SİVİL İNİSİYATİFİ ÜSTLENMİŞ İKTİDARDAN HADİM DEVLET’E

SİVİL İNİSİYATİFİ ÜSTLENMİŞ İKTİDARDAN HADİM DEVLET’E

ALPEREN GÜRBÜZER
Ülkemiz, çok hızlı bir süreçten geçiyor. Bu sürecin birçok sancıları beraberinde taşıdığı da muhakkak. Bütün bu sancıların gücünü halkdan alan sivil katılımcı ve sivil iktidar anlayışı ile çözüleceği inancın¬dayız.
Aynı zamanda çok karmaşık bir süreç içindeyiz. Yaşadığımız kör düğüm bir ömür törpüsü sanki, Üzerimizde oynan oyunları doğru değerlendirip ya da görmezlikten gelen çok kişi var hala aramızda, Allah korusun hepimiz dipsiz kuyuya düşersek hapı yutarız inanın çıkamayız da. Bu kördüğümü çöze¬cek sivil toplum, sivil katılım ve sivil inisiyatif gibi unsurları ile mecz olmuş ‘sivil iktidar’ hal yoluna koyabilir ancak. Klasik devlet modeli ile meselelerin üstesinden gelinemez. Çünkü önümüzde globalleşen bir dünya söz konusu. O halde hızla globalleşen dünyada ülkemizi hak ettiği yerlere getirecek bir sivil iktidara ihtiyacımız olduğu gibi bulunduğumuz coğrafyamızdan şahsiyetli dış politikalarla bizi ötelere taşıyacak diplomasi atağına da ihtiyacımız var. Aksi takdirde daha da küçülen, dış dünyaya kapalı, sürekli iç ve dış olayların etkisiyle didişen bir Türkiye olmaya mahkûm kalırız. O halde Lider bir Türkiye için yapmamız gereken sivil örgütlenmeyi tabandan tavana yayacak bir mekanizma ağını biçimlendirerek yola koyulmak olmalıdır.
Jeopolitik alandan jeo-ekonomik alana geçiş sürecinde, güçlü bir sivil iktidar ağına ihtiyaç var. Jeo-ekonomik alan çok geniş bir alan çünkü. Uluslararası rekabetin mali sermayeyle ölçüldüğü, ekonomik gücün uluslararası pazarlardaki konumuna göre belirlendiği bir sahadır bu alan. Bilindiği gibi Gümrük Birliği olayı, Türkiye’yi ister istemez jeopolitik sahadan jeo-ekonomik alana itmiştir. O halde sivil inisiyatif üstlenmiş iktidar, projelerini ekonomik bütünleşmelerin yaşadığı ve pazarların büyüdüğü dünyamızın şartlarına göre ayarlamalı. Artık devletimi¬zin sınırlarını coğrafi faktörlerden ziyade, ekonomik ilişkiler belirliyor. Milletlerarası ekonomik ilişkilerimizde geldiğimiz nokta, bizim güçlü bir devlet olup olmadığımızın göstergesi oluyor. Uluslararası piyasalarda kredi notumuzun düşüp düşmediğini belirleyen tutarlı bir göstergelere sahip olmak istiyorsak önce içte tutarlı politikalar izleyip sonrada bir sivil iktidar ruhu ile milletlerarası ekonomik alanda hükmü geçecek müreffeh bir toplum oluşturmak gerekiyor. Zira bizim Sivil ve katılımcı anlayışa sahip iktidardan anladığımız; toplumun refah seviyesini dünya standartları seviyesine çekecek iradeyi sergileyecek güce sahip muktedir iktidardır. Ekonomik rekabetin yaşandığı, mali sermayelerin hızlan¬dığı global pazarların birlikte büyüdüğü alanlar çatışmaların ve terörizmin azaldığı yerlerdir. Çünkü ekonomisini dünya rekabe¬tine göre ayarlamış ülkelerde sosyal tabanlı militanlaşma eğilim¬leri yok denecek kadar azdır.
