BEDEVİYET’TEN HADARİYET’E (Yerleşikliğe) MEDENİYET’TEN NİZAM-I ÂLEM’E

BEDEVİYET’TEN HADARİYET’E (Yerleşikliğe) MEDENİYET’TEN NİZAM-I ÂLEM’E

ALPEREN GÜRBÜZER
Medeni sözü, Arapça’da şehir demek. Avrupalılar “sivil” kavramını kullanırlar. Sivil kavramı vatandaş, nazik, zarif ve medeni demektir. Uygur kavramı ise, biz Türklere aittir. Tarihte kurduğumuz devletlerden birine “Uygur” demişiz çünkü Uygur aynı zamanda yerleşik bir hayatın ifadesidir. Zaten sivil kavramı da vatandaş(citizen)ve şehir manasına gelen city’den (civatas) türemiştir.
Bu gün “ civil-medeniyet-uygarlık” kavramları eş anlamda kullanılır. Türkçe’mize sivil kavramı batıdan ithal edilmiştir. Yani Latince şehirli manasına gelen civis kökünden gelir.
Medeniyet kavramını ilmi yönden değerlendiren tek aydınımız Cevdet Paşa’dır. Paşa; “Önce devlet kurulur, insanlar düşman korkusundan azad olurlar. Sonra “ihtiyacat-ı beşeriyetlerini tahsile” “kemalat-ı insaniyelerini tekmile koyulur” diyerek medeniyeti tarif etmiştir. Tarifte de anlaşıldığı üzere medeniyetin iki öğesi söz konusu:
— Beşeri ihtiyaçlar,
— Ahlak ve zekâ yönünden olgunlaşma
(kemale erme). Anlaşılan odur ki; medeniyet ilerleme, terakki ve yükselme demektir.
İbn-i Haldun’un Bedevi Araplara sürekli olarak; “Bedeviliği bırakın hadari (yerleşik-şehir) olun” mesajını tekrarlaması, bir an evvel kemale kavuşmanın arzusudur. Aynı şekilde Hz. Mevlana’nın da, göçmen Türkmenlerin tahripkâr davranışlarına serzenişte bulunması, medeniyete giden yola teşvik içindir. Bedeviyet içinde yüzen insanlık, İslam sayesinde hadariyete (yerleşikliğe) geçerek kabalığın yerini zarafet almıştır. Tabii ki hadariyete geçiş kolay olmadı. Nitekim bir takım sancılarının temelinde, toplumların sosyolojik evrelerinde yaşanan geçiş sancılarının bir yansıması olan bedeviliğin hadariyete karşı tepkisi olacaktı, oldu da.
Başlangıçta başsızlığa, kurumsuzluğa, nizamsızlığa alışmış bir toplumu bir çırpıda nizama sokmak, kurumsallaştırmak kolay olmasa gerektir. Zor da olsa sonunda kazanan bedevilik değil, hadariyet oldu. Bugün de buna benzer sancıyı, geleneksel toplum yapısından sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş sürecinde yaşıyoruz. Birtakım terör hareketlerinin ardında tarımdan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçişte yaşanan geçiş sancısının ortaya koyduğu bilinçsizce yapılan akıl almaz eylemler vardır. Her geçiş süreci, tarihte de görüldüğü gibi sancılı geçmiştir. Geçiş süreçlerini, dengeli ve sosyal tedbirlerle en az sancılı bir vaziyette atlatmak pekâlâ mümkün, ama bu noktada Nizam-ı âlem esprisini iyi kavramak gerekmektedir.
Türkler 17. Asırda medeniyet verici iken, 18. Asırdan itibaren alıcı durumuna geçmişlerdir. Söğüt’te medeniyetin ilk temelleri kurulmuş, Şeyh Edebali ile Osman Gazi’nin ellerinde yoğrulan bu mayanın olgunlaşıp medeniyet haline dönüşmesi ancak 17. Asra kadar devam edebilmiş, bundan sonraki evreler de artık bize ait olan değerlerin bayatlaması ile düşüş kaçınılmaz hale gelmiştir. Böylece bir medeniyet ömrünün 600 yılı geçmediğini de anlamış olduk. Medeniyetler de insan hayatı gibi sınırlıdır çünkü. Bütün çırpınışlara rağmen bir türlü çözülme önlenemedi, kim bilir belki de bu yaşananlar yeni bir medeniyetin doğum sancıları idi. Bilim adamları her medeniyetin ayrı bir eski çağı, ortaçağı ve yeniçağı olduğunda hem fikirdirler. Bütün bu sosyolojik evreler aşılıp, tamamlandıktan sonra ancak nizam gerçekleşebiliyormuş meğer. Bir başka meselede medeniyetlerin etki alanı konusu. Şöyle ki; Medeniyetler üç yoldan aktarılabiliyor:
— Kolonileşme yoluyla,
— Aşılanmayla,
— Faydalanma yoluyla.
