeyin zamanla bozulmaya yüz tuttuğu hükmünü çöpe mi atacağız. Dolayısıyla evrimcilerin bir türlü barışık olamadıkları bu kanun bir kez daha onları zor duruma sokmaktadır. Zira küçük partiküller veya izler bozulma çağrıştıran emareler olup, daha çok zararlı mutasyonun doğurduğu bir neticedir. Dolayısıyla evrim modeli başlangıçtan beri kâinatta her şeyin bozulmaya doğru gittiği fikrine karşı çıkmışlardır. Bu yüzden inananlar “Ya baki, entel baki” derler. Yani, baki olan Allah’tır der.
Beşinci soru:
Fosiller evrimi destekliyor mu?
Yaşayan canlılar arasında bir takım benzerliklerin ve bir takım farklılıkların olabileceğinin fosiller içinde geçerliliğini sürdürmesi evrimcileri sükûtu hayale sokacak nitelikte bir durumdur. Üstelik jeolojik devirlere ait fosiller incelendiğinde ciddi manada canlılar arasında sistematik boşluklar göze çarpmaktadır. Madem canlılar arasında sürekli dönüşüm ve evrimleşmenin tekrarlandığından söz ediliyor, o halde sistematik sınıflandırmaya tabii tutulan tüm canlılar arasında boşluk bırakmadan değişime uğradığını gösteren fosil kayıtları ortaya konulmalıydı. Tam tersine mevcut fosiller birden bire sahne aldığını göstermekte ve fosiller arasında geçiş formlarının varlığını ispatlayacak herhangi bir delil sunulamamıştır. Üstelik hem canlı âlemin ölçülemeyecek kadar zengin bir âlem olduğundan dem vurulacak hem de fosil kayıtlarındaki derin boşluklar görmezden gelinip evrimleşmeden bahsedeceksiniz. Böyle bir durumda dönüp adama “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” demezler mi? Maalesef bunca çabaya rağmen fosillerin bize sunduğu boşluklar örtbas edilememiştir. Nitekim bu boşluklardan biri prekambriyen katmanlarında tek hücreli mikroorganizmalarla kambriyen katmanlarında çok sayıda kompleks yapıda bulunan deniz omurgasızları arasındaki ilişkiye bakıldığında aralarında metazoa formuna denk gelinememiştir. Yani büyük bir boşluk söz konusudur. Dolayısıyla Kambriyen fosillerin atalarını prekambriyen (kambriyen öncesi) kayalarda aramak boşa kürek sallamakla eş değerdir. Keza omurgasızlar ile omurgalılar arasında aynı bağı kurmaya çalışmakta öyledir. En basitinden balıkların ataları olduğu iddia edilen omurgasız geçiş formu bulunmalıydı, ama bugüne kadar bir tek fosil delili bulunamamıştır. Evrimciler saçmalardan seçmeler misali hızını alamayıp balıklarında kurbağaya doğru evrimleştiğini iddia ederler. Onlar iddia ede dursunlar yüzgeçlerin kurbağanın ayağına dönüştüğünü gösteren en küçük bir fosil kalıntısına rastlanılmamıştır. Üstelik Crossopterygin (yassı yüzgeçli balık) diye adlandırılan Coelacanth evrimciler tarafından epey bir zaman geçiş formu olarak ilan edilmişte. Fakat Madagaskar yakınlarında bulunan Coelacanth’ın (yassı yüzgeçli balık) canlı bulunması heveslerini kursaklarında bırakmaya yetti bile. Evrimciler bulunan Coelacanth’ın milyonlar yıl öncesi yapısının aynısı olduğu ortaya çıkmasıyla birlikte dona kaldılar. Şimdi milyonlar rakamı denen bir gerçek ortada varken hala balıkların kurbağaya dönüştüklerini hangi yüzle söyleyebiliyorlar pes doğrusu. Bari balıkları rahat bırakın kendi keyiflerince yüzsünler. Baksanıza balığın diğer hayvanlar gibi yürüme organları olmadığı halde onların hızına, kuyruklarının hareketine evrimciler bile yetişememekte. Onlar maalesef hızlarına yetişemediği balığa acaba ne yapsak ta nasıl ayak ilave ederim derdindeler hala. Elbette ki zırva tevil götürmez gerçeğinden hareketle bu iş balıkla sınırla kalmayıp, mesele bu kez de kurbağaların sürüngenlere ve oradan memelilere kadar evrimleştiği iddiasına kadar varacaktır. Oysa bu söylemi ispatlayacak hiçbir geçiş formu yoktur. Maalesef evrimciler Arkeopteriks fosilinin ağzındaki diş ve bir kısım özellikleri bakımdan sürüngenleri çağrıştırması, tüy, kanat vs. uzuvlar yönünden de kuşlara benzemesi dolayısıyla hemen bu yaratığı sürüngenlerle kuşlar arasında ara forum ilan ediverdiler. Meğer sonradan anlaşıldı ki Arkeopteriks yarı sürüngen değilmiş, tam aksine yüzde yüz bir kuşmuş. Tabii ki genel itibariyle kuşların ağzında diş yoktur, ama bu durum dişi olan kuş yaratılmayacak anlamına gelmez. Hatta bir takım nedenlere bağlı olarak nesli tükenmiş ağzında dişi olan kuş olabileceği gerçeğini hatırlatmakta fayda var. Bundan öte madem Arkeopteriks geçiş formu, o zaman pul ile tüy, ya da kol ile kanat arasında tedrici değişimi gösteren bir fosil kaydına niçin rastlanılmamıştır. Bazen öyle oluyor ki nesli tükenmiş varsayılan canlıların günümüzde hayatını devam ettiğine şahit oluyoruz. Evrimciler buna rağmen nesli tükenmişler için indeks fosiller (başlangıç fosiller) tanımı geliştirmişler. Neyse ki nesli tükenmiş sandıkları varlıkların birçoğunun yaşadığı ortaya çıkınca çark etmek zorunda kalmışlardır.
Öyle anlaşılıyor ki sedimanlar ve fosillerin çoğu kısa bir zaman periyotunda oluşmaktadır. Jeolojik katmanlar her ne kadar uzun bir zaman diliminde meydana gelindiği söylense de büyük tufan hadisesinin ortaya koyduğu sonuçlar itibariyle hiçte öyle olmadığı anlaşılmaktadır. Maalesef evrimcilerin yaş tayini metotlarıyla da pek araları yoktur. Onlar için sınırları belirlenmiş herhangi bir sayısal rakamdan ziyade ölçülemeyecek nitelikte ve uzun süreli muammalı bir zaman daha çok mühim. Böylece muamma ile kaplı sır perdesinin arkasına gizlenmek çok daha kolay olacaktır. Oysa fosilleşme hızlı olmalı ki gerek havanın etkisi gerekse bakteri veya toprak kaybına yol açan kuvvetlerin tesiriyle fosilleşmeyi bertaraf edebilecek tehlikenin önüne geçilebilsin. Dolayısıyla fosilleşme hızlılık gerektirir. Ayrıca fosilleşme olayı sıkı bir gömülme ve kalıplaşmayla kemikler muhafaza edilebildiği gibi taşlaşma, donma ve kömürleşmeyle de fosilleşme gerçekleşebiliyor. Bu sıraladığımız metotlar sayesinde toplu dinazor mezarlarından çıkan fosiller, bitki fosiline ait yataklar (kömür rezervleri), kurbağa yatakları, memeli kalıntılarına ait yataklar tüm yeryüzü sathında ortaya çıkabiliyor. Hiç kuşkusuz en kapsamlı fosil yatakları deniz omurgasızlarına ait olup, bu yüzden deniz omurgasız fosilleri yaş tayininde kullanılan indeks fosil seçiminde birinci derecede tercih edilenidir. Demek ki hem jeolojik katmanlar, hem volkanik, metamorfik ve sediment kayaçlar, hem kum taşları, şeyller, konglomeralar, kireç taşları ve dolomitler, hem de evaporitler, kömür, petrol, metaller vs. hızla ortaya çıkmışlardır. Zira fosil taşıyan katmanlar jeolojik sütunda bir bütünlük arz etmektedir.
Ayrıca 135 milyon öncesine ait karides, 25 milyon öncesine ait at nalı yengeci, 22 milyon yıl öncesine ait kurbağa, 320 milyon yıl öncesine ait hamam böceği, 135 milyon yıl öncesine ait ıstakoz ve 60 milyon öncesine ait yengeç gibi canlı fosiller bugün yaşayanların aynısı olup evrim safsatasını çürütmeye yeter artar bile.
Altıncı soru:
İnsanın orjini gerçekten maymun mu?
Evrim teorisi insanı ruhi yönününü görmezden gelerek maddi yönüyle ete kemiğe bürünmüş bir varlık gözüyle bakıp ona göre değerlendirir. Yani Yüce Allah’ın eşrefi mahlûkat ilan ettiği insan, evrimciler tarafından bugünkü haline aşağı yapılı varlıkların değişime uğramasıyla meydana geldiği söylenir. Güya insanlar ve kuyruksuz maymunlar (apes) bundan takriben 3 milyon önce ortak bir atadan türemişler. Hatta iddiayla da kalmayıp fosil hominoidler kuyruksuz maymun veya insan olarak nitelenir, hominoidler ise yarı insanlar diye tanımlanır. Aslında bu tür tanımlarla insanı insanlıktan çıkarmış oldukları gibi ayrıca hem atasını hem de kendisini hayvanlaştırmış oluyorlar. Oysa ortada böyle bir ortak atayı gösteren herhangi bir fosil yoktur. Buna rağmen hala inadım inat dercesine “pithecus-kuyruksuz” ekine bir anlam yükleme adına bulabilecekleri ne kadar kuyruksuz nesli tükenmiş maymun benzeri fosil varsa (Dryopitherus, Oreopithecus, Limnopithecus, Kenyapithecus vs.) işte bu atamızdır şeklinde pişkinlik sergileyebiliyorlar. Mesela delil diye sundukları Ramapithecus’un kesici ön diş ve köpek dişleri günümüz kuyruksuz maymunlardan orangutan ve şempanzelerinkinden küçük olması hasebiyle asla insanla ilişki kurulamayacağı gerçeğini görmekte fayda var. Dolayısıyla dişler üzerinde insana benzeyen yönlerden hareketle birtakım hesaplamalar içerisine girip insanı veya kuyruksuz maymunları temsil ettiğini ispatlamaya kalkışmak abesle iştigaldir. Her ne hikmetse her canlının dişlerine ait yapısal özellikleri beslenme alışkanlıkları ve beslenme kaynaklarıyla doğrudan ilişkisini unutmuş gözüküyorlar.
Evrimcilerce bir başka delil olarak günümüzden 2–3 milyon önce yaşadığı, dik yürüyen, aynı zamanda birtakım aletleri kullanıldığı söylenilen ve güney maymunu olarak sunulan Austrapithecus’a ait fosillerdir. Oysaki fosilleri bulan Lois Leaky’in oğlu Richard Leakey bu fosilin uzun kollu ve kısa bacaklı olup dik yürüyen değil, tam aksine eğik yürüyen bir varlık olduğu değerlendirmesinde bulunarak bir anda şimşekleri üzerine çekmiştir. Çünkü söyledikleri yenilir yutulur cinsten sözler değildir. Dolayısıyla sadece beyin yönünden kuyruklu maymuna benzeyen bu varlığın tıpkı Ramapithecus gibi nesli tükenmiş bir maymun olduğu gerçeği evrimcilerin hesaplarını alt üs etmeye yeter artar bile.
Yedinci soru:
Homo erectus’a ait; Heidelberg adamı, Meganthropus, Java adamı ve Neanderthal Adamı nedir?
Bilindiği üzere evrimciler bir takım fosilleri Homo erectus adı altında tasniflemişlerdir. Bunlar Heidelberg adamı, Meganthropus, Java adamı ve Pekin adamı gibi nitelenir. Onlar kategorilere ayıra dursunlar Java adamını bulan Dubois bile insan benzeri bir varlık iddialarını şiddetle kınamıştır. Ya Pekin adamı, o da evlere şenlik, ona atfedilen kemiklerin ikinci dünya harbinden sonra kayıplara uğramış, dolayısıyla ortada olmayan bir varlığın nesini konuşabiliriz ki. Heidelberg adamı dedikleri zaten sadece büyük bir çene kemiği parçasından ibaret, keza Meganthropus ise 2 alt çene kemiği, 4 dişten ibaret bir varlık. Dolayısıyla ne hakla hala Homo erectus’un evrimleşerek Homo sapiens’e (insan) dönüşeceğini iddia ediyorlar gerçekten anlamak mümkün değil. Kimbilir belkide hız kesmeyip pek yakında Homo sapiens’tende Homo supremus’ (superman) geçişimizi müjdeleyeceklerdir.
Evrimcilerce Neandarthal adamı yarı dik yürümesi ve insana benzer olması dolayısıyla hemen geçiş formu ilan ediliverdi. Oysa Neandarthal dedikleri adam bizim gibi tamamen dik yürüyen bir insan olup, eğik kalması ise D vitamini eksikliğine bağlı kemiklerin iltihaplı ve sakat olmasından kaynaklanan bir durumdur. Gerçekte sakatlığı olmazsa o da bizim gibi dik yürüyen bir insandan başkası olamazdı. Hâsılı o maymunla insan arasında asla geçiş formu değildir. Bilakis bugün gelinen noktada Neanderthal adamı ölüsünü defneden, yazı kullanan ve hatta dini inancı olan bir insan olduğu anlaşılmıştır.
Her şeyden öte Avustralya’da Homo erectus’a ait kafataslarının bulunmasıyla birlikte bu bulunan materyallerden çok daha önce günümüz insanının yaşadığı anlaşılmıştır. Üstelik kafatasın içerisindeki beyin hacminin 900–1100 c.c. olması insanın atası iddiasını tek başına çürütmeye yeterli delildir zaten. Dolayısıyla “Halep oradaysa arşın burada” misali bir kez daha insanın atası olamayacağı ortaya çıkmıştır. Anlaşılan o ki gerek insan ve gerekse ileri yapılı maymunların ataları diye sunulan varlıkların aynı devirlerde beraberce yeryüzüne çıktıkları görüşü daha ağır basmaktadır. Hatta insanın Australopithecus, Neanderthal ve Homo erectus’tan önce yaşadığı tespit edilmesi neslimizin insan olduğu bir kez daha teyit edilmiştir.