Ülkemiz, jeoekonomik sahalara sıçradıkça bir takım men¬faat odakları, zinde güçler bu gelişen süreci durdurmak için cinayetler işleyip terör hadiseleri tertipleyebilmektedirler. Zaten içinde bulunduğumuz san¬cıların temelinde yaşadığımız süreci tersine işletmek isteyenlerin engellemelerinden kaynaklandığını bilmeyen yok gibi.
Toplumdan uzak ve dışa kapanık devlet, hantal devlet diye tarif edilir hep. Dünya ile bütünleşme derken, tabi ki kimliğimizi inkâr etmek manasına değildir, bilakis ‘hadim devlet’ anlayışı ile hareket etmek demektir. Türkiye, güçlü bir devlet olmak istiyorsa toplumun fonksiyonel değerleri ile süslenerek uluslararası finans ve dış ticaret rekabetinde yer almalıdır. Devamlı tekleyen ya da dünya gerçeklerini ıskalayan bir devlet değil, sürekli ekono¬mik, ticaret ve finansman açığını kapatan, üreten, çağ atlatan devlet bizim kabulümüz¬dür. Çünkü genlerimizde mevcut olan gelişmecilik ruhu buna zorluyor bizi, üstelik ufukta başka çıkış yolu da gözükmüyor. Yine de hadim devlet ve sivil inisiyatif üstlenmiş iktidar yapılanmanın işaretlerinin görülmesi ümidimizi tazeliyor. Halkının hizmetine koşan devlet, ancak topluma ayna olabilecek enformasyon müesseselerinin sağlıklı işlemesiyle ayakta durabilir. Türkiye dünya coğrafyasında konumu itibariyle büyük bir güç, ama gücümüzün farkında değiliz. Yıllardır Sivil inisiyatif üstlenmiş iktidarlar işbaşına gelmediğinden dolayıdır ki mali sermayeye sahip olamamışız. Sivil iktidar anlayışı geliştikçe mali sermayenin oluşacağı muhakkak, bu noktada henüz ümidimizi yitirmiş sayılmayız. Bazı çevreler sivil inisiyatif üstlenmiş iktidarın gelmesiyle birlikte küresel boyutta mali sermaye girişimlerinden rahatsız olacaklardır elbette. Oysa yeterli mali sermayenin eşiğine geldiğimizde, ya da kişi başına milli gelir seviyemiz onbin dolarları bulduğunda hadim devlet bilincine daha da erişmiş olacağız. Anlaşılan odur ki, bölgesel gücümüzün yanı sıra yeterli mali sermayeyi yerli yerinde kullanabilecek sivil inisiyatif mekanizmaları üstlenmiş iktidarlarla ancak ‘güçlü bir devlet’ gerçekleştirebiliriz. Türkiye, hızla bu süreci işletmeli ki rahat nefes alabile. Şayet bölgemizde lider devlet olmak istiyorsak... Maalesef daha henüz tamamıyla sivil inisiyatif üstlenmiş iktidar yapılanması gerçekleşemediğimizden dolayı, coğrafyamızda cereyan eden olayları çözmekte zorlanıyoruz. Bürokratik engeller sivil inisiyatif ruhunu törpülüyor habire. Fakat hadim devlet ve halkı ile bütünleşmiş iktidar gerçekleştiğinde, kendi enformasyon mekanizmalarını kurup, öz¬lenen güveni ve refahı vereceğine inancımız tam bu yüzden.
Yıllardır sivil inisiyatif üstlenmiş iktidar yapımız olmadığından, devlet sü¬rekli bir takım gerçekleri toplumuna açıklıyamıyordu. Yani devletin emrinde olan tüm enformasyon mekanizmalarını rahatlıkla manipüle edilebiliyorlardı. Bu tür uygulamaları Osmanlı da ‘’Hikmet-i hükümet’’ mucibince yapıyordu ama, sonuçta devlet-i aliye tebaasına güven verebiliyordu. Osmanlı’nın kendi yaşadığı şartları göz önüne alındığında yaptığı doğruydu tabiî ki. Çünkü toplumun bütün unsurlarıyla barışıklığı sağlamış devlet vardı ortada. Türkiye Osmanlı’dan miras kalan hikmet-i hükümet çizgisini aldı almasına da, fakat Osmanlıdan tek farkı halk devletine tam olarak güvenememiş durumda, sadece halk şimdilik olup bitenleri sessizlikle izlemekle yetiniyor.