Kolonileşme yoluyla medeniyetlerin zuhur ettiği görülmüştür. Nitekim Avrupa 12–15. asırlarda İslam’dan aldığı aşılar sayesinde medeniyetlerini kurma başarısı göstermişlerdir. Avrupa medeniyetinin temelinde yer alan Greko-Latin kültürünü Müslümanlardan öğrenmeleri neticesinde kendi coğrafyalarına taşımışlar, dolayısıyla şimdiki konumlarını İslam medeniyetine borçludurlar. Eski Yunan’a kavuşmaları bizim sayemizde mümkün olmuştur. Medeniyetlerin faydalanma yoluyla veya aynen aktarılmasının çok defa sakıncaları görüldüğü de muhakkak. Ancak faydalanma metodu besleyici ve zenginleştirici tarzda alınırsa zarardan çok yararı söz konusu olabilir. Mesela Yunanlılar dünyanın hazinelerini taşımışlar, ama kendi kültürlerinden taviz vermediklerinden dolayı, bilakis besleyicilik bakımdan faydasını görmüşlerdir. Yerli kültürleri dejenerasyona uğratmayacak ve asimilasyona yol açmayacak her türlü faydalanma da beis yoktur diyebiliriz.
İbn-i Haldun, medeniyet kavramından ziyade Umran’ı kullanır. İbn-i Haldun; “Tarih denilen muammanın iki anahtarı vardır:
Biri Umran, diğeri ise Asabiyet, diye tarif eder ve ilave olarak:
Umran bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, adetler ve inançlar... Tarihi ve insanı bütün olarak ifade eden bir kelime. Hem bedeviliği hem hadarili’ği kucaklar; Kültür ve medeniyet..’’ der.
Cemil Meriç İbn-i Haldun’un yorumlarından hareketle; “Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık, kendimize layık bir kelime bulduk; Uygarlık...” der. Gerçekten de uygarlık, bir zamanlar dilde yapılan uydurukça akımın hediyesidir. Uygurluk şeklinde kullanılsa idi, belki Türklerin yerleşik hayata geçerek şehirler kurması arasında ilişki kurulabilirdi. Cemil Meriç’in gerek Cevdet Paşa’ya ve gerekse İbn-i Haldun Sosyolojisi’ne dayanarak yaptığı tariften hareketle medeniyet kavramını, bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü olarak algılayabiliriz. Ya da geleneklerle haşir neşir olarak yeniden inşa edilen büyük bir medeniyet olarak da tarif edilebilir. Bu tarif aynı zamanda Nizam-ı Âlem’e giden yolu hatırlatır bizlere.
Medeniyet vücuda gelmeden önce tesanüd hâkimdir, yani asabiyet, bir tür baba tarafından akrabalık gibi bir şey. Dolayısıyla her devletin ilk kuruluşunda tesanüt çok önemli bir rol oynar. Devlet, yerli yerine oturduktan sonra asabiyete gerek kalmaz zaten. Çünkü yerleşiklik katılığı çözerek asabiyeti zayıflatır. Çöl ortamlarında tesanütün ağır basması bu durumlardan kaynaklanıyor. Asabiyet, müesseseleşen devlet karşısında, ister istemez medeniyete boyun eğecektir. Medeniyet vahşet kavramının zıddıdır çünkü. Vahşetten, ya da iptidailikten kurtarmak medeniyet olsa gerektir. Yani Nizam-ı Âlem misyonundan ve ideallerinden kopma vahşiliktir. Demek istediğimiz şu ki; ölçülerde ve orjinal kaynaklarda yabancılaşmadan, aslolunan tepkilerde incelme ve teknikte gelişmedir. Kelimenin tam anlamıyla taşımızdan Süleymaniye ve Selimiyelerin, yüreğimizden de Mimar Sinanların çıkabileceğinin ispatıdır: Medeniyet.
Günümüzde medeniyet ise, sanayi ve sanayi ötesine sıçramış enerji medeniyetidir. Artık petrol medeniyeti saltanatının son demlerini yaşıyor. Yeni enerji Nükleer Enerji adı altında çağımıza ayak basmış durumda. Enerji alanında büyük gelişmeler kaydedilmektedir. Buhar çağı, Petrol çağı derken yeni bir anlayışın eşiğindeyiz. Teknolojik ve bilgi uzmanlarının gayretleriyle gün be gün yeni hamlelere şahit oluyoruz. Şurası bir gerçek ki, medeniyetleri siyasiler gerçekleştiremez, medeniyeti bilge uzman dediğimiz bilge şahsiyetler ile sanatkârlar kurar ve geliştirirler. Medeniyet daha çok ilim ve pozitif bilime dayanır. İlim derken manevi ilimleri de kastediyoruz. Çünkü her medeniyet “din”e dayanır. Temelinde din olmadan, idealizm olmadan medeniyet oluşamıyor. Nitekim insanlık yozlaştıkça, dinden uzaklaştıkça Fourler bugünkü medeniyet anlayışını iki sütun üzerinde yükseldiğini, bu sütunların:
— Süngü
— Açlık
, diye ifadelendirir. Ayrıca Napolyon’a atfen söylenilen ‘’parra, parra.’’ şeklinde nakaratlandırılan medeniyeti hâkimi mutlak paraya indirgenilse de, aslında yaşadığımız çağın içinde bulunduğu ortamı izah etmeye yetiyor gibi. Fakat şu da unutulmamalıdır ki Dinden uzak medeniyetlerin, yıkıcılığa dayanan anlayışları ergeç tükeneceğini de tarih bildiriyor. Demek ki büyüyen medeniyetin uzun ömürlü olması idealizme bağlıdır. Yani, medeniyetin mayasında aşk ve sevgi varsa ancak neşvü nema bulabiliyor. Aksi takdirde medeni olmaktan ziyade suni gelişmelere şahit olacağımız bir vaka. Ki; suni medeniyet girişimleri Rusya’da olduğu gibi 70 (yetmiş) seneyi bile geçmeyen bir süreç doğurmuştur. Anlaşılan suni medeniyetler kalıcı değillermiş.
