DNA’YA DİRLİK VEREN SU MU?
DNA’YA DİRLİK VEREN SU MU?
ALPEREN GÜRBÜZER
Bazı virüsler ve bazı bakteriler, mesela toprakta ki bakteriler normalde faaliyet gösteremezler, ancak uygun şartlar bulunca fonksiyonel hale gelebiliyorlar. Bir virüs canlının dışındayken inaktif olup, ancak canlı üzerinde konuk olduğunda hızla üremeye başlayarak kendi cinsine göre hastalık doğurabilir. İçtiğimiz suyun yapısında artı yüklü hidrojenle eksi yüklü hidroksil iyonu var. Yapılan laboratuar çalışmalarında hidrojen iyonunun DNA‘nın yapısındaki riboz şekeri ile amino grup asidi nükleotidlerinin arasında elektriksel etki yaparak canlılığı fonksiyonel hale getiriyor. Özellikle hidrojen iyonları fosfor bileşiği olan ATP enzimini, amino asidi ve riboz şekerini sentezlerler. Cansız diye nitelendirebileceğimiz su ve suyun yapısındaki hidrojen iyonlarının DNA’ya adeta dirlik kazandırması ister istemez Kur’anda bahsi geçen ayeti gündeme getiriyor.. Allah(C.C.); ‘’ İnkâr edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? Yinede inanmıyorlar mı?’’ (Enbiya suresi ayet30)’’ buyurarak, her dirinin (hay) sudan çıkarttıldığı anlamına gelen mesajı, ta 15 asrı aşkın zaman öncesinde haber verilmesi manidardır.
Velhasıl, dirlik; su molekülünün hidrojen iyonu sayesinde DNA’ya bir anlam yüklemesi neticesinde yaratılışımız üzerinde oluşan bir dizi faaliyettir diyebiliriz...
dedekorkut1
28 Mayıs, 2022 - 13:47
Kalıcı bağlantı
DNA’YA DİRLİK VEREN SU MU?
DNA’YA DİRLİK VEREN SU MU?
SELİM GÜRBÜZER
Malumunuz vücudumuzun %73’ünü su oluşturmaktadır. Bakmayın siz öyle suyun dış görünümüne bakıp da cansızmış gibi göründüğüne. Oysaki cansız sandığımız su, mikro âlemden makro âleme hemen her alanda dirlik sağlayan ab-ı hayat memba kaynağımızdır. Öyle ya, madem su hayata dirlik katan memba kaynak, o halde ab-ı hayat kaynağını “aman ardı üstü sudur, bu kadarda abartmaya gerek yoktur” babından hafife alaraktan es geçmeyelim. Hem nasıl hafife alıp es geçebiliriz ki, hücrelerimizi yöneten DNA’ya dirlik katan da bizatihi su moleküllerinin ta kendisidir zaten. Hiç kuşkusuz suyun dirlik katma gücü kendisinde değil, bilakis Allah’ın “Ol” emriyle tecelli eden dirlik gücüdür bu. Her ne kadar Alman Hekimi Ernst Haeckel; “Bana su, kimyasal madde ve yeterli derecede zaman verilirse insan yaratabilirim” anlamında maksadını aşan sözler sarf etse de yaratma fiilinin sadece Allah’a mahsus bir sıfat olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir.
Evet, Yüce Allah’ın “Ol” emriyle DNA’ya dirlik katan su molekülleri bunla da kalmayıp aynı zamanda susuzluğumuzu da giderecek tek içeceğimizdir. O öyle susuzluğu giderecek bir içecektir ki; bulunduğu kab içerisinde en uygun ortam şartlarını sağlamanın yanı sıra bir bakıyorsun hem ortama kendi özgül ısısını katıp ısı dengesini ayarlamakta hem de bağrında taşıdığı iyonlarını da katıp ortamın iyonize olmasını (disosiye olma) sağlamakta. Nitekim bu iş için su molekülünün yapısında yer alan artı (+) yüklü hidrojen iyonu ve eksi (-) yüklü hidroksil iyonu bulunduğu ortama canlılık katmak için varlardır. Hele bu hususta su analizi laboratuvarlarında yapılan çalışmalar neticesinde ortaya konan bulgulara bir göz attığımızda hidrojen iyonunun DNA’nın yapısındaki riboz şekeri ile amino grup asidi nükleotidlerinin arasında elektriksel etki yapıp hemen her tür canlının DNA’sını iri ve diri hale getirdiğini görürüz. Hele bilhassa DNA’nın yapısında yer alan hidrojen iyonlarının gerek fosfor bileşiği olan ATP enzimin aktif hale gelmesinde, gerek amino asid oluşumunda etken unsur olmasında, gerekse riboz şekerinin sentezlenmesindeki rolü ve katkı payı inkâr edilmez derecede çok büyüktür. Değim yerindeyse hidrojen iyonlarının oynadığı rol ve sağladığı katkı payı sayesinde hücre içerisinde yönetici konumunda bulunan DNA’nın elini ve kolunu daha da güçlendirmiş olmaktadır. Her ne kadar DNA’nın bizim gibi görünür halde eli kolu yok gibi gözükse de kazın ayağı hiçte öyle değil, hücre içi ve hücre dışı yaptığı devasa boyutta faaliyetler bakımdan meseleye baktığımızda basbayağı da elinin kolunun nerelere kadar uzandığını gayet net bir şekilde görebiliyoruz. Zira DNA’nın boyutları itibariyle çift sarmal halkasının 2,0 nanometre büyüklükte ve amino asit moleküllerinin 0,8 ila 1,1 nanometre çap büyüklüktü olduğu yönüyle düşündüğümüzde böylesi mili mikronluk dar bir alanda muazzam hücresel bazda faaliyetlerini yürütüyor olması bal gibi de elinin kolunun nerelere kadar uzandığını göstermeye yeter artarda. İyi ki de ab-ı hayat suyun yapısında yer alan hidrojen iyonları canlı hücrenin temelini oluşturan merdivenimsi DNA zincirinin halkalarında yer alıp bu sayede canlı âlem iri ve diri tutulmuş olmakta. Aksi halde bizi iri ve diri tutacak ab-ı hayattan söz edemeyecektik. Nitekim Yüce Allah (c.c) ab-ı hayat bu mucizevi hadiseyi Kur’an’da kullarının dikkatine şöyle beyan buyurarak vurgulamakta: “O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hala inanmıyorlar mı?” (Enbiya, 30).