Deniliyor ki devletin kendi emniyeti için bazı gerçekleri gizli tutması gerekiyor, buna itirazımız yok, zaten bütün dünyada bu böyledir. Yasakçı bir ortamda komplo-teorilerinin gırla gitmesi de gayet tabiidir, buda doğru bir tespit. Ancak mesele şurada düğümlüdür; toplum hergeçen gün devletin tepesinde bulunan devlet erkânına güvenini yitiriyor. Bu yüzden güvensizlik sendromuna itilmiş toplum, ister istemez öz¬gürlük adına devletten açıklık ve şeffaflık istiyor
Demek ki devlet boşluğu, hükümet krizi, siyasi iktidarsızlık gibi bir takım sancıların özünde hep daha henüz muktedir iktidarın gerçekleşemeyişinden kaynaklanıyormuş meğer.
Zira Siyaset biliminde, devletin kendi iyiliği için açık olmamasına ‘’Raisan d’Etat’’ denir. Osmanlı’da bu kavramın tam karşılığı ol¬masa da, yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bu kavrama ‘’Hikmet-i hükümet’’ denilirdi.
Bizim bugün sıkça söylediğimiz sivil inisiyatifi üstlenmiş iktidar anlayışını, devleti aliyye’nin kendi çağı içinde uyguladığı siyasetin bir değişik benzer örneğini, bugün de çağımızın şeffaflık anlayışı çerçevesinde hikmet-i hükümet çerçevesinde ele almakta fayda var. Hikmetimizi, kerameti kendinde menkul anlayışında değil, geniş ufuklulukta aramalı, yani hikmeti hükümetimiz, sivil toplum unsurlarının katılımı ve refah seviyesinde yaşanılır ortamın doğması tarzında gerçekleşmeli. Os¬manlı, yüzyıllarca Hikmet-i hükümet prensibini hiç kimsenin diline, dinine, mezhebine ırkına müdahale etmeden hoşgörüyü esas alan bir siyaset uyguladığı için üç kıtada adalet mümessili başarılı cihangir bir devlet olabilmişlerdi. Yaşadığımız dünyada, Asya, Avrupa ve Amerika’nın paylaştığı mali sermaye üçleminden birini tercih etmiş durumdayız. Bu üç grubun mali sermayeleri rekabet halinin yanısıra nerdeyse birbiri içine girmiş durumda. İşte bu uluslararası mali sermayede güçlü bir devlet yapılanmasını gerçekleştirecek, aynı zamanda halkının güvenini kazanmış gerçek manada Hikmet-i hükümet hüviyetini kazanmış iktidarın varlığını ortaya koy¬malı. Aksi takdirde dünyaya kapalı vizyonsuz bir devlet görünümü olmaktan kurtulamayız.
