BİYOGENEZ VE ABİYOGENEZ
BİYOGENEZ VE ABİYOGENEZ
ALPEREN GÜRBÜZER
Bir canlı organizmanın nasıl meydana geldiği uzun yıllardır tartışılmaya neden olmuştur hep.. Hatta önceleri aşağı organizasyonlu canlıların kokuşmak üzere olan organik maddelerden meydana geldiğine inanılırdı. Daha sonraları ise her canlının kendine benzer bir canlıdan meydana geldiği fikri doğdu. Bu iki fikir genelde abiyogenez ve biyogenez başlığı altında tartışılarak günümüze kadar devam etmektedir hala.
Cansız elementlerden aminoasitlere, amino asitlerden kooservatlara, kooservatlardan proteinlere, proteinlerden de tek hücreli canlılara ve en nihayet kompleks yapılara doğru gelişmenin teorisidir abiyogenez. Şayet yaşanılan yaşanılan hayat abiyogenezi doğrularsa bu durum yaratma iradesinin iptali değil, bilakis yaratılış gerçeğine yardım etmiş olacaktır. Muhtemeldir ki, Hz.Adem (a.s) bizim ana rahminde bulduğumuz ontogenezis gelişim evresinin bir değişik benzer süreci toprağın rahminde ontogenezisini tamamlayarak ruha kavuşmuştur. Hz. Adem (a.s) ile Havva anamız cennet yurdunda mutlu bir hayattan sonra çamur dünyaya inmiştir imtihan gereği.
Biyogenez ise canlıdan ancak canlı yapıların meydana gelebileceğinin ifadesidir. Malum olduğu üzere canlının temelini hücre oluşturur. Hücre çoğalmasını bölünerek gerçekleştirir. Yani hücre büyüdükçe belli bir kıvama gelerek bölünmek zorunda kalır. Hücre bölünmesinden amaç; yeni bireylerin meydana gelmesi için eşey hücrelerini oluşturmaktır. Malum olduğu üzere ilkel canlılarda üreme olayı, hücre içinde daha kromozomlar teşekkül etmeden çekirdek ve stoplazmanın ikiye bölünerek çoğalması şeklinde yani amitoz bölünme dediğimiz metotla gerçekleşir. Mitoz bölünme; amitoz bölünme şeklinin aksine çekirdekte kromozomlar oluştuktan sonra gerçekleşen bir üreme şeklidir.. Mayoz bölünme ise eşey hücrelerinde(germ) birbirini takip eden iki nükleus şeklinde olup, iki aşamada gerçekleşen ve bu aşamaların birinde kromozom sayısı yarıya inerek, diğer aşamalarındada basit bir mitoz bölünme tarzında cerayan eden bir başka bölünme şeklidir. Öyle anlaşılıyor ki; üreme hücrelerinin gelişim evreleri incelendikçe tesadüfe meydan vermeyecek tarzda mükemmel bir sistemin işleyişine şahit oluyoruz. Gerek mikro gerekse makro alemde hiçbirşey tesadüfe meydan vermeyecek biçimde belli bir sistematik çerçevede canlının yaratıldığı apaşikar ortada, tabiki herşeyden önce bütün bu harikülade alemin idrakine varabilmek de önemli.
Çoğunlukla hücrelerde bölünme yaşanırken önce mayoz, sonra mitoz görülür ki bu duruma premeosis denir. Üreme hücrelerinde, 2n kromozomlu vücut hücrelerinin tam aksine
kromozom sayısı haploid(n)’dir. İşte bu yarıya indirme olayı sıradan bir operasyonla ya da başıboş gerçekleşmiyor, belli ki bir planın eseri olarak ortaya çıkıyor. Şöyle ki; eşey hücrelerinin kromozom sayılarının yarıya indirebilmek için mayoz bölünme sırasında erkek hücrelerinin geçirdiği başlangıçtaki gelişme evresine spermatogenez, dişi hücrelerinin kaydettiği gelişmeye ise oogenez adı verilip, her iki cinsiyet hücresi de (spermatogenez-oogenez) gelişmesini mükemmel bir proğram dahilinde üç safhada gerçekleştirerek, bu gelişme evrelerini sırasıyla Çoğalma, büyüme ve olgunlaşma şeklinde üç aşamada
tamamlarlar.
Nasıl mı?
Çoğalma aşamasında mitoz bölünme sonucu çoğalan erkek üreme hücreleri bu safhada
spermatogonyum, dişi üreme hücresi ise Oogonyum adını alır. Anlaşılan odur ki her bir aşama yeni bir değişime yelken açmak gibidir adeta.
Büyüme evresine gelindiğinde spermatogonyum ve Oogonyum hücreleri mitoz bölünme aşamasını tamamladıktan sonra bol miktarda besin depolayıp başlangıçtaki büyüklüğünün yüzlerce katına çıkarak primer spermatosit ve primer oosit adını alırlar, böylece olgunlaşma safhasına geçiş yaparlar. Olgunlaşma safhası derken ister istemez bir Allah dostunun sözleri akla geliyor; hamdım, yandım, piştim.. İşte aynen öylede üreme hücrelerinde görülen üç aşamada bunun gibi bir şey.
En son safha dediğimiz Olgunlaşma evresinde ise primerspermatosit ve primer oositler redüksiyon bölünme geçirerek kromozom sayılarını yarıya indirirler. Bunlardan birinci telofaz sonunda primer spermatozoitten iki tane sekonder spermatozoit, primer ooisitten de bir
sekonder oosit ve bir kutup hücresi meydana gelir. İkinci telofaz sonunda ise herbir sekonder spermaositten iki sperma, sekonder oositten ise ergin yumurta ile ikinci kutup hücresi oluşur. Birinci kutup hücresi genellikle ikiye bölünerek iki tane kutup hücresi meydana getirirler, ama bu arada kutup hücreleri yaşama yeteneği olmadığı için ölürler. Sonuçta bir yumurta hücresi ve dört spermatit kalır. Spermatitler ise spermhistogenez adı verilen olayla bir olgun sperma şeklini alırlar. Olgun spermalardan ancak bir tanesinin bir olgun yumurtayla birleşmesi(döllenme) sonucunda bildiğimiz 2n zigot meydana gelerek yeni bir canlının temeli atılmış olur böylece. İşte insanın embriyonik ve embriyonik sonrası macerasını ancak bu şekilde özetliyebiliyoruz. Dile kolay, bütün bu aşamaları inceleyip de hala canlılık denilen mucizevi olaya hala tesadüf deniliyorsa pes doğrusu, yapılacak tek şey bu noktadan sonra; Allah onlara hidayet versin demek düşer, ne diyelim..
Canlı alem sonderece kompleks yani çoklu karmaşık bir sistem olduğu muhakkak. Bütün dünya ülkelerin idari mekanizmalarını kurup başlarında idareci başkan bulunurda biyolojik hayat denilen serüveninde idari mekanizması olmaz mı? Elbette olur. Bilindiği gibi canlının üretim ve kalıtım olayları DNA’ca yönetiliyor. Hücrede bu iş için, yani üretim ve kalıtım olayları için binlerce enzim cansiparene halde çalışıyorlar harıl harıl.. Her bir enzim DNA ipliğindeki bir gene karşı sentezlenerek neşvünema bulup canlılık bu şekilde tanzim edilmeye başlıyor....
Biyolojik hayat; hertürün kendi içindeki polijenik evrelerin tümünü kapsayan hadisedir, yani biyolojik hayat çok menşeylidir.Dolayısıyla türler arasında nesep aramak ya da soy sop faslına girmek boşuna kürek sallamaktan başka bir işe yaramaz. İnsanın embriyolojik gelişmesi, anne karnındaki aşama aşama geçirdiği ontogenez süreci ile açıklanır ki doğrudur. İnsanlık tarihi gelişim evreleri ise filogenez olarak adlandırılırki o da doğru. Anne karnındaki ontogenez serüveni yukardada belirttiğimizi gibi Hz.Adem’in toprakta geçirdiği ontegenez sürecin özetidir zaten. Erkekler XY geni ile tanımlanıp, her iki allel genide bünyelerinde taşırlar. Kadınlar da ise cinsiyet geni XX’dir. O halde ilk insan hayat çekirdeğini kendinde toplamış olsa gerek ki; Hz.Havva anamız Hz.Adem’in eğe kemiğinden dişilik geni ile ayrılarak ailenin ilk basamağına zemin hazırlanmış ve bu ilk nüveden kıyamete kadar devam edecek olan değişik ırkların toplamını kapsayan insanlık alemi türeyecektir.. İlk aile , ilk filogenik ağaç böyle vuku buldu, bunun başka izahı yok. Evet dikkat edin ilk maymun, ilk maymun aile demiyoruz. ilk insan, ilk aile diyoruz.
DOĞAL SELEKSİYON-MUTASYON-MODİFİKASYON
Türlerin değişmesinde çevre şartlarının yol açtığı etkenlerle veya başka sebeplerle doğal seleksiyonun rol oynadığı ileri sürülse de her canlının gelişim evresi içerisinde gerçekleşebilecek değişiklikler hiçbir zaman başka bir tür canlı ortaya çıkaramıyacaktır, meydana gelen arızı değişiklikler ancak o türün kendi içinde sınırlı kalacaktır. Hakeza aynı şey mutasyon içinde geçerli. Mutasyon; hücrenin gen yapılarında ani değişikliklere denir ki, bu durum ültraviyole ışınları, kozmik ışınları, X ışınları ve kimyasal maddeler vs. nedenlerden kaynaklanan milyonda bir olan değişikliklerdir. Mutasyonun biyolojik çeşitliliğin diğer bir nedeni olarak kabül etsek ya da yeni varyasyonların temeli olarak ilan etsek dahi hiçbir zaman mutasyon başka bir tür ortaya dönüşmesi olayı değildir. Bir diğer değişim biçimi ise, kalıtsal olmayan, yani dölden döle geçmeyen çeşitlenme denilen modifikasyon olayıdır...Modifikasyonda tıpkı mutasyonda olduğu gibi bir türden başka bir türe dönüşümün aracı değildir, olamazda.
