ALİ KUŞÇU
ALİ KUŞÇU
ALPEREN GÜRBÜZER
Peygamber dilinden övülmüş Fatihimiz, davetine icabet ettiği konuğunu beklemekte, gözü yoldadır, nihayet birçok ilim heyetinin bulunduğu kafile yaklaştıkça Fatih’i heyecan sarar, derken büyük buluşma gerçekleşir. Çünkü Ali Kuşçu on beşinci yüzyılın en büyük astronomu ve matematikçisidir.
Ali Kuşçunun yetişmesinde şüphesiz en büyük etken Uluğ Beydir. Hoca talebe ilişkisinin ötesinde birbirlerine dost yoldaştılar. Hem gönül yoldaşı hem de göklere yolculuk için ilk ders Uluğ Bey tarafından verilir ona, ama o zihninde kelam ve nakli ilimleri de öğrenmek ister. Fakat bu eksikliği giderecek ilim Semerkand’ın dışındaydı, Semerkand daha çok astronomi ve matematik ağırlık ilim tahsili görevi yapıyordu.. Bu isteğini Hocası Uluğ Bey’e ilk etapta açıklayamaz ve usul usul gizlice Kirman’a gidiyor. Böylece Semerkand’dan Kirman’a yeni bir yıldız akmıştır. O şimdi bilge insanların dizinin dibindedir. Kirman’da Maraga rasathane kurucusu Nasiruddin-i Tusinin kelamla alakalı Tecridü’l Kelam eserine şerh yazarak biranda dikkatleri üzerine çeker. Nitekim matematiğin dışında kelam ilminde de otoriter olduğunu ispatlar. O nerde olursa olsun, hatta dağın vadin üzerinde de olsa, tabir caizse yağmurla bile yarış edecek kadar dopdolu idi. Derken buralara astronominin tüm incelikleri aşılanır, aynı zamanda buralarda dini ilimlerle beraber astronomi araştırmalarını da sürdürür. Onun içindeki tufanı kimse bilemezdi, nasıl bilinsin ki, yaşayan ancak anlar, nitekim yaşanacaktı o hoyrat sıla acısına rağmen, onun için öğrenme aşkı Leyla’dır şimdilik. İçindeki tufan dile gelir: ‘’Nolur selam söyleyin bana karşı eseflenmesin hocam, ondan usandığımdan dolayı buralara gelmiş değilim, bilsin ki yüreğim onunla, adım yanında kalsın, seher çağında güllerim solmasın, sor da anlatsın bu gök kubbe halimi’’ der.
Kirmanda ihtiyacı olan Leylasına kavuştuktan sonra, Semerkand hasreti doruk noktaya varmadan o yıldız tekrar kayar ana kaynağına. Evet, O şimdi asıl Leylası karşısındadır. Biliyordu çok üzmüştü hocasını, iznini almadan uzaklaşmıştı, ah esirge sultanım, gel kaldır adaveti, artık artır muhabbeti dercesine yinede cesaretini toplayıp huzura alınır ve huzurda bedeni akkor kesilse de Uluğ Bey’in dilinden dökülen ilk inci tanesi:
—Kirmandan bana ne getirdin? Sualiyle başlayan sözler yüreğini rahatlatır.
Cevaben Ali Kuşçu:
— Size Eşkâl-i kameri(ay’a ait ve ayın geçirdiği değişik evreleri ile ilgili risaleyi) getirdim diyerek kendisini affettirecek jesti yapar.
Uluğ Beyde ona jest yapar, sefaret heyetini ülke dışına göndereceği zaman yanlarına muhakkak Ali Kuşçuyu da katarak kabına sığmayan talebesini daha da ötelere taşmasını arzulamaktadır. Gezilerin dışında günlerini hep hocasının yanında geçirerek hizmete kendisini adadı. Hatta o hizmetlerin semeresini Kadızade Rumi ve Gıyaseddin Cemşid’in vefatlarının ardından rasathane müdürlüğüne getirilerek görecektir. Derler ya önce himmet değil hizmet, oda öyle yaptı zaten. O artık yönetilen noktada değil bizatihi yönetendir, ama yöneticiyim diye yıldızlar yücelerden kayarken, ya da renkler gecenin karanlığında sıyrılırken seyirci kalamazdı, o halde ne yapmalıydı? Evvela ilk iş Yıldızlar katalogu eserini ortaya koymaktı, sonra da Zıc-i Uluğ Beg’i yahut bir başka ifadeyle Zıc-i Güreganı ‘yı (Yıldızların hallerini belirleyen cetvel-astronomik tablolar) tamamlamak olacaktı. Rasathane müdürü olsa da ilim çilesi onun için sönmeyen bir alevdi, hayalinde gökyüzü denen âlemin sırlarını insanlığın hizmetine sunmak vardı, o gök sedanın heyecanını taşırdı hep yüreğinde. Nasıl olsa ömür geçer diye O bu duygularla her mevsim gecenin karanlığında yıldızın mavilinde seyre dalar, ufuk penceresinde bir ağıt faslı başlatırdı inceden inceye.. Mevla’dan hedefine erişmek iştiyakıyla O’na sığınır, durmak yoktu, çünkü gökyüzü uçsuz bucaksızdı, enginlere koyulmalıydı, çağın çilesini yüklenmeye hazırdı her an. Bu yüzden W. Barlhod onun için; 15. asrın Batlamyusu’dur demiştir.