Bütün problemlerin üstesinden gelecek muktedir iktidar ve katılımcı devlet yapısını, vakit kaybetmeden pratiğe geçirmeli. Bakın ABD süper devlet olma özelliği ile en ufak terör hareketine karşı hemen güvenlik mekanizmalarına işlerlik kazandırabiliyor ve zaman zaman başarılı olabiliyorlarda. Sü¬per devlet olmanın verdiği hava ile ABD için dış baskı gibi ayıplamalar söz konusu değildir ve olamaz da. Çünkü hem ekonomik olarak üstün hem de iç ve dış mekanizmalarını her daim işletir durumdalar. Türkiye demokratikleşme yolunda daha henüz mali sermayesini yeterli seviyelere getiremediği için, gerek insan hakları adına gerekse özgürlükler adına vs. hem içerden hem de dışardan şamaroğlanı muamelesi görüyor, bu konuda uluslararası arenada devamlı kınanıyoruz. Nitekim bir takım güzel kavramlar ve slogan¬lar ülkemize koz olarak kullanılabilmekte de. Oysa bir zamanlar insan haklarını dünyaya biz göstermişiz. Şimdi ise her şey ters-yüz olmuş, bize öğretiyorlar. Fakat bu tür dayatmaları Suriye ve Irak’a uygulayamazsınız. Çünkü oralarda otoriter rejim söz konusudur. Demek ki demokratikleşme süre¬cinde, tam anlamıyla muktedirliği yakalamış iktidarlar olmadığından dolayı iki arada bir derede sürekli çırpınıp duruyoruz. O halde bize ait hikmet-i hükümet siyasetimizi uygulayacak iradeyi içerdeki sivil toplum unsurları ile barışıklığı sağlamış ve aynı zamanda Ankara’nın derin koridorlarında oynanan oyunlara yem olmayacak azim ve kararlılığına sahip ‘durmak yok, yola devam’ diyebilecek iktidarları işbaşına getirmekle gerçekleştirebiliriz. Ancak bu anlayışa sahip iktidarlarla komplo-teoriler ağından kurtulabiliriz diye düşünüyoruz.

HADİM DEVLET ANLAYIŞI
Hadim devlet kavramına gelince;
Hadim hizmetkâr demek. Yani halkın hizmetinde fisebilillah koşmak, halka hizmetin Hakka hizmet olduığunun şuuruna varmış devlet demektir. Devlet, toplumun hadimi olmalıydı oysa. Ne yazık ki, şimdiye kadar ki uygulamalarda devlet daima toplumun önünde yer aldı. Devlet baba fikri kitlelerin ruhuna işlenildi sürekli, bu durumda devletten ne beklenilirdi ki. Her şeyi devletten bekle¬mek duygusu geliştikçe, toplum sivil inisiyatifini kullanamaz hale geldi sanki, hatta sivil ruhunu kaybeder vaziyete büründü. Osmanlı’nın o ihtişamlı dönemlerinde devlet hadim rolü ifa ettiği için, tebaa’nın devlete bakışı ‘’baba’’ tarzında gerçekleşmiştir hep. Ha¬dimiyet şuurundan uzaklaştığımız devirlerde ise yöneticiler toplu¬mun bu iyi niyet duygusunu istismar etmişler ve şahsi menfaatleri uğruna hem devleti, hem de toplumu kendi çirkin emelleri doğrultusunda kullanan misyon üstlen¬mişlerdir.
Milli iradenin önünde en büyük engellerden biri de hala devleti ‘baba’ olarak telakki etmemizdir. Devleti baba görmek duygusu devlet baba geleneği şartlarında doğru bir kanaat olarak yerleşti içimize. Ama günümüz şartlarında aynı tutumu devam ettirmek, sivil toplum anlayışına terstir.
Yükseliş ruhunda idarecilerimiz icraatlerinde daima Allah’ı hatırlayacak çaba içerisinde idiler. Öyle bir devran geldi ki, Halife Ab¬dülmelik, Hilafeti’nin başında: ‘’Bugünden sonra kim bana Allah’ı hatırla diyecek olursa başını kopartırım’’ çağrısında söylediği sözlerin mana ve ruhuna uygun devlet mantığı yerleşiverdi. İşte bu nok¬tadan sonra olanlar oldu, ister istemez ‘vay halimize’, ‘vay anam’ seslerini sıkça işitir olduk böylece. Demek ki bugüne kadar bitmek tükenmek bilmeyen hayıflanmaların sebep zincirini buralarda aramamız gere¬kiyormuş. Nitekim geldiğimiz noktada hadimiyet bilinci zayıflayan yöneticiler, kendi emellerini ha¬kikatmış gibi topluma dikte ettiler hep. Dikte ettikleri şey kalbimize inen oktu oysaki. Toplum ise koyun misali, olana razı seyir takip edip, kaderimiz buymuş haletiruhiyesine bürünüverdi. Oysa Müslümanlar olarak ‘iman’ın yanısıra ‘katılımcı demokrasi’ mücadelesi de vermeliydik ki aydınlık yarınlar gerçekleşebilsin. Bana göre hava hoş demek nereye kadar. Bu tür umursamazlıklarla bilmem kendi kuyumuzu kazıdığımızın farkında mıyız?