İşte bu ayet-i kerimeyle suyun ab-ı hayat olduğu gerçeğini insanoğlu daha yeni dikkatini çeker olsun, oysaki her canlının sudan yaratıldığına işaret teşkil eden bu mucizevi hadisenin duyurusu ta bundan on dört asır öncesinde tüm insanlığın dikkatine çoktan sunulmuştu. Hatta Yüce Allah (c.c) bu hususta yine “De ki: Göklerde ve yerde olup bitenlere dikkatle bakın! “Fakat o uyarmalar ve o ayetler, iman etmeyen bir kavme fayda vermez ki!” (Yunus,101) diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle de iman etmeyenler hariç, inananlar açısından suyun ab-ı hayat oluşu üzerinde tefekkür ettiğinde çok büyük fayda elde edeceğini de müjdelemekte. Hiç kuşkusuz bu noktada mümin kullara düşen görev Yüce Rabbimizin bu çağrısına icabet etmek olacaktır elbet. İcabet edelim ki hayatımızı su gibi aziz ve ab-ı hayat kılabilelim. Öyle ya, suyun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı bir dizi özelliklerini düşündüğümüzde biz aciz kulların haydi haydi ab-ı hayat su misali iri ve diri olmamız icab eder. Hem her hal ve şartta iri ve diri olmaya gayret edelim ki hem yaratılış kodlarımızdaki DNA’ya dirlik veren suyun ab-ı hayat verici özelliğinden istifadeyle Rabbimize hamd-u sena ve şükürde bulunup kurtuluşa erenlerden olabilelim.
Malumunuz başlangıçta bilim dünyasında suyun can damarı diyebileceğimiz DNA’nın önemi pek kavranamamıştı, öyle ki başlangıçta DNA ile ilgili görüşler:
-Şekil yönünden DNA telsel yapı görünümünde veya kıvrılmamış yumak olarak değerlendirilmiştir.
-DNA molekül diziliş bakımdan hidrojen (H) bağları ve fosfat grubu sarmal zincirin dış tarafında yer aldığı yönündedir.
İşte ilk zamanlar DNA’ya bakış olarak iki madde halinde sıraladığımız, hatta nerdeyse bir ucube gözüyle bakılan DNA molekülleri hakkında ön yargılar, neyse ki James Watson ile Francis Harry Compton Crick ikilisinin DNA’nın yapısını keşfetmeye başlamasıyla birlikte eskimiş görüşler bir anda kendiliğinden ortadan kalkıvermiştir diyebiliriz. Hakeza François Jacob’un DNA şifreleriyle ilgili açıklamaları da zihinlerde birtakım kuşkuları silmeye yetmiştir diyebiliriz.
Her ne kadar DNA molekülleri uzunlamasına yan yana sıralanmışlarsa da M.F. H Wilkins ve arkadaşlarının X ışınları kırınımı deneylerinden hareketle bunların gerilmiş bir şekilde uzamadığı, bilakis uzun helezonlar (heliks) şeklinde olduğu ve daha çok sağa doğru heliks şeklinde kıvrıldığı belirlenmiştir. Bu arada merdivenin her iki kenarında dizilmiş nükleotidlerin fosfat ve deoksiriboz moleküllerinden meydana geldiği tespit edilmiştir. Merdiven basamakları ise pürin ve pirimidin çiftleriyle donatılmıştır. Şurası muhakkak DNA’daki bu merdivenimsi basamaklar rastgele dizilmiş değillerdir, tam aksine bir pürin olan adenin bir pirimidin olan timinle ve diğer bir pürin guanin ise bir pirimidin olan sitozinle eş yapacak tarzda dizilmişlerdir. Hatta bu dizilim i eşliğinde her pürin kendi eşi olan pirimidine zayıf hidrojen bağları ile bağlanmış olur da.
