ADAP VE USUL

ADAP VE USUL

ALPEREN GÜRBÜZER

Rasulullah abdest aldığı zaman Ashab-ı kiram abdest suyunu ve tükürüğünü kapıp yüzlerine ve vücutlarına sürüyorlarmış. Resulullah (s.a.v):
— Niçin böyle yapıyorsunuz? diye sorduğunda,
Ashabı Kiram cevaben:
— Ya Rasulullah! İstifade etmek ve sevap kazanmak için derler.
Rasulüllah (s.a.v):
—Kim Allah ve Resulünün kendisini sevmesini istiyorsa (böyle şeyler yerine) konuştuğunda yalan söylemesin, emanete hıyanet etmesin ve komşusuna cefa vermesin buyurdu. İşte edep ve adap bu.
Demek ki; saygı ve sevgi sırf şekli hareketlerle, el öpüp yerlere serilmekle olmuyor, istikamet ve hizmet esastır. Zira edep ilahi huzurda lütufla dönüşün anahtarıdır. Madem öyle Saadatların huzuruna varmadan önce abdest veya gerekirse gusül almalı, sonra iki rekât namaz kılıp bu beraberliğin hayırlara vesile olması için Allah’a yalvarmalı. Mürşidin huzuruna vardığında da uzun süre göz göze gelmeyecek kaydıyla yüzüne bakmalı.
Rasulüllah Miraç’a yükseldiğinde Rabbül Âlemin huzurdaki durumuna bakıp:
—O’nun gözü bir an olsun sağa sola kaymadı, haddini aşmadı beyan buyurarak Habibi Kibriya’yı övmüştür. Evet, O yüce makamlarda bile sağa sola bakmamış, hep önüne bakmış. İşte ‘Nazar ber kadem’ adabı bu.
Nazar; bakmak, kadem adım atmak demek. Bu yolda insanın yönünü belirleyen tek usul; Edep Ya Hu! adabıdır. Nasıl mı? Malum; bu adap Allah Resulü’nün Miraçtaki tavrıyla öğrenilir. Keza Allah Resulü Miracın ötesinde yürürken, asla salınarak kibirlenerek yürümezdi. Adımlarını hızlı fakat yumuşak sakince atardı. Bir kimseye yöneleceği zaman başını çevirmez, bütün vücuduyla yönelirdi. Hatta kimseye uzaktan seslenmez bizatihi yanına gelip konuşurdu.
Nazar rast gele bakış olmadığı gibi, kadem de gelişigüzel yürümek değildir, tam aksine sıratı müstakimde yol alır gibi ötelere uzanmaktır. Dahası nazar; gönlün bakışı, sevgilinin bakışlarında ki pırıltıdır. Kadem de; ‘Sırat-ı müstakim’ üzere olmaktır.
Malum; Allah dostlarının nazarı kalbi diriltir, fesatçının bakışı da bedenimizi yer bitirir. Anlaşılan birincisi ferahlık, ikincisi felakettir. Bu yüzden Allah (c.c); “Şeytanın adımlarına uymayın” (Bakara suresi) beyanıyla kullarını kademine dikkat etmeleri noktasında uyarıyor.
O halde sen sen ol bir gönlü kırma, insanların gönlünü hoş tut. Çünkü gönül inci gibidir. İnci çok kıymetli olmasına rağmen, yere düşünce kırılıp darmadağın olabiliyor. Bakın Yunus; Bu yol bir gönlün içine girmektir diye haykırıyor. Madem öyle bir gönlü kırmak beş yüz bin defa Kâbe’yi yıkmaktan daha ağır düsturunu unutmamalı.
Şah-ı Nakşibendî yolda yürürken Hızır (a.s) kendini tanıtmak istese de hiç oralı olmaz, fakat Hızır üsteleyince dayanamaz şöyle der;
— Benim bir kalbim var, onu da Emir Külal’a verdim, başka bir kalbim yok ki diğerini de sana verem demiş. İşte sevgi deryasında edep bu.
Sofinin kademi mürşidin kademine uygun olmalı, ahlakıyla ahlaklanmalı, bir noktaya çakılmamalı.
Rasulüllah (s.a.v); “İki günü eşit kılan zarardadır” buyuruyor. Demek ki, güzel ahlakın sonu yok. Azda olsa ahlakımızı güzelleştirecek devamlı olan Salih amel yapmalı. Keza bu yolda sofi bir yandan kendinden ileri gidenleri örnek alırken, diğer yandan da gözü devamlı ileriyi hedeflemeli. Bu arada ayakta gözün hedeflediği yeri takip etmeli. Çünkü gözle önce yüksek makamlara odaklanılır, sonra hedefe doğru adım atılır. Böylece hedeflenen yere edeple varışın ardından lütufla dönüş muştusuna erişilir. Ama yinede İmam-ı Rabbani (k.s); “Nazar ber kadem hak yolcusunun gözü ayağının ilerisini geçemez şeklinde anlaşılmamalıdır” buyurup bu hususta kafa karışıklığı gidermiştir. Böylece bu aydınlanmayla birlikte 'manevi yolda aza kanaat eden az kazanır' bilincine varırız.
Allah (c.c); ‘Resulüm! Mümin erkeklere söyle gözlerini harama bakmaktan çekinsinler, namus ve iffetlerini korusunlar’ (Nur 30–31) beyan buyurmakta.
Bu yol edep yoludur. Ancak yol bilenle gidilir. Yani edep; adap usul erkân bilenden öğrenilir. Edebi olmayan yolda kalır. Madem öyle edep sahibi olmaya çalışalım. Bakın Allah dostları ne elde etmişlerse Efendimizin (s.a.v) güzel ahlakına uymakla manevi makamlara ulaşmışlar. Bu yüzden Arifler; insanı hayvandan ayıran unsurlardan birinin edep olduğunu vurguladıktan sonra; ‘Önce usul sonra vusul’ demişler.
Bir adam geldi, Ebu Derda’ya dert yandı, taat ve ibadetten hiç zevk almadığını söyledi. Bunun üzerine Ebu Derda Hz.leri:
— Hasta ziyaretini, cenazelere katılmayı, kabirleri ziyaret etmeyi ihmal etmezsen hem gönlün nurlanır hem de basiretin açılır tavsiyesinde bulunur.
Adam denilenleri yapar da, ama tık yok, tekrar geldi Ebu Derda’ya:
— Efendim bende değişiklik yok, yine durumum aynı.
Bu sefer Ebu Derda Hz.leri:
—Hasta ziyaretine gittiğinde kendini hastanın yerine koyacaksın, cenaze defnedildiğinde defnedilen senmiş gibi düşüneceksin, kabir ziyareti yaptığında mezarda yatan kendinmiş gibi davranacaksın, ancak o zaman kalbin dirilebilir.
Gerçekten de adam samimi olarak bu sefer adap usul kurallarına riayet edip, kendi vücut ikliminde yaşıyormuş gibi kendisine söylenenleri uygulayınca Ebu Derda’ya;
— Senden Allah razı olsun, sayende gönlüm dirildi, deyip şükranlarını bildirir.