Sadece bir yerde duraklamıştır, beklenmedik anda Hocası Uluğ Beyin oğlu tarafından kiralanan Abbas tarafından hançerlenerek katledilmesi onu derinden etkilemiş ve iç dünyasında uzaklara gitme isteği bürümüştür bu elim olayla. Her taraf toz duman, hava puslu idi, karabulut sarmıştı etrafı, Semerkand Uluğ Bey’ini kaybetmişti çünkü. Bir anda tabuta gözleri takılır, tütsü gözlerle dosta doğru bakar son kez. Bilge Uluğ uğurlanırken ağla karanfil ağla ağıtıyla tüm Asya ağlar ardından. Öyle ki Uluğ Beyin ölümüyle derya gibi dalgalanan sevgi tükenmeye yüz tutar ve birçok âlimin kolu kanadı kırılır adeta, Semerkand’dan bu yüzden ayrılmışlardır her biri. Güneş saçanlar tenha gurbetlere seferber oldular böylece.
Ali Kuşçu içindeki hüznü dindirecek iksirin bir anda Mekke ve Medine’de olduğunu düşünür. Şimdi o Kutsal topraklardadır. Mescidi Nebevideki nübüvvet kokusu kendine getirmiştir ve yerinden doğrulur tekrar başını yerden kaldırır diker gözlerini göklere, hatta ötelere. Kutsal toprakları ziyaret dönüşü yol güzergâhı onu Tebriz’e getirir. Tebriz bir ışığa şahit olur. O ışıktan Tebriz’de bereketlenir. Akkoyunlu Hükümdarı âlime olan saygı gereği onu en iyi şekilde ağırlar, hatta ona elçilik görevi de verilir. Akkoyunluların o yıllarda özellikle Osmanlı ile ilişkiler hiçte iyi değildir, bu yüzden Fatihe elçi olarak gönderilir. Fatihin huzuruna çıktığında birbirlerine hayran olacak kadar etkileniverirler, hemhal olurlar adeta. Öyle ki birbirlerinde eriyerek fena fiş olurlar sanki öyle bir etkilenme ki Fatih ondan İstanbul da kalmasını talep eder, ama o kendisine verilen görevi en iyi şekilde deruhte etmesi gerektiğini, kendisini buralara kadar gönderene emaneti ulaştırıp vefa borcumu ödedikten sonra olabilir der. Gerçektende öyle yapar. Nitekim Uzun Hasan gezi ile ilgili raporunu aldıktan sonra bir süre Tebriz’de dinlenip iki yüz kişilik bir heyetle uğurlanır yollara. İstanbul’a dönüşü de adından söz ettirecek derecede muhteşem olur, yani en iyi şekilde karşılanır. Bu topraklara adım atar atmaz hemen Ayasofya Medresesinin başına getirilir. Fakat çekememezlik denen kıskançlık burada da devreye girer ne yazık ki. Yinede o her ne kadar ulemanın hasedini çekse de kınayanın kınamasına aldırış etmeden ilminden taviz vermeyerek sayısız hizmetleriyle Osmanlının astronomi ve matematikte en parlak dönemlerin yaşanmasına vesile olur. O astronomi ve matematik derslerin yanı sıra daha önce yanlış hesaplanan İstanbul’un boylamının elli dokuz derece, enleminin ise kırk bir derece on dört dakika olduğunu tespit ediyor. Tüm bu hizmetlere ilaveten güneş saati kurarak da İstanbul’u taçlandırır adeta.
Hatta o dur durak bilmeden 1473 yılında Akkoyunlu savaş esnasında bile çalışmalarına ara vermez, nitekim yazdığı Fetih Risalesini Fatihe takdim ederde. Sadece bu eseri değil tabii ki, birtakım matematiksel hesaplarla ilgili Muhammedi’ye eserini de sunar. Fatih orta Asya’nın emanetçisinin İstanbul’a kattığı hizmetler karşısında adeta kendinden geçer, Fethi Mübin’in gerçekleştirmesine karşılık Allahın bir armağanıydı o. Allah’ın bir lütfü de diyebiliriz.
O bir yandan telif eserler bir yandan kendi araştırma ürünü eserleri yazarken diğer yandansa bilim tarihine üç isim kazandırır;
—Torunu Mirim Çelebi,
—Hoca Sinan Paşa,
— Molla Lütfi’dir.
Velhasıl; Dünya onun serlerini okuyarak gökyüzüne uzandı, öteleri araladılar, hatta ayın bir kraterine hocası Uluğ Beyin adı, bir bölgesine de Ali Kuşçu adı verilmiştir. Dünya onları anladı, ama biz hala kütüphanemizin tozlu raflarına terk etmiş durumdayız. Bir gün elbet o tozlu raflarda uzanacak evlatlar yetiştiğinde yeniden diriliş gerçekleşeceğine ümit varız.
Vesselam.