ADI GÜZEL KENDİ GÜZEL MUHAMMED
ADI GÜZEL KENDİ GÜZEL MUHAMMED
ALPEREN GÜRBÜZER
Abdülmuttalib birgün kaylule uykusunda iken rüyasında bir adam:
—Tibe’yi kaz.
Abdülmuttalib:
Tibe neresi? Deyince adam cevap vermeden gitti, ertesi gün rüyasında yine aynı adam:
— Berreyi kaz.
Abdülmuttalib:
— Berre neresi? yine ses seda yok. Ertesi gün:
— Madnunene’yi kazması istenildi ama neresi olduğunu tarif etmeden çekip gitti. Dördüncü gün olduğunda aynı adam:
—Zemzem’i kaz, dedi.
Abdülmuttalib:
— Zemzem neresi? Deyince adam bu sefer nihayet konuştu:
— Kurban kanları ile pisliklerin döküldüğü yerlerin arasında olup alaca renkli karganın gagalacağı ve karıncaların yuvasının olduğu yerdedir.
Abdülmuttalib tarif üzere oğlu Haris ile birlikte ölçüp, biçerek denilen yeri kazma vurmaya koyuldular. Gelip geçenler alaylı bakışlarla boşa kürek sallıyorsunuz dercesine gülüyorlardı, baba oğul aldırış etmeksizin kuyuyu kazmaya devam ettiler. Nitekim azmin elinden bir şey kurtulmaz derler ya gerçekten de kuyu bulundu. Zemzem Kuyusu bir zamanlar Cürhüm kabilesinin çirkin davranışları yüzünden yeri kapatılmış ve kaybolmuştu.
Kuyu bulununca bu şerefe ortak olmak için : ‘Bu bizim babamız İsmail Peygamberimizin yadigârıdır’ demeye başladılar, yani sahiplenmek istediler. Abdülmuttalip haklı olarak:
— Şimdiye kadar neredeydiniz?
Derken tartışma büyüdü, en son hakeme başvurmaya karar verildi. Şam’ın ileri gelenlerinden Sa’d b. Huzeym’e meseleyi sormak için yola çıkıldı, hava sıcaktı, üstelik susuzlukta canlarına tak demişti, bu arada devenin ayağının battığı yerden su kaynamaya başlayınca hayvanlara su verildi, kırbalara su alındı. Bu ibret dolu manzara karşısında Adi b. Nevfal Abdülmuttalib’e:
— Ey Abdülmuttalib Allah zemzemi sana bahşetmiştir, haydi git işinin başına, söyleyerek hakeme başvurmaktan vazgeçtiler.
Baba –oğul tekrar kazı işlemlerine başladılar, bu seferde kazı esnasında Ka’be hazinesine ait birtakım değerli eşyalar çıkınca yine tartışmalar sil baştan alevlendi. Abdülmuttalib; burasını ben kazdım ve benim olmalı, yine de bu işi kura ile halledelim dedi. Kuralar çekildi, kura sonucunda Abdülmuttalib’in hissesine altın düşmesine rağmen kura da kendisine çıkan bütün değerli eşyaları Kâbe’ye adaması halkın gözünde onu daha da büyüttü. Kureyş’e ise çekilen kuralarda hiçbir pay çıkmamıştı.
Abdülmuttalib hac mevsimi oğlu Haris ile birlikte bizatihi zemzem suyunu dağıtarak hizmet şerefinden istifade ediyordular. Birgün Abdülmuttalib bir yemini hatırladı. Zemzem kuyusunu kazarken çocuklarından birini kurban için nezr etmişti, aklına geldi. Derhal çocuklarını topladı onlara:
— Evlatlarım! Birinizi kurban edeceğim. Kâbe’ye varıldı, Kâbe’de Hübel putunun hizmetine bakan bir adam:
- Ey Abdülmuttalib hayrola, ne iştir?
Abdülmuttalib:
— Oğullarımdan birini kurban edeceğim?
Adam:
— İnsan evladını nasıl kurban eder, dediyse de Abdülmuttalib:
— Er kişi odur ki sözünden dönmez deyip, kura çekmek için okları torbaya koydu. Nefesler tutulmaya başlandı, adam elini ok torbasına daldırdı, çektiğinde ağzından:
—Abdullah ismi çıkınca nefesler adeta boşaldı. Abdülmuttalib Abdullah’ı alıp Safa tepesine götürüp yere yatırdı ve bıçağımı verin, deyince karşısında duran Darünnedve azalarından Muğire b. Abdullah:
— Ey Abdülmuttalib! Yapma, etme, bu yolu açarsan çok kötü örnek olursun, bundan sonra doğacak çocukların anneleri tarafından lanete uğrarsın dediyse de,
Abdülmuttalib:
— Fakat nezr ettim; dedi.
Muğire b. Abdullah:
— Kolayı var, Hicaz bölgesinin kâhinine git, durumu ona anlat.
Kâhin kadındı, dedi ki:
— Sizin oralarda bir insanın diyeti ne kadarsa kura Abudullah’a çıktığında deve sayısını artırın, olmadı tekrar çekin taki kuralar develere çıkıncaya dek. Kuralar develere çıkınca Allah razı olmuş demektir.
