Canımız Kurban Olsun Sana

Peygamber Efendimizin Kur'andan sonraki en büyük mucizesi, bizzat kendisiydi. Çünkü O'nun sahip olduğu yüksek ahlâk her konuda kendini gösteriyor, dost ve düşman bütün insanlar tarafından tartışmasız şekilde kabul ediliyordu.
Efendimiz, hiçbir insanın sahip olmadığı özelliklere sahipti.
Peygamberimizin mübarek eşi olan Hz. Ayşe validemizin ve büyük sahabilerden İbn-i Abbas'ın bildirdiğine göre, Efendimiz gündüz vakitlerinde, yani aydınlıkta nasıl görüyorsa; gece karanlığında da öyle görürdü.
Peygamberimiz, kedileri çok seven bir sahabisine, "Kedi Babası" mânasına gelen Ebu Hureyre ismini vermiş ve bu sahabiye: "Ben arkamdan da görürüm" demişti. Yani Peygamberimiz, başının arkasında da gözleri varmış gibi görüyordu.
Peygamberimiz, hiçbir zaman esnememiş, hiçbir zaman kahkahayla gülmemişti. Onun gülüşü, sadece bir tebessümden ibaretti. Ama kendisinden daha çok gülümseyen bir insan daha yoktu.
Efendimiz, daima düşünerek konuşur ve asla lüzumsuz sözler sarfetmezdi. Diğer bir ifadeyle ne fazla, ne de eksik söz kullanırdı. O'nun susması, konuşmasından uzun sürerdi. Söze başlarken de, bitirirken de Allah'ın adını anardı.
Peygamberimiz, kendi şahsı ve dünya işleri için hiç kimsenin gönlünü kırmaz, hiç kimseyi azarlamaz, hiç kimsenin gizli hallerini araştırmazdı. Ama bir başka insanın hakkı çiğnendiği veya İslâmiyete aykırı bir hareket yapıldığı zaman, o hâdiseye karşı kayıtsız kalmazdı. Her insan gibi elbette O'nun da kızdığı zamanlar olmuştu. Ama bu durumda kızgınlığını kimseye belli etmezdi. Neşelendiği zaman gözlerini kapatır ve öylece gülümserdi.
Hazreti Ali Efendimizin anlattığına göre, Peygamberimiz kendisini üç şeyden uzak tutmuştu. Kimse ile münakaşaya girmezdi, çok konuşmazdı ve boş işlerle uğraşmazdı.
Efendimiz, başkalarının duymadığı sesleri duyardı. Nitekim: "Ben sizin görmediğinizi görür, duymadığınızı duyarım" buyurmuştu, istediği zaman, sesini başka şehirlerdeki insanlara da duyururdu.
Peygamberimizin mübarek teri, alnında inci taneleri gibi tomurcuklanır ve en güzel kokulardan daha güzel kokardı. Hatta büyük sahabilerden Enes: "Ben Hazreti Peygamberin kokusundan daha güzel bir koku duymadım" diyordu. Efendimiz dışarıya çıktığı zaman, gezdiği her yer mis gibi kokar ve bu yüzden de Medine'nin hangi sokağında dolaştığı hemen belli olurdu. Oradan geçenler, Peygamberimizin o güzel kokusunu duyup: "Efendimiz biraz önce bu sokaktan geçmiş" derlerdi.
Peygamberimiz, bütün yaratılmışların en şereflisi olmasına rağmen asla gururlanmaz ve kibirlenmezdi. Hatta yemeklerde ve ikramlarda sahabilerine (arkadaşlarına) bizzat hizmet eder ve kendisi yemeyip onlara yedirirdi. Bir gün, böyle bir ikram sırasında, yanlarına uzaklardan gelen bir atlı yaklaştı. Bu adam, peygamberimizin krallar gibi bir köşede oturduğunu ve herkesin ona hizmet ettiğini zannediyordu. Fakat kalabalığa baktığında, böyle bir kişiyi göremediği için:
— Bu kavmin efendisi (lideri veya reisi) kim? diye sordu.
Peygamberimiz, gurur sayılabileceği için bu soruya: "benim" diye cevap vermedi. Fakat adamın sorusunu da cevaplamak gerekiyordu. Bunun için, o anda da sahabelerine hizmet etmekte olduğundan, şu harika sözü söyledi::
— Bir kavmin efendisi, ona hizmet edendir.
Peygamberimiz, bu harika sözüyle bir taraftan kendisini tanıtırken, diğer taraftan da bir topluma lider olmanın en güzel tarifini yapıyordu.