Son yıllarda yapılan deneysel çalışmalar sonucunda adenin organik kök sayısı timine, guanin organik kök sayısı ise stozine eşit olduğu görülmüştür. Hani derler ya davul dengi denginedir, aynen onun gibi sayılarının eşit olması birbirlerinin eksikliklerin tamamlayıp eş olsunlar diyedir elbet. Zaten eşleri taraf tarafa topladığımızda:
A=T
G=S
+______________
A+G=T+S tarzında, değim yerindeyse birbirlerinin eksikliğini tamamlamış eşit çiftler elde ederiz. Derken bu denklem içerisinde hangi canlı türün DNA eşleşmeleri esas alınırsa alınsın sonuçta esas alınan canlı organizmanın DNA’sındaki pürinlerin eşleşim oranıyla primidinlerin eşleşim oranı birbirine denk eşleşim olacaktır. Ancak yine de; Adenin + Timin ve Guanin+Sitozin eşleşmelerinde bu oranlar değişiklik veya çeşitlilik gösterebiliyor.
Peki, tüm bu eşleşimler iyi hoşta, DNA merdiven basamakların her bir kenarında oluşan eşleşmeleri birbirine karıştırmadan nasıl ayırt edilebilir ki? Elbette ki “Her şey zıddı ile bilinir” kaidesinden hareketle, aynen DNA’nın diziliminde rol oynayan kardeş moleküllerin her iki ucu da birbirine zıt yönde konumlanmasıyla birlikte birbirinden ayır edileceklerdir. Mesela şeker organik kökleri nükleotid zincirinde simetrik olarak yerleşmişlerdir. Yani şeker molekülü zincirin bir ucuna 3 numaralı C’la (karbonla) fosforik asite bağlanırken diğer uca 5 numaralı C’la fosforik asite bağlanmaktadır. İşte bu ve buna benzer ayırt edici özellikler sayesinde baz, deosiriboz ve fosforik asit moleküllerinden meydana gelen 3’lü sacayağı topluluğa ‘nükleotid’ denirken, buna uygun olarak oluşan DNA zincirine ise ‘polinükleotid’ adı verilmektedir.
Her neyse DNA’nın yapısı hakkında gelinen noktada artık günümüzde tanımlanan DNA modeli ile Watson ve Crick’in ortaya koyduğu model hemen hemen aynısı olup, diğer taraftan Wilkins ve arkadaşlarının yapmış oldukları X ışınları kırınımı metoduyla elde ettikleri ölçümlerde dikkate değer model olarak bilim dünyasında yerini almıştır diyebiliriz pekâlâ. Hakeza DNA moleküllerinin hidrojen bağları vasıtasıyla çiftler halinde olduğunu gösteren diğer bir veri ise C.A. Thomas’ın kıvamlılık denemeleridir. O halde gelinen nokta itibariyle DNA molekülü hakkındaki bilgileri şu şekilde özetleyebiliriz:
-DNA iki zincirden meydana gelmiş olup düzgün bir çift sarmal halka şeklindedir.
-Hidrojen bağları ile bağlanmş bazlar daima sarmalın iç kısmında yer alıp, bazların sıralanması her zaman birinci şeritteki sıralanmaya bağlı kalarak A-T ve G-S eşleşmesi tarzında karşılık bulur. Ve eşleşmelerde karşılık bulan çiftlerin yer aldığı iki şeridi birbirine bağlayan köprü bağlar ise hidrojen bağlarıyla bağlanmış olur.
-Zincirlerin yönü ise birbirine zıt kutuplu olarak dizilim arz eder. Yani bir uç zincirdeki fosfat ve şeker bağları (5’) (3’) şeklinde karşılık bulurken diğer uçta ki fosfat şeker bağları da tam aksi yönde (3’) (5’) şeklinde karşılık bulur.
Aslında DNA analiz çalışmalarında bulunmayanlar için DNA’nın yapısını anlamak açısından zihninde bir merdiven olarak zihninde tahayyül edip onu hücre çekirdeğinde yönetici konumunda başkan olaraktan düşünebilir pekâlâ. İşte böylesi bir tahayyülle DNA’ya mikro molekül gözüyle bakılması zaten onun ancak elektron mikroskobuyla görülebilir olmasına istinaden öyle bakılmakta. Yine de her ne kadar çıplak gözle görünüyor olmasa da hele imkân olsa da ortaya salkım saçak bir dökülse bir bakmışsın tek hücre içerisinde zincirlemesine dizilmiş 2 m uzunluğunda devasa boyutlarda bir molekül yapıyla karşı karşıya kalacağız demektir. Hele birde işin içine bir insan bedeninin tümünü hesaba kattığımızda DNA’nın totalde n 200 milyar kilometre boyutlara varan uzunlukta olduğu ortaya çıkacaktır. Demek oluyor ki milimikron seviyelerde ki bir mikro âlemde değim yerindeyse gövdesiyle dallarıyla yapraklarıyla birlikte merdivenimsi sarmal yapıda kocaman bir çınar ağacı gizlidir. Nitekim insan vücudu böylesi harikulade çınar ağacının merdivenlerine milyarlarca hücre elemanları tutunaraktan kök salıp meyve vermekte. Ve bu meyveler merdivenimsin ağaç dallarının her iki ucunda eşit bir şekilde dizilip cana can suyu olurlar da. Şöyle ki; eşeysel hücrelerin dışında tüm vücut oku hücrelerin doku ve organlarında kromozomların her birini oluşturan DNA miktar oranları eşit olarak dağılım gösterirler. Eşey hücrelerinde ise malim bu miktar vücut hücrelerinin n yarısı kadar dağılım gösterir. Örneğin bir tavuğun karaciğer, böbrek, dalak ve alyuvar hücrelerindeki toplam DNA miktarı 2,6 x10 –12 molekül seviyelerde olmasına karşılık bunların sperma hücrelerindeki DNA miktarı 1,3x10 –12 molekül seviyelerde olduğu belirlenmiştir. Keza bir farenin karaciğer, dalak, böbrek, alyuvar ve sperma hücreleri ile karşılaştırılırsa sonucun farklı olduğu görülecektir. Her şeyden öte bu rakamlara bakınca hücre hayatı gerçekten büyük bir âlemmiş.