Elbette ki insanız dengemiz şaşabilir. Fakat düşüncelerimizi, fiillerimizi hep bizim adımıza karar ver¬mesini sandığımız bir takım güçlere teslim etmek nereye kadar devam edebilir ki, artık uyanma bugün değilse ne zaman? Bazen hararetli tartışmalara girdiğimizde mangalda kül bırakmıyoruz maşallah, ama iş ciddiyete bindiğinde suspusuz her nedense. Kabahatimiz boyumuzu aşmış, birazda suçu kendimizde aramalı. Yoksa haramiler gözümüzün içine baka baka hürriyeti ve lüks yaşamayı kendilerine, itaati de biz sürülere(onların gözünde) tanıyacaklar. Nitekim anca beraber kanca beraber artık gerilerde kaldı. Fertlerden yoksun devlet modelini, ‘devlet baba’ olarak algılayarak yıllarımız heba ettik. Rüzgârlar ters yönden püfür püfür eserken, biz hala çıkmaz sokaklarda kayıbız, derken devleti kutsal bir aziz, toplumu da güdülen koyun görme anlayışımız bugünlere dek süregeldi.
Devlet şuurumuz, ferdi hürriyetlerle beslenmediği için, de¬mokrasi tartışmaları da hiçbir zaman gündemden düşmedi. Başka ülkelerde tanınan demokrasi, maalesef İslâm dünyasında kök salamadı. Çoğulcu zihniyetin önüne geçen bir takım zinde güçler her ne kadar demokrat görünmeye çalışsalar da, kazın ayağı hiç de öyle değilmiş meğer. Bir eli yağda bir eli balda, bu ne saltanat, bu duruma dur diyecek irade hani nerede? Bu ülkede ikinci sınıf vatandaş muame¬lesi görmemek istiyorsak, mutlaka çoğulcu anlayışı bütün kurumlara yerleştirmek gerekiyor. Tahakküm eden birtakım fırsat düşkünü zinde güçler suni gerginlikleri sağlayarak saltanatlarını devam ettirmekteler ve sivil inisiyatif gelişmeleri durdurmaya çalışmaktadırlar. Bakalım bu saltanat nereye kadar sürecek, ergeç bir gün hesabını verecek günlerde gelecek elbet. Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamış, onlara mı kalacak, sanmasınlar ki sonunda zafer var. Adalet bu dünyada gerçekleşmese de, bunun birde mahşer yüzü de var. Ateş düştüğü yakar çünkü. Baskıya dayalı devlet anlayışının yerine hürriyeti ön plana alan ve hadimiyet şuuru içinde hareket eden ‘hadim devlet’i inşa etmeli. İster Müslüman isterse gayri müslim olsun mensup oldukları dinlerine göre yaşamasına imkân veren hoşgürü çerçevesinde hareket eden devlet modeli zaruridir. Çoban sürüsünün hizmetine ram olmalı ki, sürüden verim alınabilsin. Aksi takdirde çobanlar başımızda kurt olacaklardır. Her kültüre ve her dine mensup zümrelerin, serbestiyet ortamında yaşamasının ancak ve ancak çoğulculukla mümkün olabileceğini bilmeliyiz. İhtilafların kaynağında genelde katılımcılık anlayışının ve bireysel özgürlüklerin olma¬masından doğan sıkıntılar sözkonusu. İslâmi kaideler, hiçbir kimseye veya toplumlara zorla ku¬ral dayatmaz. Vahiy ve sünneti seniyye, kişileri ve toplumları İslâmca yaşamaya zorlamaz. Bilakis, İslâm’ı yaşamaya imkân verecek manzumeleri ortaya koyar. Kabul etmek veya etmemek nok¬tasında tercih insana verilmiştir.