Beyazıd-ı Bestami’ye bir zattan bahsettiler. O’da hadi gidelim dedi, gittiler. Meğer o övdükleri zat camiye girerken bir edebi çiğnermiş. Nitekim Beyazıdı Bestami o adama selam vermeden geri dönüp gitti. Merak edenlere:
— Baksanıza bu adam İslam’ın basit bir kuralını bile çiğneyebiliyor. Nitekim camiye girerken sağ ayakla girileceği adabını bile muhafaza edemezken nasıl olur da bu adama teslim olunur deyip edeb ve adabın önemine dikkat çekmiştir.
Edep; hem kalp, hem dil, hem de hareket ve tavırlarımızın bütününe yansımalı. Kalbin edebi; niyet, ihlâs ve samimiyet, dilin edebi; söz ve öz bir olup yalan söylememek, davranışlarımızın edebi ise her işi ilme uygun olacak tarzda yapılmasıdır, yani işin hakkını vermektir.
Osmanlı döneminin meşhur Şair Nabi, Eyüplü Rami Mehmed Paşa ile birlikte Hac yolculuğunda Medine’ye yaklaştıklarında gördüğü lüzum üzere Paşayı uyandırıp; ‘Terki edepten sakın, burası Rasulullah’ın beldesidir…’ anlamında beyitleri okuduğunda Paşa yerinden doğrularak;
— Allah aşkına ne zaman yazdın bunları?
Nabi;
— İçimden geldi, şuan yazdım. Zaten bunu ikimizden başka bilen de yok.
Paşa;
— Öyle ise aramızda kalsın deyip yola devam ettiler.
Kafile sabah ezanında Mescidi Nebeviye yaklaştığında müezzinler minarelerden Nabi’nin Paşaya söylediği beyitleri okudular. Tabii hem Paşa, hem de Nabi şaşırdılar. Namazı kıldıktan sonra müezzine:
— Nereden öğrendiniz o beyitleri?
Müezzin:
— Resulü Kibriya Efendimiz bu gece müezzinlerin rüyasına girip; Ümmetimden Nabi isimli birisi beni ziyarete geliyor. Onu bizatihi benim için yazdığı beyitleri okuyarak karşılayın emrini yerine getirdik.
Derken Nabi gözyaşlarını tutamadı, sevincinden düşüp bayıldı. İşte değim yerindeyse muhabbeti edep bu olsa gerektir.
Demek ki; bu makamlar edep ister.
İmam Malik Medineyi Münevvere’de hayvana binmezmiş. Nedenini sorduklarında ise cevaben; Rasulüllah’ın bulunduğu belde de hayvan üzerinde toprağı çiğnemekten hayâ ederim derdi.
Şah-ı Hazne; Bir kişi kendi gücüyle gaflet halini terk edemiyorsa edebe riayet etsin buyurdu. Açık ve gizli edeplere riayet etmekle insanın kalbi uyanır. Bakın sofilerden Lafza-ı Celal zikrinden letaif virdine geçme noktasına gelip, ancak geçemeyenlere Gavs-ı Sani (k.s); ‘Sofi gafletle çekme’ diyor, niye acaba hiç düşündünüz mü? Çünkü bu yolda edep yolun besmelesi gibidir. Gafleti yok etmek edebe riayet etmekle mümkün.
Adap ve edeplere dikkat edeceğiz. Bilhassa Rasulullah’a edep, mürşide edep, seyyide edep, vekile edep, sofiye edep, aileye vs. edep. Hepsinin kendi çerçevesinde ayrı ayrı edep sınırları mevcut. Herkesin bulunduğu konumu yerli yerince oturtmalı. Taşları usulünce sıralamalı. Bir mürşit ne kadar büyük olursa olsun sahabenin ayağındaki tozu olamaz. İşte edep bu.
Bütün Peygamberleri toplasanız Allah’ın bir sıfatının önüne geçemez. İşte edep ve usul bu.
Bütün Seyyidler bir araya gelse bağlı olduğun mürşidinin yerini alamaz. Kim olursa olsun teslimiyet noktasında muhabbetini mürşidinden başkasına kaydırmamalı. İstişare noktasında elbette ki bazı sözüne güvenilir insanlara muhabbet duymakta zarar yok. Bir insan âlimdir ama, bir edebi terk ederse neye yarar ki. İllaki edep gerekiyor. Hakeza vekil içinde öyledir. Vekilin aslı görevi sofiyi mürşidine yönlendirmektir, çünkü irşad sahibi mürşididir. Vekil asla mürşidin fonksiyonuna sahip değildir. İşte had hudut, işte edep bu.
Çevremize karşı yumuşak olacağız. Allah için birbirimizi uyaracağız ama, edepli olacağız, birbirimizi kırmayacağız, yumuşak üslupla kırmadan dökmeden beşeri ve kardeşlik ilişkilerimizi gerçekleştireceğiz. Hz. İbrahim oğlu İsmail’e; 'Allah için yat kurban ol ki bıçak bile incinmesin' dercesine adap örneği sergiledi. Demek ki; kimseyi incitmeyeceğiz, incitirsek bir gün bizi de incitirler. Eğer Seyda Hz.leri sert olsaydı Menzil bu kadar dolup taşmazdı. Gavs (k.s); Siz onların ilahlarına söverseniz onlarda size söver buyurdular. Belli ki Seyda (k.s) babasının güzel ahlakıyla boyanmanın neticesinde herkesi adabı usulünce Hak yola çağırıp halkaya dâhil ediyor, ürkütmüyor, güzel telkinde bulunup karşındaki insanları kendine cezp edebiliyordu. Böylece bu yolu sevdirmiş oluyordu. Dolayısıyla 'Benimki doğru, seninki yanlıştır' dememeli. Şükürler olsun ki bu yolda taassup yok.
İmam-ı Şarani (k.s); “Sofi mürşidi tarafına ayağını uzatmama edebine bile dikkat etmeli, gerek huzurunda, gerekse gıyabında dikkat etmeli” diye uyarıda bulunuyor. Ki; Kamil Mürşit Peygamberin varisidir.
İçeriye girince ayağa kalkmak, elini öpmek, boyun büküp sessizce oturmak, devamlı yüzüne bakmaktan sakınmak gibi buna benzer tüm kaideler zahiri edeplerdir.
Dikkat edilecek edeplerden biri hiç kuşkusuz, bir Şeyhin Allah-ü Teala gibi her şeyi bildiği safsatasını söylememektir. Zaten böyle bir söz küfürdür. Bir mürşit ancak Allah bildirirse bilir. Keza daha da haddi hududu aşıp mürşidinin bütün âlemi elinde tuttuğunu iddia etmekte haramdır. Oysa mürşidi adına keşif ve kerametler ihdas etmek koyu bir cehalet örneği olduğu gibi rüya ve hayallerle Şeyhini tanıtmak mürşide yapılacak en büyük hakarettir.