Madem Genotip(genom) bir organizmanın sahip olduğu genlerin tümüne verilen isim, o halde genotipleri farklı olan bireyler birleştiğinde fenotiplerinde de büyük ölçüde farklılıklar ortaya çıkacağı muhakkak. Bu tip farklılıklar varyasyonlarıyla birlikte dölden döle geçerek değişik kombinasyonlar oluşturacaklardır elbette. Ancak değişik kombinasyonlar hiçbir devirde veya belirli bir zaman diliminde yeni bir tür ortaya çıkaramıyacak, her tür kendi soy ağacı içerisinde kalacaktır, yani çeşitlilik yeni bir türü yaratmak değildir, aksine bu dönüşümler türün kendi içinde gerçekleştirdiği zenginliğin ifadesidir. Demek ki; mutasyona uğramış genler kalıtsal olarak dölden döle geçsede yeni bir tür oluşturamıyor. Yani organizmanın kendi içindeki değişikliklerden öte bir anlam ifade etmiyor. Zaten bu değişiklikler genel de ya bir baz ileri ya da bir baz geri şeklinde sınırlı kalan değişikliklerdir. Üstelik mutasyonların zararlı olduğu da tespit edilmiştir. Görülmüşmüdür mutasyona maruz kalıpda canlının uzun ve sağlıklı ömür yaşadığı, kalsa bile nadir vaka olarak değerlendirilir.. İstisnalar kaideyi bozmaz sözü boşa söylenmiş söz olmasa gerek. Evrimcilerin mutasyonların ancak çok az bir kısmının faydalı olduğunu ileri sürerler ki, bu bile evrimin tek başına devirmeye yeter de artar bile. Zira milyonda bir görülen istisnai uç bir olayla evrimi kurtarmak adına, alemdeki yüzbinlerce dönüşüm ve çeşitliliği açıklamaktan aciz olacakları besbelli iken bu telaş, bu endişe niye? Doğrusu anlamış değiliz. Üstelik mutasyonlar milyonda bir faydalıdır denilmesine rağmen..
DARVİNİZM VE YARATILIŞ
Darvinizmi kurtarmak adına evrimi genetik moleküler biyolojiye uyarlamaya çalışılıyorlar habire. Bilindiği gibi fosiller sedimant(çökelen tortular) tabakalar içinde meydana geliyor.. Nasıl mı? Çökelen tortular kaya şeklinde sertleşirken bir yandan da canlı artıklar basıncın etkisiyle ister istemez preslenerek kaya parçası haline geliyorlar. İşte bu kalıntılara fosil denir bu yüzden. Günümüzde kullanılan radiometrik metoddan hareketle bilim adamları yeryüzünün yaşını dört buçuk milyar yıl olarak hesaplamışlar.. Bu hesaplamalar ışığın da fosil ihtiva eden tortul tipleri tahmin edilen zaman dilimleri içerisinde jeolojik sütun olarak tasnifleniyor ve evrimciler bu sınıflamadan hareketle yeryüzünde ilk evvela omurgasızların görüldüğünü, akabinde bunları balıklar, kurbağalar, sürüngeler derken memelilerin takip ederek dönüşüm yaşandığını, böylece canlılığın jeolojik aşamaları bu şekilde sıralandığı tarzında fikir serd ederler..
Yaratılış fikrini ortaya koyanlarda yeryüzündeki jeolojik hadiselerin uzun zaman diliminde gerçekleştiğini kabül etmekle beraber canlı türlerin değişik zamanlarda çıkarak türden türe dönüşmediğini ve her türün kendi cinsinden bir anda ortaya çıktığını ifadelendirerek yaratılış gerçeğini savunurlar. Bütün bu tartışmalardan objektif olarak meseleye bakıldığında sözkonusu tasnif sıralamasında yer alan prekambiyon kayaçları arasında şimdiye kadar çok hücreli fosile rastlanılmaması evrimcilerin görüşlerini çürütüp, yaratılış fikrini daha çok güçlü kılıyor.. Öyle ya; şayet prekambiyon devrinde fosil mevcut değilse kambriyon faunasının evrim geçirmediği bariz bir şekilde ortaya çıkmış olmaz mı? İnanılır gibi değil, üstelik fosilleşmiş hiçbir geçiş formu da olmadığı halde evrimciler bu tür yorumlara tevessül edebiliyorlar.. Nedir bu telaş, yangından mal kaçırırcasına neyi ispatlamaya çalışılıyorlar anlamış değiliz. Bırakın Darvin teorisiyle kalsın, yeter ki bilimin önü tıkanmasın.
Çok hücreli canlılar özellikle hücrelerinin farklı olmasıyla göze çarparlar.. Mesela karaciğer, deri, kemik ve göz birbirlerinden çok sayıda özellikleri ile ayrılmaktadırlar.. Bu farklılıkların nedeni protein sentezinin son derece karışık düzeninde aranmalıdır. Canlının gelişmesi sırasında ortaya çıkan farklılaşma bazı hücrelerin belirli fonksiyonları için özelleşmelerine yol açar. Hücre içinde bulunan birçok yapının neden yapılmış oldukları konusunda bilgiye sahip olabilmek için hücreyi oluşturan elemanların herbirini ayırtabilecek
izolasyon çalışmalarına başvurmak gerekir. Bugün gelinen noktada hücre yapılarını birbirinden ayıran birbirinden başarılı teknik metodlar geliştirilmiştir. Biyolojik bir materyalin santrifüj tüpüne konulup azdan çoğa doğru değişik devirlerde hızla döndürülmeleriyle izolasyon çalışmaları gerçekleştirilmektedir. Aşama aşama değişik devirlerde çöktürülen sıvı örneklerinin en son safhasına gelindiğinde üste kalan sıvı kısmın daha düşük yoğunlukta bulunan hücre yapıları sözkonusu olduğundan, bu kısımda daha çok ribozomlar yer alır.
Genellikle insan hücrelerinde bir nükleolus vardır. Nükleolus RNA ve buna bağlı proteinler bakımdan oldukça zengindir.. Dolayısıyla bu maddeler kromozomda sentezlenerek nükleolusta toplanır. Nükleolustaki RNA, rRNA karekterindedir. RNA burada proteinlere ve özellikle histonlara bağlandıktan sonra stoplazmaya geçer, stoplazmaya geçen ribozomlar amino asitlerle birlikte protein sentezlenmesine önderlik eder böylece.
KROMOZOMLAR
Bilindiği gibi kromozomların sayıları ve şekilleri cinsten cinse, türden türe değişmektedir. Dikkatli incelemeler sonucunda kromozomların çok sayıda iplikten meydana geldiği gözlemlenmiştir. Peki iplikler nelerden oluşur? Elbetteki bu ipliklerin her biri kromanemalardan oluşur. Normal bir hücrede kromozomdaki kromonemalar arka arkaya defalarca bölünme geçirir ki; Kromonemaların bu şekilde uzunlamasına defalarca bölünmesine Endomitoz adı verilir. Endomitoz sırasında meydana gelen iplikler birbirinden ayrılmayıp birarada kalırlar. Bu şekilde meydana gelen ve iplik paketinden oluşan dediğimiz politen kromozomların bütün ipliklerindeki kromonemerlerin yan yana gelmesiylede bantlar oluşur. Bugün Genetik çalışmalar sayesinde elde edilen kromozom haritalarındaki genlerin yeri ile bantların yeri karşılaştırılmakta ve bu bantlarla interbantların lokus haritaları belirlenmektedir.
Lamba fırçası şeklinde dev kromozomlarda sözkonusu ki, bunlar politen kormozomlardan daha uzundurlar. Bu fırçanın ekseninde dört kromatid bulunur.. Lamba fırçası kormozomlarında diplotenden sonra bir küçülme görülür hep. Eğer kromozomlar metafaz ve anafaz safhalarında sıcak su, asit buhari, alkolik çözeltiler veya potasyum siyanür gibi maddelerle muamele edilirse yapısında spral şekildeki teşekküllerin bulunduğu görülecektir. Küçük büyük spraller şeklinde olan bu teşekküller kromonemadan başka bir şey değildir. Kromenamanın yapısında yer alan küçük sprallerin dönüm sayısı(kıvrım sayısı) çok fazla olup, büyük sprallere dik bir şekildedir. Büyük sprallerin dönüm sayısı mayoz bölünmenin profaz safhasında kromenama üzerinde görülen düğüm benzeri kısımlar kronemaların ta kendisidir. Bilim adamlarınca bugün genlerin kromonemerler üzerinde yer aldığı kabül edilmektedir. Görüldüğü gibi canlının temelini hücre oluşturur demekle iş bitmişor. Hücrenin içine de girmek gerekiyor. Nitekim giriliyorda. Hücrenin içine konuk olduktan sonra Hücrenin başkenti dediğimiz çekirdeğe de ulaşmalı ki canlının merkezden nasıl idare edildiğini çözülebilsin. Çekirdeğin merkezine varmakla da dava bitmiyor, merkezin karargahı dediğimiz ve canlının idari mekanizmasının adeta beyni sayılan DNA’ya da ulaşmak gerekiyor. Hadi diyelim DNA denen moleküler merdivenimsi spral yapıyı keşfettik, bu seferde biyolojik hayatın bu kombinezon içerisinde nasıl düzenli bir şekilde hareket ettiğini, hücreyi oluşturan bütün birimlerin hiç şaşırmadan rotasında nasıl seyrettiğini de irdelemek mecburiyeti var. Mikro alemde seyreyledikçe gelinecek en son nokta Allah demekten başka çare yoktur. Zaten hayretler içerisinde yüzdüğümüz mikro alemde en güzel mutluluk elbette Allah demek olsa gerektir.
HÜCRENİN KİMYASAL YAPISI VE PROTEİNLER
Mikro alem bununla bitmiyor, hücrenin elementer ve bileşik yönleri de var. Nasıl mı? Malum olduğu üzere Hücrenin kimyasal yapısını oksijen, hidrojen, karbon, azot, kükürt ve potasyum gibi atomlardan oluşan temel elementler ile mangan, iyot, aliminyum, çinko ve silisyum gibi atomlardan meydana gelen iz elementler oluşturur. Yine hücreyi bileşikler
yönünde incelediğimizde de organik ve inorganik bileşikler şeklinde tasnifleriz. Su ab-ı hayat derler ya gerçekten de su anorganik bileşiklerin en önemli bileşiğidir diyebiliriz. Organik bileşikleri, nucleikasit ve nucleic asitlerin dışında kalan bileşikler denilen protein, protein türevleri, karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri, lipit ve lipit türevlerini kapsar. Bunlardan canlının nüvesinde öneme haiz proteinleri ele alacak olursak, proteinler hücre içerisinde hem fonksiyonel hemde enerji meydana getirmede aktif rol oynarlar. Malum olduğu üzere proteinler, aminoasitlerin (dipeptit, polipeptit) birleşmesiyle meydana gelirler. Proteinler uzun fibriller(lifler) ve globüler(küresel) olmak üzere iki türlü halde bulunurlar. Bu arada satırlar ilerledikçe görüyorsunuz hücre denen olayın elementer aleminde dolaşmaya başladığımızı farkediyoruz ister istemez. Nasıl mı? İzleyelim görelim.