İslâmın güya insanları tahakkümle müslümanca yaşa¬maya zorladığını iddia ediyorlar. Oysa bu kuru bir iddia, geçerliliği yok, bu yöndeki yanlış kanaatleri talihsizlik olarak yorumluyoruz. Zira İslâmi prensipler, baskıya dayalı kaideler olmayıp, aksine imkân ve fırsat tanıyan hükümlerdir. Devlet, tebaasını ister Müslüman, ister Yahudi, isterse Hiristiyan olsun, hürriyet ve hakemlik esasına göre idare etmelidir. Tüm mesele, devletin devlet olma vazifesini layıkı ile ifa etmesidir. Devlet sadece asker besleyen, vergi toplayan, dış sınırlarımızı kollayan ve gerektiğinde savaşan mekanizma demek değil¬dir. Toplumun taleplerine, katılımcılığına sahip çıkan bir aygıt gerçek manada hadim devlet demektir. Hür iradeye dayanmayan devlet ergeç yıkılmaya mahkûmdur. Sosyal devletin temellerini şimdiden atmamız lazım. Sosyal güvenliğini sağlamış, toplumun bütün katmanlarını kucaklamış, örgütlü toplumdan çekinmeyen devlet; ancak hadim devlet olarak nitelenebilir.
Devlet mekanizmasının, belli bir kesimin lehine işletilmesi kabul edilemez. Herkesin ekonomik güvenliğinin sağlandığı ve sosyal güvenlik şemsiyesiyle hür bir toplum idame etmek mecburiyeti vardır. Sosyal güvenlik sistemini biran evvel hayata geçirilmesi için biran evvel gerekli adımları atmalıyız. Bu reformın uygulaması ancak politik mülahazalardan sıyrılan kadrolarla gerçekleşebilir.
Politize olmuş kadrolar bir zamanlar KİT’leri arpalık olarak kullanıp, sosyal güvenlik kuruluşlarını da çiftliği sanarak, yıllarca fakir fukaranın ve yetimin hakkını yemişlerdi. Ehil kimseler işbaşına getirilmeye başlanılması ile birlikte köstebekler yuvalarından çıkarılarak, rantiyecilerin yavaş yavaş temizlenmesi biraz olsun içimizi ferahlatmıştı. Bu tür icraatları sevindirici gelişmeler olarak görüyoruz. Demek ki, istenilirse ehil kadrolar elinde bu tür kara paralar temizlenebiliyormuş, Gümrük Bakanı Gün Sazak’ın döneminde kaçakçılığın canına ot tıkaması bunun en tipik göstergesidir. Yeter ki kara parayı temizleme mekanizmaları işletilebilsin, gerisi kolay.
Malum olduğu üzere zekât toplumumuzun en büyük sosyal güvenlik sistemlerinden biri olduğu gibi malın kirini temizleyen en büyük reçetedir. Sadece zekât organizasyonuyla da yetinmeyip A’dan Z’ye yapılanma sürecine hız kazandırılıp hatta toplumun bütününü kapsayacak en verimli sosyal güvenlik reformu uygulamalarına işlerlik kazandırılıp biran evvel kara paralar temizlenmeli ki yoksulların mahzunluğu sevince dönüşebilsin. Hele hele yetimlerin gözlerindeki sevinci görmek bu dünyada nasip olursa, bundan böyle ölsek de gam yemeyiz artık, en azından gözümüz kalmaz arkada. Öyle ki bu durumda dünyanın kederi bile vız gelir hepimize.