Seyyide edep; Evlad-ı Resul olma noktasından dolayı saygıda kusur etmemek itibariyledir. Elbette ki; irşat noktasında fayda sadece mürşittir. Teslimiyet noktasında kim olursa olsun mürşidinden başka kimseye muhabbeti kayıyorsa düzeltmeli, aksi takdirde bu tip sofilerin zarar göreceği muhakkak. Mesela 'Hazret' ibaresi Mürşidi Kamil için kullanılabilir sadece. Seyyidler için 'Seyyidim' diye hitap edilmesi daha uygun düşer. Öyle ki; her Seyyid mürşit değildir. Evet Seyyidlerden mürşidin evladı olanlar var ama, onlara mürşit gözü ile bakmak had hududu aşmak olur, ancak onlara ehl-i beyt çerçevesinde bakılabilir.
Gavs-ı Sani Seyda’nın yanında ziyaret vermezdi, Seyda da Gavs’ul Azam Abdül Hâkim El -Hüseyninin yanında öyleydi.
Yukarıda anlatılan gerçeklerden hareketle hiç kimse kafasından edep ve adap ihdas etmeye kalkışmasın, zaten buna hakkı da yoktur.
Bakın İmam Malik, İmam Şafi'nin yanında yirmi sene kalıyor. Yirmi yıl içerisinde hocası ona on sekizi adap ve edepten ders veriyor, son iki senesinde ise ilimden bahsediyor. Ama ilginçtir İmam Malik: ‘Keşke İmam Şafii; son iki yılını da edepten bahsetseydi’ diye hayıflanır. İşte görüyorsunuz edep bu kadar mühim bir hadise.
Gavs Hz.leri sırtını hiçbir zaman Suriye’ye doğru dönmez ve ayağını o tarafa uzatmazdı. Çünkü orada Şah-ı Hazne vardı.
Gavs (k.s) abdest alırken on altı defa oturup kalkıyor. Sofiler sıkıştırıp ne iş diye sorduklarında cevaben:
— Şah-ı Haznenin çocukları orada oynarken, ben nasıl oturup da abdest alabilirim ki der. İşte edep bu...
Saadatlar bizleri niye topladı. Belli ki adap usul yönünde ahlaklanalım diye.
Velhasıl; Gavs-ı Sani (k.s) Allah’ın bizlere ikramıdır, bu böyle biline.
Vesselam.

ÂDÂB VE USUL
SELİM GÜRBÜZER
Hiç şüphesiz tasavvuf yolunda geçerli olan adab ve usul sünnet-i seniyye üzere olan adab ve usul esastır. Şurası iyi bilinmelidir ki, sırf şekli hareketlerle el öpüp yerlere serilmek gibi tavırlar asla tasavvufî adapla bağdaşmaz. Tasavvufta asl olan ‘Sırat-ı müstakim üzere huzura varıp lütufla dönmek’ çok mühim adabtır. Nasıl mı?
Bakınız, Ashabı Kiramdan bazıları Allah Resulü abdest suyunu ve tükürüğünü kapıp yüzlerine ve vücutlarına sürdüklerinde, Resulullah (s.a.v):
- Niçin böyle yapıyorsunuz diye sorar.
Ashabı Kiram cevaben der ki:
-Ya Resulullah! Bereketlenmek ve sevap kazanmak için.
Rasulüllah (s.a.v) bunun üzerine:
-Her kim ki, Allah ve Resulünün kendisini sevmesini istiyorsa (böyle şeyler yapmak yerine) konuştuğunda yalan söylemesin, emanete hıyanet etmesin ve komşusuna eziyet vermesin diye beyan buyurur.
İşte sevme ve sevilme adabı budur. Madem Allah Resulü sevme ve sevilmenin nasıl olması gerektiğinin adabını ortaya koymuş, o halde tasavvufi hayatla hem hal olan sofilerde tıpkı Allah Resulünün ashabına öğrettiği usulde olduğu gibi Sadatlara da aynı adab üzere muhabbet ve sevgi beslemeleri gerekir. Hatta sofi Sadatları ziyarete gideceği zaman daha evden dışarı çıkmadan önce adaba başlamalı. Şöyle ki, bir sofi mürşidini ziyaret etmeyi düşündüğünde sırasıyla önce normal abdest ve boy abdesti alıp akabinde iki rekât namaz kıldıktan sonra yapacağı ziyaretin hayırlara vesile olması dileğiyle Allah’a dua ve niyazda bulunmalı ki, yapacağı ziyaret şekli değil sünnete uygun bir ziyaret adabı olsun. Tabii bitmedi, bir de işin içinde mürşidin huzuruna çıkmak da var. Malum huzura varıldığında da ‘adabı-usul-erkân’ bilmek gerekir. Zira tasavvufta huzura adaba mugayir olarak varmak asla kabul görmez. Nasıl ki dünyevi makam sahiplerinin huzuruna çıkıldığında makama saygının bir gereği olarak el pençe divan duruluyorsa, aynen Peygamberimiz (s.a.v)in varisi hükmünde ilmiyle amil olmuş manevi makam sahiplerinin huzuruna çıkıldığında da öyle olmalıdır. Ancak Allah dostlarının dünyevi olandan farklı olarak huzura varıldığında göz göze gelmeyecek şekilde huzurda bulunmak çok mühim bir adabtır. Yani bakmanın adabı göz göze gelmeyecek şekilde bakmaktır. Ki, Evliyaullah’ın bakışı bizim gibi değil, Allah’ın nuruyla bakmaktalar, işte bu nedenledir ki, Allah dostunun iki kaşı arasından çıkan nura doğrudan bakıldığında adeta şimşek çakarcasına bir etkileşim olur ki her sofi bunu kaldıramayabilir. O halde salikin her halükarda mürşidiyle göz göze gelmemeye dikkat etmesinde fayda vardır. Aksi halde mürşidinin nazarından istifadesi zorlaşabilir. Keza huzurdan ayrılacağı zaman da sırtını dönerek değil yüzü dönük olarak huzurdan ayrılması çok mühim adabtır. Böylece bir sofi sünnet-i seniyye usulünce uyguladığı edeble varış lütufla dönüş adabı sayesinde huzura erer de.
Sakın ola ki, bu adaplar da nerden çıktı, böyle şeyler mi olur diye taaccübünüze gitmesin. Şurası iyi bilinmelidir ki, hem huzura çıkış adabının hem de huzurdan ayrılış adabının uygulayıcısı ve kaynağı bizatihi Allah Resulünün tâ kendisidir. Nitekim Allah Resulü Miraca yükselip huzura vardığında, Yüce Allah Habib’inin adabını şöyle över de:
-Habib’im Miraca yükseldiğinde bir an olsun gözü sağa sola kaymadı.