At serilerinin evrimle ilişkisi olup olmadığını nasıl açıklanabilir?
Jeolojik devirlerden günümüze kadar 8 farklı at tipi ortaya çıkmıştır. Üstelik bunlar farklı devirlerde ve birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıkmışlar. Dolayısıyla Evrimciler hafızalarında tasarladıkları ve tasarımlarını okul kitaplarına bile aktarıp çizim haline getirdikleri at serilerin kaburga sayılarına baktığımızda küçükten büyüğe doğru bir artma, ya da tam tersi bir yönde azalma olmuyor. Dahası bu at serileri incelendiğinde kaburga sayılarının inişli çıkışlı rakamlar üzerine seyrettiği göze çarpacaktır. İşte söz konusu güya evrime delil diye sunulan at tipleri şunlardır:
—Eohippus: Kaburga sayısı 18 çift.
—Orohippus: Kaburga sayısı 15 çift.
—Plıohıppus: Kaburga sayısı 19 çift.
—Eoous Scotts: Kaburga sayısı 16 çift.
Görüldüğü üzere biri diğerinden meydana gelmiş olsaydı kaburga sayılarında düzenli bir gelişmenin olması gerekirdi. Kaldı ki miyosen devrinde yaşamış olan 2 metrelik boyuyla ün salmış Moropus at fosilinin hem o devirde yaşamış Meryhippus atından, hem de günümüzde yaşayan atlardan büyük olması dolayısıyla evrim sıralamasını bir anda alt üst ettiği artık bir sır değil. Aynı zamanda at serilerine ait her bir form ansızın yeryüzünde görüldükleri fosiller ispatlamaktadır zaten.
Evrimciler bir başka iddialarına göre ise güya 50 milyon önce yaşamış dört tırnaklı bir canlıdan tek tırnaklı ata doğru kademeli bir evrimleşme gerçekleşmiş. Hatta at serilerinin ortak atasının Eosen devrine ait Eohippus (Hyracotherium) isimli köpek benzeri bir canlı olduğundan dem vururlar. Oysa ata diye sunulan Eohippus, bugün Afrika’da yaşayan atla yakından uzaktan zerre miskal alakası olmayan Hyrax denilen hayvanın ta kendisinden başkası değildir. Kaldı ki Pettingrew’e göre günümüzdeki tek tırnaklı at’ın bundan 120 yıl önce, yani mezozoik dönemde yaşamış olduğunu, atası olduğu iddia edilen dört tırnaklıların ise Eosen devrinde ortaya çıkmış ve nesilleri tükenmiş olduğunu belirterek evrimcilerin hevesini kursaklarında bırakmıştır. Tabii Evrimciler yine hız kesmedi, bu sefer atla ilgili safsatalarını farklı boyutlara taşıdılar. Şöyle ki atın ayağındaki çıkıntılar güya lüzumsuz organmış. Oysa sonradan anlaşıldı ki lüzumsuz atfettikleri çıkıntılar atın ayağında mevcut bulunan birçok kasların tutunacağı dayanak noktalarıdır.
Zürafanın boynunun uzun olması evrimle ilgisi var mı?
Lamarck; canlılar yaşadıkları ömür süreci içerisinde rüzgâr, yağmur gibi tabiat şartların etkisiyle birtakım sonradan kazanılmış özellikleri bir sonraki kuşağa transfer ettiği, böylece evrimleşmeye uğradığını iddia etmiştir. Derken zürafalar ceylan türü hayvanlardan türemiştir noktasına gelmiştir. Öyle ya zürafalar yüksek ağaçlara boğazını doyurmak adına uzatayım derken zamanla boyunları bir anda uzayıvermiş. Ne güzel açıklama dimi, şimdilik evlere şenlik diyelim, ama bir cümlelik cevap vermekten de vazgeçmemek gerekir.
Madem zürafa yüksek dallardan beslenmesi sebebiyle boyun kısmının uzadığı iddia ediliyor, o halde bu konuda keçi göz ardı edilmiş olmuyor mu? Zira keçide boyun uzama durumu yoktur. Hadi diyelim bundan vazgeçtik, peki ara fosil geçit form olarak bugüne kadar kısa boyunlu zürafaya rastlanılmadığına ne dersiniz?
Anlaşılan çevre şartları filan bunlar hepsi hikâye türden gerekçeler. Nitekim Weismann adında bir doktor farelerin kuyrukları üzerinde 20 nesillik cerrahi operasyon denemelerine koyulup, kesmiş te. Fakat iş 21 nesle dayandığında içlerinden bir tane olsun bir türlü kuyruksuz fare elde edememiştir. Hakeza İslamiyeti kabul eden Müslümanlar 1400 yılı aşkın yıldan beri sünnet olmaktalar, o gün bugündür birkaç istisna dışında sünnetli çocuk dünyaya geldiği görülmemiştir. Mesela yine Çinliler buna benzer bir uygulamayla ayakları küçük olsun diye demir ayakkabı giymişler, ama netice itibariyle babaların ayakları küçük, çocukların büyük olduğu gözlemlenmiştir.
Evrimcilere göre dağınık, düzensiz cansız atomlar ve moleküller bir araya gelerek düzenli ve planlı proteinler oluşturduğu, sonra DNA ve RNA gibi kompleks yapılar teşekkül ettiği, akabinde çok daha ileri gelişmiş düzenlere sahip canlı türleri ortaya çıkmıştır iddiası nasıl yorumlanabilir?
Bir kere çok daha kompleks ve daha organize bir yapıya ilerleyen hayali bir süreçten bahsetmek fizikte altın kural diyebileceğimiz entropi kanununu ile taban tabana zıt durum ortaya koymaktadır ki, aslında bu durum evrimcilerin fizik kurallarını bile kaile almadıklarının bir göstergesidir. Bilindiği üzere entropi kanunu sistemlerin düzensiz yapılara doğru ilerledikçe entropinin de o oranda artacağını bizlere bildirmektedir. Hatta bu kanun yaşadığımız gezegen içerisinde var olan enerjinin dağılacağını söyleyerek evrimcilerin iddialarının tam tersi hayat iksirinin mükemmele doğru değil bozulmaya doğru yönlendiğini gözler önüne sermektedir. Zaten termodinamiğin ikinci kanunu da evrimin savunduğu tezin tam tersi olarak her şeyin kompleks yapıdan basit yapıya doğru ilerlediğinden bahsetmektedir. O halde düzensizliğin gırla gittiği bu dünyada evrimden bahsetmenin ne anlamı olabilir ki.
Evrim konusu tek taraflı olarak neden medyada popüler durumda?
Hani şu meşhur dünyaca ünlü DISCOVER dergisi var ya, bir sayısının ön kapağı “Darwin yargılanıyor” şeklinde çıktığında birçok ülkede ciddi manada yankı bulmuş, hem de sorgulanmıştır. Ne yazık ki bizim ülkemizin medyası yargılamak bir yana dursun bu dergi kapağını görmezden gelmeyi tercih etmişlerdir. Dünya evrimle alay ederken bizimkiler bir bakıyorsunuz “İşte sudan karaya geçiş!” tarzında hayali başlıklar ve çizimlerle kitleleri kandırmaya çalışıyorlar. Nasıl olmuşsa ansızın balıklar bir sabah uyandıklarında kendilerini karada bulmuşlar. Dahası büyük bir olağan üstü bir olay daha yaşayarak güya yüzgeçlerin yerini ayaklar, solungaçların yerini son derece kompleks yapılı akciğer almış. Oysa herkes bilir ki balık sudan karaya çıktığında 1–2 dakikaya kalmadan mevta olmakta. Bu kısa an diliminde nasıl evrimleşmiş doğrusu merak konusu. Tabii 'mış mışlar' burada bitmiyor. Güya dört adet ayakları olan ve aynı zamanda kıllı memeli bir hayvanın yiyecek bulmak adına denize girmesiyle birlikte arka ayaklar yok olup, ön ayaklar ise yüzgece dönüşmüş, kıllar ise yerini yumuşak bir deriye bırakarak dev bir balina vücuda gelmiş. Geçiş hikâyeleri o kadar çok ki, mesela karadan havaya geçişi bir beyaz önlük giymiş bir sözde bilim adamını medyada bülbül gibi konuşturursanız pekâlâ kitleler nezdinde inandırıcı gelebiliyor. Bu güne kadar ‘yarı balık- yarı sürüngen’ ya da ‘yarı sürüngen- yarı kuş’ gibi paleontolojik ara geçit formlar bulunamamasına rağmen bunu beyaz önlüklü bir adam söylüyorsa iş değişir. Çünkü birçok insanı bu yöntemle kandırmak mümkün. Dolayısıyla bu tür kara propagandaları yabana atmamak gerekir. Maalesef iç ve dış basında zaman zaman büyük puntolarla evrime delil diye sundukları her manşet daha üzerinde bir gün geçmeden bile sahte olduğu gün yüzüne çıkabiliyor. Asparagas ve günü kurtarmaya yönelik yalan haberlerle kitlelerin zihinlerini bulandırmak biricik vazifeleri olsa gerektir. Maalesef bugün medyamız insanı hayvanlaştırmak için uğraş veren kendilerini modern kisve altında saklayan okumuş cahillerin elindedir. Bu yüzden kartel medya ne milletin kendisi ile ne de değerleri ile barışamamaktadır. Zaten barışamazlar da. Baksanıza 1996 yılında Milliyet yayınlarında yayınlanan bir kitapta bir taraftan Darwin'e övgüler dizilirken, öte yandan dine karşı fütursuzca hakaret yağdırmayı da ihmal etmiyorlar. Akıllarınca kendi ifadeleriyle Tanrı’nın rolünü devre dışı bırakıp insanlığı aydınlattığını sanıyorlar. Belli ki sol damar bunu gerektiriyor. Çünkü K. Marx yazdığı 'Das Kapital' kitabının giriş sayfasında materyalizme hizmet eden bir teori olduğuna vurgu yaparak övgüler dizmiştir. Hatta Karl Marx Lassalle’a ithafen yazdığı mektupta diyalektik materyalizmin bir gereği sınıf mücadelesinde evrimi delil olarak esas aldığını itiraf etmiştir. Hakeza Engels’te bizim görüşlerimizin tarihi temelini oluşturan “Türlerin kökeni” adlı eser işte budur diyerek öve öve yere göğe sığdıramamaktadır. Öyle ki Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm kitabında; “Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak yürümektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Darwin ismi çok zikredilmelidir. Darwin metafizik tabiat görüşüne en ağır darbeyi indirdi” diye sevindirik olmaktadır. Ne diyelim onların bir hesabı varsa, şunu iyi biliniz ki Allah’ında değişmez bir hesabı var elbet.
Velhasıl; Allahü Teala; “Gerçek şu ki biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar”(En’am, 111) diye beyan buyurmaktadır.
Görüldüğü üzere evrim ters köşe olmuş durumda.
Vesselam.
https://twitter.com/#!/Alperengurbuzer
dedekorkut1
4 Haziran, 2022 - 14:44
Kalıcı bağlantı
YARATILIŞI İNKÂR EDEN YALAN MASALLARLA NEREYE KADAR YÜRÜNÜR Kİ
YARATILIŞI İNKÂR EDEN YALAN MASALLARLA NEREYE KADAR YÜRÜNÜR Kİ
SELİM GÜRBÜZER
Bilindiği üzere canlı türlerin fenotip veya genotipinin değişikliğe uğramasında hem olumsuz çevre şartlarının neden olduğu bir takım etken unsurların hem de türlerin hayatta kalabilme uğruna verdikleri mücadelelerinin neticesinde ortaya çıkan bir takım yıpranmış illetli yapılar sebebiyet teşkil edebiliyor. Ancak evrimcilerin dediklerine bakarsak sebebiyet teşkil eden bu tür illetli yapıların bir şekilde doğal seleksiyona tabii tutularaktan ayıklanıp ileri ki üreme dönemlerinde bir başka canlı türünün türemesini beraberinde getirecekmiş güya. Şayet dedikleri gibi illetli yapıların doğal seleksiyon yoluyla ayıklanıp ayakta kalanlardan ise ilerisinde yeni bir canlı türü ortaya çıkacak olsaydı mesela genetik altıparmaklılık denen maraz bir illetten bugüne kadar çoktan altıparmaklı nesillerin ortaya çıkmış olması icab ederdi. Oysaki ortada ne altıparmaklılık gibi arızi değişikliklerin nesilden nesile sürdürülebilir yönünde en ufak bir delil gözükmekte ne de altıparmaklılık geninin baskın gen hale gelmişliği söz konusudur. Ortada olsa olsa türün kendi içinde çekinik bir gen halde ve mutasyon sınırları içerisine haps olmuş sadece hastalıklı bir gen yapı oluşumu vardır. Hem kaldı ki mutasyon denen hadise hücrenin gen yapısında ansızın vuku bulabilecek değişiklikler olup, bu durum daha çok ultraviyole ışınları, kozmik ışınları, X ışınları ve kimyasal maddeler gibi etken unsurlardan kaynaklanan milyonda bir ihtimal dâhilinde olabilecek değişiklikler şeklinde ortaya çıkabilmekte. Ancak gel gör ki mutasyon hadisesin böyle bakmak varken tam aksine biyolojik çeşitliliğinin ya da yeni varyasyonların temeli olarak göstererekten başka bir türe dönüşen bir olaymış gibisine bir bakış tarzı ortaya konmakta maalesef. Ortada fol yok yumurta yok ama böyle bir bakış tarzı neden ortaya konur, doğrusu anlamakta zorluk çekiyoruz dersek yeridir. Hatta böylesi sapkın inadım inadım teori bazında evrimci bakış açılarıyla nereye kadar varılır bilinmez ama şu da bir gerçek bu tür fikirler ortada dolandıkça zihinler her daim bulandırılacak gibi gözüküyor.