Peki, bu âlemde bize cansızmış gibi görünen sadece su mu dur? Elbette ki sudan başka bir takım virüs ya da bakterilerde cansızmış gibi görünürler. Oysaki bu söz konusu mikro düzeyde canlılar kendileri için elverişli şartlar oluştuğunda bir anda fonksiyonel hale gelip bize canlı varlıklar olduğunu hissettirebiliyorlar. Örnek mi? İşte virüslerin canlı bir organizma üzerinde konuk olduğunda hastalık oluşturmaları bunun en tipik örneğini teşkil eder. Hakeza ölü toprağın bağrında azot bağlayan bakterilerin toprağı adeta iri ve diri tutma faaliyetleri de canlı oluşunu hissettiren bir örnek faaliyetidir. Sonuçta virüste olsa bakteride olsa onlarda DNA ve RNA’dan mahrum canlılar değillerdir, böylece onlarda dolaylı yoldan bir şekilde DNA’ya dirlik katan sudan istifade etmiş olmaktalar.
Velhasıl-ı kelam; biyolojik hayatta dirlik denen hadise su molekülünün bir ayağını oluşturan hidrojen iyonunun DNA’nın yapısında aktif rol oynamasında gizlidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dnaya-dirlik-veren-su-mu-5798-kose-yazisi
dedekorkut1
29 Temmuz, 2022 - 20:14
Kalıcı bağlantı
DNA MUCİZESİ
DNA MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Yüksek yapılı canlıların kromozomları üzerinde ki genlerin sıralı halde dizilim gösterdiği bilinir bilinmesine de, ancak şu da var ki genlerle ilgili daha nice bilinmeyen sır perdeleri aralanıp tam manasıyla açıklık kazanmış değildir. Öyle ki kromozomlar üzerinde konumlanan her bir çift genin DNA molekülünün bütününü mü, yoksa bütünün bir parçasını mı teşkil ettiği ya da her bir genin sırf bir eşimi olduğu yoksa daha fazla eşleri mi olduğu gibi hususlar hep zihinleri meşgul edegelen soru işaretleri olmuştur. Neyse ki günümüz genetik mühendisliğinin önümüze koyduğu veriler ışığında; şayet DNA’nın şifre kodlarında yer alanı dört çeşit nükleotidin varlığını zihin dünyamızda tahayyül ettiğimizde her canlı türünün kendi karakteristik özelliklerini belirleyen nükleotidlerin her birinin en azından iki genin kontrolünde gerçekleşip oğul döllere taşındığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Ki, bu söz konusu gen çiftinin her birine genetik bilim dalında “allel gen” olarak tanımlanıp, söz konusu her bir allel gen ebeveynlerin her birinden oğul döllere aktarılır da.
Peki, bu söz konusu allel genleri nasıl gözlemleyebiliriz? Bunu ancak günümüz genetik analizörü okuma cihazlarında DNA halkasında konumlanan her bir lokus alleline karşılık gelen bir diğer lokus aleli ile birlikte kromozom eksenine dik uzandığının bir işareti sayılan primerlerin DNA’yı temsilen öncü pikler şeklinde ekranda görüntülenmesiyle gözlemleriz elbet. Hatta her hangi biyolojik materyalden hazırlanmış bir özütü SDS-PAGE jel elektroforezi genetik analizörü cihazlarına bağlı güç kaynağıyla anot (artı elektrot) ve katot (eksi elektrot) ekseni doğrultusunda yürütüldüğünde özüt içerisindeki proteinlerin iyonların taşıdığı yük değerine göre bağlanmasıyla birlikte hem konumlandığı yerleri, hem de ağırlık dansitometresi belirlenebiliyor da. Bu arada biyolojik materyal örneğinin yürütülme işlemlerinin hemen akabinde içerisinde tampon çözeltisi bulunan tanka yerleştirilmiş jel kasetinin çıkarılıp boyama işleminden geçirildiğinde markırla işaretlenmiş protein bölgelerin bant dizilimi gayet net bir şekilde fotoğraflanabiliyor da.