Evet, O yüce makamlarda sağa sola bakmamayı kendine hayâ edinmiş bir nebidir. Tabi huzura adab üzere varınca elbette ki huzurdan eli bomboş olarak dönüş olmazdı. Nitekim Yüce Allah (c.c) Habib’iyle birlikte ümmetini dinin direği beş vakit namaz hediyesiyle taltif edip yedi kat göklerden yeryüzüne öyle uğurlayacaktır. Miraç mucizesiyle birlikte şimdi daha iyi anlıyoruz ki ‘Edep Yâ Hû!’ sözü boşa söylenilmemiş. Öyle ya, bir insan hakikat yolunda adım atacaksa destursuz asla adım atmamalı manasına veciz bir sözdür bu.
Peki destursuz adım atılırsa ne olur? Bu durumda destursuz Hak kapısına varılsa da lütufla dönüş gerçekleşemeyecektir. Lütufla dönüş ancak ‘Edep Yâ Hû!’ sözünün mana ve ruhuna sadık adabı usulünce hareket etmekle elde edilebiliyor. Nitekim Allah Resul’ünün bizatihi Miraca adapla yükselişi ve akabinde lütufla dönüşü bunun en bariz delili zaten. İlginçtir Allah Resulü Hane-i Saadetinden dışarıya çıktığında öyle yumuşak ve seri halde bir yürüyüşü vardı ki, tıpkı Miraca yükseldiğinde ki gibi sanki yedi kat göklerde bulutlar üzerinde dolaşıyormuşçasına yürürdü. Hakeza öylesine ‘Nazar ber kadem’ usulü bir yürüyüşü vardı ki, görenler dönüp bir daha bakmaktan kendilerini alamazdı. Sadece yürüyüşüne mi mest-i hayrandılar, hiç kuşkusuz duruşu da apayrı güzellikte bir duruş olup tıpkı yürüyüşünde olduğu gibi yine seyreylemeye doyum olmazdı. Hele biri bir şey sormaya görsün asla başını çevirerek yönelmezdi, bilakis tüm vücuduyla yönelip öyle cevap verirdi. Konuşması da öyleydi, yani birine sesleneceği zaman yanına varıp öyle seslenirdi, asla uzaktan seslenmezdi. Allah Resulünün hayatında yürüyüşünden duruşuna, sükûtundan konuşmasına her ne varsa idrak edebildiğimiz kadarıyla anlaşılan o ki; ‘nazar’ rast gele bakış olmadığı gibi ‘kadem’ de gelişigüzel adım atmak değildir. Hatta ‘nazar’ için Sevgililer sevgilisinin bakışlarında kendini bulmak, ‘kadem’ içinde sırat köprüsünden geçercesine sırat-ı müstakim’ üzere adım atmaktır dersek yeridir. Yeter ki bir salik, hedefe doğru ilerlerken Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ‘Resulüm! Mümin erkeklere söyle gözlerini harama bakmaktan çekinsinler, namus ve iffetlerini korusunlar’ (Nur 30–31) ayet-i mucibinin adabı hükmünce hareket etsin eninde sonunda vuslat hâsıl olur da.
Evet, Peygamberimiz (s.a.v)’in varisi hükmünde Allah dostlarının nazarı ölü kalpleri diriltmeye vesile olurken, fesatçının bakışı da tam aksine insanı yiyip bitirir de. Hiç kuşkusuz birinci bakışta ferahlık vardır, diğerinde felaket söz konusudur. Madem öyle, bize düşen Yüce Allah’ın beyan buyurduğu “Şeytanın adımlarına uymayın” (Bakara suresi 208) emri üzere adabı usulünce hak ve hakikat yolunda adım atıp ilerlemek olmalıdır.
Hele bir insan felaha ermeye görsün başkalarının da bu yoldan istifade etmesi için çaba göstereceği muhakkak. Nitekim sofilerin her önüne gelene habire bu yolun çorbasından, suyundan, ekmeğinden, çayından, bağından, bahçesinden bahsedip anlatma ihtiyacı duyması, belli ki içinde yaşadığı sevinç yumağının kaynamasının neticesi bir arzu olsa gerektir. Zaten Allah Resulünün “Sizden biri, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi içinde istemedikçe gerçek manada imana eremez” diye beyan buyurduğu hadis-i şerifin hükmü böyle olmayı gerektirir de. İşte muhabbet bu ya, Şah-ı Hazne (k.s) bu hususta: “ Muhabbet sofilerin bineğidir demekten kendini alamaz da. Dolayısıyla bir sofi muhabbet bineği ile nereye giderse gitsin gönülleri fethetmek için at koşturacaktır. Bu arada koştururken dikkat etmesi de gerekir. Çünkü bu bir gönül seferidir, bu seferde hiçbir gönül kırılmaya gelmez de. Malum inci çok kıymetli bir mücevherat, hele düşüp bir kırılmaya görsün paramparça darmadağın olup toz duman olurda. Madem öyle, o halde gönüller yıkmak için değil gönüller fethetmek için var olmalıyız. Belli ki Yunus Emre onca seneler Tabduğun kapısını aşındıra aşındıra “Bu yol bir gönlün içine girmektir” diye boşa inlememiş. Hele ki bu hususta Peygamberimizin mübarek elleriyle Kâbe’yi işaret ederekten söylediği bir söz var ki, insanı kendinden alıp kendine getirmeye yeter artar da. Bakın, Peygamberimiz (s.a.v) gönül hakkında ne diyor: “Ey Kâbe! Sen Allah’ın evisin. Sen mübareksin. Fakat bir Müslüman, bir mü’minin kalbini kırsa yetmiş defa seni yıkmaktan daha ağırdır.” Madem Peygamberimiz (s.a.v) gönül hakkında böyle ferman buyurmuş, o halde ümmet olarak bizlere tüm gönülleri hoşnut tutmak düşer. Düşünsenize es kaza yaralı ceylan misali bir gönlü kırıp döktüğümüzü, bir daha ne mümkün ki o gönlü kazanabilesin.
Evet, bir şeyi yıkmak kolay ama yapmak zordur. Dolayısıyla neydik edip bir gönle girmek gerekir. Bakın, Şah-ı Nakşibend (k.s) yolda yürürken Hızır (a.s) ile karşılaştığında hiç oralı olmaz. Tabii bu durum Hızır (a.s)’ın dikkatinden kaçmaz ve şöyle der:
-Ben Hızır.
Ancak Şah-ı Nakşibend (k.s) yine oralı olmayıp şöyle karşılık verir:
-Bir kalbim var onu Seyyid Emir Külâl (k.s)’e verdim, bir başka kalbim daha yok ki onu da sana veriyim.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz âdâb, usul, erkân budur.