Hani Sedef Kabaş’ın şu meşhur zihinlere saldığı “Kitleleri etkilemek için ortaya kocaman basit bir yalan atın” diye tavsiye babından söylediği nağmeleri vardı ya, oysaki evrimciler bu tip nağmeleri Sedef Kabaş’tan çok daha yıllar öncesinde tavsiyenin de ötesine bu işi meslek haline getirerekten yapmaktaydılar zaten. Halen yapmaya da devam ediyorlar da. Öyle ki bugüne kadar ortaya attıkları aynı yalanı sürekli olarak bıkmadan usanmadan defalarca tekrarlayaraktan evrim teorisinin önemli sacayağını oluşturan canlılardaki çeşitliliğin mutasyon kaynaklı olabileceğini zihinlere kazımakta pekte maharetli çıktılar diyebiliriz. Elbette ki bizimde mutasyonların DNA ve RNA’nın yapısında değişmelere sebebiyet teşkil edebileceğine itirazımız olamaz. Hiç kuşkusuz bizim itirazımız ortada fol yok yumurta yokken mutasyonların yeni bir başka canlı türü oluşturabileceği iddiasınadır. Oysaki mutasyonlar yeni bir başka canlı türün meydana gelmesini tetiklemeyip tam aksine kalıtsal bozukluklar olarak sahne almakta. Bu söz konusu mutasyon oluşumunu tetikleyen mutagenik maddeler laboratuvar ortamında hayvanlar üzerinde denenmiş bile. Fakat yine de mutagen maddelerin insan üzerinde doğrudan mutasyona sebep olan tek yegâne unsur olduğu konusunda kesin bir sonuç elde edilmiş değildir. Belki 10.000, belki 100.000 doğumda ancak ihtimal sınırlarını zorlayacak şekilde anormal durumlar ortaya çıkabiliyor. Üstelik ortaya çıkan anormalliğe neden olan binlerce mutagenik maddelerin hangisinden kaynaklandığını milyonda bir ihtimal dâhilinde hesaplarla da tespit edilmesi zor bir durumdur. Fakat çağımızda sanayileşmeyle birlikte zehir etkisi yapan nükleer enerji santrallerinin, otomobillerden ve fabrika bacalarında etrafa yayılan kimyasal gaz maddelerin hemen her türden canlının mutasyona maruz kaldığı artık bir sır değil. Hele bilhassa aşağı yapılı canlılardan fare, solucan, meyve sineği, bakteri ve bir takım bitkiler üzerinde etken unsur olarak mutasyon görüldüğü konusunda bulgular tespit edilmiştir diyebiliriz. Hatta gerek bitki ve hayvanlara enjekte edilen bazı ilaçların, gerekse tedavi için kullanılan bazı ilaçların insana aktarıldığında icabında kusurlu doğumlara ve bir takım organ bozukluklarına yol açtığı da apayrı bir mesele olarak karşımıza çıkabiliyor. Nitekim güvenli olduğu sanılan Talidomit (Thalidomit=uyku habı) adlı teskin edici bir uyku ilacı kısa kolluluk, kolsuz ve bacaksız doğma gibi çarpıklıklara sebep olması bunun tipik bir misalini teşkil eder. Özellikle uyku ilacı gebeliğin ilk iki ayında verilirse daha da anormal durumlar meydana getirebiliyor. Bir zamanlar Batı Almanya’da doğum öncesinde kullanılan bu tür ilaçların neticesinde 40.000 kusurlu doğum vakası gözlemlenirken diğer ülkelerden İngiltere’de 1000, Amerika’da ise 200.000 doğumun kusurlu olduğu tespit edilmiştir. İşte bu tür örnekler bize gösteriyor ki adına Talidomit denen uyku ilacı çok rahatlıkla hücrelere nüfuz edip genetik zararlar meydana getirebileceği gibi mutagenik etkisinin de olabileceğini söyleyebiliriz. Hatta hali hazır bu hususlara değinmişken yine bu hususlarla alakalı bitki ve hayvanlarda mutasyona sebep olan bir takım ingredient maddeleri, yani aktif bileşen veya etken maddeleri bir iki cümleyle şöyle de tanımlayıp sıralayabiliriz de:
Toksin- Mikroorganizmaların saldıkları zehirli maddeler olup bakteri, virüs, mantar parazitleri, fare ve insan üzerinde mutasyon etki yapabilmektedir.
Benzo(a)piren (BaP)- Sigara ve kömür dumanının yanı sıra kışın hava kirliliği olan yerlerde fareler üzerinde mutasyon etkisi yapmaktadır. Hatta akciğer plevrasında kansere de neden olmaktadır.
Kafein- Kahve bitkisinde elde edilip genellikle kafein içerikli maddeler aşırı dozlarda kullanıldığında bakteri, soğan, meyve sineği ve insan hücresi üzerinde mutajenik etkinliği söz konusu olabiliyor.
Dimetil Sülfat- Kimya sanayinde kullanılmakta olup, bilhassa DNA üzerinde mutasyon etkisi yaptığı belirlenmiştir.
Nitröz asit (HNO2)- Bakteri, virüs ve mantarlar üzerinde mutasyon etkisi yaptığı belirlenmiştir.
Ozon (O3)- Yağmurlu havalarda şimşek çakması sonucu teşekkül edip, daha çok geniş yapraklı bitki köklerinin hücrelerinde kromozom kırılmasına neden olmaktadır.
Trimetilamin (TEM)-Kanser ilaçlarında ve böcek kemosterilizan maddelerde bulunup, ayrıca fare ve meyve sineği üzerinde mutagenik etki yapabilmektedir
NaNO3 (Sodyum Nitrat)- Bütün gıda maddelerinde bulunup mutagenik etki yapabiliyor. Nitekim NaNO2 + HCl → NaCl + HNO2 denkleminden de anlaşıldığı üzere mide içerisinde tuz asidi (HCl) yardımıyla HNO2 mutagenik madde olarak ortaya çıkar. Hatta birçok bilim adamı tarafından HNO2 + NaCl karışım halinde mide kanserine yol açtığı söylenmektedir.
İşte mutasyona sebebiyet teşkil olabilecek nitelikte yukarıda kısaca tanımladığımız etken maddelerin haricinde bir de bir başka arızi değişiklik biçimi daha vardır ki, o da malum kalıtsal olmayan, yani dölden döle geçmeyen modifikasyon türü değişikliklerdir. Örnek mi, işte yıllardır sünnetli babadan sünnetli evlatların doğmaması bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Hatta sünnet olmuş Müslüman toplumların üzerinde milyarlarca yıl kaç kuşak geçse de hiç fark etmez, yine Müslüman ailelerden doğacak olan çocuklar her daim sünnetsiz doğacaktır. Yani bu demektir ki; sünnetsiz dünyaya gelen çocuğun sünnete tabii tutulup üreme organında modifiye bir değişikliğe uğrasa da kaç kuşak sonraki dünyaya gelecek çocuklar asla sünnetli nesil veya sünnetli kuşak oluşturamayacaktır.
Malumunuz bir organizmanın yapısını oluşturan genlerin tümü genotip (genom) olarak tanımlanır. İşte bu tanımlamadan hareketle çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki genotipi farklı olan bireylerin izdivacından doğacak olan bireylerin fenotipleri de tıpa tıp aynı olmayıp farklı olacak demektir. Ancak bu söylemimizden sakın ola ki fenotipleri ve genotipleri farklı bireylerin birkaç kuşak sonrasında farklı türden bir başka yaratık ortaya çıkaracak anlaşılmasın. Tam aksine aradan kaç kuşak geçerse geçsin her birey kendi hem cinsinden zengin çeşitlilik olarak neslini devam ettirecektir. Bir başka ifadeyle bu zengin çeşitlilikten asla başka cins varlık türemeyecektir. Hatta buna arızi değişiklikler de dâhildir. Yani sonradan oluşabilecek bir takım arızi değişik kombinasyonlar hiçbir şekilde türün kendi orijinal asliyetine herhangi bir halel getiremeyeceği gibi başka türden bir yaratığın oluşumuna da geçit vermeyecektir. Böylece her tür arızi değişikliklerden etkilenmeksizin kendi soy ağacı içerisinde neslini korumuş olacaktır.
Evet, ister adına çeşitlik deyin isterse arızi değişiklik deyin, her iki durumda da her tür orijinalliğinden uzaklaşıp başka bir canlı ya da başka bir tür doğurmayacaktır. Tam aksine her türün kendi içinde orijinalliğini koruyaraktan farklı ırkların ortaya çıkmasında olduğu gibi zenginliğin ifadesi çeşitlilik doğa gelecektir. Öyle ya, bir insanın siyah olması ya da beyaz olması ne fark eder ki, sonuçta ortada renk bakımdan çeşitlik söz konusu olup yine insan insan olarak farklı türden ırklarla varlığını sürdürüyor olmakta, hayvanlarda kendi türünde hayvan olarak orijinalliğini koruyarak varlığını sürdürmekteler. Bir an başımızı öne koyup evrimcilerin iddia ettikleri şekliyle insan genomunda renk değişikliklerinin de mutasyon kaynaklı bir oluşum olarak düşünür olsak bile, biliniz ki böylesi bir oluşumla insandan başka bir yaratığı ortaya koyacak bir değişiklik getirmeyecektir. Hadi diyelim ki mutasyona uğramış genler kalıtsal olarak dölden döle geçtiğini varsaysak bile asla ve kat’a böylesi bir geçişle de yine yeni bir tür yaratık ortaya çıkmayacaktır. Kaldı ki mutasyonlu geçişe bağlı değişiklikler genel itibariyle sadece ya bir iki baz ileri ya da bir iki baz geri değişiklikler şeklinde karşımıza çıkmakta, yani bir başka ifadeyle mutasyon sınırlarını aşmayacak bir şekilde değişiklik ortaya çıkmakta. Zaten bu tür istisnai kabilden değişiklikleri genele şamil hududu aşacak değişiklikler olarak nitelendirmek akla ziyan bir tutum olur. Mutasyon hadisesiyle karşımıza çıksa çıksa sadece istisnai türden zararlı değişiklikler olarak çıkıp, ki bu durum mutasyon denen hadisenin tabiatında var olan bir durumdur. Nitekim canlıların yaratılışından bugüne hangi yaratılmış canlı türü olursa olsun hiç fark etmez mutasyona maruz kalıp da o canlının uzun ve sağlıklı ömür yaşadığı görülmüş değildir. Şurası muhakkak mutasyona uğramış hücreler uzun ömürlü kalsa bile istisnai bir vaka olarak değerlendirilir. Belli ki atalarımız ”İstisnalar kaideyi bozmaz” sözünü boşa söylenilmemişler. Her ne kadar Evrimciler bu atasözümüzü görmezden gelerekten mutasyonların çok az bir kısmının faydalı olduğunu ileri sürüp çok küçücük zerre miskal değişikliklerden medet umar hale geliyor olmaları bile içine düştükleri garabet hallerini gözler önüne sergilemeye yeter artar da. İşte bu içine düştükleri garabet hallerine rağmen halen bugün olmuş gelinen noktada milyonda bir görülen istisnai birkaç uç örneklerden fayda umma çabasıyla ideoloji haline getirdikleri ispatlanmamış teori bazında evrim fikriyatını kurtaracaklarını zannetmekteler. Ne diyelim işte sizde görüyorsunuz ya, evrimcilerin canlı âlemde cereyan eden harikulade dönüşüm ve çeşitliliği açıklamaktan aciz kalıp bu işten sıyrılmak adına istisnai olgulara bel bağlamışlıkları ve köşeye sıkışmışlıkları o kadar net kendini belli ediyor ki milyonda bir ihtimal dâhilinde mutasyona uğramış olgulardan hareketle işi kotarma peşindelerdir.
Ah ahmakça fikirlere kapılmış evrimciler! Durum vaziyeti kotarmak adına milyonda bir rakama tav olacak kadar batak bir duruma düşebiliyorlar, oysaki mutasyona bel bağlayarak nereye kadar sürüklendikleri evrimcilik bataklığından yakalarını kurtarabilirler ki. Bir kere gittikleri yol en baştan beri zaten çıkmaz yoldur, bu gidişle düştükleri bataklıktan asla çıkamayacaklardır.