Bilindiği üzere J.H. Taylor tarafından yapılan deneylerde DNA’nın Watson Crick modeline göre kendi kendini eşlediğini ve DNA’nın hücre bölünmesi esnasında kendini kopyalayıp iki katına çıktığı belirlenmiştir. Hatta J.H Taylor arkadaşları P.Woods ve W.Hughes ile birlikte 1957 yıllarında ökaryot hücreler üzerinde yaptığı çalışmalar neticesinde DNA replikasyonun yarı-saklı olduğunu gözlemlemişlerdir. Hakeza Taylor ve arkadaşları Vici faba (bakla) bitkisinin kök uçlarını 3H- timidin ile işaretleyip radyoaktif nükleotid timidin çözeltisine batırıp belli bir süre çözeltide beklettiklerinde bitki kök hücre DNA’larının replikasyonunun radyoaktif olarak işaretlenmiş bir şekilde yarı-saklı olduğunu belirlemişlerdir. Ancak bir süre sonra kök uçları çözeltiden çıkarılıp yıkama işlemleri uygulandığında bu kez DNA’ların radyo aktifliğinin ortadan kaybolduğu gözlenir. Tabii tüm analizi yapılan deneyler sadece kök hücreyle sınırlı değil elbet. Devamında J.H. Taylor, bir başka Oto radyografi çekim metodu bir deneysel çalışmayla da DNA’nın karanlıkta film banyo edildiğinde radyoaktif DNA içeren kromozomların siyah noktalar ve siyah lekeler şeklinde kopyalandığını (replikasyonunu) yerinde gözlemlemiştir. İşte bu ve buna benzer birçok yapılan deney çalışmaların neticesinde siyah noktaların sayıca birbirine eşit olduğu ve bu noktaların radyoaktifle işaretli DNA’larla denkleştiği belirlenmiştir. Bu sonuçlardan da anlaşıldığı üzere yüksek organizmalardaki DNA’lar, adeta Watson Crick modelini doğrularcasına kendini kopyaladığı tespit edilmiştir. Watson Crick modelinden günümüze geldiğimizde ise laboratuvar teknik metotlarının hızla gelişmesi sayesinde en son gelinen noktada bir dizi otomatik genetik analizör cihazlarının programında yer alan elektroforez metodu yöntemiyle de DNA gen bölgeleri çok rahatlıkla tespit edilebiliyor artık.
Anlaşılan DNA canlılar için son derece hayati öneme haiz molekül olup bizatihi kendi başkanlığında hücre içi faaliyetleri yönetmenin yanı sıra bir de proteinlerin yapısıyla ilgili bilgileri bünyesinde taşıması hasebiyle de protein sentezinde öncü lider olarak adından söz ettiren bir moleküldür. Hatta buna enzimlerin sentezi işlemlerinde ki öncülüğü de dâhildir. Derken DNA’nın kendi bünyesinde barındırdığı çok özel enzim molekülleri sayesinde proteinlere çevrilme işlemleri gerçekleşmiş olur. İşte DNA’nın öncülüğünde gerçekleşen tüm bu işlemler bize gösteriyor ki en basit protein sentezinin yapımında bile proteinin kendi kendini sentezlenemeyeceği anlaşılmaktadır. Her ne kadar Evrimciler bu hususlarda habire her şeyin kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini söyleseler de kazın ayağı hiçte öyle değil, bikere tüm canlı sistemler son derece kompleks bir yapıya sahiplerdir. Dolayısıyla kompleks bir yapıdan tesadüfü bir oluşum nasıl beklenebilir ki? Hatta Evrimciler sadece söylemekle kalmayıp üstüne üstük pişkin pişkin böylesi kompleks bir yapıdan kendi kendine protein oluşumunun olabileceğine inanmamızı da istiyorlar, oysaki böylesi bir beklentiye kargalar bile güler dersek yeridir. Hele ki bu noktada en basit bir protein molekülünün 400 amino asitten meydana geldiğini düşünüldüğünde bunun tesadüfen meydana geldiğini söyleme fütursuzluğunda bulunabilmek için illa ki bir insanın aklından zoru olması gerekir ki evrimcilerin söylemlerine kanmış olsun. Kaldı ki aklı başında bir insan meseleyi aminoasit bazında düşündüğünde her bir amino asitin 4 ila 5 temel elementten meydana geldiğini gördüğünde hiç kanmayacaktır. Hele birde hadiseye element bazında düşünüldüğünde, o insan her bir elementin proton, nötron ve elektronlardan meydana geldiğini gördüğünde asla ve kat’a onlara hiç inanmayacaktır. Öyle ya, şimdi sormak gerekir tüm bu oluşumlar ortada iken tesadüf bunun neresinde? Biz biliyoruz ki hiçbir oluşum tesadüf eseri ortaya çıkmaz, hele ki başlarında DNA gibi öncü başbuğ bir başkan varsa bu durumda sözün bittiği yerde ancak ve ancak yaratılış mucizesinden bahsedilebilir, bunun dışında laf ola beri gele türünden aklına gelen her şeyi ulu orta söylemek abesle iştigal olur.
Düşünsenize DNA, yaratılış mucizesi olarak hücrenin hem sevk ve idaresinden sorumlu Başbuğ başkanı, hem de hücrenin biyolojik fonksiyonunu kontrol eden aynı zamanda kendi kendini kopyalayıp (replikasyonunu) genetik varyasyonunu nesilden nesile aktaranda bir molekül yapıdır. Madem öyle, bu noktada şimdi sormak gerekir, Allah aşkına tesadüf bunun neresinde?
Belki de okuyucular olarak bu noktada diyebilirsiniz ki, evrimcileri eleştirmek iyi hoşta, DNA’da kendini replikasyonla kendini yenileyerek (rekombinasyonla) evrimleşmiş olmuyor mu? Olmuyor elbet, çünkü kendini yenilemekle yeni bir yaratığın DNA’sı olarak ortaya çıkmamakta, tam aksine başkanlığını yaptığı canlı türün genetik sistemin kodlarını muhafaza ederekten nesilden nesile ait olduğu canlı türün genetik kodlarının devamlılığını sağlamakta. Dahası kelimenin tam anlamıyla bu demektir ki; bir canlı DNA’sının, bir başka cinsten canlı DNA’sına dönüşmesi asla mümkün değildir. Zira DNA’nın yapısı, bu tip değişmelere mahal bırakmayacak bir şekilde planlanmıştır. Kaldı ki bir insanın DNA’sı bir hayvan DNA’sı olamayacağı gibi, bir hayvanın DNA’sı da insan DNA’sı olamaz. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, tesadüf bunun neresinde?