Fibrin yapıdaki proteinler hücrede dayanıklı kısımları ve özellikle zarları meydana getirirler. Bu nedenle yapı proteini olarak isimlendirilirler. İnsan tarafından kösele olarak kullanılan hayvan derisinin dayanıklılığı bu lifsel proteinlerden ileri gelir. Globuler proteinler ise enzimatik proteinlerdir. Bu tip proteinler lifler halinde değildir. Bu nedenle yapı malzemesi olarak kullanılmazlar, nispeten küre şeklini kazanırlar. Dolayısıyla Globuler protein molekülleri hücrenin sıvı ortamında daha kolaylıkla yüzer ve kimyasal reaksiyonlarda daha kolay kullanılabilir. Yapı bakımdan da proteinler; alfa amin asitleri veya bunun türevlerini kapsar. Bileşik proteinler; bir basit proteinin diğer bir madde ile prostetik grup halinde birleşmesiyle ortaya çıkar. Enzimler ise genellikle kısa veya Globuler tipte protein molekülleridir.
Velhasıl organik bileşiklerden nükleon proteinler nucleic asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesinden nucleic asitler (DNA ve RNA)meydana gelmiştir. Prostetik grup olarak bulunan nucleic asitler biyolojik açıdan çok önemlidir. Bir nükleon protein bir baz ile beş karbonlu pentoz bileşiklerinde bir nucleoside, bir nucleoside fosfat grubu ile birleştiğinde ise Nükleotid, Nükleotidlerde kondansasyon yaparak bir nucleikasit meydana gelir. Nucleikasitde proteinle birleştiğinde nükleon protein meydana gelir.. Hiçbir şey görüldüğü gibi rastgele oluşmuyor, belli bir plan dahilinde zincirlemesine cerayan ediyor ve mikro düzeyde gerçekleştiğini sandığımız hadisenin, oysa büyük bir alemi dolduracak harikulade işleyiş olduğu anlaşılıyor, bu alem karşısında dilimiz tutuluyor adeta.
MİNAREMİZ DNA
Demek ki canlılarda ilgi çekici en büyük moleküller nucleic asitlerdir.. Bu moleküller ilk olarak 19. yüzyılın sonunda İsveçli biyokimyacı Friedrich Musher tarafından irin ve sperma hücrelerinin çekirdeklerinde bulunmuştur. Çekirdekte bulunduğu için nucleic asit adı verilmiştir.. Bugün çekirdek dışındaki kısımlarda da tespit edilmesine karşılık yanlış bir değim olarak hala nucleic asitler terimi olarak kullanılmaktadır. Her ne ad üzere anılırsa anılsın sonuçta nucleic asitler virüslerden insana kadar tüm canlılarda bulunduğu ve hücrenin temel hayati olayları üzerinde yönetici rol oynadığı deneysel çalışmalarla ispatlanmıştır..
O zaman Nucleik asitler hayatın temeli mi, ya da başka bir ifade ile dirlik mi?Bu tip sorular ister istemez insanlığın zihnini daha çok meşgul edeceğe benziyor. Şu bir gerçek her keşfedilen bulgular bize Allah’ı hatırlatıyor, birtakım materyalistler umursamazlıktan gelseler de bundan kaçış kolay kolay gözükmüyor gibime. İlmin sonu yok çünkü.
Her neyse konumuza devam edecek olursak; dirlik dediğimiz iki tip nükleik asit vardır. Peki bunlar nasıl ayırtedilir derseniz, yapılarında bulunan şeker molekülüne göre deoksiriboz ihtiva edenlere Deoksiribo nucleic asit (DNA), ribonükleikasit ihtiva edenlere de Ribo nucleikasit (RNA) diye tanımlayarak elbet. Her iki tip nucleic asitte beş karbonlu şeker molekülü ihtiva eder. Fakat riboz da ki aynı C(karbon) atomuna bağlı olan OH(hidroksil) grubu yerine, deoksiriboz da bir Hidrojen mevcuttur. Nucleic asitlerin hidrolizle ayrıştırmalarıyla beş karbonlu şekerler yanında fosforik asit ve organik bazların varlığı da tespit edilmiştir..
Neymiş bu organik bazlar acaba? Biraz daha mikro alemde seyreyleyelim bakalım ne çıkacak bu işten?
Organik bazlarda pirimindin ve pürünler olmak üzere iki çeşittir.. Yani bu temel iskeletin serbest bağlarına çeşitli atom veya atom gruplarının bağlanmasıyla değişik pürün ve piri midinler meydana gelir.Dolayısıyla primidinleri citizen, timin, urasil oluşturur, pürünler ise adenin ve guanon oluşturur.
DNA tüm dokularda mevcut olup, doku hücrelerinde DNA miktarı birbirinin aynısıdır, ancak eşey hücrelerinde bu miktar diğer hücrelerinin yarısı kadardır. Watson ve Crick’s ikilisinin elde ettikleri deneylerden hareketle DNA’nın telsel bir yapıya sahip olduğunu, ikinci çalışmalarda H(hidrojen) bağların mevcudiyetini gözlemlediler, derken üçüncü çalışmalarda DNA’daki fosfat gruplarının molekülün dış tarafında yer aldığının farkettiler. Sonraları M.F.H.WILKIN ve arkadaşlarının X ışını kırınımı deneylerinden elde ettikleri sonuçlarla ipliklerin gerilmiş bir şekilde uzanmadığını fakat uzun helezonlar (heliksiler) şeklinde kıvrıldığını ve her bir heliksin iki molekülden yapıldığını göstermişlerdir.. Bu buluş sonunda tıpkı örgü ipliklerinde bükülmesinde olduğu gibi daha çok sağa bükülü bir heliksi şeklinde olduğu ortaya atılmıştır. Böyle bir yapı bir minare merdiveni görünümünde dersek isabet etmiş sayılırız. Minarenin tepesine çıkıldığında tüm aleme tevhid ilanı yapılır ya, işte DNA da hücresel faaliyetlerin bir değişik duyurusudur diyebiliriz.. Öyle ki minarenin basamakları pürün ve pirimidin çiftlerinden meydana gelmiştir. İster adına çiftlerin izdivacı deyin isterse birleşmeleri deyin her ne derseniz deyin her pürün kendine olan primidine zayıf H bağları ile bağlanır. İnsanoğlu gönülden bağlanırda pürin ve pirimidinler bağlanmaz mı? Ne mutlu gönülden gönüle bağlanıpda yol bulabilene.
Herhangi bir canlı organizmanın DNA ‘sı ondaki pürinlerin miktarı pirimidinlerin miktarına eşittir. Ancak Adenin+Timin orantısı değişik canlılarda çok çeşitli değişiklikler gösterir.
Güncel yaşamımızda kimliklendirme olmazsa karışıklığa meydan vereceği muhakkak. Burdan neye varmak istediğimi merak ettiğinizi tahmin ediyorum. Neyse hemen merakımızı giderelim. Şöyle ki; DNA molekülünde merdivenin her bir kenarında kardeş moleküllerin birbirine zıt yönde bulunuşu da oldukça gözlerden kaçmayacak derecede çok ilginçtir. Bu sayede DNA molekülünün iki ucu birbirinden kolaylıkla ayırt edilebiliniyor. Çünkü şeker organik kökleri nükleotid zincirinde simetrik olarak yerleşmişlerdir. Molekülün bir ucuna doğru her şeker molekülü (3) numaralı karbonu ile fosforik aside bağlanırken diğer ucuna da (5) numaralı karbonu ile fosforik asit bağlanır.. Bu çift durum genetiğin kimyasal mekanizmasının temelini teşkil eder. Kelimenin tam anlamıyla baz, deoksriboz ve fosforik asit moleküllerinden meydana gelen üçlü topluluğa nükleotid, buna uygun olarak da DNA zincirine ve polynucleotide adı verilir böylece.
DNA molekülünü şu şekilde özetlemek mümkündür;
-İki zincirden kurulmuş olup bir eksen etrafında kıvrılarak düzgün bir çift sarmal meydana getirirler.
-H(hidrojen) bağları ile bağlanmış olan bazlar daima sarmalın iç kısmında yer alarak bir şeritteki Adenin karşısına diğer şeritte mutlaka timin, guanon karşısına ise mutlaka sitozin gelecek şekilde dizilip, bu complementary olan çiftler iki zinciri birbirine bağlıyan H (hidrojen)köprüleri ile karşılıklı tutunurlar.
-Aynı zamanda zincirlerin yönü birbirlerine zıt olup, birinci zincirdeki fosfat, şeker bağları(5), (3) şeklinde olmasına karşılık diğerindeki fosfat şeker bağları(3) (5) şeklindedir.Böylece kimlik krizi yaşanmasına geçit verilmemiş oluyor..
Velhasıl cansız sandığımız DNA, tüm hücresel faaliyetlere imza atan dirlikmiş meğer. Vesselam.
dedekorkut1
11 Mayıs, 2022 - 21:07
Kalıcı bağlantı
BİYOGENEZ VE ABİYOGENEZ
BİYOGENEZ VE ABİYOGENEZ
SELİM GÜRBÜZER
Bir canlı organizmanın nasıl meydana geldiği hususu yıllar boyunca insan zihnini meşgul eden konulardan biri olmuştur hep. Hadi insanların kendi kendine zihince meşgul olması bir noktada anlayabiliyoruz da, peki ya şu bir takım aklı evvellerin bugün olmuş halen gelinen noktada güya aşağı düzeyde ki canlıların kokuşmak üzere olan organik maddelerden meydana geldiğini iddia ederekten içi boş anlamsız tezlerle insanların zihinleri karıştırılıp meşgul edilmesine ne demeli. Neyse ki bilimsel çalışmalar hız kazandıkça bu tür içi boş mesnetsiz iddialar bir şekilde boşa çıkartılıp her canlının kendi hemcinsi atasından türediği görüşü ağırlıklı olarak belleklerde yer edinir hale gelindi diyebiliriz. Derken bu arada hayatın kökeni hakkında gerek cansız olmayandan canlının meydana gelebileceği anlamında kullanılan “abiyogenez” tezi, gerekse canlı olandan canlı meydana gelebileceği anlamında kullanılan “biyogenez” tezi bilim dünyasının gündemine giren iki başlıklı konu kapağı olur da.