O halde Medeniyet’i bir bütün olarak, bir milletin yaptıklarının ve yapacaklarının güveni olarak görmek gerekiyor. Eğer Nizam-ı Âlem olmak istiyorsak bütüne talip olmalı, parçaya değil tabiî ki.
Arnold Tonybe; insanlığın medeni tarihini mağara, yontma taş, cilalı taş, bakır, bronz, demir, makine gibi sistematiğe bağlayan arkeologları şiddetle eleştirir. Zira bizim medeniyete bakışımız da aşağı yukarı bu istikamette. Yani, ilk Peygamberin dünyaya indirilmesini aynı zamanda medeniyet çerçevesinde değerlendiriyor, aynı zamanda ilk insanın dünyaya medeni olarak adım attığına inanıyoruz. İbn-i Abbas (R.A.)’dan rivayetle; “Hz. Adem, cennetten indiği zaman beraberinde demirden mamul beş şey getirmiştir: Örs, kerpeten, mik’ama (gürz veya çevgenli sopa), çekiç, iğne (Bkz. Hangi Medeniyet Kültür dünya Prof. Dr. İbrahim Canan s.109).
İslam’ın medeniyet misyonunu, tam anlayabilmek için, metodolojisini iyi bilmemiz gerekiyor. Batı menşeli medeniyet tarifleri ekseriye İslam’la taban tabana zıttırlar. Çünkü Batılı ilk insanı vahşi sınıfına sokuyor, bununla da kalmayıp insan topluluklarını evrime tabi tutarak kendi kendilerine dünden bugüne tedrici bir kategoriyle beşeriyet tarihi sergiliyorlar. Oysa Allah-ü Teala, “Bütün isimleri Âdem’e öğrettik” beyan buyurarak ilk insanın vahşi olmadığını ve medeni olduğunu ilan etmektedir. Hatta Kur’an-ı Muciz’ül Beyan da geçmiş bazı milletlerin, “Kuvvetçe daha ileri, “mal ve evlatça daha çok” oldukları (Tevbe–69, Fatır–44, Muhammed 13) ve “yeryüzünde daha çok ve sağlam eserler bıraktıkları” (Mümin 21–82) gibi ayetler medeniyetin ta baştan beri var olduğunu ortaya koyuyor.
Toplumları tasniflerken batılılar,’Avrupalı-yerli-şarklı’ kavramlar kullanırlar. Oysa İslamiyet öyle bir tasnif yapmaz, sadece mümin, münafık ve kâfir kavramlarını telaffuz eder. Bunları belirtmekten gayemiz İslam medeniyetinin batılının kullandığı tabirlere muhtaç olmadığını vurgulamak içindir. Yüce dinimiz kendi orijinalitesini ortaya koymuş, o halde alternatif arayışına gerek yoktur. Batı medeniyetlerinin mantalitesi farklı. Onun için medeniyetle ilgili meseleleri tartışırken kopyacılığın medeniyet olamayacağını iyi idrak etmeliyiz. Taklit başka, terakki başkadır. Her ikisini birbirinden iyi ayırmak gerekiyor. Batı şimdileri telaşlıdır, küçük gördüğü dünya (doğu) yeniden medeniyet olarak doğma emareleri gösteriyor. Yerli, doğulu ve barbar dediği dünya yeniden kıpırdar gibi.
Batılı tarafından hayvandan aşağı ve medeniyetsiz nitelendirilen bu ülkeler öz kaynaklarına yöneldikçe yeniden yeni medeniyetin muştusunu veriyorlar sanki. İşte bu noktada batılı telaşlı diyoruz. Bedeviyet’ten medeniyete İslam sayesinde ulaşan insanlık, bugün de İslam’ın ışığında yeni bir medeniyete adım atabilir pekâlâ. O zaman görülecektir ki, hâkim-i mutlak para değil, hâkim-i mutlak İnşallah Nizam-ı Âlem olacaktır.
Vesselam.