DNA demek aynı zamanda bilgi kodu demektir. Bilgi kodunun olduğu yerde tesadüfen oluşmuş bir eser oluşumundan asla bahsedilemez. Baksanıza DNA denen bilgi kodu hücrenin bölünme evreleri aşamalarında da kontrolü elinde tutup genetik bilgi kodunu kendinden sonra gelen oğul döllere taşınmasını sağlamada da başı çekmekte. Üstelik başı çekerken de her şeyi har vurup harman savururcasına hareket etmez, tam aksine hücre içerisinde hayati olayların her safhasında DNA zincirinin tümü kullanılmaz, az bir bölümü kullanılır, asla hesapsız kitapsız hareket edilmez. Hesapsız kitapsız hareket edilmediği şundan besbellidir ki kromozomu oluşturan DNA zinciri üzerindeki bilgiler hücre bölünmesinin ardından oğul döllere aktarıldığında başlangıcındakinin iki misli artış kaydedecek şekilde çoğalım göstermekte. Böylece iki katına çıkan DNA iki telofaz nükleusu arasında eşit miktarda pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle her bir ferdin vücut hücrelerindeki diploid nükleusları eşit miktarda DNA ihtiva ettiğinden her bir ferdin üreme hücrelerindeki haploid (n) DNA miktarı vücut hücrelerinin diploid (2n) yarısı kadar pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle yumurta ve spermden her biri bir tek gene sahiptirler. Ta ki döllenme hadisesi vuku bulur, işte o zaman bu iki gen bir araya gelerekten zigotu oluşturmuş olurlar. Öyle ki sperm ve yumurta hücrelerinin kendilerine ait üreme tesislerinde (testis veya yumurtalıklar) bile hesapsız kitapsız hiç bir gen kombinasyonu gelişigüzel üretilmemekte. Bilakis üretim tesislerinde üretilen her bir sperm ve yumurta hücreleri çok değişik genetik kombinasyonlar içerisine girerekten hayrete şayan bir şekilde çeşitlendirilmiş ürünler olarak ortaya çıkabiliyorlar. Ancak ortaya çıkan çeşitlendirilmiş ürünler orijininden kopma anlamında bir çeşitlilik olmayıp, tam aksine kararlı yapıya sahip zencisinden beyazına, ela gözlüsünden mavi gözlüsüne vs. yelken açacak bir şekilde zenginliğin ölçüsü çeşitlendirmelerdir.
Malum somatik hücrelerde poliploid durum söz konusu olup DNA sayısı kromozom sayısı ile orantılı bir şekilde artış göstermektedir. Zaten tetraploid kromozomlu bir hücredeki DNA’nın diploid (2n) olarak iki kat artış sergilemesi bunun en bariz örneğini teşkil eder. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, böylesi hesaplı kitaplı ortaya çıkan oranların neresinde tesadüfü bir durum var?
Şimdi diyebilirsiniz ki, hesap kitap iyi hoşta, DNA böylesi hesaplı kitaplı tüm bilgi işlem faaliyetlerini tek başına mı yürütmekte? Elbette ki hayır, kendi başkanlığında kurulu bir teşkilat ve bu teşkilata bağlı bir dizi alt birimlerin hiyerarşik bir düzen içerisinde ekip çalışmasıyla yürütülen faaliyetler bütününden oluşmuş bir teşkilat ağıdır bu. Nitekim DNA’da kodlanmış tüm genetik bilgiler, önce RNA molekülünün sentezi siluetinde kopyalanıp bu şekilde DNA yazılımı (transkripsiyon) işlemleri belli bir tertip düzen içerisinde bilgi aktarımı şeklinde gerçekleşir. Böylece transkripsiyonla RNA’ya kopyalanmış olan genetik bilgiler adeta bilgi işlem cihazından geçirilerekten okunup bir protein haline çevrilme (translaşyon) işlemiyle birlikte bilgi aktarımında maksat hâsıl olur da. Öyle ki DNA belleğinde saklı halde kodlanmış genetik bilgilerin protein molekülüne çevrilebilmesi noktasında hücre içerisinde bu uğurda yürütülen tüm faaliyetler gen ekspresyon faaliyeti olarak karşılık bulur da. Böylece DNA’nın nükleotid dizilimi, hiyerarşik bir düzen içerisinde tüm hücre içi faaliyetlerde elçi konumunda bulunan RNA’lar ve proteinlerin primer yapısını belirleyerekten neticeye bağlanmış olur.
Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz hiyerarşik düzen bu ya, DNA bünyesinde saklı tuttuğu genetik bilgilerin dölden döle aktarılması için kendi kopyasını oluşturarak devam ettirir de. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere, böylesi bir hiyerarşik düzen içerisinde tesadüf zinciri tüm bunların neresinde yer alır?