İşte hayatın kökeni hakkında ileri sürülen tezler hangi konu kapağı başlıklar altında incelenirse incelensin şu bir gerçek tek hücreli sistemden çok hücreli bir sisteme doğru gidildikçe canlı varlıkların her birinin kendi içinde yaratılış itibariyle çok büyük çeşitlilik arz eden birbirinden bağımsız türler olduğunu görürüz. Tabii yaratılış itibariyle canlı varlıkların her birinin çok yönlü çeşitliliğini ve yaratılış mükemmeliyetini görüp şahit olduğumuz gibi basit yapılardan daha karmaşık yapılara doğru gidildikçe her bir kademede ki canlı türlerinin bulunduğu konuma göre de enerji ihtiyacının o nispette kademe kademe artış kaydettiğini görüp şahit olabiliyoruz pekâlâ. Derken bu tip görüp şahit olunan bir takım elde edilen verilerden hareketle “abiyogenez” kavramı cansız elementlerden aminoasitlere, amino asitlerden koaservatlara, koaservatlardan proteinlere, proteinlerden tek hücreli canlılara ve en nihayetinde kompleks yapılara doğru gelişmenin adı olarak bilim dünyasının tanımında yerini almış olur. Mesela bu hususta en basitinden suyu ele aldığımızda, suyun başlangıçta sadece susuzluğu giderecek abiyogenez formunda sıvı içecek kaynak çeşmemiz olurken, yetişkin bir insan vücudunun %50 ila %70’ini su içerdiğini düşündüğümüzde ise biyogenz formunda ab-ı hayat su molekülü olduğunu gözlemlemiş oluruz. Öyle ki cansız bir halde karşımızda duran suyun gerçekte nice canlılara taş çıkartacak derecede hayatımızı diri tutup canlılık kattığı kendi vücut dinamiklerimizin işleyişinden de besbellidir zaten. Yine de bu noktada ister adına hayat suyu diyelim, ister dirlik suyu, ister aynü’l hayat diyelim bu demek değildir ki canlı hayatı büsbütün sadece su ayakta tutmaktadır, hiç kuşkusuz su olmadan da yıllarca hayatını idame ettiren canlı varlıkların varlığı da bilinen bir gerçekliktir. Nitekim bunlardan keşfedilen en meşhurları; kanguru fare, çöl kaplumbağası ve akciğer balıklarını örnek gösterebiliriz pekâlâ. Hakeza oksijensiz ortamda üreyen canlılarında varlığı da bilinen bir durumdur. Nasıl mı? Mesela oksijenden yoksun şartlarda enerji üreten anaerobik bakteri, mantar ve diğer mikroorganizmaların aracılığında fermantasyon yoluyla birtakım organik bileşiklerin oluşumu susuzda gerçekleşebiliyor. Hatta böylesi bir oluşuma örnek olarak Wollin ve Erickson gibi birçok bilim adamları yıllar öncesinden çok yüksek perdeden; amonyak, metanol, formik asit ve formaldehit gibi bileşiklerin nükleik asitlerle gireceği bir takım reaksiyonlarla da aminoasitlerin oluşabileceğini gösterip dillendirmişler bile. Hadi bunun böyle olabileceği doğrulanmış olduğunu varsaysak bile böylesi bir aminoasit oluşumun varlığı yaratılış modelini esas alan ilim erbabının yoktan var oluşa olan inancını sarsacak ya da halel getirecek veya ortadan kaldıracak bir tez asla olmayacaktır. Bilakis müminler olarak Kur’an’da zikredilen hem yoktan var, hem vardan var, hem de vardan yok manasına gelebilecek “Allah nezdinde İsa’nın durumu Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona ‘Ol’ dedi ve o da oluverdi” (Al-i İmran, 59) ayet-i kerimenin mana ve ruhuna olan inancımızı daha da pekiştirecek bir tez olacaktır. Dolayısıyla bu noktada toprak bizim ‘abiyogenez’imizdir dersek yeridir Zira ilk insan topraktan yaratılmıştır. Havva anamız ise Âdemin eğe kemiğinden yaratılmıştır. Öyle ya, madem inan nesli Âdem ve Havva anamızdan türeyiverdi, o halde muhtemeldir ki, Hz. Adem (a.s) bizim ana rahminde geçirdiğimiz ontogenesis gelişimin bir değişik benzer sürecini toprağın ana rahminde geçirerek tüm insanlığın ilk atası ve ilk peygamberi oluvermiştir. Böylece Yüce Allah’ın Kur’an’da kullarına hitaben “Sizi topraktan yarattık, tekrar toprağa döneceksiniz, ikinci bir defa daha sizi topraktan çıkaracağız” (Taha,55) beyan buyurduğu ayetin sırrı mucibince toprağın bağrına ruh üflenerek ben-i adem oluverdik. Sonrası malum Hz. Âdem (a.s) ve Havva anamızın cennet yurdundan dünyaya teşrif etmesiyle birlikte ben-i ademin kıyamete kadar sürecek olan imtihanı start alır. İşte Mevlana bu yüzden imtihanımızın çamurlaşmaması için tüm insanlığa şu çağrıda bulunur da: “Topraktan geldik toprağa gideceğiz. Mühim olan çamurlaşmamaktır.”
Peki ya biyogenez? Yukarıda tanımladığımız gibi canlının canlıdan meydana gelebileceğini ifade eden bir kavramdır biyogenez. Bu kavramın içeriğinden de anlaşıldığı üzere canlının temelini hücreler oluşturmaktadır. Malumunuz hücreler ise bizatihi kendileri bölünüp çoğalmak suretiyle yenilenmekteler. Ki, hücre bölünmesinden maksat yeni bir canlı hücrenin meydana gelmesini sağlamaktır. Hatta temel gaye eşey hücrelerini oluşturmaktır. Nitekim hücre büyüyüp belli bir olgunluğa ulaştığında bu uğurda bir takım bölünmeler gerçekleştirerekten maksat hâsıl olur da. Hem nasıl maksat hâsıl olmasın ki, baksanıza ilkel canlıların üreme olayında bile bir bakıyorsun hücre içerisinde kromozomlar daha teşekkül etmeden amitoz bölünmeyle, yani doğrudan hiçbir değişikliğe uğramaksızın çekirdek ve sitoplâzmasının ikiye bölünmesiyle birlikte çoğalmasını gerçekleştirebiliyorlar. Örnek mi? İşte bakteri, amip, öglena ve kanser hücreleri bunun en bariz örneklerini teşkil ederler zaten. Mitoz bölünmeden temel amaç ise kromozomların birer kopyasını oluşturup sonrasında bu kopyaları hücre bölünmesi eşliğinde özdeş kromozom halde oluşan iki yavru hücreye pay etmektir. Yani bu demektir ki mitoz bölünmenin amitoz bölünmeden farklı yanı mitoz bölünmenin çekirdekte kromozomların oluşmasının akabinde vuku bulan bir üreme biçimi olmasıdır. Mayoz bölünmenin mitoz bölünmeden farklı yanı ise malum eşey hücrelerinin (germ hücrelerinin) birbirini takip eden diploid iki nükleuslu bir yapı içerisinde bölünmelerini iki aşamada gerçekleştiriyor olmasıdır. Öyle ki mayoz bölünmenin birinci aşamasında kromozom sayıları yarıya indirgendiği gözlemlenirken, mayoz bölünmenin ikinci aşamasında ise kromozomların hem kendi eşleşmelerini gerçekleştirdiği hem de spermiogenezis sürecinde olduğu gibi golgi evre, kap evre, akromozal evre ve olgunlaşma evre şeklinde hücresel bazda bölünmelerini tamamladığı bir süreç olarak gözlemlenir. Dahası mayoz bölünme birinci aşamasını kromozom sayısını yarıya indirgediği bir bölünme şekli olup burada diploid (2n) yapılı bir hücreden haploid (n) yapıda iki adet hücre meydana gelirken diğer aşamasında ise basit bir mitoz bölünme eşliğinde dört adet haploid (n) hücre oluşumunun vuku bulduğu bir bölünme şekliyle sürecini tamamlamış olur. Öyle anlaşılıyor ki; hücre bölünmelerin gelişim evreleri inceledikçe hiçbir oluşumun tesadüfe meydan vermeyecek bir şekilde kendi içinde hücre yenilenmelerini kimi zaman indirgeyerek kimi zaman çoğalaraktan gerçekleştirdiğini gözlemlemekteyiz. Böylece spermatogenezis sürecinde tek bir spermatogonyumdan fonksiyonel halde adına sperm hücresi denen 4 adet spermatozoon meydana gelirken, oogenezis sürecinde ise tek bir oogonyumdan fonksiyonel adına yumurta hücresi denen ovum meydana gelmiş olur. Belli ki gerek makro âlemde gerekse mikro âlemde hiçbir şekilde tesadüf oluşuma yer yoktur, bilakis A'dan Z’ye hemen her şey belli bir sistematik düzen içerisinde cereyan edip işlerlik kazanmakta. Tabii burada en önemlisi tabiatta olan biten her ne varsa işleyişini gözlemlediğimiz sistemin mükemmeliyetinin Yüce Yaratıcı gücün (c.c) iradesi dâhilinde işlerlik kazandığının idrakine varabilmek çok mühimdir.
Malumunuz bir takım hücre yapılarında önce mayoz, sonra mitoz görülür ki bu duruma premeiosis bölünme denmektedir. Bölünme hadiseleri somatik hücrelerde indirgenmeksizin gerçekleşirken, üreme hücrelerinde ise indirgenerek gerçekleşir. Nitekim üreme hücrelerinde kromozom sayısı, 2n kromozomlu vücut hücrelerinin tam aksine haploit (n) olup, işte bu yarı yarıya indirgenme hadisesi hücre çekirdeğinin ardı sıra iki defa bölünmesi neticesinde vuku bulan bir bölünme şekli olarak sahne alır. Belli ki üreme hücrelerinin kromozom sayısını yarı yarıya inmesi gerektiği kendi kararıyla ya da kendi kendine tesadüfen oluşmuş bir indirgenme hadisesi değildir bu. Bikere üremenin en başından en son aşamasına kadarki her basamağında matematiksel bir hesap söz konusu olduğuna göre, böylesi bir matematiksel oluşumda Yüce Allah’ın “Ol” emri doğrultusunda işleyen bir plan olduğu bariz bir şekilde ortaya çıkmış olur. Ve bir plan dâhilinde mayoz bölünme sırasında erkek hücrelerin geçirdiği başlangıçtaki gelişme evresi “spermatogenezis” olarak anlam kazanırken dişi hücrelerin kaydettiği gelişme ise “oogenezis” olarak anlam kazanıp her iki cinsiyet hücresi de (spermatozoon ve ovum) kromozom sayılarını yarıya indirgemek için gelişmesini mükemmel bir program dâhilinde üç safhada gerçekleştirmiş olurlar. Söz konusu gelişme evreleri sırasıyla “çoğalma, büyüme ve olgunlaşma” aşamalarıyla tamamlanır. Derken mayoz bölünmeyi özetle; eşeysel yolla üreyen gamet hücrelerin gelişme safhasında kendini gösteren ve aynı zamanda her türe özgü kromozom sayısını muhafaza edecek türden bir bölünme şeklinin adıdır diye tanımlayabiliriz de. İyi ki de mayoz bölünme sistemi var, aksi halde gametler (eşey hücreleri) mitoz bölünmeyle çoğalaraktan zigot safhasında kromozom sayısı iki katına çıkıp böylece her türe has kromozom sayısı korunamayacaktı. Ki; bu durum başlı başına felaket bir durum olurdu.