Evet, efendilik (yani liderlik), o kavme (topluluğa) hizmet etmekle, onların hayatlarını kolaylaştırmak ve problemlerine çözüm bulmakla olurdu. Bu durumu peygamberimiz: "İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır" şeklindeki hadisiyle de belirtmişti.
Efendimizin boyu fazla uzun değildi. Ancak Hazreti Ayşe'nin de anlattığına göre, bazen Peygamberimizin iki yanında da uzun boylu insanlar bulunmasına rağmen, bir mucize eseri olarak O'nun boyunu geçemezlerdi. Bu kişiler gittiklerinde, Peygamberimiz yine orta boylu bir insan olarak göze çarpardı.
Efendimiz, insanların en zarifi ve en hassas ruhlu olanıydı. Çağlar boyunca hor görülen, ezilen, bir eşya gibi alınıp satılan ve bebek yaşlardayken diri diri toprağa gömülecek kadar büyük zulümlere maruz kalan kadın, İslâmiyetle birlikte bizzat Efendimiz tarafından yüceltilerek gerçek değerine ulaştırıldı. "Bana dünyada üç şey sevdirildi: gözümün nuru namaz, güzel koku ve kadın" diyerek onlara verdiği değeri açıkça ifade eden Peygamberimiz, kendi kızına bile büyük bir nezâket gösterirdi. Hazreti Fâtıma, Peygamberimizin yanına geldiğinde, Efendimiz onu ayağa kalkarak karşılar, kızının elinden tutar ve alnından öperek kendi yerine oturturdu.
Evet, yaşlı dünyamız, yaratıldığından beri böyle bir zerafete (inceliğe) şahit olmamıştı.
Efendimiz, yaratılanların en merhametlisiydi. Hicretin 8. yılında bir ordunun başında Mekke'ye doğru ilerlerken, yollarının üzerinde yavrularını emziren bir dişi köpek gördü ve kumandanlarından Cuayl bin Suraka'yı çağırarak bu hayvanların rahatsız edilmemesini istedi. Emir derhal yerine getirildi, İslâm ordusunun yolu değiştirildi ve bütün kâinatı saran rahmet güneşinden, yavrular da kendilerine düşen payı aldı.
İslâm ordusu, kendilerine yeni bir yol bulup parmaklarının ucuna basarcasına uzaklaşırken, dişi köpek hâlâ yavrularını emziriyordu.
Evet, ölüm pahasına yollarından dönmeyen Peygamber erleri, o küçük yavrular için yollarını değiştirmişti.
Peygamberimizin bütün mücadelesi, insanları Cennet'e davet etmek ve ulaştırmak içindi. Bu yüzden de sadece Allah düşmanlarıyla harbedildi. Savaştan önce veya savaş sırasında teslim olanlara, kadınlara, çocuklara ve ihtiyarlara asla ilişilmedi. Ağaçlar kesilmedi, ekinler yakılmadı. Açlık ve susuzluktan ötürü harbettikleri insanların tarlalarından bir meyva veya sebze kopartmak zorunda kalan müslüman askerler, o meyvanın yerine altın veya gümüş para bırakıyordu.
Kısacası, bir zamanlar öz kızlarını diri diri toprağa gömen insanlar, Peygamberimizin o inanılmaz gayreti ve mücadelesiyle müslüman olduktan sonra köpek yavrularını bile rahatsız edemiyorlar ve bu tür hareketleriyle, düşmanlarının topraklarından önce gönüllerini fethediyorlardı.
Efendimizin gölgesi yere düşmezdi. Yani ne geceleri ve ne de gündüzleri, gölgesi görünmezdi.
O, insanların en cesuruydu. Hatta "Allah'ın Aslanı" lakabıyla bilinen Hazreti Ali Efendimiz bile: "Harplerin en dehşetli zamanında Efendimiz'in arkasına sığınırdık" diyordu.
Peygamberimizin üstüne sinek konmaz, bit ve pire gibi hayvanlar, O'nu rahatsız etmezdi.
Allah, bu yüceler yücesi peygamberini, güneşin bile rahatsız etmesine izin vermezdi. Peygamberimiz henüz çocuk yaşlarda iken dışarıya çıktığında, mutlaka küçük bir bulut ona gölge yapar ve O nereye giderse, bulut da O'nu takip ederdi.
Kısacası sineklerden tutun bulutlara ve güneşe kadar herşey, O'nun peygamberliğini bilir ve emirlerine itaat ederdi.
İşte O, öyle bir peygamberdi. Ve bizi çok seviyordu.