Evet, şu da bir gerçek DNA, protein yapısında birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebiliyor. Aynı zamanda buna paralel kendisine yardım eden enzimlerin sentezi ise DNA bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte. Bu durum bir çelişki gibi görünse de ilk yaratılış gereği ikisinin de aynı anda var olması gerekecek şekilde tasarlanmış bir plan olduğu ortaya çıkıyor. Yani DNA’sız protein olamayacağı gibi, proteinsiz DNA’da çoğalamayacaktır. Dolayısıyla son derece karmaşık yapı içeren protein ve nükleik asitlerin (DNA ve RNA) tesadüfen meydana gelmesi mümkün gözükmüyor.
Bilindiği üzere genetik programlar bin ciltlik kütüphaneyi doldururcasına veri tabanına (bilgi deposu) kayıt edilirler. Üstelik bu bilgiler üçlü harf veya üçlü kodon halde bir yazılımla milyarlarca bitlik bilgisayar birimine tekabül eden bilgilere eş değer sayıda dizilerek sahne alırlar. Dahası insanın bir tek hücresine ait tüm özelliklerinin kodlandığı 46 kromozomluk bilgiler 46 ciltlik dev bir ansiklopediyi dolduracak niteliktedir. Yani her bir cilt 20 bin sayfaya karşılık gelir. Düşünsenize söz edilen ciltlik rakam sadece tek bir hücre içindir, birde bunu insan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya telaffuzu bile zor ifade edilecek rakamlarla karşı karşıya kalacağımız muhakkak. İşte böylesi dudak uçurtucu rakamlara rağmen hala tesadüf denilecekse pes doğrusu...
James Dewey Watson, asrımızın en büyük buluşu DNA’yı keşfetmekle birlikte birtakım soruları da beraberinde getirip insan ister istemez; acaba amino asitler mRNA’nın yüzeyinde bir sıra halinde toplanarak bir enzimin etkisi altında protein oluşturmak üzere mi birbirine bağlanırlar diye sormadan edemiyor. Keza yine örneğin U-U-U üçlüsünün fenil alanin moleküllerine uyup diğer amino asitlerin ise uymadığı özel bir şekli mi vardır, yoksa üçlülerden her birinin 20 amino asitten yalnız birine uyan bir model yapısı var mıdır gibi sorular da sormadan edemeyeceğimiz türden sorulardır. Hiç kuşkusuz bu tür sorular önümüzde durdukça basit mantık kurallarıyla böyle bir işleyişi cevaplamak pek mümkün olmayacaktır. Neyse ki mükemmel işleyen bu kurulu mekanizmayı Francis Crick tarafından açıklığa kavuşturulup, böylece basit mantık yürütmelerden kurtulabiliyoruz. Şöyle ki; U-U-U bazlarını A-A-A nükleotid üçlüsü çekerek hidrojen (H) bağları oluştururlar. Eğer böyle bir molekülle fenil alanin bağlanmışsa mRNA doğru yerinde tutulacaktır. Mesela bir nükleotid üçlüsünün yanında prolin şifresini taşıyan S-S-S üçlüsünü G-G-G nükleotid üçlüsü kendine çekecektir. Derken prolin, fenil alanin yanına doğru yerinde tutulmuş olacaktır. Ki; RNA molekülleri, aminoasitlerin ribozomlara taşınmasında sorumludur. Bir başka ifadeyle tRNA olarak adlandırılan bu molekülün her biri adaptör görevi (adapte edici iş görür) yapma özelliği sayesinde doğruca yerlerine gidip, istenilen tipte proteinin meydana gelmesinde mühim rol oynayacaklardır. Fakat bu işlemini gerçekleşmesi için aminoasitlerin ribozomda senteze girmeden önce özel nitelikte birkaç enzimin tRNA’ya bağlanması gerekir.
Şurası muhakkak aminoasit ve tRNA kompleksinin mRNA’nın özel kodonuna bağlanmasında rRNA’nın enzimatik yardımı ve GTP’den (guanin trifosfat) sağlanan enerji sayesinde olmaktadır. Dahası Biyokimyacı Mahlon Hoagland tarafından mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodon ve bunlara uyarlanacak aminoasitlerin bağlanış biçimi açıklanmışta. Ona göre her bir amino asitin ATP ile reaksiyona girmesi sonucu bir enzim katalizlenmektedir. Katalizlenen enzimler ise her bir amino asit için çok özel olup, aynı zamanda aminoasitlerin her biri karboksil (COOH) grubu ATP 3 fosforik asit grubunun en uçtakine bağlanarak anlam kazanır.
Dahası mRNA’dan üretilen 5 uçlu kodonlu enzimin bir tane olduğu belirlenmiştir. Ömür yaşı takriben 20 saat kadardır. İşte buna göre 20 saat içerisinde bir mRNA’da 20x60/5=240 adet enzim yapılabileceği belirlenmiştir. Anlaşılan 240 enzim başlangıçta bir tek mRNA’nın yaptırdığı veya sabit bir şekilde devam ettirdiği sayıdır. Hücre içerisinde bunun gibi aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA olduğuna göre 240x240= 57600 enzim olacağı hesap edilir. Sonuç itibariye özetleyecek olursak:
Gen + 240 mRNA + 57600 enzim (protein) üretilir. Başlangıçta bir adetlik DNA enformasyonu sadece mRNA ve polipeptit yazısına tercüme edilmekle kalmaz, aynı zamanda amplifikasyonla bilgiler çoğaltılır da. Gerek James D. Watson, gerekse sağduyulu birçok bilim adamı genlerin protein moleküllerinden ibaret olduğu kanaatini taşırlar. Keza Francis Crick’te sağduyulu bilim adamı olup, o da şüpheci görüşlere kulak asmazdı. Üstelik o; onların birçoğu hakkında “Yanlış ata kumar oynamaktan usanmayan huysuz ahmaklardır” tarzında tiplendirip sitemini dile getirmiştir. Zaten aklı başında bir insan toprağın altındaki her türlü elementin kendiliğinden yeryüzüne çıkıp son derece en son model araba yapamayacağını bilir. Bu yüzden objektif kriterleri esas alan bilim adamları evrimcilerin çok kompleksli bir canlı âleme ait donelerden işine gelenleri alıp, işine gelmeyenleri ekarte ettikleri teorilerini ciddiyetle bağdaşır bulmazlar. Zaten hiçbir sağduyulu bilim adamı teoriyi objektif kritermiş gibi esastan kabul edip bilimsel çalışmalara kaynak almazda. Fakat evrimci kuram öyle değil, maalesef karşımıza bilimsel maske altında karşımıza materyalist bir akım olarak çıkmakta.