Hazır gelişim evrelerinin aşamalardan söz etmişken mesela çoğalma aşamasında ne olup bitiyor ondan da bahsetmekte yara vardır elbet. Malumunuz çoğalma aşamasında mitoz bölünme sonucu ortaya çıkan erkek ana üreme hücreleri “spermatogonium” olarak adlandırılırken, dişi üreme hücresi ise “Oogonium” olarak adlandırılır. Hatta eşey hücrelerinin oluşumunun çoğalma evresinde hem erkek cinsiyet hücreleri (44+XY=46), hem de kadın cinsiyet hücreleri (44+XX=46) diploittirler, yani somatik bakımdan 46 kromozomludurlar. Değim yerindeyse bu durumda her bir aşama yeni bir değişime yelken açmak için vardır. Şöyle ki spermatogonyum ve oogonyum hücreleri mitoz bölünme aşamasını tamamladıktan sonra büyüme evresine gelindiğinde bol miktarda besin depolayıp başlangıçtaki büyüklüğünün yüzlerce katına çıkarak primer spermatosit (Birinci sperm hücresi-spermatozit I) ve primer oosit (Birinci yumurta hücresi-oosyt I) oluşum olarak yelken açmış olurlar. Tabiî ki bu durum buluğ çağına kadar devam edip akabinde olgunlaşma safhasına geçiş yelkeni açılır. Olgunlaşma safhası derken bu arada ister istemez bir Allah dostunun; “Hamdım, yandım, piştim” sözleri akla gelmez de değil elbet. İşte tasavvufi hayatta kat edilen aşamalar gibi aynen eşey hücrelerinin kendi içinde gelişim kaydettiği en son üçüncü aşamasına gelindiğinde bilhassa buluğa erişmiş kişilerin olgunlaşma evresinde primer spermaositler ve primer oositler redüksiyon bölünme geçirerek kromozom sayılarını yarı yarıya indirgediği ve akabinde dört haploid hücrenin oluştuğu hücre bölünmesi vuku bulur. Öyle ki erkek bireylerde birinci telofaz sonu primer spermatozoitten 22+X=23 ve 22+Y= 23 kromozomlu iki sekonder spermatozoit (spermatozoit II) şeklinde yarı yarıya indirgenen bir hücre yapılanması oluşurken dişi bireylerde ise buluğ çağına kadar ki genital organların foliküllerinde saklı tutulan primer oositten (Oocyt I) 22+X= 23 kromozomlu sekonder oosit (Oocyt II) şeklinde formüle edilen bir kutup hücresi yapılanması oluşur. Ancak oluşan bu yapı içerisinde kutup hücreleri kahır ekseriyetle kaybolup etkini yitirince geriye kalan kısım adından ikinci yumurta hücresi olarak, yani kısaca adından Oocyt II yapısı olarak söz ettirecektir. Şu da bir gerçek oocyt II hücrenin olgunlaşma evresinde dört dörtlük haploid bir yapılanma ortaya çıkmayacaktır. Ta ki ikinci bir mayoz bölünme evre süreci geçirir işte o zaman sperm hücresiyle döllenecek hale gelip oocyt gelişimini dört dörtlük tamamlamış olacaktır. Görüldüğü üzere başlangıçta dişi ve erkek cinsiyet hücreleri 2n’li diploid hücre iken mayozla yarı yarıya indirgenip (n) haploid kromozoma dönüşebiliyorlar. Bu durumda anlaşılan o dur ki, ilk mayoz bölünmeyle kromozomlar tam manasıyla ayrılmamış olsa gerek ki bir sonraki aşamada kromozomlar ikinci mayoz sürecinden geçirilerek ikinci telofaz sonunda her bir sekonder spermaositten eşit sayıda 4 spermatid oluşurken sekonder oositten ise ergin yumurta ve ikinci kutup hücresi oluşturulmakta. Ayrıca bu safhalarda birinci kutup hücresi genellikle ikiye bölünerek iki tane kutup hücresi meydana getirir getirmesine ama bu arada kutup hücrelerinin yaşama yeteneği olmadığı için ölmektedirler. Ve gelinen noktada kala kala bir yumurta hücresi ve dört spermatit kalır. Ki, spermatitler bu gelinen noktada şekil yönünden yuvarlak halde olup kuyruksuzdurlar. Ta ki spermatitler testislerin seminifer tüplerin içerisindeki sertoli hücreleri tarafından bakıma alınır işte o zaman histogenez denen üç primer germ tabakasının bileşenlerinin farklılaşmasıyla birlikte baş, orta ve kuyruktan oluşan bir yapı halini alırlar. Böylece olgunlaşmış bu haliyle sperm hücreleri epididimise kaydırılmış olup burada gerekli eğitimlerini tamamlayan sperm hücreleri mezun olma noktasına geldiklerinde yumurta hücresi ile birleşme anı için uğurlanmış olacaklardır. Değim yerindeyse dişi yumurta hücresiyle gerdeğe girme günü gelip çattığında ise malum olgun spermalardan içerisinden ancak bir tanesinin akrozom kısmında bulunan hyalüronidaz ve proteaz enzim sayesinde bir olgun yumurtanın dışındaki zona pellusida ve sitoplâzma zarını eritip delmesi hadisesi vuku bulacaktır. Kelimenin tam anlamıyla her iki cinsiyet hücrelerin çekirdeklerinin birleşmesiyle (döllenmesiyle) 2n’li zigot meydana gelmiş olur. Böylece yeni bir canlının temeli atılmış olur. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya, dile kolay, tüm bu aşamaları inceleyip halen yaratılışın mükemmeliyet gerçeğine tesadüf deniliyorsa pes doğrusu, yine de bu gerçeğe burun kıvıranlar için bu noktadan sonra Allah’tan tek dileğimiz; onlara hidayet versin demek düşer bize.
Canlı alem son derece çok kompleks yani hemen kavranamayan, hemen anlaşılamayan, hemen çözümlenemeyen bir çok öğeden oluşan karmaşık bir sistem olduğu muhakkak. Hiç kuşkusuz bövlesi son derece kompleks yapıda bir canlı alemin idaresini yönetmekte zor olsa gerektir. Neyse ki Yüce Allah (c.c) yarattığı cümle mahlûkatın nasıl idare edileceğinin kodlarını da bünyesine kodlamıştır. Öyle ya, hemen hemen tüm dünya ülkelerinin yönetiminde başkan bulunur da biyolojik hayatın idaresinde yürütme erki bulunmaz mı? Elbette ki yönetim boşluk kabul etmez, Yüce Allah (c.c) bu nedenle biyolojik hayatın idaresini DNA başkanlığında ki yönetimiyle birlikte halk etmiştir. Bilindiği üzere yaratılan hemen her türden canlının üreme ve kalıtım koordinasyonu DNA başkanlığında yönetilmektedir. Hatta bu iş için (üreme ve kalıtım olayları için) hücre ve hücre içerisinde binlerce enzim cansiperane çalışır halde pozisyon almış durumdadırlar. Derken canlı mekanizma içerisinde konumlanmış her bir enzim DNA halkasında dizili her bir gene karşılık gelip canlılık bu şekilde tanzim edilmiştir. Zaten biyolojik hayat her bir canlı türün kendi içinde gerçekleştirdiği polijenik evrelerin tümünü kapsayan hadiseler bütünüdür. Hatta bu noktada biyolojik âlemi çokluk içinde bütünlük arz eden canlı bir âlem olarak tanımlarsak yeridir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var, biyolojk bütünlükten kastımız yaratılan her bir canlının kendi hemcinsi dışında başka bir cins canlıdan türediği anlamına gelebilecek bir bütünlük değildir. Bilakis çokluk içinde her bir canlı ürün kendi hem cinsiyle birlikte aynı canlı âlem çatısı altında cem olma bütünlüğüdür bu. Dolayısıyla böylesi bütünlük canlı âlem çatısı altında konumlanmış her bir canlı türleri arasında nesep bağı aramaya kalkışmak ya da soy sop faslına girmeye çalışmak boşa kürek sallamaktan öte hiç bir anlam ifade etmeyecektir. Hiç şüphesiz Yüce Allah (c.c) insanı insan olarak hayvanı da hayvan olarak yaratmıştır. Nitekim insanın insan, hayvanın hayvan olarak yaratıldığı şundan besbellidir ki anne karnında geçirilen embriyolojik gelişme evreleri ancak ve ancak aşama aşama kat edilen ontogenez süreçle açıklanabiliyor. Nasıl ki bilim adamları tarafından insanlık tarihinin gelişim evreleri filogenez olarak addediliyorsa aynen yaratılış modelini savunanlar tarafından da bir organizmanın döllenmiş yumurtadan olgun formuna kadar anne karnında geçirilen ontogenez süreç tıpkı Hz. Âdem’in toprağın ana rahminde geçirdiği ontegenez sürecin değişik kopyası 9 aylık bir süreç olarak addederler. Belli ki yaratılıştaki toprak kodumuz hem erkek hem de dişilik geni üzerine kodlanmıştır. Öyle ki yaratılış mayamızdaki erkeklik geni hem erkek hem dişilik karakteristik özellikler XY amelogenin geni ile tanımlanıp kodlanırken dişilik geni de sadece kendi dişilik karakteristik özelliklerini bünyesinde taşıyaraktan XX amelogenin geni ile tanımlanıp kodlanmıştır. Her ne kadar bilim dünyası topraktan yaratılış öykümüzün hem erkeklik hem de dişilik kodu üzerine inşa edildiğini geç fark etmiş olsa da, Yüce Allah (c.c) bu gerçeği tâ 14 asır evvelinden tüm insanlığa “Nihayet o meniden erkek ve dişi iki eş yarattı” (Kıyame, 39) ayetiyle çoktan ilan etmişti. Gerçekten de eldeki bilimsel verilere baktığımızda, eldeki veriler asla ‘evrim’ demeyip tam aksine ‘yaratılış’ diye haykırmaktadır. Zira yaratılış mayamızın sayısal kodlarını ortaya çıkardığımızda insandaki 46 kromozomdan 44’ünü vücut kromozomu olarak bilinen otozom oluştururken, diğer ikisini de eşey hücrelerinin, yani gonozom cinsiyet geni olarak bilinen heterokromozomların oluşturduğunu görürüz.