Öyle anlaşılıyor ki sofinin gönlü mürşidinin gönlü üzere olursa ancak o zaman yol alabiliyor. Nasıl mı? Tabii ki, Allah'ın lütfu keremiyle öncelikle kendine, ailesine, çoluk çocuğuna çeki düzen vererek yol almalı. Yani bir insan öncelikle kendisinden, ailesinden ve evlatlarından işe başlamalı ki sırat-ı müstakim üzere mesafe kat edebilsin. Derken bir insan kendi evinin önünü temiz tutmasıyla birlikte ister istemez bu temizlik komşu evlere de sirayet edecektir. Nasıl ki Resulü Ekrem (s.a.v.) bizatihi kendi evini, kendi odasını süpürmüş, temizlemiş yatağını kaldırmışsa bizler de pekâlâ onun ümmeti olarak bu iş kadın işidir, çocuk işidir, şudur budur demeden sünnet adabını yerine getirmemiz gerekir. İcabında bu da yetmez konuya komşuya, hatta dini hayırhasenat hizmet işlerine de el atmamız icab eder. Nitekim Seyda Hz.leri kendi işi gibi dergâhın işlerine de koşturuyordu. Bilenler bilir, bilhassa camiden çıktığı zaman, değirmen nasıl çalışıyor, fırın nasıl çalışıyor, hayvanların yemi nasıldır, hayvanlara işçiler nasıl bakıyorlar, harmanda buğday mercimek nasıl oldu, bütün bu işlerle bizatihi kendisi alakadar oluyordu. Böylece dergâh işleri aksamaksızın hal yoluna koyulmuş oluyordu. Gerçekten de Seyda Hz.lerini dünya gözüyle görenler çok iyi bilirdi ki, tedrisat zamanı tedrisat, sohbet zamanı sohbet, irşad zamanı irşad, hatme zamanı hatme, okuma zamanı Kur'an okuyup hem madden hem manen dur durak bilmeyen bir zattı. Öyle ki dergâh işiyse dergâh işi, ev temizlemekse hiç fark etmez onu da temizliyordu. Hatta bu arada akrabalarını da ihmal etmeyip zamanının yettiği ölçüde onlara da sahip çıkıyordu. Örnek mi? Mesela buğday zamanı geldiğinde ne kadar akraba, ne kadar komşu, ne kadar fakir varsa hepsini çağırıp "İhtiyacın ne kadardır? Sana ne kadar buğday lazım?" deyip her birinin sıkıntısını gidermekten asla geri durmazdı. Onlar da "Kurban şu kadar teneke lazım" dediklerinde, Seyda Hz.leri de hiç tereddütsüz " Helali hoş olsun, al götür" deyip gönüllerini hoş tutuyordu.
Ne diyelim işte görüyorsunuz her Cuma hutbesinde minberde okunan “Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı, yakınlara bağışta bulunup bakmayı emreder, çirkin hayâsızlıktan, azgınlık ve zorbalıklardan sakındırır. Umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz diye size öğüt vermektedir” (Nahl 90) ayet-i celile’nin tatbiki Seyda Hz.lerinin dergâhında ziyadesiyle mevcut zaten. Besbelli ki, Seyda Hz.leri böyle yapmakla Resulullah (s.a.v)’e mutabaat yapmış oluyordu. Üstelik 63 yaşında vefat ettiği ana kadar tüm bunları yaparken de “Ben şeyhim, ben âlimim, ben mürşidim, bu kadar insan benim yanıma gelmiş” gibi türden sözler kendisinden asla sadır olmamıştır. Hatta anamız senelerdir onlarca gelen ziyaretçiler karşısında bir gün dayanamayıp kendisine şöyle sitem etmiş:
"-Kurban olayım Seydam, sen ne yaptın ne yaptın böyle, kıyamet koptu sanki, bizim oturacak, yemek yiyecek, yatacak yerimiz kalmadı, her taraf misafir doldu taştı, hiç bir yer kalmadı, ne dışarıda, ne içeride, böyle giderse bu halimiz nice olur hiç düşündün mü?"
Tabii Seyda Hz.leri tebessüm ederekten şöyle der:
"- Halimize ne olmuş ki, endişelenmeye mahal yok, Allah’a çok şükür halimiz çok iyidir."
Annemiz bu kez şöyle sitem eder:
"- Vallah daha ne olsun, baksana şu kalabalığa?"
Seyda Hz.leri bu sitem karşısında:
"- Kalabalıksa kalabalık bana hiç bir zararı yoktur, üstelik ben çağırmışta değilim, o gördüğün kalabalık Gavs (k.s)’ın hatırı içindir, benim için değil ki. Asla bende bir şey yoktur” der.
Gerçekten de bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere Seyda Hz.leri kendisini ailesinin yanında bile hiç gören bir Gönüller Sultanıdır. Hatta Seyda Hz.leri kendisini hiç görmesine rağmen annelerimiz gelen ziyaretçiler Seyda Hz.lerini daha şık görsünler diye habire sıkıştırıp "Kurban olayım şurada şu cübbe var onu giy, burada şu taç var onu tak, şurada şu sarık var onu sar” demeden de geri durmazlarmış.
Seyda Hz.leri bunun üzerine şöyle demiş:
- "-Şunu iyi biliniz ki, şeyhlik istikametle olur, asla sarıkla, cübbeyle, elbiseyle olmaz."
Ne diyelim, şayet dert dava kendimizi hiç görmekse, işte görüyorsunuz kendinde hiçbir şey görmeme adabı bu müthiş sözlerde gizlidir. Elbette ki bizler Seyda Hz.leri gibi olamayız. Olsun, yinede en azından onların izinden iz sürüp ahlakımızı usul usul güzelleştirebiliriz pekâlâ. Öyle ya, madem Seyda’mızı (k.s) çok seviyoruz, o halde ahlakını da tatbik etmek gerekir. Ki; bu kutsi yolda Sadatların ahlakıyla ahlaklanmaya çaba sarf etmek en büyük adaptır. Zira bir mürşidi kâmilin büyüklüğünün alameti sanıldığının aksine şekli değil, Peygamber ahlakına uymakla zahir oluyor. Rasulüllah (s.a.v) bu nedenle ümmetine “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diye beyan buyurmuşlardır.
Anlaşılan o ki, bu yolda bir yandan büyükleri örnek alırken, diğer yandan da ufkumuzu ihmal etmeyip ileriye yönelik yelken açmalı da. Nitekim Resullullah (s.a.v) “İki günü eşit kılan zarardadır” buyurmakta. Hele ki, Hak yolcusu bir salik’in yerinde sayması tam bir yıkım olur ki, bu durumda seyr-u sülukunu tamamlayamayacağı aşikâr.
Evet, bu yol âdâb, usul erkân yoludur. Ancak bu yolda dedik ya ‘adab, usul ve erkân’ ancak bizatihi yaşayanı örnek almakla tatbik edilebiliyor. Madem öyle, bu ‘adab-usul-erkân’ üzere olan ilmiyle amil olmuş âlimlere hürmette kusur etmemek gerekir ki, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak durumuna düşülmesin. Kaldı ki vakti zamanın da kendimize örnek almak istediğimiz Allah dostları da adab zırhını giyerekten yola çıkıp Efendimiz (s.a.v)’in güzel ahlakına uydukları içindir bu konuma gelmişlerdir. İşte bu nedenle Arifler ‘Önce usul sonra vusul’ demişlerdir.