DNA başkanlığında hiyerarşik düzen içerisinde bilgi enformasyonunun nasıl işlediğini maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz de:
-Çekirdekte yer alan DNA molekülü kendisinin özel bir koplementer arkadaşı mRNA’nın sentezini gerçekleştirirken, aynı zamanda kendine kalıbına uygun RNA nükleotidleriyle de eşleşerek bir dizilim oluşturmaktadır. Öyle ki DNA adenini bir yandan RNA’nın urasiliyle eşleşirken, diğer yandan DNA timini RNA’nın adenin nükleotidi ile eşleşmekte, yetmedi her ikisinin stozini diğerinin guanini ile bir araya gelip, böylece DNA yazılımının bir kopya sureti yeni mRNA molekülü üzerinde gerçekmiş olur
-İkinci aşamada mRNA sitoplâzmaya geçip bir ribozoma bağlanarak burada protein sentezi sırasında kalıp görevi ifa etmiş olur.
-Üçüncü aşamada tRNA molekülleri sitoplazmada serbest yüzen amino asitleri teker teker yakalayıp onları ribozoma getirir. Böylece her bir amino asit tRNA tarafından taşınarak ribozomlardan geçmeye hazır vaziyette mRNA ile uyumlu, aynı zamanda şifresine uygun bir şekilde sentezlenmiş olur.
-Dördüncü aşamada sentezlenen yeni protein molekülü ribozomdan kopup ayrılınca mRNA başka bir ribozoma geçiş yapar. Bu arada tRNA ise daha önce taşıdığı tipte olan başka aminoasidi yakalamak üzere yeniden sitoplazmaya doğru hareket eder. Böylece DNA şifresi kendine özgü protein çeşitlerini yapmak amacıyla hemen hemen birbirinin aynı kalıpta birçok protein molekülün yapımı gerçekleşmiş olur. Nitekim bu hipotez “santral dogma” olarak isimlendirilip, “DNA + RNA’yı + RNA’da proteinleri yapar” şeklinde formüle edilir de. Görüldüğü üzere aminoasit sıralarının belirlenişinde DNA kalıp görevi yapmamakta, tam aksine protein sentezi için talimat veren konumundadır. Yani DNA’dan gelen genetik bilgi önce RNA’ya aktarılır, daha sonra RNA’da gereğini yapıp bilginin adeta kalıp dokümanını ortaya koyar. Derken kısa süreli hafıza kartında saklı kalan bilgiler, ister istemez yeni bir alana kavuşurlar. Hatta kavuşmakla kalmazlar mevcut hücre ortamın yapısını da değiştirip hücre sathında yeni bir RNA molekülünün teşekkülüne imkân verilir. Nasıl mı? Mesela protein sentezi sırasında 10 ila 30 dakika arasında konaklayan RNA şayet kendi yapısına uygun bilgi veya ilave edeceği bir şey yoksa bu noktadan sonra degrede (bozulmaya uğraması) olması kaçınılmazdır. Ne zaman ki kendisiyle alakalı bir bilgiye kavuşur, işte o zaman bilgiler kısa süreli kayıt sisteminden çıkıp daha uzun kayıt altında saklanan belleğe aktarılır, derken son noktada bilgiler tekrar DNA’da toplanmış olur. Demek oluyor ki kısa süreli hafıza kartından geçen elektrik akımı hücrenin yapısında birtakım değişikliklere yol açmakla kalmayıp, bunun yanı sıra RNA vasıtasıyla başka bir bilginin doğmasına yelken açılmakta. Hatta RNA’nın uzun süre hafıza kartında kalmasına karar kılındığında ise doğrudan DNA’ya bağlanarak aminoasitlere dönüşmekte. Derken o bilgiler ömür boyu bir canlı için yol arkadaşı olur.
Velhasıl-ı kelam, canlı âleminde eşrefi mahlûkat bir insan olarak da hayatta işlediğimiz tüm eylemlerin tüm detayları önce hücrelere aktarılır, sonra ribo nükleik asitlere ve en nihayet DNA’mıza işlenerek bir daha yakamızdan asla atamayacağımız bilgi hazinesine dönüşürler. Bu olay aynı zamanda Allah’ın yoktan yaratma olayını hatırlattığı gibi kulları üzerinde kodlanan kader programını da ortaya koyan bir mucize-i hadisedir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dna-mucizesi-5968-kose-yazisi