Abdülmuttalib oku çekmek için adama işaret edince ok çekildi fakat her defasında çıkan ok Abdullah’a isabet ediyordu. Nihayet onuncu tura geldiğinde yüzlerde sevinç bürümeye başladı, ok bu sefer Abdullah’a çıkmamıştı çünkü. Kura sonunda develer kesildi etler olduğu gibi oracıkta bırakılıp fakirlere, gariplere, yolculara ikram edildi. Böylece bir sınav böyle noktalandı.
Abdülmuttalib değerli oğlunu evlendirmek için Amine’yi ailesinden istedi. O Mübarek nur şimdi Abdullah’ın alnında. Amine ile Abdullah’ın evliliği üzerinden daha iki ay geçmemişti ki , bir Şam tarafına giden kervana katılan Abdullah dönüşte ansızın rahatsızlanarak vefat etti.
Mekke’de bulunan bir Yahudi; Hişam, Velid ve Utbe’ye; Bu gece aranızda bir çocuk doğdu mu ? sorusunu ardından; israrla bu gece bir yıldız doğdu Ahmed’in yıldızı.. türünden sözler sarfetmeye başladı.. Gerçektende o gece melekler gökten saf saf inerek doğum gecesini ışığa çevirdiler, Artık o nur Amine’den asıl sahibine geçtiğini gören Abdülmuttalib’in aklına Muhammed ismi takılıverdi ve Amine’ye:
— Muhammed ismi versek nasıl olur? Ne dersin?
Âmine:
— İnan çok güzel isim, bana da daha önce bu ismi koyma yönünde rüyada bildirilmişti. Ve böylece adı güzel kendisi güzel Muhammed yeryüzünü şereflendiridi. Yeryüzü şimdiye kadar böyle şenlenmemişti.
Sa’d b. Bekr kabilesini kadınları süt emzirme karşılığında geçimlerini sağlarlardı. Her yıl olduğu gibi bu yılda erken saatlerde yola çıkmak için hazırlandılar, aralarında Halime Hatunda vardı ama, ağır aksak kır bir eşeği vardı. Kervan yola çıktığında Halime kervan ile arasında epeyce mesafeyi açmıştı.. Oysa erken varan işini erken bitirebiliyordu. Halime Mekke’ye vardığında hemen hemen herkes süt emzirecek çocuğu bulmuştu bile. Derken Halime’ye bir ihtiyarı gösterdiler, yani Abdülmuttalibi..
Abdülmuttalib yavrusunun yetim olduğunu söyleyince şaşırdı. Akşam olunca kocası Harise durumu bildirince, Haris:
— Olsun alalım, yetim de olsa belki yetimin yüzu suyu hürmetine evimize bereket gelir mukabilinde bulundu. Gül kokulu Muhammed Sağ memesini emince tatlı bir sızı hissetti, üstelik göğsünün bu kadar sütle dolduğunu şimdiye kadar görmemişti. Dede ve anne, sütannesine Peygamberimizi amanet ederek uğurladılar.
Halime ve Harise eve geldiklerinde ertesi sabah develerinin sütünü sağdıklarında bol miktarda olduğunu görünce bu işin tesadüf olmadığını, gerçekten her haliyle bereketlendiklerini anladılar. İki yaşına geldiğinde artık vakti dolmuştu fakat o sıralarda Mekke vebası vardı, çocuğu teslim edecekleri zaman, bir süre daha yanımızda kalmasında fayda olacağını, aksi takdirde Mekke salgınının zarar vereceğini söylediklerinde çaresiz Âmine tekrar onları ardından uğurladı.
Mekkeden eve geldiklerinde birgün Peygamberimizin sütkardeşi Abdullah telaşla:
—İki adam geldi kardeşimi yatırıp göğsünü yardılar, deyince Halime koştu Muhammed’e:
— Doğrumu Abdullah’ın söyledikleri?
Peygamberimiz küçük yaşta Halime ve Haris’e:
— Evet, doğru. Göğsümü beyaz giysili iki adam yarıp bir şeyler aldılar, sonra da yıkayıp bir şeyler çıkarıp işte bu şeytanın nasibidir diyerekten attılar ve daha sonra kalbimi kapattılar…
Göğsünü açtıklarında hafifte olsa izlerinin varlığından Halime ve Haris telaşa kapılıp çocuğa birzarar gelmeden annesine ve dedesine teslim etmekte karar kıldılar, öylede yaptılar.
Nihayet anne oğul kavuştular. Birgün Âmine içinin daraldığını Abdülmuttalib’e söyleyince Yesrib’e gitmesini öğütledi hem orada dayılarını görürsün hemde Abdullah’ın kabrini ziyaret ederek için açılır ferah bulursun dedi. Denileni yaptı, gittiği şehirde biraylık misafirlik süresinin ardından dönüşte Ebva denilen bir köyde nefesi tıkandı ve can verdiği yerde defnedildi.
Peygamberimizin dedesi de hastalandı, ama hep aklı fikri torunundaydı. Hasta yatağında oğullarını karşısına aldı; benden sonra torunuma kim bakacak deyince hep birlikte emrine amadeyiz, dediler. Bu sefer Rasulullah’a döndü; sen hangi amcanda kalmak istersin, dedi. Allah Rasulü hemen Ebu Talib’in kucağına atıldı. Zaten kurra da Ebu Talib’e çıkmıştı. Çok geçmeden Abdülmuttalib vefat etti.
Böylece Alemlere rahmet olarak gelen adı güzel kendisi güzel Muhammed artık Ebu Talib ocağında..