Velhasıl-ı kelam; mutasyonlarla canlı organlarında bazı değişiklikler çoğu kez zararlı ve ölümcül olmakla birlikte yaşama imkânı veren istisna türden mutasyon hadiseleri gerçekleşebiliyor. Fakat yaşama imkânı veren bu tip mutasyonlar kendi türü içerisinde sınırlı kalıp, cüzü bir değişiklikten öteye geçemeyecektir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/yaratilisi-inkar-eden-yalan-masallarla-nereye-kadar-yurunur-ki-5816-kose-yazisi
dedekorkut1
11 Haziran, 2022 - 11:36
Kalıcı bağlantı
DARWİNİZM VE YARATILIŞ
DARWİNİZM VE YARATILIŞ
SELİM GÜRBÜZER
Anlaşılan Evrimciler Darwinizm’i kurtarmak adına evrimi moleküler genetik biyolojiye uyarlamaya çalışılıyorlar. Onlar uyarlamaya çalışa dursunlar, fosil kayıtlar ortada durdukça tüm uyarlama çabaları boşa çıkmakta habire. Bilindiği üzere canlı artıklarının fiziksel, kimyasal ve biyolojik olarak sedimant (çökelen tortular) tabakalar içerisinde uzun yılları aşan sürelerde uygun bir ortama denk geldiğinde ancak o zaman preslenmek suretiyle fosilleşme denen hadise vuku bulmakta. Öyle ki çökelen tortular bir yandan kaya şeklinde sertleşirken diğer yandan da canlı artıklar ya da cesedin tamamı yüksek basınç etkisiyle preslenmiş kaya parçası haline gelmek suretiyle oluşmakta. İşte organizmanın ölümünden sonra arta kalan kısımlardan oluşan bu tip baskılanmış kalıntı yapılara fosil denmektedir. Malumunuz bir kısım bilim adamları günümüz teknolojisine uyarlanmış bir takım radyometrik metotlardan elde ettikleri verilerden hareketle yeryüzünün yaşını 4,5 milyar yıl olarak hesaplamışlardır. Derken bu noktada fosillerin hangi devirlere ait olduğu bir gösterge niteliğinde kalıntılar olacağından bu tür metotlarla elde edilen fosilin çok rahatlıkla içinde bulunduğu jeolojik zaman dilimi veya yaşı hesaplanabiliyor. Evrimcilik bu ya, jeolojik devirleri gösteren tablolardan hareketle yeryüzünde ilk evvela omurgasızların görüldüğünü, sonrasında balıklar, kurbağalar, sürüngenler ve memelilerin ortaya çıktığını ve sonrası süreçlerde ise güya her bir canlının evrim geçirerek Nasreddin Hoca’nın misali “Kazan Doğurdu” hikâyesi misali farklı kazanlara dönüşerekten türeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Yani birbirinden farklı canlı türlere dönüşeceği…
Malumunuz Yaratılış fikrini savunanlar ise yeryüzündeki jeolojik hadiselerin uzun zaman diliminde gerçekleştiğini kabul etmekle beraber canlı türlerin ayrı ayrı değişik zamanlarda ortaya çıkıp asla türden türe dönüşmediğini, böylece kendi hemcinsi türüyle ortaya çıkmak suretiyle kendi atasının neslini devam ettirdiği yönünde görüş serd etmişlerdir. Gerçekten de söz konusu jeolojik devirlerin zaman tablosunda yer alan prekambriyen kayaçları arasında şimdiye kadar herhangi bir canlıya ait fosile rastlanılmaması evrimcilerin görüşlerini ziyadesiyle çürütmeye yeterken yaratılışçıların tezlerini ise daha da bir kavi kılmıştır. İşte bu gerçeği dile getirmekle de evrimcilere haksızlık etmiş sayılmayız. Hem niye haksızlık etmiş olalım ki, bikere ortada prekambriyen devrinde herhangi bir fosil kayıtlarına rastlanmadığına göre bu demektir ki kambriyen devrinin faunasında herhangi bir canlıya ait evrimleşme hadisesinin gerçekleşmediği bir durum söz konusudur. Ama gel gör ki, evrimciler bu noktada bir bakıyorsun yine inadım inat sanki ortada bir türden başka bir türe geçişi gösteren fosil kayıtları varmışçasına canlıların evrimleşip başka bir canlı yaratığa dönüştüğünden dem vurabiliyorlar. Üstüne üstük evrimciler mevcut fosil kayıtları görmezden gelip yangından mal kaçırır gibisine birtakım gerçekleri ört bas edip kurnaz tilki rolünü oynamakta pekte mahirlerdir. Oysaki Fen bilimleri ispatlanmış bilimsel veriler ve fosil kayıtlarla konuşmayı gerektirir. Ne diyelim adamlar bir kere tâ baştan yakayı kaptırıp akıl hocaları Darwin’le kafalarını şablonlamışlar, isteseler de bu saatten sonra tek yönlü ortaçağ kafası bu şablonun dışına çıkamazlar. Hatta ortaya ispatlanmış bilimsel verilerde koysan onlar için vız gelir tırıs gider misali akşam yatıp sabah kalkıp habire ‘evrim’ deyip başka bir şey sayıklamazlar. Kaldı ki örnek gösterdikleri Batı dünyası bile bu sevdadan vazgeçeli epey yıllar geçtiği halde bizim yerli evrimciler bugün olmuş halen bilimsel verilerle taban tabana zıt kendi uydurdukları çürütülmüş dogma tezlerinden vazgeçmiş değillerdir. Dedik ya, oysaki bugün evrimci tezlerin doğduğu Batı dünyasında artık Darwin denince komik fıkra olarak karşılık bulmakta. Yine de biz bu noktada tüm hüsnüniyetimizi koruyaraktan yerli evrimcilerin bu tutumlarından vazgeçmeleri için bir an evvel akıllarını başlarına alıp en nihayetinde şu çağrıyı yapmakta fayda görüyoruz:
-Bırakınız Darwin kendi çöplüğünde teorisiyle kala kalsın, bilimde bilimliyi ile yoluna devam etsin. Böylece hem kendinizi hem de zihinlerini aşılamak istediğiniz insanları kendi özgür iradeleriyle baş başa bırakınız ki zihinler teorilerin peşinden değil bilimsel verilerin peşinden koşuvermiş olsun.
Zaten bilimsel verilerden yola çıktığımızda şu bir gerçek; çok hücreli canlılar özellikle birbirinden farklı hücre yapılarıyla dikkatleri üzerine çekip bu farklı oluşumlar asla biri diğerinden türemiş farklılıklar değillerdir. Nasıl mı? Mesela karaciğer, deri, kemik ve göz hücrelerinin her birini mikroskobik incelemeye tabii tuttuğumuzda birbirlerinden çok farklı yapıda olduklarını gayet net bir şekilde görebiliyoruz pekâlâ. Sadece görünüm bakımdan mı görüp gözlemekteyiz, elbette ki bunun yanı sıra işlevsel yönleriyle de çok farklı yapıda olduklarını görüp gözlemlemekteyiz. İşte birbirlerinden bu denli farklı özelliklere sahip olmaları bize şunu gösteriyor ki ortada basit bir oluşumun varlığı söz konusu olmayıp bilakis birbirinden farklı karmaşık oluşumların arka planında bir dizi farklı protein sentezi yapılanmalarının varlığı söz konusudur. Ki, bilim adamları bu hususlarda son derece birbirinden farklı karmaşık protein yapısıyla ilgili çalışmalara kafa yordukça canlının embriyolojik gelişmesi sırasında ortaya çıkan farklılaşmayla birlikte hücrelerin birbirinden bağımsız olarak nasıl fonksiyon kazandığını ve nasıl kendine özgü bir yapıya dönüştüğünü çözer hale gelmişlerdir bile. Tabii bu hususlarda sırf kafa yormakta yetmez, hücre içinde vuku bulan pek çok fonksiyon mekanizmaları hakkında da daha detaylı bilgi edinmek için bikere her şeyden önce hücreyi oluşturan her bir elemanın birbirinden ayırabilecek laboratuvar analiz ve izolasyon çalışma metotlarına başvurmakta gerekir. Neyse ki günümüzde bir takım laboratuvar teknik metotların son derece gelişmiş cihazlarla yapılıyor olması sayesinde artık hücre yapılarını çok rahatlıkla birbirinden ayırıp hücre elemanlarının her birinin katman katman izole edilebildiğine şahit olabiliyoruz. Nitekim herhangi bir biyolojik materyali laboratuvar şartlarında özel solüsyonlara tabii tutaraktan örnek materyalin cinsine göre santrifüjde 1000 RPM’se 1000 RPM, 3000 RPM’se 3000 RPM, 5000 RPM’se 5000 RPM gibi değişik devirlerde santrifüj tüplerine konulmuş biyolojik örneklerin döndürülmesiyle (merkez kaç kuvvetiyle) birlikte başarılı bir şekilde bileşenlere ayrılıp böylece izolasyon çalışmaları neticelendirilmiş olmakta. Hatta izolasyona giren her bir biyolojik örneklerin aşama aşama değişik devirlerde çöktürüldüğünün en son safhasına gelindiğinde üst kısımda kalan sıvı içerisinde yer alan hücre yapılarının daha düşük yoğunlukta olması hasebiyle bu kısımda daha çok ribozomların yer aldığı gözlemlenmiştir. Tüm bu ayrıştırma işlemlerinden anlaşılan o dur ki; her bir bileşen birbirine iç içe karışmış gibi görünse de analiz işlemlerinin bittiği noktada bir bakıyorsun ribozom ribozom olarak asliyetini korumakta, mitokondri mitokondri olarak asliyetini korumakta. Her ne kadar ayrıştırma işlemleri evrimcileri üzse de neticeyi itibariyle görünen o ki başlangıçta her şeyin çorbaya dönüşmüş olduğu sanılan çözeltilerin izole edilmesiyle birlikte birbirinden bağımsız bileşenler olduğu anlaşılmaktadır. Meğer her şey göründüğü gibi değilmiş, hücrenin derinliklerine inildikçe nice sürprizlerle karşılaşmamız an meselesidir diyebiliriz. Mesela insan hücrelerinin merkezinde karşılaşacağımız sürprizlerden bir nükleolus yapı var olup ayrıca RNA ve buna bağlı olarak proteinler bakımdan oldukça da zengin içerikli derya-i umman niteliğinde hammadde kaynak söz konusudur. Ve bu söz konusu zengin içerikli ham kaynak maddeler hücre çekirdeği içerisinde ki kromozom yapı içerisinde konumlanmış olup böylece bu sayede nükleus yapı içerisinde protein sentezi faaliyetlerinde kullanılmış olurlar. Hatta bu yapı içerisinde önemli bir misyon yüklenen RNA ise rRNA (ribozomal RNA) karakterinde bir içerik yapı olarak karşımıza çıkar. Ta ki bu içerik çekirdek içerisinde proteinlere ve histonlara bağlanır, ancak o zaman sitoplâzmaya geçiş yaparak amino asitlerle birlikte protein sentezine aracılık eden bir misyon yüklenmiş olur.
Tüm bu anlatılanlardan anlaşılan o dur ki; çok hücreli canlılar özellikle bünyesinde bulunan birbirinden farklı hücrelerin varlığıyla dikkat çekmektedir. Zira karaciğer, deri, kemik ve göz gibi ileri derecede birbirinden farklılaşmış halde konumlanmış hücreler bunun tipik misalini teşkil ederler. Bu farklı oluşumlar bize aynı zamanda protein sentezinin son derece çok kompleks yapıda olduğunu gösteriyor. İşte böylesi bir kompleks yapı içerisinde bir bakıyorsun anne rahminde embriyo ve fetüs safhalarına geçiş süreçlerinde alyuvar hücrelerinin oluşumuyla birlikte oksijen naklinin gerçekleştiğini, sinir hücrelerinin oluşumuyla birlikte haberleşme ve iletişim ağının tam takır donatıldığını, salgı hücrelerinin oluşumuyla birlikte hormonal dengenin sağlandığın, böbrek hücrelerinin oluşumuyla birlikte boşaltım ve tahliye işlemlerinin gerçekleşeceği bir dizi farklı fonksiyonlar için farklı özelleşmeler vuku bulabiliyor. Dikkat edin bu söz konusu karmaşıklık içerisinde sinir hücresi sinir hücresi olarak, göz hücresi de göz hücresi olarak vücut bulmaktadır. Öyle ki hiçbir hücre kendi öz kodlarından sapma yapıp ne sinir hücresi göz organına dönüşmekte ne de göz hücresi sinir ağına dönüşmekte. Bilakis her hücre kendi öz koduyla kendi asli organını oluşturmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla her bir hücre evrimci tezlerin tam aksine kendi yaratılış mayasıyla taban tabana uyumlu organ yapısı içerisinde aslına rücu etmekte. Derken en nihayetinde her şey kendi asli mecrasında ilerleyip canlı oluşumunun bütününe yayılan bir iş bölümü şeklinde gerçekleşen bir organ yapılanması vuku bulur.
Evet, şu bir gerçek Biyokimyacılar yıllardan beri hücre içindeki yapıları tek tek ayırıp analiz etmek için bir takım dokuları tuz çözeltisi içerisinde süspansiyonunu sağladıktan sonra santrifüjle hücre yapılarını birbirinden ayırmak için çaba sarf etmişlerdir. Ancak bu işe koyuldukları ilk aşamalarda pek ümit verici sonuçlara ulaşamamıştılar. Çünkü birçok hücre tuz çözeltisine konulunca deforme olup adeta patlıyordu. Neyse ki 1950 yıllarında tuz yerine şeker çözeltisi kullanılmasıyla birlikte hem hücre yapılarının patlaması önlenmiş ve hem de hücre yapılarını birbirinden ayıran bir dizi metotlar geliştirilmiştir. Nitekim deneylerde kullanılan farenin karaciğeri özüt hale getirilmesi için şeker kamışı posasından elde edilen çözeltiye konulup soğuk bir odada karıştırıcı (mixer) içerisinde vortekslenerek homojen hale getirilmesi neticesinde karaciğer hücrelerinin serbest hale geçmesi sağlanabilmiştir. Derken özüt hale gelen karaciğer hücreleri santrifüj tüpünde 700 rpm’de 10 dakika düşük hızla döndürüldüğünde tüpün dip kısmında hücre çekirdeklerinden meydana gelen bir çöküntü elde edildiği gözlemlenmiştir. Hatta dip kısmına pelet halde çökmüş diğer parçalanmış hücrelerin varlığı da gözlemlenmiştir. Pelletin (çökeltinin) üst katmanında teşekkül eden sıvının (supernatantın) içerisinde ise daha küçük yapıda hücre yapıların varlığı gözlemlenmiştir. Ve çökeltinin bu üst katmanda oluşan supenatant sıvı döküp tüpün dibindeki çökeltiyi tekrardan yerçekiminin 5000 katı kuvvetle santrifüj edildiğinde bu kez tüpün dip kısımda mitokondri hücrelerinden meydana gelmiş bir çöküntünün oluştuğu gözlemlenmiştir. İşte tüpün dibinde gözlemlenen bu çöküntüler her defasında iyiden iyiye saflaştırıp mitokondrileri ayırdıktan sonra geriye kalan mayi ultra santrifüjle yerçekimi gücünün 10.000 katı bir uygulama daha tatbik edildiğinde bu kez tüpün dibinde endoplazmik retikulum ve ribozom ihtiva eden bir çöküntünün oluştuğu gözlemlenmiştir. Derken tüm bu işlemlerin akabinde oluşan bu süspansiyon yıkama solüsyonlarıyla yıkandığında endoplazmik retikulum parçalarının elimine edilmesiyle birlikte geriye kala kala sadece ribozomlar kalacaktır. Böylece bu tür hücre analizi ve ayrıştırma yöntemleri sayesinde protein ve nükleik asit moleküllerinin ayrıştırma işlemleri gerçekleşmiş olur. Neticeyi itibariyle ayrılan hücrelerin en küçük alt biriminin ribozomlar olduğu belirlenmiş olur.
Hâsıl-ı kelam, insanoğlu topraktan yaratılmış olmakla aslında başlangıçta cansız bir madde sayılır, ne zaman ki Yüce Yaradan yaratılış toprağına ruh üfler, işte o zaman hücre oluşumuyla birlikte ete kemiğe bürünmüş bir halde kendini bilen varlık oldu. Zaten kendini bilen varlık bir anlamda madde kalıbından sıyrılıp şuurlu yaratılmış mahlûk olmak demektir de. Gerçek manada şuur sahibi olmak ise malum ruh köklerini iri ve diri tutmakla ancak erişilebiliyor. Çünkü şuur elle tutulur gözle görülür eşyadan değil ruhi kaynaktan beslenen bir melekedir. Ancak gel gör ki bunu evrimcilere kabul ettirmek çok zor, onlar bildiklerini okuyup şuurlu varlık olarak yaratılan insanı madde veya eşya kalıbında basite indirgeyip şuursuz maymunu atası olarak ilan ettirmek peşindedirler halen. Oysaki insan şuurlu yaratılmış varlık olması sayesinde milyarlarca galaksiden meydana gelen koca kâinatı küçücük beyin belleğinde hıfz edip sığdırabilmekte. Nitekim bu nedenledir ki Yüce Yaradan insanı eşrefi mahlûkat olarak ilan etmiştir.