Peki, iyi hoşta önce usul sonra vusul nasıl olacak? Her ne kadar zor gibi görünse de tasavvufi adablara riayet etmede elimizden gelen gayreti gösterdiğimizde biliniz ki bizim içinde vuslatın hâsıl olması pekâlâ mümkün diyebiliriz.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3621/adab-ve-usul

TASAVVUFİ ÂDÂB
SELİM GÜRBÜZER
Hani kıssadan hisse almak gerekir denilir ya hep, aynen öyle de aşağıda sunacağımız her bir kıssa tasavvufi âdâbın ne demek olduğunu ortaya koyması açısından fırsat olacaktır elbet.
İşte birinci kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Bir adam geldi, Ebû’d-Derdâ’ya ibadet ve taat yaptığım halde hiç tad alamadığından dert yandı. Bunun üzerine Ebû’d-Derdâ şu tavsiyede bulunur:
—Şayet hasta ziyareti yapar, cenazelere katılır ve kabirleri ziyaret etmeyi ihmal etmezsen gönlün yumuşamasıyla birlikte derdine çare olacaktır elbet.
Adam denilenleri yapar yapmasına ama yine durum vaziyet aynıdır, kendinde hiçbir değişiklik olmaz, bu durumda tekrar Ebû’d Derdâ’nın kapısını çalıp şöyle der:
— Efendim yine hiç bir değişiklik olmadı, ne buyurursunuz?
Ebû’d-Derdâ bu kez şu tavsiyede bulunur:
—Hasta ziyaretine gittiğinde şayet kendini hastanın yerine koyarsan, cenaze defnedildiğinde şayet kendin defnedilmiş gibi düşünürsen, kabir ziyareti yaptığında şayet mezarda yatan mevta kendinmiş gibi hissedersen, işte ancak o zaman yapacağı ibadet ve tatlarda huşu elde edebilirsin.
Gerçekten de adam Ebû’d-Derdâ’nın tarif ettiği ‘âdâb-usul-erkân’ üzere hareket etiğinde kendinde bir takım değişiklikler olup olduğu ibadetlerinde huşu halini yakalar da.
İşte ikinci kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’e sürekli bir zattan bahsettiklerinde en sonunda dayanamayıp şöyle der:
— Madem öyle hadi gidelim, o zat neymiş bir görelim der.
Gittiklerinde, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) o övdükleri zatın âdâba mugayir bir vaziyette camiye girişini gördüğünde hemen orayı terk ediverir.
Tabii, merak bu ya, etraftan neyin nesi diye sorduklarında, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) cevaben şöyle der:
— Baksanıza şu övdüğünüz adamın haline, İslam’ın en basit âdâbını bile uygulamaktan aciz biri. Birde kalkmış bana habire onu övüp duruyordunuz. Şimdi sorarım size, bu adam camiye sağ ayakla girileceğinin adabını da mı bilmez. Siz siz olun bir daha böylelerine asla itibar etmeyin.
İşte üçüncü kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Malum, Osmanlı döneminin meşhur Şair Nabi’miz var ya, kendisi Eyüplü Rami Mehmed Paşa ile birlikte Hac yolculuğuna koyulduklarında tam Medine’ye yaklaşacakları sırada gördüğü lüzum üzere uykuya dalmış Paşayı ‘Terki edepten sakın, burası Rasulullah’ın beldesidir…’ manasına gelen beyitleri okuyarak uyandırır.
Paşa uyanır uyanmasına uyanır ama doğrusu sormadan edemezdi:
—Allah aşkına sen ne vakit fırsat bulup yazdın da şimdi bülbül gibi bunları bana şaklıyorsun?
Nabi:
—Paşam inanın şu an içimden geldi, böyle okudum.
Paşa nezaketen şöyle der;
— Madem öyle, bu okuduğun aramızda sır kalsın.
Amma velâkin kafile iyiden iyiye Medine’ye yaklaştığında müezzinler minarelerden Paşanın aramızda kalsın dediği o beyitler minarelerden müezzinler tarafından okunduğunda ortada artık sır mır kalmayacaktır.
Tabii, hem Paşa hem de Nabi bu durumda şaşkındırlar. Hemen Mescidi-i Nebevi ’de kıldıkları namazın akabinde ilk işleri müezzini sıkıştırmak olacaktır:
—Allah aşkına söylesenize o beyitleri nereden öğrendiniz de okur oldunuz?
Müezzin cevaben şöyle karşılık verir:
—Merakınızı anlıyorum. Ancak bu gece garib bir şeyler oldu. Öyle ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) müezzinlerin rüyasına girip şöyle buyurdular: Biliniz ki, ümmetimden Nabi isimli biri ziyaretime gelecek. Onu bizatihi benim için yazdığı şu beyitleri okuyarak karşılayın. İşte yücelerden gelen bu emir üzere bize de okumak düştü elbet.
İşte Nabi, bu ya, müezzinin ağzından çıkan Peygamber övgüsü sözler karşısında ‘ben kim övgüye mazhar olmak kim hissiyatı içerisinde kendinden geçip bayılır da. İşte edeb, âdâb, hayâ budur.
İşte dördüncü kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
İmam Malik Medine-i Munevvere’de bulunduğu sürece hayvana hiç binmezmiş. Kendilerine bunun nedenini sorduklarında cevaben şöyle der:
—Rasulüllah (s.a.v)’in bulunduğu belde de hayvan üzerinde toprağı çiğnemekten hayâ ederim.
Hakeza Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han’ın Hicaz demiryolu projesinde dikkat çeken özellikli bir ayrıntı vardı ki, tıpkı bu da İmam Malik hassasiyetinde olduğu gibi projenin Medine’ye yaklaşan kısmında Efendimiz (s.a.v)’in merkadına hürmeten tiren şehre gürültüsüz girsin diye raylara keçe döşenme inceliğinin düşünülür olmasıdır. Ne diyelim, işte hassasiyet, işte incelik, işte âdâb, işte hürmet budur. Yine Osmanlının Kâbe’nin etrafındaki revakları Kâbe duvarını geçmeyecek şekilde alçakta yapması da bir bambaşka düşünülmüş incelik ve hürmetin göstergesi şahika bir eserdir.
Anlaşılan o ki; ‘âdâb-usul-erkân’ her alanda uygulanması gereken bir husus. Madem uygulamak gerekiyor, o halde ilk evvela uygulamasını kendimizden başlayıp sonrasında hayatımızın her alanını ‘âdâb-usul-erkân’ üzerine tanzim etmekte fayda var. Şayet edebi olmayan adapsızlardan, adabı olmayan edepsizlerden olmak istemiyorsak ‘adab-usul-erkân’ üzere hayatımızı idame etmeye mecburuz da. Keza aynı mecburiyet ‘necip bir millet’ olmak içinde geçerli bir kaidedir. Aksi halde edebi olmayan bir milletin edebiyatı da olmayacağı muhakkak. Örnek mi? İşte atalarımızdan bize yadigâr kalan o müthiş edebi eserlerin her biri millet olmanın en bariz örneğini gösterir zaten. Nitekim gelinen noktada şuan halen edebiyattan söz edebiliyorsak hiç kuşkusuz bunu büyük ölçüde atalarımızdan miras kalan o edebi eserlere borçluyuz.