İşte sayısal yönden ortaya çıkarılan genetik tablomuzdan anlaşılan o dur ki, gametler (eşey hücreleri) yarı babadan yarı anneden 23 çift kromozomun ikişerli kromozomlar halde nesilden nesile intikaliyle 46 kromozomlu insan genom tablosu ne bir aşağı nede bir yukarı sayıda olmayacak şekilde sabitlenmiş bir halde korunmaktadır. Nitekim bu noktada gonozom hücreler daha çok eşey hücreleri için önem arz eden bir gen birimi olurken, otozomlar ise daha çok vücut hücreleri için önem arz eden bir gen birimi olmaktadır. Malumunuz bu söz konusu gen yapıları farklı metotlarla ve farklı bölünmeler eşliğinde üreyip bunlardan 1’den 22’ye kadar sıralanmış eşey olmayan 22 çift otozomlu, yani totalde 44 otozom sayıda sabitlenmesi gerekirken, genozom hücrelerinin de her daim 23 kromozom sayıda sabitlenmesi gerekir. Nitekim 23 kromozom sayıda sabitliğin korunması içinde mutlaka erkek ve dişi cinsiyet hücrelerin birleşip zigot oluşturmasına ihtiyaç vardır. Böylece zigot oluşumu ve akabinde birbiri ardınca gelişen bölünme safhaları eşliğinde oluşan 44’ü otozom kromozom, 2’si gonozom kromozom olmak üzere toplamda 46 kromozomluk insan genomu nesilden nesile devam ettirilmiş olur da. Belli ki Havva anamızın cinsiyet genomu topraktan yaratılan Hz. Âdem’in eğe kemiğinden dişilik geni ile ayrılaraktan ilk aile yapısının oluşumuna gidilen yolda birinci basamak nüve oluşturmuştur. Derken Hz. Adem (a.s) ile Hz Havva anamızın izdivaçlarıyla birlikte bu ilk nüveden kıyamete kadar devam edecek olan değişik ırkların toplamını kapsayan insanlık âlemi doğuvermiştir. Dahası ilk aile, ilk filogenik ağaç böyle doğdu diyebiliriz pekâlâ. Asla ilk maymun, ilk maymun aile demiyoruz, tam aksine eşrefi mahlûkat ilk insan, ilk aile diyoruz.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/biyogenez-ve-abiyogenez-5760-kose-yazisi
dedekorkut1
18 Mayıs, 2022 - 20:18
Kalıcı bağlantı
MİNAREMİZ DNA
MİNAREMİZ DNA
SELİM GÜRBÜZER
Hiç kuşkusuz canlı hücrelerin yapısında en dikkat çeken nükleotid birimlerden oluşmuş polimerler nükleik asitlerdir. Zaten önemine binaen bu söz konusu polimerleri ilk olarak XIX. yüzyılın sonunda İsveçli biyokimyacı Friedrich Musher tarafından irin ve sperma hücrelerinin çekirdeklerinde keşfedilmiş olup çekirdekte bulunmasına istinaden adına nükleik asit denmiştir. Ancak gelinen noktada nükleik asitlerin çekirdek dışında da varlıklarının tespit edilmesine rağmen isim değişikliğine gerek duyulmaksızın yine adına nükleik asit denmiştir. Tabii nükleik asit sadece isim olarak kalmayıp kendi içinde de iki kola ayrılıp deoksiribonükleik asit (DNA) ve ribonükleik asit (RNA) olarak tasnif edilip incelenmeye alınmıştır. Hele bilhassa bu tasnif sıralamasının başrollerinde oynayan bir aktörü vardır ki, o da malum hemen hemen tüm canlıların hücre yapısında bulunaraktan en temel hayati olayların işlevinde sorumlu başkan olarak sürekli adından söz ettirecek derecede meşhur DNA’dan başkası değildir elbet. Hem nasıl adından söz ettirmesin ki, bikere milyonlarca nükleotidin bir araya gelmesiyle oluşan minareyi andıran yapının yönetici konumunda başkanıdır o. Ve bu yapı aynı zamanda kromozomları hem oluşturan hem de belli bir tertip üzere dizayn edici özelliği ile de meşhur bir yapıdır. Ki, onun yöneticilik konumunda hemen her şeyi A’dan Z’ye dizayn ve inşa ediciliği DNA analiz çalışmalarıyla ispatlanmış durumdadır. Öyle ki iğneden ipliğe kadar hemen her hücre içi ve hücre dışı faaliyetler hiçbir şüpheye mahal bırakmaksızın çekirdek tahtında oturan DNA’nın talimatları ve direktifleri doğrultusunda harfi harfine yerine getirilip yürütülmektedir. Tabii tüm hücre faaliyetlerini yürütürken de büsbütün tek başına yürütür değildir, her daim emrine amade yardımcı elçileri de bu işin içinde vardır. Hani atalarımız elçiye zeval olmaz demişler ya, aynen öyle de adına tamamlayıcı denen komplemanter DNA’nın şablon konumunda olan mRNA elçisi bu noktada üst perdeden verilen direktifleri mesaj olarak sitoplâzmaya iletip tez elden protein sentezi için ne gerektiriyorsa o işlemler yerine getirilmiş olur da.
İşte görüyorsunuz insanoğlu hücreyi keşfetmekle kalmamış hücrenin derinliklerine de inip DNA ve RNA’yı da keşfetmiş. Ancak keşfetmekle her şey bitmiş sayılmaz, bu kez acaba keşfedilen nükleik asitler hayatımızı capcanlı tutan en temel dinamik unsurlar mıdır ya da öldükten sonra dirilmemize vesile olacak şifreler midir gibi soruları da insanoğlunun önünde durup epey zaman insan zihnini meşgul edecek gibide gözüküyor. Ne diyelim, insanlık önünde duran bu tip zihni kurcalayıcı sorularla meşgul ola dursun, şu bir gerçek inananlar açısından keşfedilen her bir olgu hiç kuşkusuz El-Hayy ismi şerifi ile müsemma Yüce Allah’ı hatırlatan işaret taşları ve hayat şuleleri vesileler olacaktır. Dikkat edin vesile dedik, çünkü vesile gaye değildir. Şayet vesileleri gayeleştirirsek Allah korusun bizimde putperestlerden hiçbir farkımız kalmaz. Yani konumuz gereği bu noktada önemli olan hücre âleminin içine girerken Allah’ı hatırlatan her bir işaret fişeğini gayeleştirmeden derinlemesine ve tefekkür gözüyle incelemek çok mühimdir. Her ne kadar materyalistler hücre âleminin derinliklerinde akıllara durgunluk veren faaliyetlere satıh üstü gözle baksalar da tüm bu hücre içi ve hücre dışında gelişen olağan üstü faaliyetler Yüce Allah’ın yaratıcı gücünü gösteren birer işaret fişeği faaliyetlerin ta kendisi olduğu gerçeğini ört bas edemeyeceklerdir. Hem kaldı ki gerek mikro âlemde gerekse makro âlemde kanun koyucu Yüce Allah’ın her yarattığından tezahür eden işaret fişeği hakikatler nereye kadar göz ardı edilebilir ki, baksanıza değil hücrenin kendisi, hücre çekirdeğinin içinde bile çok büyük bir âlem gizlidir. Hakeza çekirdeğin içinde de çekirdekçik âlem gizlidir. Belli ki ilmin sonu yoktur, o halde bize düşen hücre âleminin derinliklerine daldığımızda içinde yüz yüzebildiğimiz kadar yüzüp Allah’ı hatırlatmayan tüm sözde ve sahte verilere karşı meydan okuyup Allah’a kul olmak gerektir. Zaten sahte bilimsel görünümlü verilere köle olmamak için El-ilim sahibi Allah’a kul olmak gerekir. Aksi halde ne mümkün ki fikri hür vicdani hür olunabile. Madem öyle, en iyisi mi biz materyalistlerin satıh üstü ellerine tutuşturulmuş reçetelerle ruhlarını köle kılmak yerine hücrenin derinliklerine dalıp Allah’ın azametini ruhumuzda hissedelim ki sahte mabutlara karşı hürriyetimizi ilan etmiş olalım.
Evet, hücrenin derinliklerine indiğimizde hücre çekirdeğinin iki tip nükleik asidi bağrında taşıdığını görürüz. Bu demektir ki hücre çekirdeğinin içinde canlıyı iri ve diri tutan dirlik anlamında iki tip nükleik asit vardır. Ve bu iki tip nükleik asidin ayırımı nasıl yapılır derseniz elbette ki yapılarında bulunan şeker molekülü neyi içeriyorsa ayırımını yapmakta ona göre isimlendirilmiş olacaktır. Şayet hücre çekirdeğinde bulunan nükleik asid ‘deoksiriboz nükleotid polimer’ içeriyorsa bu söz konusu sarmal yapı DNA olarak karşılık bulur, yok eğer nükleik asit ‘ribonükleik asit polimer’ içeriyorsa bu söz konusu yapı RNA olarak isimlendirilip karşılık bulur. Öyle ki her iki tip nükleik asitte beş karbonlu şeker molekülü ihtiva eden yapıda olup aralarındaki fark DNA’nın merdiven yapısı çift iplikli heliks minare görünümlü bir yapıda olurken RNA’da tek iplikli heliks ve DNA’dan daha kısa minare görünümlü diyebileceğimiz yapıda olmasıdır. Ve aralarındaki en ayırıcı belirgin fark ise DNA’da ki timin yerine RNA’da urasil bazın olmasıdır. Şu da var ki DNA ve RNA analiz çalışmalarının nükleik asitlerin ayrımına yönelik yapılan işlemlerinin neticesinde beş karbonlu şekerin yanı sıra fosforik asit ve organik bazların varlığı da tespit edilip ortaya konmuştur. Malumunuz organik bazlar “pirimidin ve pürinler” diye iki ana başlıkta kategorize edilirler. Ki, nükleik asitin temel yapısını oluşturan pürin ve pirimidinler de kendi içinde değişik türden atom veya atom gruplarının bağlanmasıyla birlikte kategorize edilirler. Öyle ki protein sentezi için görücüye çıkan primidinler “sitozin, timin ve urasil” olarak sahne alırken, pürinler ise “adenin ve guanin” olarak sahne alırlar. Tabii görücüye çıkarken de DNA’nın eşleşmesinde; Adenin Timin ile eşleşerek sahne alırken, Guanin de Sitozin ile eşleşerekten sahne alacaktır. Bu eşleşmede RNA söz konusu olduğunda ise bu kez Timin yerine Urasil devreye girip Adeninle eşleşecektir.