Yine de biz, Allah’tan yaratılış mucizesine iman getirmiş Müslümanlar olarak, bize olan yakışan tavrımızla insanı basite indirgeyipte ona madde gözüyle bakan materyalistler ve evrimciler hakkında yaratılış şuuruna ermeleri için hidayet dilemek düşer.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/darwinizm-ve-yaratilis-5837-kose-yazisi
dedekorkut1
22 Ekim, 2022 - 11:38
Kalıcı bağlantı
EVRİM TERS KÖŞE
EVRİM TERS KÖŞE
SELİM GÜRBÜZER
Evrim teorisinin kaynağı milattan önce eski Yunan’a dayanmakla birlikte bu düşüncenin asıl temelleri Charles Darwin’in dedesi İngiliz doktoru Erasmus Darwin ve Fransız Comte de Buffon tarafından ortaya atılmıştır. Bu ikili canlıların çevre şartlarına göre şekillenerek sonradan kazandıkları özelliklerini bir sonraki kuşaklara aktardıklarını ileri sürmüşlerdir. Öyle veya böyle bu düşünceyi doğru kabul ettiğimizi varsaysak bile çevre şartları gereği herhangi bir canlının alacağı darbeden dolayı vücudundaki deri kalınlaşmasıyla birlikte daha dayanıklılık kazanıp bu vaziyette canlıya aktarıldığını yutmamız gerekiyor. Keza ördeklerin sürekli yüzmelerinden dolayı ayak perdelerinin oluştuğuna, bazı canlıların ise organlarını kullanmayarak köreldiğine kanmamız gerekecektir. Neyse ki bu tür fikirler etraftan pek itibar görmedi, ama sağından solunda biraz revize edilerekten böylesi fikirleri yeniden canlandırmak torun Darwin’e nasip olacaktır. Torun Darwin iki yıl süren Tıp tahsilini yarıda keserek babasının tavsiyesi doğrultusunda Cambridge Christ College (İsa’nın Koleji) okulundan mezun olur da. Ne var ki mezun olduğu okuldan papazlık diploması alır almasına ama mesleğini icra etmek yerine başka alanlara merak salacaktır. Ne diyelim merak bu ya, derken soluğu Güney Amerika ve Pasifik adalarına giden Beagle adlı gemide almıştır. Öyle ki, Charles Darwin 1832 yılında gönüllü olarak katıldığı ve 5 yıl süresince dünyanın değişik yerlerini turlayan H.M.S. Beagle isimli bir gemiye bindiğinde çokta heyecanlıydı. Hem kendisini nasıl heyecan sarmasın ki, özellikle bu seyahati sırasında Galapas adalarında yakından izlediği birbirinden farklı ispinoz türlerin varlığı onu doğrusu çok etkilemişti.
Evet, ortada birçok kuş türleri vardı var olmasına ama gagaları çok farklıydı. Bu durum karşısında düşündü taşındı, söz konusu bu farklılığın kuşların çevreye uyum sağlamalarından ötürü olsa gerektir kanaatine vardı. Yine bir kez daha düşündü taşındı, tüm canlılarda ki bu çeşitliliğin temelinde çevreye uyumlulukla ilgili olsa gerek deyip kendinde tüm canlı türlerin tek bir ilkel ortak atadan meydana gelmiş olmalı düşüncesi beyninde yer ediverdi. Hakeza düşüncelerine dayanak teşkil edip temellendirmek içinde canlı türlerin çevre şartlarına hızla uyum sağlayan canlıların ayakta kalabileceklerini uyum sağlayamayanlarınsa eleneceği anlamına gelen ‘doğal seleksiyon’ tezini ortaya atmıştır. Hatta bunla da yetinmeyip kafasında tabiat gücü oluşturarak çevreye uyum sağlayan her bir canlı türü üzerinde cereyan edebilecek faydalı küçük değişimlerin birikerekten kuşaktan kuşağa geçmesiyle birlikte zaman içerisinde orijininden farklı canlı türlerine dönüşebileceği çizgisine gelmiştir. Oysa ileri sürdüğü faydalı değişmelerin kaynağının ne olduğu konusunda ortaya delil koyamaması teorinin daha baştan çürümeye yüz tutacağının ilk işaretlerini çoktan vermeye başlamıştı bile. Üstelik Darwin’in ileri sürdüğü tezin sıkıntısı tek bundan da ibaret değildi. Bundan daha başka hayvanlardaki içgüdü gibi hatta ve hatta dünyaya açılan küçücük pencere olarak addettiğimiz göz gibi daha nice pek çok donanımların basit donanımlar olmayıp tam aksine mükemmel donanımlar olduğu bir dizi altından çıkamayacağı hususlar önünde aşılması zor engeller olarak duruyordu ki, bu durum da:
-“Bir fizikçi olarak gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği karşısında doğrusu şaşakaldım” demek itirafında kendini alamaz da.
Malum Lamarck’da canlılar yaşadıkları bir ömür hayat süreci içerisinde birtakım kazandıkları özelliklerini bir sonraki kuşağa nakl edip ve böylece evrimleşmeye uğradığını iddia eden ilk evrimci teorisyenlerden biridir. İşte Darwin’de izini iz sürdüğü kendisinden önce yaşamış olan Fransız Biyolog Lamarck’ın izinden şaşmamak adına göz donanımının o muhteşem görünümü karşısında altından kalkamayacağı bir sıkıntı içiresine girmesine rağmen onuruna yedirememiş olsa gerek ki kendisi de bu teoriden vazgeçme ihtiyacı duymamıştır. Kim bilir kendi döneminde de günümüz modern teknolojilik donanımda biyokimya ve genetik gibi önemli bilim dallarıyla yüzleşmiş olsaydı belki Lamarck’ın açtığı bu yoldan gitmeyip bu denli ileri sürdüğü teorisinde nli ısrarcı olmayacaktı. Nitekim Botanikçi Gregor Mendel’in 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetmesiyle birlikte genetik biliminde çok önemli adımlar atılıp ve ardından DNA molekülünün kompleks bir yapıda olduğu anlaşılınca Evrim düşüncesi daha da bir kriz geçirme aşamasının eşiğine girmiş oldu diyebiliriz. Böylece bu düşüncenin ön kabullere dayalı bir teori olduğu anlaşılmıştır.
Darwin’in bio-teknolojiden yoksun tamamen hayal gücüne dayalı şekillendirdiği evrim teorisi, aslında geldiği nokta itibariyle ideolojik devrime dönüşmüştür dersek yeridir. Baksanıza şimdiye kadar her bir canlı türünü kılıfına da olsa uydurup evrimleştirmeyi beceremeseler de ama gelinen noktada bir bakıyorsun evrim teorisini resmen ideolojik anlamda devrimleştirebilmişlerdir. Devrimle evrimin birbirinden farkı; birinin adına uygun davranıp devirmek manasına gelebilecek kanla yazılmasına dayalı bir ideolojik akım olmasıdır, diğerinin ise beyin yıkama metoduna dayalı ispatlanmamış hayali felsefi akım olmasıdır. Evrim başlangıçta hem canlıların hem de cansız maddelerin kendiliğinden veya tesadüfi bir eseri olarak ortaya çıktıkları düşüncesine dayanan hayali felsefi teorinin ötesinde aynı zamanda Necip Fazıl’ın tabiriyle bir ideolocya örgüsüne dönüşmüş durumda da. Nitekim ileri sürdükleri teorilerinde öylesine aşırıya kaçtılar ki, güya insan embriyonu ilk önce deniz protozoa olarak teşekkül ettiği, akabinde yüreği pıtır pıtır atan solucana terfi etmiş olduğu, oradan da hızını alamayıp sırasıyla:
-Solungaç yarıkları olan iki gözlü kalpli bir balığa,
-Üç gözlü kalpli ve mezonefroz bir böbrekli kurbağaya,
-Dört gözlü kalbi olan metanefroz böbrekli kuyruklu memeliye,
-En nihayetinde ise insana dönüştüğü şeklinde uydurdukları hiyerarşik evrimleşme zincir halkasıyla birlikte işi ideolojik akım hale getirebilmişlerdir. İşte ileri sürdükleri bu hiyerarşik evrimleşme aşamalarından da anlaşıldığı üzere, evrim kuramı biyolojik hayatın tabiat olayları çerçevesinde en basitten en karmaşığa doğru evrilmesi üzerine kurulu dogmatik bir görüş olarak karşımıza çıkmış hal vaziyettedir. Oysa işi bilimsel süzgeçten geçirdiğimizde ne kurbağa ‘insan DNA’sıdır ne de insan ‘kurbağa DNA’sıdır. Dolayısıyla bu tür varsayımlara dayalı tezler doğduğu günden beri kral çıplak evrim teorisi olarak karşımıza çıkıp, bundan böyle de hiçbir zaman karşımıza kanunlaşmış olarak da çıkamayacaktır zaten. Çünkü kanun ispatlanmış hükümleri içerirken teori ise daha henüz ispatlanmamış görüşleri içermekte. Hatta evrim teorisi gelinen nokta itibariyle daha çok ateizmin arka bahçesi diyebileceğimiz ideolojik bir görüş olarak kendini ele vermektedir. Yaratılış modelini savunanlar malum, tam aksine başlangıçta hayatın mükemmel olarak bir şekilde yaratılıp tanzim edildiğini, aynı zamanda tabiatüstü ve belli bir gayeye yönelik yaratılış kanunlarına tabii olarak yaratılıp hayatlarına devam ettirildiği yönünde fikir serd etmişlerdir. Zira ilk yaratılış başlangıçta mükemmel bir şekilde yaratılmış olup zaman içerisinde bozulmaya doğru yüz tutmuş bir kıyamet arefesi diyebileceğimiz bir sürece girilmiştir. Nitekim yaratılan âlemde her küçük aşınma veya parçalanma mükemmellik doğurmamakta, bilakis kıyametin kopmasına neden veya vesile olacak basamaklar olarak tezahür etmekte. İşte bu hatırlatmalar eşliğinde biz burada evrim teorisi hakkında alışılmışın dışında bir metot izleyerek soru cevap ikilemi şeklinde evrim teorisinin lehinde ve aleyhinde söylenenlerden hareketle nasıl ters köşe olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Evrimciler laboratuvarda cansız bir maddeden yeni bir canlı yaratabilir mi?
Alman Evrimci Heinrich Haeckel; “Bana su, kimyasal madde ve yeteri kadar zaman verilirse bir insan yaratabilirim” şeklinde iddiasında bulunmuş bulunmasına ama armut piş ağzıma düş misali hazıra konma ön şartını ileri sürmekten de geri duramamıştır. Hani oynamayan kız yerim dar demiş ya, aynen onun gibi hazıra konmanın ötesinde birde üstüne üstük işi zamana havale etmeyi de ihmal etmeyip haşa kendine yaratıcı rol biçmekte. Hadi diyelim ki cansız bir maddeden bir canlı ya da basit bir ilkel canlıdan daha kompleks bir canlı üretmeyi başarmış olacağını varsaymış olsak bile biyolojik nizamın öyle tesadüfen meydana gelmiştir iddiasına asla delil teşkil etmeyecektir. Hem kaldı ki hâlihazırda kullanılacak hammaddeyle ortaya ürün koymak asla yoktan ürün var etmek anlamında yaratıcılık olmayacaktır. Zira biz biliyoruz ki, yoktan var etmek ancak Allah’a mahsus yaratma fiilidir. Dolayısıyla yaratıcılık iddiasıyla yapılmaya çalışılan her türlü girişim biliniz ki Yüce yaratıcının yarattığı orijinal malzemeyle ortaya birtakım şeyler koyma çabası olmaktan öte hiç bir anlam ifade etmeyecektir. Şu bir gerçek deney metodunu evrime uygulamak hiçte öyle kolay bir iş gözükmemektedir. Nitekim Evrimci Theodosius Dobzhansky bile deney metodunun milyonlarca sürebilecek bir olayın açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Çeşitli hayvan tiplerinin organlarının aynı görevi yapması evrime delil olabilir mi?