Evet, bizi biz yapan edebi değerlerimizle varız. Yeter ki dilin âdâbı ‘Hakk ikrar eden kelam’ olsun, kalbin âdâbı da ‘ihlâs ve samimiyet’ olsun ‘niyet hayır akıbet hayır’ olur da. Öyle ya, dil her dem Hakkı ve hakikati haykırır, kalbde bunu tasdik ettiğinde, elbette ki akıbet hayrolacaktır. Yok, eğer dil Hakkı söylemez olur, kalpte gaflet deryasında habire yüzüyorsa bizim halimiz nice olur. Yinede her şeye rağmen yeise kapılmamalı, mutlaka bir çıkış yolu vardır elbet. Nasıl mı? Şeyh Ahmed el Haznevi (k.s) bunun çıkış yolunu âdâbtan geçtiğini şöyle ifade eder de: “Şayet bir sofi kendi gücüyle gaflet halini terk edemiyorsa âdâba riayet etsin.”
İşte görüyorsunuz iş dönüş dolaşıp yine adablara geliyor. Gelmesi de gayet tabiidir. Çünkü âdâblar tasavvufì hayatın olmazsa olmaz şartıdır zaten. Baksanıza Şah-ı Hazne (k.s) üzerine basa basa âdâba riayet edin diyor. O halde açık ya da gizli her ne âdâb, usul erkân varsa bize riayet etmek düşer. İcabında riayet etmekte yetmeyebilir, bizatihi hayatımızın bütün alanına tatbik etmekte gerekir. Şayet kalbimiz kasvet hali bürümüşse biliniz ki adapsızlıktan kaynaklanan gaflet ve delalet söz konusudur. Nitekim Gavs-ı Sani (k.s)’ın kalb zikrinden letaif zikrine geçemeyen sofiler için ‘Gafletle çekme’ demesi bu durumu teyid ediyor. Bu yüzden sakın ola ki ‘âdâb-usul erkân’ ne farz ne de sünnettir deyip hafife almayalım, oysa adablar farz ve sünnetleri hakkıyla eda etmemiz için yardımcı kuvvettir. Daha da üzerine üzerine gidip her bir adabı uygulamakta fayda var. Zira âdâb bu yolun besmelesi gibidir. Nasıl ki her işe besmelesiz başlanmaz ya, aynen öylede tasavvufi hayatta da âdâb olmadan ister cehri ister hafi zikir olsun hiç fark etmez zikre başlanmaz. İlla ki salike öğretilen zikir adabı ne ise o çerçevede zikre başlamalı ki huşu halini yakalayabilsin. Sadece zikirde mi âdâb var, elbette ki bunun yanı sıra Rasulullah’a âdâb, mürşide âdâb, seyyide âdâb, sofiye âdâb, anne ve babaya âdâb gibi hususlarda nasıl vaziyet alınır, nasıl davranmamız gerekiyor tüm bunların her biride birer âdâb olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu sıralanan adabları birini diğerine, diğerini ötekine karıştırmadan her birinin hudutlarını kendi adap sınırları çerçevesinde hürmet edip riayet ettiğimizde ancak o zaman her bir âdâb bir kıymet ifade edecektir. Bu çerçevenin dışında ölçüyü elden bırakmak haddi aşmak olur ki, tamamen bu tasavvufì âdâba ters bir durum ortaya çıkarır. Hani taş yerinde ağırdır denilir ya, aynen öylede her bir âdâb ve her bir hürmete layık kişide yerinde değerlidir elbet. Dolayısıyla bütün Peygamberler bir araya gelse Allah’ın tek bir sıfatına denk gelemeyeceği gibi bir mürşitte ne kadar büyük olursa olsun sahabenin ayağındaki tozu olamayacaktır. Keza bütün seyyidlerde bir araya gelse bağlı olunan bir mürşidin konumu bir seviyede olamayacağı aşikârdır. Çünkü biri feyzinden ve himmetinden istifade edilebilecek irşad edici bir zat diğeri ise peygamber neslinden gelen ehlibeyt bir evlattır. Dolayısıyla ehlibeyt evladı mürşit değilse teslim olmayı gerektirmez, sadece ehlibeytten gelmesi hasebiyle hürmet göstermek kâfidir. Kaldı ki bir salik değil bir seyyid, bağlı olduğu mürşidinin dışında başka bir mürşide de gönlünü kaydırması da tasavvufì adabtır. Aksi halde teslimiyet noktasında mürşidinden istifade edemez.
Evet, tasavvufta teslimiyette çok mühim bir âdâb. Tıpkı bu Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a)’ın müşriklere karşı “O dediyse doğrudur” sorgusuz sualsiz dile getirdiği teslimiyetinde olduğu gibi bir adaptır bu. Ama bu teslimiyet demek değildir ki, istişare söz konusu olduğunda alanında söz sahibi ve liyakat sahibi insanlara ne danışılsın ne de muhabbet duyulsun. Elbette ki teslimiyet noktası hariç bir seyide, bir vekile, bir sofiye kendi hudutları dâhilinde istişarede edilir muhabbet duyulur da. Dikkat edin had hudut dedik, yani âlim âlimliğini bilecek, vekil vekilliğini, sofi sofiliğin bilecek. Bir insan düşünün ki, bilge insan olmasına bilge ama adabı muaşeretten bihaber, elbette ki o bilgelik bir noktadan sonra ona yük olup hiçbir işe yaramayacaktır. İllaki âdâb olması gerekir ki bilgeliği daim olsun. Keza vekil içinde öyledir, tıpkı Peygamberimizin İslam’ın yayılması için naibler görevlendirilmesinde olduğu gibi vekilde sanıldığının aksine mürşidin halefi değil, postacısıdır, yani değim yerindeyse kendisine ne görev verilmişse mektup dağıtmakla görevli bir naibdir. Dolayısıyla bunun dışında vekile özel bir anlam yüklemek haddi aşmak olur. İrşad edici konumda olan sadece mürşid’dir. Ama bu demek değildir ki mürşid irşad edici diye her şeyi bilendir. Oysa bir mürşit ancak Allah bildirirse bilir bunu dışında böyle bir şeyi telaffuz etmek küfürdür zaten. İşte bu ve buna benzer maksadı aşan sözler telaffuz etmek ya da mürşidi adına keşif ve keramet ihdas etmek hem âdâb dışı bir tutum olur hem de mürşide yapılacak en büyük adapsızlık olur.