Bu arada unutmayalım ki nükleik asitlerin en yaygın olanı hiç şüphesiz ki DNA ve RNA’dır. Ve tüm doku hücrelerinde DNA miktar oranları hemen hemen aynı ölçektedir, ancak eşey hücreleri bundan istisna olup bu oran vücut hücrelerinin yarı ölçeği kadardır. Malum Watson ve Crick’s ikilisinin bu arada DNA’nın yapısıyla ilgili yaptığı ilk çalışmalardan elde ettikleri bulgularla da DNA’nın telsel bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkarken ikinci çalışmalarıyla da hidrojen bağlarının mevcudiyeti belirlenmiştir. Derken üçüncü çalışmalarında DNA fosfat gruplarının spiral zincirinin dış tarafında yer aldığı tespit edilip böylece DNA’nın adeta fotoğrafı ortaya konmuştur. Yetmedi 1953 yılında Maurice Huch Frederick Wilkins, James Watson ve Francis Crick ortaklaşa DNA yapısı üzerinde yaptıkları çalışmalarla da X ışını kırınımı deneyleri gündeme damgasını vuracaktır. Öyle ki ortaklaşa yapılan çalışmalar neticesinde sarmal yapıdaki DNA ipliklerinin gerilmiş bir şekilde uzanmadığı, uzun helezonlar (heliksiler) şeklinde kıvrıldığı ve her bir heliksin iki molekülden teşekkül ettiği belirlenmiştir. Böylece DNA’nın en son fiziki şemailinin tıpkı el örgü işleme modellerinde olduğu şekliyle daha çok sağa bükülü bir helezonik veya heliks biçiminde olduğu yönünde tasviri yapılarak zihinlerde tahayyülü gerçekleşir. Bizim açımızdan ise böyle bir yapının tahayyülü helezonik veya heliks biçiminden daha ziyade sanki bir minare şerefesine kadar çıkan kıvrımsın merdivenleri andırması yönüyle daha çok dikkat çekecektir. Hani müezzinler İslam’ın doğuşundan bugüne minarenin sarmal şeklindeki merdiven basamaklarından döne döne şerefeye çıkıp okudukları Ezan-ı Muhammediye ile cümle âleme “Tevhit” çağrısı yaparlar ya, aynen DNA’nın müezzini RNA’da sarmal yapıdaki minare görünümündeki DNA’nın basamaklarından şerefeye çıktığında hücre içi ve hücre dışı yapılacak olan faaliyetlerin duyurusunu yapmış olur. Ve üst perdeden DNA’nın talimatları doğrultusunda bu yapılan duyurular hücre organelleri tarafından icabet edilip harfi harfine yerine getirilir de. Malum DNA minaresinin basamaklarını çift halkalı pürin ve tek halkalı pirimidin bazları oluşturmaktadır. İster bu basamaklara çiftlerin izdivacı basamaklar deyin ister mıknatısta olduğu gibi (+) ve (–) yüklü kutup başları deyin her bir pürin kendine bağlanacak olan pirimidin bazına karşılık gelip böylece birbirlerine zayıf hidrojen bağlarıyla bağlanaraktan gerekli duyuruları yapmış olurlar. İyi ki de pürin ve pirimidin çiftler kendi aralarında gönül bağı kurmuşlar da bu sayede hücre içi ve hücre dışı tüm faaliyetler tam bir adil bir paylaşımla tıkır tıkır işler hal yoluna koyulmakta. Nitekim bu adil paylaşımda sarmal yapıdaki DNA’nın basamaklarında birbirlerine karşılık gelen pürin/pirimidin yoğunluk oranı birbirine eşittir de. Ancak şu da var ki “adenin + timin” yoğunluk oranı bir kısım canlılarda değişiklik gösterebiliyor.
DNA merdiveninin her bir kenarında kardeş moleküllerin birbirine zıt yönde bulunuşu son derece karmaşık olan bir yapıyı gözler önüne sermekte. Neyse ki bu karmaşıklığı giderip yalınlaştıracak işaret taşlarının varlığı zihinlerde berraklık oluşturmaya ziyadesiyle yetmiştir diyebiliriz. Şayet bu söz konusu işaret taşı moleküller zıt yönde diziliş sergilemeselerdi ne mümkündür ki DNA molekülünün her iki ucu birbirinden kolaylıkla ayırt edilebiliyor olsun. İşte bu ayırt edici özellikleri sayesinde her bir şeker gurubuna baz olarak bağlanan moleküllerin nükleotid zincirine simetrik bir şekilde konumlanmış olduklarını da fark etmekteyiz. Böylece deoksiroboz şeker molekülü DNA’nın bir ucuna 3 numaralı karbonuyla fosforik aside bağlanırken diğer ucuna da 5 numaralı karbon ve fosforik asit molekülüyle bağlanmış olur. Nitekim bu şekilde bağlanmış olmakla ister adına DNA profilleri deyin ister DNA fotoğraf kareleri deyin bir şekilde DNA analiz çalışmalarıyla DNA nükleotid diziliminin kime ait olduğu ayırt edilip kişinin DNA’sı ortaya konabiliyor artık. Malumunuz sarmal yapıdaki DNA’nın genel itibariyle halkasını oluşturan bir fosfat grubu, beş karbonlu (pentoz) bir deoksiriboz şeker ve bir azotlu heterosiklik bir bazdan oluşan kimyasal bileşiklere nükleotid denirken, bu söz konusu nükleotitlerin on üç veya daha fazlasının bir araya gelip oluşturdukları DNA sarmal yapı halkasına da polinükleotit denir.
İşte yukarıdaki açıklamalar eşliğinde sonra en yaygın DNA molekülünün yapı taşlarını oluşturan nükleotitlerin bulunduğu konumu şu şekilde özetleyebiliriz de:
-İki zincirden kurulmuş olup bir eksen etrafında kıvrılarak helezonik düzgün bir çift sarmal meydana getirirler.
-H (hidrojen) bağları ile bağlanmış olan bazlar daima fermuar misali açılan sarmalın iç kısım şeritte yer alan adenin karşısına diğer şeritten gelen timin, guanon karşısına ise sitozin eşlik edecek şekilde dizilirler. Öyle ki DNA çift heliksini oluşturan bir ya da birden fazla gen çiftine bağlı olarak özel bir karakterin ortaya çıkmasını sağlayacak şekilde iki zinciri birbirine bağlayan H (hidrojen) köprüler eşliğinde karşılıklı tutunup her biri komplementer çiftler olaraktan (tamamlayıcı gen olaraktan) diziliş sergileyeceklerdir. İki zincir ters yönde dönüp ayrıldıklarında ise replikasyon çatalı denen “V” şekilli bir yapı ortaya çıkar.
-DNA sarmalı zincirin yönü birbirlerine zıt olup, birinci zincirde yer alan fosfat şeker bağları (5) (3) şeklinde diziliş sergilerken diğer karşılığı ucunda konumlanan fosfat şeker bağları ise (3) (5) şeklinde diziliş sergiler. Derken böylesi dizilim sayesinde kimlik krizi yaşanmasına geçit verilmemiş olunur.
Velhasıl-ı kelam maddeler halinde sıraladığımız özet bilgilerden de anlaşıldığı üzere cansız sandığımız DNA, tüm hücresel faaliyetlerin baş yöneticisi konumunda aktif rol oynayan dirliğin ta kendisi bir molekül yapısıdır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/minaremiz-dna-5777-kose-yazisi
dedekorkut1
28 Mayıs, 2022 - 13:46
Kalıcı bağlantı
DNA’YA DİRLİK VEREN SU MU?
DNA’YA DİRLİK VEREN SU MU?
SELİM GÜRBÜZER
Malumunuz vücudumuzun %73’ünü su oluşturmaktadır. Bakmayın siz öyle suyun dış görünümüne bakıp da cansızmış gibi göründüğüne. Oysaki cansız sandığımız su, mikro âlemden makro âleme hemen her alanda dirlik sağlayan ab-ı hayat memba kaynağımızdır. Öyle ya, madem su hayata dirlik katan memba kaynak, o halde ab-ı hayat kaynağını “aman ardı üstü sudur, bu kadarda abartmaya gerek yoktur” babından hafife alaraktan es geçmeyelim. Hem nasıl hafife alıp es geçebiliriz ki, hücrelerimizi yöneten DNA’ya dirlik katan da bizatihi su moleküllerinin ta kendisidir zaten. Hiç kuşkusuz suyun dirlik katma gücü kendisinde değil, bilakis Allah’ın “Ol” emriyle tecelli eden dirlik gücüdür bu. Her ne kadar Alman Hekimi Ernst Haeckel; “Bana su, kimyasal madde ve yeterli derecede zaman verilirse insan yaratabilirim” anlamında maksadını aşan sözler sarf etse de yaratma fiilinin sadece Allah’a mahsus bir sıfat olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir.
Evet, Yüce Allah’ın “Ol” emriyle DNA’ya dirlik katan su molekülleri bunla da kalmayıp aynı zamanda susuzluğumuzu da giderecek tek içeceğimizdir. O öyle susuzluğu giderecek bir içecektir ki; bulunduğu kab içerisinde en uygun ortam şartlarını sağlamanın yanı sıra bir bakıyorsun hem ortama kendi özgül ısısını katıp ısı dengesini ayarlamakta hem de bağrında taşıdığı iyonlarını da katıp ortamın iyonize olmasını (disosiye olma) sağlamakta. Nitekim bu iş için su molekülünün yapısında yer alan artı (+) yüklü hidrojen iyonu ve eksi (-) yüklü hidroksil iyonu bulunduğu ortama canlılık katmak için varlardır. Hele bu hususta su analizi laboratuvarlarında yapılan çalışmalar neticesinde ortaya konan bulgulara bir göz attığımızda hidrojen iyonunun DNA’nın yapısındaki riboz şekeri ile amino grup asidi nükleotidlerinin arasında elektriksel etki yapıp hemen her tür canlının DNA’sını iri ve diri hale getirdiğini görürüz. Hele bilhassa DNA’nın yapısında yer alan hidrojen iyonlarının gerek fosfor bileşiği olan ATP enzimin aktif hale gelmesinde, gerek amino asid oluşumunda etken unsur olmasında, gerekse riboz şekerinin sentezlenmesindeki rolü ve katkı payı inkâr edilmez derecede çok büyüktür. Değim yerindeyse hidrojen iyonlarının oynadığı rol ve sağladığı katkı payı sayesinde hücre içerisinde yönetici konumunda bulunan DNA’nın elini ve kolunu daha da güçlendirmiş olmaktadır. Her ne kadar DNA’nın bizim gibi görünür halde eli kolu yok gibi gözükse de kazın ayağı hiçte öyle değil, hücre içi ve hücre dışı yaptığı devasa boyutta faaliyetler bakımdan meseleye baktığımızda basbayağı da elinin kolunun nerelere kadar uzandığını gayet net bir şekilde görebiliyoruz. Zira DNA’nın boyutları itibariyle çift sarmal halkasının 2,0 nanometre büyüklükte ve amino asit moleküllerinin 0,8 ila 1,1 nanometre çap büyüklüktü olduğu yönüyle düşündüğümüzde böylesi mili mikronluk dar bir alanda muazzam hücresel bazda faaliyetlerini yürütüyor olması bal gibi de elinin kolunun nerelere kadar uzandığını göstermeye yeter artarda. İyi ki de ab-ı hayat suyun yapısında yer alan hidrojen iyonları canlı hücrenin temelini oluşturan merdivenimsi DNA zincirinin halkalarında yer alıp bu sayede canlı âlem iri ve diri tutulmuş olmakta. Aksi halde bizi iri ve diri tutacak ab-ı hayattan söz edemeyecektik. Nitekim Yüce Allah (c.c) ab-ı hayat bu mucizevi hadiseyi Kur’an’da kullarının dikkatine şöyle beyan buyurarak vurgulamakta: “O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hala inanmıyorlar mı?” (Enbiya, 30).