Canlılar arasında birbirine benzermiş gibi görünen (homolog) organlar aslında birbirinden çok farklı genetik kodlarla (DNA şifrelerince) belirlendiğinden, homolog organların (birbirine benzer organların) varlığı a evrime asla delil teşkil etmeyecektir. Elbette ki Biyoloji bilim dalı farklı canlı türleri arasında morfolojik benzerlikleri homoloji olarak tanımlamasına tanımlarda sonuçta adına uygun davranıp sadece benzetim tanımıyla sınırlı kalacaktır, asla bir türden başka bir türe geçiş anlamına gelen bir tanımlama olmayacaktır bu. Dolayısıyla evrimciler hiç boşa heveslenmesinler benzetme tanımlamasından evrim asla çıkmayacaktır. Hem kaldı ki birbirinin homoloğu olan canlılara ait ortada dünden bugüne daha henüz bulunmuş ortak ata fosil kayıtları veya delilleri yoktur ki, böylesi bir tanımlamadan evrim çıkabilsin. Bikere her şeyden önce bu tip canlıların genetik şifreleri birbirinden çok farklı olmanın yanı sıra embriyolojik safhalar da birbirleriyle uyumlu değildir. Hakeza iki ayrı sürüngen arasındaki temel farklılığın balıkla memelinin arasında ki farktan daha büyük çapta olduğu, yine birbirine benzermiş gibi görünen bakteriler arasında görülen bariz farklılıkların memeli hayvanlarla amfibiyeler arasındaki farklardan daha devasa büyüklükte olduğu gözlemlenmiştir. Anlaşılan dış görünüme bakaraktan yapılmaya çalışılan benzerlik hikâyeleriyle her ortaya atılan mızrak çuvala sığmamaktadır. Öyle ya, madem ortaya atılan mızraklar çuvala sığmıyor, o halde bırakın maymun maymunluğuyla kala kalsın, insan da insanlığıyla eşrefi mahlûkat olarak kalsın. Aksi halde dış görünüşe bakıp da şu şudur, bu budur dendiğinde sapla samanı birbirine karıştırılmış olacaktır. Dahası Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeri” deyişinde olduğu gibi dış kalıbın ötesinde birde işin öz yanı vardır. Nitekim bilişim teknolojisiyle dış görünümce benzer yapıların işin özüne inildiğinde her bir canlı türünün kendine has farklı gen dizilimleriyle kontrol edildikleri belirlemiştir. İşte bu nedenledir ki yukarıda sunduğumuz soru cümlesine karşı verilecek tek cevap tereddütsüz hayır olacaktır. Çünkü Yüce Yaratıcı benzer fonksiyonlar için benzer yapılar yaratmıştır. Öyle ya her bir türün genleri kendine özgü olduğuna göre aynı canlı türünden farklı bir canlı türü meydana gelmeyecek demektir bu. Bu arada unutmayalım ki genlerin dizilişinde meydana gelen kopmalar veya birtakım istisnai arızı türden nükseden milyonda bir mutasyon kaynaklı ani değişikliklerde asla evrime delil teşkil etmeyecektir. Zira mutasyona uğramış genetik yapıdaki her herhangi bir değişiklik her hangi bir canlı türünün genetik yapısının bütününde bir değişikliğe yol açmayacağından ortaya farklı bir canlı türü asla çıkmayacaktır. Kelimenin tam anlamıyla her canlı türün genetik yapısı kendine özgü olup tüm canlı hücrelerde biyolojik nizam söz konusudur. Hem nasıl biyolojik nizam söz konusu olmasın ki, baksanıza ahtapotun gözleriyle insanın gözü arasında da neredeyse yüzde yüz benzerlik var olmasına var ama neticede ahtapot ahtapottur insan da insan olarak vücut bulmuştur. Ne yani gözler birbirine benziyor diye şimdi bunlarda mı birbirinin atasıdır diyeceğiz? Hakeza kuşlar, yarasalar, sinekler, hatta geçmişte yaşamış uçan dinozorlar da kanat bakımdan birbirine benzer yapılardadır. Ne yani, şimdi kanatlar benzer yapılarda diye bunlar arasında evrim ilişkisi vardır mı diyeceğiz? Oysaki canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana geldikleri anlamına gelmez. Üstelik benzerliklere balıklamasına dalıp mal bulmuş mağribi gibisine sevinenler her nedense canlılar arasındaki bariz farklılıkları gördüklerinde teğet geçmekteler. Şayet birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşünü gösteren bir silsile serisinin olması gerekmez miydi? Hatta bu da yetmez, kendi aralarındaki evrimsel geçişlerin nerede başladığı ve nerede noktalandığını gösterir bir delil ortaya koymak gerekmez miydi? Oysaki canlı âlemin taksonomi nizamına bir bakıyorsun belli bir tertip üzere yeryüzünde bir anda var ola gelmişlerdir. Dolayısıyla bu varoluş bütünlüğü içerisinde her bir canlı türleri arasında sınırlar kesin hatlarla belirlenmiş olup türler arasında doldurulamayacak derecede çok büyük boşluklar olduğu gibi bir türden diğer bir türe geçişleri gösterecek hiçbir ara formun varlığı da söz konusu değildir. Şu da bir gerçek benzerlik ne kadar geçerlilik arz eden bir kavramsa, farklılıklar da aynı ölçüde geçerlilik arz eden bir kavramdır. Dolayısıyla Biyoloji literatüründe farklı canlı türleri arasında morfolojik benzerlikler homoloji veya homolog kavramıyla ifade ediliyor diye birileri kendince bu tanımdan vazife çıkarıp bunun neticesinde bir başka canlı türüne dönüşüm olacak dendiğinde hiç kuşkusuz insanların aklıyla alay edilen bir çıkış olacaktır bu.
Zencilerin çevre şartlarından dolayı siyah olduğunu söylerler doğru mu?
Evrimciler zencilerin tropik iklimler de yoğun ültraviyole ışınlarına maruz kaldıkları için siyahlaştıklarını savunurlar. Oysa güney ve kuzey Amerika da aynı ışınlara maruz kalanların siyahlaşmadığı görülmüştür. Bu yüzden yaratılış modelini savunanlar ırkların teşekküle esnasında deri renklerinin genetik özelliklere bağlı olduğunu ileri sürerek evrimcilerin iddialarını yalanlamışlardır.
Embriyonun safhaları evrime delil olabilir mi?
Evrimciler bir zamanlar insan embriyonunun gelişim basamaklarının önce balığımsı yapıdan sürüngen yapıya, sürüngen yapıdan ise insan yapısına dönüşmekle kendilerince güya evrime delil olarak göstermişlerdir. Neyse ki gelinen nokta itibariyle embriyolojik safhaların evrimleşmenin bir özeti olmadığı anlaşılması üzere şimdilik bu sevdadan vazgeçildi diyebiliriz. Vazgeçilmesi de gerekirdi zaten. Çünkü embriyolojik süreç her canlıda farklı dönüşümlerle seyretmektedir. Kaldı ki gerek insan ceninin (fetus) anne karnında geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni) olsun, gerekse diğer başka canlıların geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar olsun hiç fark etmez, her iki durumda da birbirine benzer safhalar geçirmiş olsalar da evrime asla delil teşkil etmeyecektir. Öyle ya, madem embriyonik gelişim evreleri en küçük birimden en büyük birime doğru evrimleşmenin tekrarı denilmekte, o halde insan kalbinin önce bir odacıklı, sonrasında sırasıyla iki, üç derken en nihayetinde dört odacıklı bir yol takip etmesi gerekmez miydi? Oysaki embriyonik gelişim evrelerinde bir bakıyorsun insan kalbi oluşurken evvela iki, sonra bir, daha sonra da dört odacıklı şeklinde teşekkül etmekte. Bu demektir ki embriyolojik gelişim evrelerinde öyle sanıldığı gibi alt birimden üst birime veya basitten karmaşığa doğru bir evrimleşme denen bir sıralama söz konusu değildir. Nitekim insan embriyosunda sinir kordonundan önce beyin teşekkül ettiği gibi kalp ise kan damarlarından önce gelişim kaydetmekte. Derken böylesi bir durum evrimleşmenin tam tersi bir sıralama göstermektedir.
Şu da bir gerçek; anne karnındaki ceninde bir insan vücudunun temellerinin atıldığı ilk dört hafta sonunda geriye kalan sekiz aylık süreçte embriyonun morfolojik yapısı deniz kirpisi görünümündedir. İşte tamda bu noktada evrimcilere şimdi sormak gerekir, ne yani embriyonun dış görünümü böyle diye insan kirpiden türemiştir diyebilir miyiz? Kaldı ki insan embriyonunun ilk evrelerinde ortaya çıktığı ileri sürülen solungaç yapının aslında sırasıyla orta kulak kanalı, paratiroitler ve timus bezleriyle alakalı oluşumlar olduğu, yumurta kesesine isnat edilen bölümün aslında kan imal eden kese olduğu, kuyruk olduğu iddia edilen kısmın ise omurga kemiği olduğu belirlenmiştir. Hem yine kaldı ki orijin bakımdan birbirinden farklı ancak görünüş bakımdan birbirine benzer tohum çekirdekleri toprağa serpildiğinde birbirinden farklı bitkiler, birbirinden farklı çiçekler ve birbirinden farklı meyvelerle karşılaşacağımız muhakkak. O halde yine sormak gerekir şimdiye kadar toprağa buğday tohumunu ekip de arpa çıktığı görülmüş müdür? İşte bu ve buna benzer örnekler bize gösteriyor ki, evrim teorisi ta doğduğu günden beri çürümeye yüz tutmuş bir teoridir. Ama gel gör ki evrimciler insanı hayvan seviyesine indirmeye nede çok meraklıymışlar meğer. Düşünsenize çürümeye yüz tutmuş evrim teorisini kurtarmak adına anne karnında bebeği oluşturan embriyonun yapısını bir anda tavuk, tavşan ve kertenkele gibi hayvanların embriyonlarına benzerliğinden hareketle kendilerine yeni malzemeler bulma hevesine kapılabiliyorlar. Hatta daha da hızlarını alamayıp insan embriyonik gelişim safhalarının birinde görülen solungaç yarıklarını andırır yapılardan hareketle hemen balıkla ilişkilendirme hevesine kapılabiliyorlar. Oysaki bu söz konusu yapıların hiçbiri gerçek anlamda solungaç olmadığı şundan besbellidir ki, bir bakıyorsun insan embriyonunda teşekkül eden gırtlak keselerinin sırasıyla östaki borusu, timüs ve paratiroit bezlerine dönüştüğü belirlenmiştir. Malum, balıkta ise bu keselerin yerini solungaçlar alacaktır. Anlaşılan o ki, evrime delil olarak gösterilmeye çalışılan embriyonik benzetimler ortak atanın varlığına gösteren işaret deliller olmayıp tam aksine tüm canlı cansız mahlûkatın tek ortak yaratıcısına işaret deliller olduğunu göstermekte. O ortak tek yaratıcı da malum, eşi ve benzeri olmayan zamandan mekândan münezzeh Yüce Allah’tan başkası değildir elbet. Hem kaldı ki embriyolojik safhaların ilk aşamalarında görülen benzerlikler genetik yönden analiz edildiğinde her türden benzetimlerin evrime ölçü teşkil etmeyeceği ortaya çıkmakta. Hele genetik biliminin günden güne ilerleme kaydetmesiyle birlikte insan genomuyla hayvan genomunun birbirinden farklı oldukları artık ispatlanmış durumda. Dahası Yüce Yaratıcı tarafından her canlı türü için ayrı ayrı kodlanan embriyonik organeller yaratıp o şekilde dünyaya gelecekleri çok önceden levh-i mahfuza yazgısı kaydedilmiş bile. Bu demektir ki insan embriyonunun DNA’sıyla kertenkelenin ya da diğer canlı türlerinin DNA kodları birbirlerinden oldukça çok farklı şekilde çok önceden tayin edilmiştir. Amma velakin, gel gör ki, her canlı türüne has DNA kodlarının kader planında yazılıp var olduğu gerçeğini görmezden gelen evrimciler, bu söz konusu genom zincirinin karmaşık bir yapıda olduğunu bildikleri halde tüm canlıların tek bir ortak ata DNA’dan türedikleri iddiasında bulunabiliyorlar. Yetmedi bu kompleks yapıların oluşumlarını tesadüfen veya şansa bağlı olarak meydana geldiklerin büyük bir pişkinlikle yüksünmeden söyleyebiliyorlar da. Hâlbuki DNA’nın bizatihi başlı başına her türlü değişmelere geçit vermeyecek tarzda donatılmış kompleks yapının ta kendisi bir yapıdır.
Evrimciler insanda 180’e yakın işe yaramaz ve körelmiş organın bulunduğunu ileri sürerler, doğru mudur bu?
Evrimcilere göre körelmiş organlar yeni türeyen canlılara atalarından miras kalmış güya. İşin daha da enteresan kılan yanı, körelmiş organları işlevsiz bir organ görmeleridir. Acaba gerçekten işlevsiz mi yoksa işlevinin daha henüz tespit edilememiş organlar mı olduğudur? Meseleye bu yönde sorgulayıp irdelediğimizde evrimcilerin daha şimdiden alınlarından boncuk boncuk ter döktüklerini görür gibiyiz. Malum bilim dünyasında teknolojik donanımla birlikte ilerlemeler kaydedildikçe evrimcilerin işe yaramaz olarak işlevsiz ilan ettikleri organların hiçte dedikleri gibi olmayıp bilakis her birinin işe yarar organlar olduğu belirlenmiştir.
Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar insan da pineal bezi, pitüer bezi, tiroit bezi, timüs bezi, epifiz bezi, bademcikler, hipofiz bezi, kulak kasları, apandisit ve kuyruk sokumu kemiği gibi organellerin okullarımızda biyoloji derslerinde işe yaramaz veya körelmiş yapılar olarak anlatılırdı hep. Neyse ki gelinen nokta itibariyle artık apandisit ve bademciklerin mikroplara karşı savunma görevi yapan organeller olduğu belirlenmiştir. Nitekim Pineal bezinin uyku paternini ve mevsimsi foto periyotları düzenleyen melatonini ve DMT salgılarının üretilmesinde etkin rol aldığı, pitüiter bezinin yani diğer adıyla hipofiz bezin ise homeostasis dengeyi düzenleyen endokrin bir bez olarak görev ifa ettiği, gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının gözün steril kalmasında önemli rol oynadığı, timüs bezinin T hücrelerini aktif hale getirerek vücudun savunma mekanizmasını güçlendirdiği, kör bağırsağın ise vücuda giren yabancı unsurlara karşı kalın bağırsağa sıvı transfer ederek bulaşıcı hastalıklara karşı antikor görevi yaptığı, kuyruk sokumu kemiğinin kuyruğun kullanılmayan izleri değil tam aksine insana ait bazı kasların tutunma noktası olduğu ortaya çıkmıştır. Zaten kuyruk sokumu olmaksızın rahat oturmak mümkün değildir. Dolayısıyla kuyruk deyip geçmemeli. Mesela kuyruksuz bir kuş uçuş yapamamakta, yine kuyruksuz bir balık kıvrak bir şekilde manevra kabiliyeti gösterememektedir. Hatta kuyruk sayesinde sincap, fare ve kanguru gibi atletik hayvanların dengesi sağlanmakta. Yine, bir bakıyorsun tavşan kanguruları olarak bilinen Poltoroo’da serinletici yelpaze görevi sağlarken, mesela ağaca tırmanan hayvanlarda ise ağacın gövdesine sarılma işlevi kazandırmakta, hatta bazı hayvan türlerinde kuyruk silah olup düşmanını yanıltma aleti olabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla evrimcilerin insanın atası diye ilan ettikleri maymunların kuyruklarının zamanla körelerek insanda kuyruk sokumu halinde oluştuğunu söylemek büyük bir yanılgıdır. Kaldı ki maymun kuyruğu sayesinde fındık tanesinden küçük yiyecekleri bile toplayabiliyor, yani bu demektir ki kuyruk gerektiğinde parmak görevi de yapmaktadır. Hakeza yukarıda sıraladığımız unsurlardan bir bakıyorsun apandisitin bir takım maymunlarda olmadığı, işi yaramaz dedikleri kör bağırsağın ameliyatla alındığında bakterilerin ürediği gözlemlenmiştir.