Hatta seyyidlerden mürşid evladı olanlar var, ama öyle anlaşılıyor ki, Seyyidlere âdâb; Evladı resul olma noktasında saygıda kusur etmemekle sınırlıdır, bunun dışında mürşit evladı diye irşat edici misyon biçmek haddi aşmak olur. İrşat ve teslimiyet noktasında sofiye sadece mürşidinden fayda vardır. Bu nedenle tasavvufi ortamda 'Hazret' ibaresi seyyid için sofi için değil sadece mürşid-i kâmil için kullanılır. Dolayısıyla Seyyidler için illa bir ifade kullanılacaksa da ehlibeyt neslin gülleri çerçevesinde 'Seyyidim' diye hitap etmek kâfidir. Keza sofi içinde kurban demek kâfidir. Öyle ki; her Seyyid mürşit değildir. Evet, ama had hududu aşmak olur, onlara ancak bakılabilir. İşte had hudud bilme adabı budur.

Tasavvufta bir diğer mühim adablardan biride mütevazinliği elden bırakmama âdâbıdır. Müberra dinimizde müminlerin birbirine karşı alçak gönüllü, dışa karşı ise çetin olması esastır zaten. Dolayısıyla Allah için kardeşlik hukuku çerçevesinde birbirimizi uyaracağız ama bu uyarı birbirimizi incitmeyecek türden olmalıdır. Hem kaldı ki İbrahim (a.s) bir peygamber babası olarak kurban olarak adadığı İsmail için 'Ey oğul! Allah için yat kurban ol ki, bıçak bile senden incinmesin' demişken biz nasıl olurda birbirimizi incitebiliriz ki. Allah korusun şayet bir gönül incitirsek bir gün bir bakmışsın bizi de inciten olmuş. Malumunuz gönülleri kazanmak hususunda bugün olmuş halen hafızalarımızdan taptaze bunun en çarpıcı örneği Seyda Hz.leri var önümüzde. Öyle ya, Seyda Hz.leri şayet inciten olsaydı Menzil gelinen bu noktada bu denli dolup taşar mıydı? Keza babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’de kendi irşat döneminde öyleydi. Nitekim baba Gavs kendi irşat döneminde sofilerini sürekli olarak “Siz onların ilahlarına söverseniz onlarda size söver” şeklinde uyarmış bile. Böylece baba oğlun gösterdiği bu gönül fethi sayesinde Nakşibendî yolunun adabları Gavs-ı Sani (k.s) döneminde daha da bir tavan yapıp, bu yolun adabları insanlara sevdirilmiş oluyor. Tabii bu yolu sevmek iyi hoşta, ancak burada dikkat etmemiz gereken bir başka adab var ki, o da 'Benim yolum doğru, seninki yanlıştır' deme handikabına düşmemek adabıdır. Nasıl ki Kâbe’ye giden yollar farklı olsa da, sonuçta aynı noktada buluşulmakta ya, Saadatlarda aynen tamda bu örnekten hareketle sofilerine şu öğütte bulunmuşlardır: “Her kim başka bir tarikatın mensubuyla bir araya geldiğinde kendi mürşidini ve meşrebini anlatmak yerine onun mürşidini ve meşrebini konu edinsin.” Besbelli ki Nakşibendî Sadatları her türlü taassuba mahal bırakmaksızın herkesin yolu kendince güzeldir ilkesini âdâb edinmişler. Madem öyle, Sadatın öğütlerine kulak verip durduk yere hiç kimsenin muhabbetiyle meşrebiyle oynamamak düşer bize.
Evet, Allah için mürşidi sevmek güzel bir duygudur elbet, ancak âdâb olmazsa bu güzel hissiyat neye yarar ki. Bakın, İmam-ı Şarani (k.s) bu hususta ne diyor: “Sofi mürşidinin gerek huzurunda gerekse gıyabında âdâb üzere olmalıdır. Hatta evine gittiğinde de mürşidinin tarafına ayağını uzatmamasında fayda vardır.“ Ki; burada bahse konu olan sıradan biri değil, dikkat ettiyseniz bizatihi Peygamber varisi kâmil mürşitten söz ediliyor, elbette ki gıyabında da olsa hürmete layık olması gayet tabiidir. Örnek mi, işte Gavs-ı Bilvanisi Abdulhakim el Hüseyni (k.s) bunun en bariz örneği zaten. Öyle ki, Gavs Hz.leri sırtını hiçbir surette asla Suriye’ye doğru dönmediği gibi ayağını da o tarafa uzatmazdı. Çünkü orada Şah-ı Hazne (k.s) vardı. Nitekim bir gün Gavs-ı Bilvanisi (k.s) abdest alırken on altı defa adeta hop oturup hop kalkıyormuş. Tabii, sofiler merak edip bu ne iştir diye sorduklarında şöyle der:
— Şah-ı Haznenin çocukları orada oynarken, ben nasıl olurda rahat rahat oturup abdest alabilirim ki.
Malum, birileri yine o bildik algı operasyonlarıyla üstlerine ne vazifeyse durup dururken Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün ta milletvekili olmadan önceki yıllarda Şahı Hazne’nin meşrebi üzere olan bir zatın elini öpmesini ellerine dillerine dolamaya kalkışmışlar. Oysa kendilerinin mesele olarak gördüğü el öpmeyi Gavs Hz.leri bizatihi Şah-ı Haznenin görmek için Suriye sınırından mayın tehlikesini göze alaraktan defalarca ziyarette bulunarak icra etmişte. Şimdi sormak gerekir, Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri gibi bir zat bile değil mürşidine, mürşidinin çocuklarına bile âdâb göstermekten imtina etmemişken, bir devletlû hürmet etmiş çok mu? Kaldı ki âlimin elini öpmek insanı küçültmez, bilakis yüceltir de. Nitekim Yavuz Sultan Selimin bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur kaftanını ilme hürmeten saklaması bunu teyit eden bir durumdur.
Yine bir dikkat çeken bir başka adab ise mürşit-halife ilişkisinde görülür. Şöyle ki, Gavs-ı Sani (k.s) asla Seyda (k.s)’ın bulunduğu mekânda ziyaret vermezdi. Seyda (k.s)’da babası Gavs-ı Bilvanisi Abdülhakim el Hüseyni yanında öyleydi.
Velhasıl kelam, yukarıda verilen örneklerden de anlaşıldığı üzere âdâb konusu çok mühim konu. Zira İmam Malik, İmam Şafi'nin yanında yirmi sene kalıyor. Yirmi yıl içerisinde hocası ona on sekizi adap ve edepten ders veriyor, son iki senesinde ise ilimden bahsediyor. Derken İmam Malik yıllar geçtikten sonra hayıflanıp ‘Keşke İmam Şafii; son iki yılında da edepten adabtan bahsetseydi’ demekten kendini alamaz da. Ne diyelim, işte görüyorsunuz bu müthiş sözlerin dışında başka söze ne hacet var ki, âdâbın bu denli mühim bir konu olduğu bu sözlerde ziyadesiyle mevcut zaten.
Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3640/tasavvufi-adab