İşte bu ayet-i kerimeyle suyun ab-ı hayat olduğu gerçeğini insanoğlu daha yeni dikkatini çeker olsun, oysaki her canlının sudan yaratıldığına işaret teşkil eden bu mucizevi hadisenin duyurusu ta bundan on dört asır öncesinde tüm insanlığın dikkatine çoktan sunulmuştu. Hatta Yüce Allah (c.c) bu hususta yine “De ki: Göklerde ve yerde olup bitenlere dikkatle bakın! “Fakat o uyarmalar ve o ayetler, iman etmeyen bir kavme fayda vermez ki!” (Yunus,101) diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle de iman etmeyenler hariç, inananlar açısından suyun ab-ı hayat oluşu üzerinde tefekkür ettiğinde çok büyük fayda elde edeceğini de müjdelemekte. Hiç kuşkusuz bu noktada mümin kullara düşen görev Yüce Rabbimizin bu çağrısına icabet etmek olacaktır elbet. İcabet edelim ki hayatımızı su gibi aziz ve ab-ı hayat kılabilelim. Öyle ya, suyun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı bir dizi özelliklerini düşündüğümüzde biz aciz kulların haydi haydi ab-ı hayat su misali iri ve diri olmamız icab eder. Hem her hal ve şartta iri ve diri olmaya gayret edelim ki hem yaratılış kodlarımızdaki DNA’ya dirlik veren suyun ab-ı hayat verici özelliğinden istifadeyle Rabbimize hamd-u sena ve şükürde bulunup kurtuluşa erenlerden olabilelim.
Malumunuz başlangıçta bilim dünyasında suyun can damarı diyebileceğimiz DNA’nın önemi pek kavranamamıştı, öyle ki başlangıçta DNA ile ilgili görüşler:
-Şekil yönünden DNA telsel yapı görünümünde veya kıvrılmamış yumak olarak değerlendirilmiştir.
-DNA molekül diziliş bakımdan hidrojen (H) bağları ve fosfat grubu sarmal zincirin dış tarafında yer aldığı yönündedir.
İşte ilk zamanlar DNA’ya bakış olarak iki madde halinde sıraladığımız, hatta nerdeyse bir ucube gözüyle bakılan DNA molekülleri hakkında ön yargılar, neyse ki James Watson ile Francis Harry Compton Crick ikilisinin DNA’nın yapısını keşfetmeye başlamasıyla birlikte eskimiş görüşler bir anda kendiliğinden ortadan kalkıvermiştir diyebiliriz. Hakeza François Jacob’un DNA şifreleriyle ilgili açıklamaları da zihinlerde birtakım kuşkuları silmeye yetmiştir diyebiliriz.
Her ne kadar DNA molekülleri uzunlamasına yan yana sıralanmışlarsa da M.F. H Wilkins ve arkadaşlarının X ışınları kırınımı deneylerinden hareketle bunların gerilmiş bir şekilde uzamadığı, bilakis uzun helezonlar (heliks) şeklinde olduğu ve daha çok sağa doğru heliks şeklinde kıvrıldığı belirlenmiştir. Bu arada merdivenin her iki kenarında dizilmiş nükleotidlerin fosfat ve deoksiriboz moleküllerinden meydana geldiği tespit edilmiştir. Merdiven basamakları ise pürin ve pirimidin çiftleriyle donatılmıştır. Şurası muhakkak DNA’daki bu merdivenimsi basamaklar rastgele dizilmiş değillerdir, tam aksine bir pürin olan adenin bir pirimidin olan timinle ve diğer bir pürin guanin ise bir pirimidin olan sitozinle eş yapacak tarzda dizilmişlerdir. Hatta bu dizilim i eşliğinde her pürin kendi eşi olan pirimidine zayıf hidrojen bağları ile bağlanmış olur da.
Son yıllarda yapılan deneysel çalışmalar sonucunda adenin organik kök sayısı timine, guanin organik kök sayısı ise stozine eşit olduğu görülmüştür. Hani derler ya davul dengi denginedir, aynen onun gibi sayılarının eşit olması birbirlerinin eksikliklerin tamamlayıp eş olsunlar diyedir elbet. Zaten eşleri taraf tarafa topladığımızda:
A=T
G=S
+______________
A+G=T+S tarzında, değim yerindeyse birbirlerinin eksikliğini tamamlamış eşit çiftler elde ederiz. Derken bu denklem içerisinde hangi canlı türün DNA eşleşmeleri esas alınırsa alınsın sonuçta esas alınan canlı organizmanın DNA’sındaki pürinlerin eşleşim oranıyla primidinlerin eşleşim oranı birbirine denk eşleşim olacaktır. Ancak yine de; Adenin + Timin ve Guanin+Sitozin eşleşmelerinde bu oranlar değişiklik veya çeşitlilik gösterebiliyor.
Peki, tüm bu eşleşimler iyi hoşta, DNA merdiven basamakların her bir kenarında oluşan eşleşmeleri birbirine karıştırmadan nasıl ayırt edilebilir ki? Elbette ki “Her şey zıddı ile bilinir” kaidesinden hareketle, aynen DNA’nın diziliminde rol oynayan kardeş moleküllerin her iki ucu da birbirine zıt yönde konumlanmasıyla birlikte birbirinden ayır edileceklerdir. Mesela şeker organik kökleri nükleotid zincirinde simetrik olarak yerleşmişlerdir. Yani şeker molekülü zincirin bir ucuna 3 numaralı C’la (karbonla) fosforik asite bağlanırken diğer uca 5 numaralı C’la fosforik asite bağlanmaktadır. İşte bu ve buna benzer ayırt edici özellikler sayesinde baz, deosiriboz ve fosforik asit moleküllerinden meydana gelen 3’lü sacayağı topluluğa ‘nükleotid’ denirken, buna uygun olarak oluşan DNA zincirine ise ‘polinükleotid’ adı verilmektedir.
Her neyse DNA’nın yapısı hakkında gelinen noktada artık günümüzde tanımlanan DNA modeli ile Watson ve Crick’in ortaya koyduğu model hemen hemen aynısı olup, diğer taraftan Wilkins ve arkadaşlarının yapmış oldukları X ışınları kırınımı metoduyla elde ettikleri ölçümlerde dikkate değer model olarak bilim dünyasında yerini almıştır diyebiliriz pekâlâ. Hakeza DNA moleküllerinin hidrojen bağları vasıtasıyla çiftler halinde olduğunu gösteren diğer bir veri ise C.A. Thomas’ın kıvamlılık denemeleridir. O halde gelinen nokta itibariyle DNA molekülü hakkındaki bilgileri şu şekilde özetleyebiliriz:
-DNA iki zincirden meydana gelmiş olup düzgün bir çift sarmal halka şeklindedir.
-Hidrojen bağları ile bağlanmş bazlar daima sarmalın iç kısmında yer alıp, bazların sıralanması her zaman birinci şeritteki sıralanmaya bağlı kalarak A-T ve G-S eşleşmesi tarzında karşılık bulur. Ve eşleşmelerde karşılık bulan çiftlerin yer aldığı iki şeridi birbirine bağlayan köprü bağlar ise hidrojen bağlarıyla bağlanmış olur.
-Zincirlerin yönü ise birbirine zıt kutuplu olarak dizilim arz eder. Yani bir uç zincirdeki fosfat ve şeker bağları (5’) (3’) şeklinde karşılık bulurken diğer uçta ki fosfat şeker bağları da tam aksi yönde (3’) (5’) şeklinde karşılık bulur.
Aslında DNA analiz çalışmalarında bulunmayanlar için DNA’nın yapısını anlamak açısından zihninde bir merdiven olarak zihninde tahayyül edip onu hücre çekirdeğinde yönetici konumunda başkan olaraktan düşünebilir pekâlâ. İşte böylesi bir tahayyülle DNA’ya mikro molekül gözüyle bakılması zaten onun ancak elektron mikroskobuyla görülebilir olmasına istinaden öyle bakılmakta. Yine de her ne kadar çıplak gözle görünüyor olmasa da hele imkân olsa da ortaya salkım saçak bir dökülse bir bakmışsın tek hücre içerisinde zincirlemesine dizilmiş 2 m uzunluğunda devasa boyutlarda bir molekül yapıyla karşı karşıya kalacağız demektir. Hele birde işin içine bir insan bedeninin tümünü hesaba kattığımızda DNA’nın totalde n 200 milyar kilometre boyutlara varan uzunlukta olduğu ortaya çıkacaktır. Demek oluyor ki milimikron seviyelerde ki bir mikro âlemde değim yerindeyse gövdesiyle dallarıyla yapraklarıyla birlikte merdivenimsi sarmal yapıda kocaman bir çınar ağacı gizlidir. Nitekim insan vücudu böylesi harikulade çınar ağacının merdivenlerine milyarlarca hücre elemanları tutunaraktan kök salıp meyve vermekte. Ve bu meyveler merdivenimsin ağaç dallarının her iki ucunda eşit bir şekilde dizilip cana can suyu olurlar da. Şöyle ki; eşeysel hücrelerin dışında tüm vücut oku hücrelerin doku ve organlarında kromozomların her birini oluşturan DNA miktar oranları eşit olarak dağılım gösterirler. Eşey hücrelerinde ise malim bu miktar vücut hücrelerinin n yarısı kadar dağılım gösterir. Örneğin bir tavuğun karaciğer, böbrek, dalak ve alyuvar hücrelerindeki toplam DNA miktarı 2,6 x10 –12 molekül seviyelerde olmasına karşılık bunların sperma hücrelerindeki DNA miktarı 1,3x10 –12 molekül seviyelerde olduğu belirlenmiştir. Keza bir farenin karaciğer, dalak, böbrek, alyuvar ve sperma hücreleri ile karşılaştırılırsa sonucun farklı olduğu görülecektir. Her şeyden öte bu rakamlara bakınca hücre hayatı gerçekten büyük bir âlemmiş.
Peki, bu âlemde bize cansızmış gibi görünen sadece su mu dur? Elbette ki sudan başka bir takım virüs ya da bakterilerde cansızmış gibi görünürler. Oysaki bu söz konusu mikro düzeyde canlılar kendileri için elverişli şartlar oluştuğunda bir anda fonksiyonel hale gelip bize canlı varlıklar olduğunu hissettirebiliyorlar. Örnek mi? İşte virüslerin canlı bir organizma üzerinde konuk olduğunda hastalık oluşturmaları bunun en tipik örneğini teşkil eder. Hakeza ölü toprağın bağrında azot bağlayan bakterilerin toprağı adeta iri ve diri tutma faaliyetleri de canlı oluşunu hissettiren bir örnek faaliyetidir. Sonuçta virüste olsa bakteride olsa onlarda DNA ve RNA’dan mahrum canlılar değillerdir, böylece onlarda dolaylı yoldan bir şekilde DNA’ya dirlik katan sudan istifade etmiş olmaktalar.
Velhasıl-ı kelam; biyolojik hayatta dirlik denen hadise su molekülünün bir ayağını oluşturan hidrojen iyonunun DNA’nın yapısında aktif rol oynamasında gizlidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dnaya-dirlik-veren-su-mu-5798-kose-yazisi