Fosiller evrimi destekliyor mu?
Yaşayan canlılar arasında bir takım benzerliklerin ve bir takım farklılıkların olabileceğinin fosiller içinde geçerliliğini sürdürmesi evrimcileri sükûtu hayale uğratır nitelikte bir durumdur. Üstelik jeolojik devirlere ait fosiller incelendiğinde ciddi manada canlılar arasında sistematik boşluklar göze çarpmaktadır. Öyle ya, madem canlılar arasında sürekli dönüşüm ve evrimleşmenin tekrarlandığından söz ediliyor, o halde sistematik sınıflandırmaya tabii tutulan tüm canlılar arasında hiçbir şekilde boşluklar bırakmaksızın değişime uğradığını gösteren fosil kayıtları ortaya konulması gerekmez miydi? Ama gel gör ki, görünen köy kılavuz istemez misali eldeki mevcut fosillere bir bakıyorsun hepsinin kendi yaratılış zaman dilimlerinde birden bire sahne aldıklarını göstermekte. Kaldı ki ortada fosiller arasında geçiş formlarının varlığını gösterecek herhangi bir delil de yoktur zaten. Ne diyelim, evrimcilik bu ya, hem canlı âleminin ölçülemeyecek derecede zengin ve karmaşıklığından bahsediliyor olunacak hem de fosil kayıtlarındaki derin boşlukların varlığı görmezlikten gelinecek. Peki, bu durumda dönüp adama sormazlar mı “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye?
Evet, Evrimciler habire evrimi kurtarmak adına onca çabalamalarına rağmen bir türlü bir punduna getirip de fosil kayıtların sunduğu boşlukları örtbas edememişlerdir. Hem nasıl örtbas edebilsinler ki, bikere bu boşluklardan mesela prekambriyen katmanlarında konumlanan tek hücreli mikroorganizmalar ile kambriyen katmanlarında konumlanan çok sayıda kompleks yapıda bulunan deniz omurgasızları arasında doldurulamayacak derecede çok büyük boşlukların varlığı söz konusu olup aralarında herhangi bir metazoa geçiş formunun varlığına asla denk gelinememiştir. Madem denk gelinememiş, o halde kambriyen fosillerinin atalarını prekambriyen (kambriyen öncesi) kayaçlarda aramak boşa kürek çekmek olacaktır. Keza omurgasızlar ile omurgalılar arasında da aynı bağlantıyı kurmaya kalkışmak boşa kürek çekmek olacaktır. Öyle ya, en azından boşa kürek çekmemek için balıkların ataları olduğu iddia ettikleri omurgasızlar arasında ki geçiş fosil formlarını da ortaya koymaları gerekmez miydi? Ne mümkün ki ortaya koyabilsinler, baksanıza bugüne dek tek bir geçiş formu fosili dahi olsun bulunamamıştır. Yetmedi saçmalardan seçmeler misali yine evrimciler bir bakıyorsun kurbağanın balıklardan türediği iddiasında bulunabiliyorlar. Oysaki şimdiye kadar tek bir tane olsun balık yüzgeçlerinin kurbağanın ayağına dönüştüğünü gösteren herhangi bir fosil geçiş formu izine rastlanılmamıştır. Üstüne üstük insanoğlunun en eski form olarak bildiği balık türlerinden Crossopterygii (saçak yüzgeçli balık) balığında olduğu gibi Coelacanth’lar da aynen evrimciler tarafından balıklar ile tetrapod’lar arasında epey bir zaman geçiş formu olarak ilan edilmiştir. İlan edildi ne oldu, Madagaskar yakınlarında bulunan Coelacanth cinsi bir balığın canlı bulunması heveslerini kursaklarında bırakmaya ziyadesiyle yetmiştir. Böylece bulunan Coelacanth cinsi balığın milyonlar yıl öncesi balığın aynısı olduğu ortaya çıkmasıyla birlikte evrimciler bir kez daha sükûtu hayale uğramışlardır. Şimdi bu durumda şayet evrimciler akıllarını başlarına almayıp da hala balıkların kurbağaya dönüştükleri iddiasını sürdüreceklerse pes doğrusu. Bu iddialarını nereye kadar sürdürebilecekler bilinmez ama şu bir gerçek ne yapıp edip bir şekilde balıklara nasıl ayak ilave edilebilirliği telaşına kapılacakları malum. Elbette ki zırva tevil götürmez gerçeğinden hareketle bu iş balıkla sınırla kalmayıp, bu kez kurbağaların sürüngenlere ve oradan memelilere kadar evrimleştiği iddiasına kadar bu işi götüreceklerdir. Nitekim bir bakıyorsun evrimciler hızını alamayıp Arkeopteriks fosilinin ağzındaki diş ve bir kısım özellikleri bakımdan sürüngenleri çağrıştırması, tüy ve kanat vs. bakımdan da kuşlara benzemesi dolayısıyla hemen bu yaratığı sürüngenlerle kuşlar arasında ara forum ilan etme pişkinliğini gösterebilmişlerdir. Oysaki Arkeopteriks denen yaratık sonradan anlaşıldı ki yarı sürüngen bir yaratık değilmiş, meğer tam tamına yüzde yüz bir kuşmuş. Hem kaldı ki günümüz kuşların ağzında dişin olmaması geçmiş jeolojik devirlerde yaşamış olan kuşlarınkinde diş olmayacağı anlamına gelmez. Hadi diş durumundan vazgeçtik diyelim şayet Arkeopteriks bir geçiş formu ise o zaman pul ve tüy, ya da kol ve kanat arasında tedrici olarak kademe kademe değişiklerin varlığını gösteren ortada bir fosil delilinin olması gerekmez miydi? Kaldı ki nesli tükenmiş varsayılan canlıların hala hayatta olanlarına da şahit olmaktayız. Evrimciler buna rağmen nesli tükenmişler için indeks fosiller (başlangıç fosiller) tanımı geliştirmişler. Ama gel gör ki nesli tükenmiş sandıkları varlıkların birçoğunun yaşadığı ortaya çıkınca çark etmek zorunda kalmışlardır.
Öyle anlaşılıyor ki, sedimant denilen çökelmiş tortullar ve fosillerin çoğu kısa bir zaman periyodunda oluşmaktadır. Jeolojik katmanların her ne kadar uzun bir zaman diliminde meydana gelindiği söylense de büyük tufan hadisesinin ortaya koyduğu sonuçlar itibariyle hiçte öyle olmadığı anlaşılmaktadır. Maalesef evrimcilerin yaş tayini metotlarıyla da pek araları yoktur. Onlar için sınırları belirlenmiş herhangi rakamsal sayı ile karşılamaktansa ölçümden uzak ucu bucağı görünmeyen zaman tüneliyle karşılaşmak daha yeğdir. Böylece onlar için her şeyin muamma olduğu üstü sır perdeleriyle örtülmüş yalan ve dolanların arkasına gizlenmek çok daha kolay olacaktır. Onlar ucu bucağı görünen zaman tünelinden kaça dursunlar, oysaki bir şekilde fosilleşme denen hadise belirli bir zaman ölçeğinde kendine yol bulup sıkı bir gömülme ve kalıplaşmayla birlikte kemikler yerin katmanlarında muhafaza halde bulunabileceği gibi taşlaşma, donma ve kömürleşmeyle de fosilleşme gerçekleşebiliyor. Derken belirli bir zaman diliminde ortaya çıkan toplu dinazor mezarlarından çıkan fosiller, bitki fosiline ait yataklar (kömür rezervleri), kurbağa yatakları, memeli kalıntılarına ait yataklar evrimcilerin uykularını kaçırmıştır diyebiliriz. Hiç kuşkusuz en kapsamlı fosil yatakları deniz omurgasızların bulunduğu yataklar olup bu yüzden deniz omurgasız fosilleri yaş tayininde indeks fosil olarak tercih edilmekte. Bu demektir ki gerek jeolojik katmanlar, gerek volkanik, metamorfik ve sedimant kayaçlar, gerek kum taşları, kil taşları (şeyl), çakıl taşları (konglomeralar), kireç taşları ve dolomit taşları, gerekse evaporitler, kömür, petrol, metaller vs. belirsiz bir zaman diliminde değil, bilakis ölçülebilir bir zaman diliminde ortaya çıkmışlardır. Zira fosillerin belirli jeolojik zaman dilimi sütunu katmanında yer aldıkları şundan besbellidir ki; 135 milyon öncesine ait karides, 25 milyon öncesi at nalı yengeci, 22 milyon yıl öncesine ait kurbağa, 320 milyon yıl öncesine ait hamam böceği, 135 milyon yıl öncesine ait ıstakoz ve 60 milyon öncesine ait yengeç türünden fosiller tıpkı bugün ki yaşayanların aynısı olarak karşımıza çıkmaktalar.
İnsanın orjini gerçekten maymun mu?
Evrim teorisi insanı ruhi yönünü görmezden gelip ete kemiğe bürünmüş bir eşya gibi görmekteler. Düşünsenize Evrimciler, Yüce Allah’ın eşrefi mahlûkat ilan ettiği insanı hayvan mertebesine indirmekten yüksünmezler de. Şayet onların lafına kanarsak aşağı yapılı varlıkların aşama aşama evrimleşerek en nihayetinde insan olarak türemişiz biz. Sadece biz mi? Buna kuyruksuz maymunlarda (apes) dâhil, günümüzden takriben 3 milyon önce ortak bir atadan birlikte türemişiz güya. Böylece fosil hominoidler; kuyruksuz maymun ya da insan olarak addedilirken hominoidler ise yarı insanlar olarak addedilirler. Oysaki bu tür tanımlamalarla insanı insanlıktan çıkarmış oldukları bu arada kendilerini de hayvanlaştırmış oluyorlar. Hem kaldı ki ortak atayı gösteren herhangi bir fosil kayıtta ortada yok gözüküyor. Bu gerçeğe rağmen hala inadım inat dercesine kuyruksuz anlamına gelen “pithecus” ekiyle ifade edilen Dryopitherus, Oreopithecus, Limnopithecus, Kenyapithecus gibi bulup buluşturabilecekleri ne kadar kuyruksuz nesli tükenmiş türden maymun benzeri fosil türleri varsa “işte bunlar bizim atamızdır” diyecek kadar pişkinlik gösterebiliyorlar. Örnek mi? İşte Ramapithecus’un (uzun kollu maymunun) kesici ön diş ve köpek dişleri günümüz kuyruksuz maymunlardan orangutan ve şempanzelerinkinden küçük olması hasebiyle hemen bunu insanla da ilişkilendirip örnek delil diye sunmaları bunun tipik örneğini teşkil eder zaten. Düşünsenize bu hangi akla hizmet etmekse Ramapithecus’un diş yapısı üzerinden hareketle insanı veya kuyruksuz maymunları temsil eden ata olarak takdim edebiliyorlar. Oysaki her canlının dişlerine ait yapısal özellikleri beslenme alışkanlıkları ve beslenme kaynaklarıyla doğrudan paralellik arz ettiğini unutmuş gözüküyorlar. Evrimciler yine günümüzden 2 ila 3 milyon arası bir zaman dilimi öncesinde yaşadığı, dik yürüyen, aynı zamanda birtakım aletleri kullanıldığı söylenilen ve güney maymunu olarak sunulan Australopithecus fosili içinde ata misyonu yüklemişlerdir. Ne var ki fosilleri bulan Lois Leaky’in oğlu Richard Leakey bu fosilin uzun kollu ve kısa bacaklı olup dik yürüyen değil, tam aksine eğik yürüyen bir varlık olduğunu dile getirerekten şimşekleri üzerine çekmiştir. Böylece beyin yönünden kuyruklu maymuna benzeyen bu varlığın tıpkı Ramapithecus gibi nesli tükenmiş bir maymun olduğu gerçeği evrimcilerin hesaplarını bir anda alt üs etmeye yetmiştir zaten. Australopithecus’un el, bilek, ayak, omuz, topuk ve leğen kemikleri üzerinde yapılan çalışmalar neticesinde bu söz konusu yaratığın insan gibi dik yürüyemeyen ve aynı zamanda iki ayaklı olmayan, özellikle iskelet yapısının bugün yaşayan formlardan orangutana benzerlik gösterdiği belirlenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki; delil diye sunulan yaratık ne insana ait geçiş formu ne de ileri yapılı maymunlara ait bir geçiş formudur.
Homo erectus’a ait; Heidelberg adamı, Meganthropus, Java adamı ve Neanderthal adamı dedikleri adam tiplemeleri neyin nesidir?
Bilindiği üzere evrimciler bir takım fosilleri Homo erectus adı altında tasniflemişlerdir. Bunlar Heidelberg adamı, Meganthropus, Java adamı ve Pekin adamı olarak nitelendirilir. Evrimciler insan tiplemelerini kendi kafalarına göre kategorize ede dursunlar, oysaki Java adamını bulan Dubois bile insan benzetmesi bir yaratık olarak gösterilmesine gönlü razı olmamıştır. Peki ya, şu Pekin adamı gösterimine ne demeli? Evlere şenlik, ona atfedilen kemiklerin ikinci dünya harbinden sonra kayıplara uğradığından söz edilmesi bir yana aslında Pekin adamı denen ucube yaratığın önce aslı kaybolmuş, sonrasında ise sadece alçıdan yapılmış modelleriyle ayakta kalınmaya çalışılan hayali bir sahte adam hikâyesinden başka bir şey değildir. Homo Heidelberg insanı dedikleri adama ait delil diye sundukları materyal ise sadece büyük bir çene kemiği parçasıdır. Meganthropus insanı dedikler adama ait sundukları delil ise malum 2 alt çene kemiği ve 4 dişten ibaret parçalardır. Parçaların bulunması neyse de, evrimcilerin bundan asıl beklentileri etraftan birkaç topladıkları parça delillerle Homo erectus’un evrimleşerek Homo sapiens’in (insan) türediğine kitleleri inandırabilmektir. Tabii kitleler bunu şayet yutarsa, bu kez evrimcilerin pek yakında Homo sapiens’ten de ‘Homo supremus’ (superman) türeyecek şeklinde bir tez ileri sürdüklerinde de kanmaları an meselesidir diyebiliriz. Ki, evrimciler bir gün bir sabah uyandıklarında kandıracakları kitlelere ‘Süpermen adam’ türeyecek derse de şaşmamak gerekir. Hani atalarımız körle yatan şaşı kalkar demişler ya, hiç yüksünmeden bunlar sakat bir insanı bile geçiş ata formu olarak gösterebilmişlerdir. Nitekim Neandarthal insan diye takdim ettikleri adamın yarı dik yürümesi ve insana benzemesi hasebiyle hemen delil olarak balıklamasına dalmışlardır. Oysa Neandarthal dedikleri adam bizim gibi tamamen dik yürüyen bir insan olup, eğik kalması ise D vitamini eksikliğine bağlı kemiklerin iltihaplı ve sakat olmasından kaynaklanan bir durumdur. Gerçekte de zaten tıpkı bizim gibi ölüsünü defneden, yazı yazabilen ve hatta dini inancı olan insanın ta kendisi bir adamdır o.
Tüm bu iddiaları bir kenara koyup bir de ara geçiş formu ilan edilen şu Avustralya’da Homo erectus’a ait kafataslarının bulunmasıyla birlikte bulunan materyallerden çok daha öncesinde günümüz insanın hemen hemen aynısı tiplerin yaşayıp var oldukları belirlenmiştir. Üstelik bulunan kafatası içerisindeki beyin hacminin 900 ila 1100 c.c. arası ölçekte günümüz insanında farklılık arz etmesi bile Homo erectus’un ara geçiş form bir ata olduğu iddiasını tek başına çürütmeye yeter artar da. Anlaşılan o ki; gerek insan ve gerekse ileri yapılı maymunların ataları diye sunulan geçiş formların farklı devirlerde değil bilakis aynı devirlerde beraberce yeryüzüne çıktıkları daha akla yatkın bir görüş olarak ağır basmaktadır.
At serilerinin evrimle ilişkisi olup olmadığını nasıl açıklanabilir?
Jeolojik devirlerden günümüze kadar 8 farklı at tipi ortaya çıkmıştır. Üstelik bunlar farklı devirlerde ve birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla Evrimciler hayal dünyalarında tasarladıklarını gerçek tasarımlarmışçasına çizim haline getirdikleri at serilerinin kaburga sayılarına baktığımızda küçükten büyüğe doğru bir artış ya da tam tersi bir azalış kayd etmediği belirlenmiştir. Dahası bu at serileri incelendiğinde kaburga sayılarının inişli çıkışlı rakamlar üzerine seyrettiği göze çarpacaktır. Nitekim kaburga sayılarının gerçekte şu şekilde tasniflendiğini görürüz:
-Eohippus: Kaburga sayısı 18 çift.
-Orohippus: Kaburga sayısı 15 çift.
-Plıohıppus: Kaburga sayısı 19 çift.
-Eoous Scotts: Kaburga sayısı 16 çift.
Ne diyelim, işte sizlerde bu tasniften de görüldüğü üzere şayet her bir at serisinin biri diğerinden türemiş olsaydı bikere kaburga sayılarının küçükten büyüye bir tertip üzere gelişim kaydetmesi gerekirdi. Hele ki miyosen devrinde yaşamış olan 2 metrelik boyuyla ün salmış Moropus at fosilinin hem o devirde yaşamış Merychippus atından, hem de günümüzde yaşayan atlardan büyük olması dolayısıyla evrimleşme basamaklarını veya sıralamasını bir anda alt üst etmeye yetmiştir. Hem kaldı ki at serilerine ait her bir formun ansızın yeryüzünde görüldükleri fosil kayıtları ispatlamaktadır zaten.
Evrimciler hayal dünyalarında ileri sürdükleri bir başka iddiaları da, güya 50 milyon önce yaşamış dört tırnaklı bir canlıdan tek tırnaklı ata doğru kademeli bir evrimleşmenin gerçekleştiği iddiasıdır. Hatta iddialarını pekiştirmek içinde at serilerinin ortak atasının güya Eosen devrine ait Eohippus cinsi (Hyracotherium) köpek benzeri bir canlı türü olduğunu ileri sürmeyi de ihmal etmezler. Oysa ata diye sunulan Eohippus, bugün Afrika’da yaşayan atla yakından uzaktan zerre miskal alakası olmayan Hyrax cinsi hayvanın ta kendisinden başkası değildir. Kaldı ki Pettigrew’e göre günümüzdeki tek tırnaklı at’ın bundan 120 yıl önce, yani mezozoik dönemde yaşamış olduğunu, atası olduğu iddia edilen dört tırnaklıların ise Eosen devrinde ortaya çıkmış ve nesilleri tükenmiş olduğunu belirterek evrimcilerin hevesini kursaklarında bırakmıştır. Tabii Evrimcilik bu ya, bu gerçekler karşısında hiç tınmayıp bu kez atın toynaklarındaki çıkıntıların lüzumsuz çıkıntılar olarak takdim ederekten hedef şaşırtacaklardır. Oysaki yapılan çalışmalarla lüzumsuz atfettikleri çıkıntılar atın ayağında mevcut birçok kasların tutunacağı dayanak noktaları olduğu ortaya çıkmıştır.
Zürafanın boynunun uzun olması evrimle ilgisi var mı?
Lamarck; canlılar yaşadıkları ömür süreci içerisinde çevre şartlarının etkisiyle dışardan birtakım kazanımlar elde etmesiyle birlikte biriken kazanımların evrimleşmeye uğrayaraktan bir sonraki kuşağa aktarıldığı tezini ileri sürmüştür. Tabii işi zürafaların ceylan türü hayvanlardan türedi noktasına getirecek ya, çevre şartlarının etkisini misal olarak zürafaların boyunlarının uzamasına bağlayacaktır. Yani Lamarck evrimleşmenin ilk aşamasında zürafaların kısacık boyunlarıyla yüksek ağaçların yemişlerinden gıdalanmak için uzatayım derken uzamalar birike birike zaman içerisinde boyunlarının uzayıverdiği noktasına işi taşımıştır. Öyle ya, madem evrime delil olarak boyun uzamasını bu noktalara taşımış durumda, o halde sormak gerekir acaba aynı durumda keçinin boynu neden uzamamış haldedir. Anlaşılan çevre şartları filan bunların hepsi işin kılıfı, illa evrimleşmeyi destekleyecek bir delil ortaya konmak isteniyorsa bunun yolu her hangi bir canlı türünden bir başka türden canlıya dönüşümünü ve evrimleşmesini gösterecek ara geçit fosil formların bariz bir şekilde ortaya koyulmasından geçmekte. Amma velakin gel gör ki bugüne kadar çeşitli ebatlarda kısa boyunluktan uzun boyluluğa kademe kademe uzayan bir tane olsun ara geçit zürafa fosil formuna rastlanılmamıştır.
Hakeza uzamanın tam aksine kısalma içinde evrimleşme asla söz konusu değildir. Nitekim Weismann adında bir doktor farelerin kuyrukları üzerinde 20 nesillik diyebileceğimiz cerrahi operasyonla kuyruklarını keserekten denemelere girişmiş de. Peki, girişti de ne oldu, onca denemelerin neticesinde içlerinden bir tane olsun bir türlü kuyruksuz fare türememiştir. Hem kaldı ki böyle bir denemeye de gerek yoktur, Çünkü İslam’la müşerref olan Müslümanlar zaten 1400 yılı aşkındır sünnet olmaktalar, o gün bugündür sünnetli bir nesil türememiştir. Mesela yine Çinliler buna benzer bir uygulamayla ayaklar küçücük olsun diye kendi insanına demir ayakkabı giydirmişler giydirmesine ama belli bir sınıra kadar ancak küçültebilmişlerdir, sonuçta genetik kodlarda ayak küçülmesine yönelik herhangi kalıcı bir değişiklik olmamıştır.
Denilmektedir ki cansız atomlar ve moleküller tesadüfen bir araya gelerek sırasıyla proteinleri, RNA’yı, DNA’yı, en nihayetinde canlı türlerini oluşturmuştur güya. Ne dersiniz bu doğru bir iddia mıdır?
İşte böylesi iddiaların temel dayanağının olmadığı şundan besbellidir ki, basitten çok karmaşık bir yapıya ilerleyen bir süreçten bahsetmek fizikte entropi kanununu ile taban tabana zıt bir durumu ortaya koymakta. Ki, aslında bu durum evrimcilerin fizik kanunlarını bile görmezlikten geldiklerinin bir göstergesidir. Bilindiği üzere entropi kanunu mevcut sistemlerin evrimcilerin iddialarının tam aksine hayat iksirinin mükemmele doğru değil bozulmaya doğru yüz tuttuğunu gözler önüne sermekte. Hakeza termodinamiğin ikinci kanunu da evrimin savunduğu tezin tam tersi olarak hemen her şeyin mükemmel karmaşık bir yapıdan bozulmaya doğru yüz tutmuş basit bir yapıya doğru ilerlediğine vurgu yapan bir kanundur. Dolayısıyla düzensizliğin gırla gittiği böylesi bir hengâme içerisinde evrimleşme hadisesinden bahsetmek abesle iştigal bir tutum olacaktır.
Evrim konusu tek taraflı olarak neden medyada popüler durumda?
Hani bir zamanlar adından sıkça söz ettiren dünyaca ünlü şu DISCOVER dergisi vardı ya, ön kapağında “Darwin yargılanıyor” yazılı başlıkla çıktığında birçok ülkede tartışmalara yol açıp alaylı bir şekilde sorgulanmış da. Tabii dünya evrimle alay ederken bizim yerli evrimcilerde sorgulamak yerine tam aksine “İşte sudan karaya geçiş!” tarzında daha da işi farklı boyutlara taşıyıp allandırıp pullandıracaklardır. Öyle ki, yerli evrimcilerimizin anlatmalarına bakarsak nasıl olmuşsa ansızın balıklar bir sabah uyandıklarında kendilerini karada bulmuşlar, akabinde nasıl olmuşsa yüzgeçlerin yerini ayaklar, solungaçların yerini de nasıl olmuşsa akciğer almış güya. Oysa azıcık aklı başında olan bir insan şunu gayet net bir şekilde çok iyi bilir ki balık sudan karaya çıktığında 1-2 dakikaya kalmaz hemen oracıkta ölüverir. Öyle ya, şimdi böylesi anlık bir zaman diliminde ölümle burun buruna kalan bir balık nasıl oluyorsa evrimleşme geçirebiliyor, doğrusu şaşmamak elde değil. Söylemlerine yine bakarsak dört adet ayakları olan ve aynı zamanda kıllı memeli bir hayvanın yiyecek bulmak adına denize girmesiyle birlikte arka ayaklar yok olup, ön ayaklar ise yüzgece dönüşmüş, kıllar ise yerini yumuşak bir deriye bırakarak dev bir balina vücuda gelmiş güya. Ne diyelim işte sizler de görüyorsunuz ya, bu ve buna benzer hayali geçiş hikâyeleri o kadar çok ki, mesela karadan havaya geçişi pek çok sözde bilim adamını medya dünyasında bülbül gibi konuşturaraktan kitleleri yalan yanlış bilgilerle etkilemek pekâlâ mümkün. Nitekim bu güne kadar ‘yarı balık- yarı sürüngen’ ya da ‘yarı sürüngen-yarı kuş’ türler arasında ara geçit fosil formlar çıkmamasına rağmen sanki varmış gibisine bunu sözde bir bilim adamlarının ağzından yazılı ve görsel medyada söyletilmek suretiyle gerçekten de işin şekli şemalı bir anda değişip kitlelere inandırıcı gelebiliyor da. Dolayısıyla bu tür kara propagandaları hafife alıp yabana atmamak gerekir. Her ne kadar iç ve dış basında zaman zaman büyük puntolarla evrime delil diye sunulan birçok manşet haberlerin daha üzerinden bir gün geçmeden aslı astarı olmadığı ortaya çıksa da kitleler üzerinde izi kalıp iş işten geçmiş olmakta. Maalesef asparagas ve günü kurtarmaya yönelik yalan haberlerle kitlelerin zihinlerini bulandıranlar daha çok kendilerini çağdaş aydın olarak lanse eden bir takım aklı evveller tarafından yürütülmektedir. Nitekim 1996 yılında Milliyet yayınlarında yayınlanan bir kitapta bir taraftan Darwin'e övgüler dizen bir yayın anlayış sürerken diğer yandan da dine karşı fütursuzca hakaret yağdırmayı ihmal etmeyen materyalist bir zihniyetin varlığı söz konusudur.Kendi ifadeleriyle; Tanrı’nın rolünü devre dışı bırakıp materyalist tezleriyle insanlığı aydınlatacağını sanıyorlar güya. Belli ki materyalizm akımı bunu bu şekilde lanse etmeyi gerektiriyor. Zaten Karl Marx’ın yazdığı 'Das Kapital' kitabı materyalizmi meşale haline getirip bayraklaştırmak için vardır. Hatta Karl Marx bunla da kalmayıp Lassalle’ya yazdığı bir mektupta diyalektik materyalizmin bir gereği olarak sınıf mücadelesinde evrimi kendine ilham kaynağı olarak esas aldığını dile getirmiş de. Hatta Engels’te bu hususta benzer bir söylemlerde bulunaraktan “Bizim görüşlerimizin tarihi temelini oluşturan “Türlerin kökeni” adlı eser işte budur” demekten kendini alamamış bir teorisyendir. Öyle ki yazdığı ‘Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm’ adlı kitabında; “Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak yürümektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Darwin ismi çok zikredilmelidir. Darwin metafizik tabiat görüşüne en ağır darbeyi indirdi” diye belirttiği ifadelerle materyalist evrime ayrıcalık bir şekilde bariz yer verilmiştir. Ne diyelim materyalist akımların bir hesabı varsa, Yüce Allah’ında hiç şüphe yoktur ki ilahi kanunları ve mutlak değişmez hesabı vardır elbet. Nitekim Yüce Allah (c.c) “Gerçek şu ki biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar” (En’am, 111) diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmekte zaten.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/evrim-ters-kose-6153-kose-yazisi