Kanunları tanzim ederken, sosyal hayatı göz önünde bulundurup, kaosa meydan vermemeli. Toplumu hesaba katan, ferdi hür¬riyetleri esas alan kanunlar, ‘hadim devlet’ olgusunun gereğidir. Toplumun gerçekleriyle bağdaşmayan kanunlar, baskıcı ve da¬yatmacı prensipler olmaktan öte anlam ifade etmez. Kanunlar ferdin vicdanı ile mutabık olmalıdır. Vicdan aslında subjektiflik içerir, kanun ise şeklidir. İkisi de aynı yolun iki farklı yüzüdür oysa. Yani her ikiside dış ve iç gibidirler.
Kanun daha çok genele yönelik, vicdan ise ferde. Kanun¬ların da dolduramadığı boşluklar var. İşte bu noktada vicdana iş düşmektedir. Tabii bu arada vicdanın biçimi de önemli. Bizim vicdandan kastımız ‘kalb-i selim vicdan’ olsa gerektir. Devlet kanunlarını tanzim eder¬ken, mutlaka toplumun seviyesine ve ferdin vicdanını incitmeyecek düzenlemeler getirilmesi gerekir. Aksi durumda çıkarılan yasalar katılaşıp, anarşi ortamı doğuracaktır elbet.
Ülkemizde gereği gibi hadim devlet anlayışı olmadığı için, ne vicdanlara yönelik kanunlar çıkartılabiliyor, ne de suçların çoğalmasını önleyecek caydırıcı kanunlar ifa edebiliyoruz. Devlet, maşeri vicdanla barışık kaideler ortaya koymalı ki, toplum¬da makes bulabilsin. Toplumla barışık olmayan kanunlar çoğu kere müsvedde paravana dönüşmüş yırtık kâğıt muamelesi görmektedir. Mutlaka ve mut¬laka kanun ve vicdan ölçüsü şart. Her türlü keyfiliğe son vermek hadim devlet prensibinin gereğidir. Memleketimizde herkes birinci sınıf vatandaş olmalı. Bu ülkenin nimetini de külfetini de paylaşanlar hukuk önünde eşit olmalı. Nimetinden yararlananlara ayrı muamele, külfetini çekenlere başka davranmak hadim devlet zihniyetine ters bir durumdur. Aslolan kanunların toplumun beklentilerine cevap verebilmesidir. Hadim devlet mantığını, Türkiye’nin zihni omurgasına yansıtmalı. Ciddi ve şahsiyetli dış politika uygulamaları ile yeni nesillere güçlü bir Türkiye miras bırakmalıdır.
Ateş çemberinden çıkmış coğrafyamıza yeniden kendi ha¬kikatine teslim olacak hadim devleti kazandırmak, biricik vazifemiz sayılmalı. Maziden geleceğe köprü misyonu üstlenecek, bütün¬lüğü sağlayacak sivil inisiyatifi üstlenmiş iktidar yarınlarımızın teminatıdır. Bahtsız ve karayazılı toplum olmak alınyazımız olmamalı. Üç kıtada hükmeden coğrafyadan arda kalan kısım bir asır öncesine nisbetle devede kulaktır geldiğimiz nokta. Yeniden ayağa kalkmak, yeniden dirilişe geçmek ve kendi rönesansımızı kurmak mecbu¬riyeti vardır. Bu, temenni olmanın ötesinde misyonumuzun ge¬reğidir.
İdeallerimiz dış veçhesiyle Kırım’a, Kafkasya’ya, Basra Körfezi’ne, Hicaz’a, Kuzey Afrika’ya uzanıyor, adeta Orta Avrupa’yı da içine alan bir hilale benziyordu. Ecdadımız bu geniş coğrafyayı şanına uygun tarzda sosyal adaletle senelerce idare etti. Vaktiyle bünyemiz yara alınca, hudutların her tarafında sancılar nüksetti için için. Yaşadığımız sancıya rağmen, yine de ümit varız gelecek¬ten pare pare. Çünkü var olmuş duygusunu yitirmemiş, çağın gerçeklerini bilen aynı zamanda kimliği ile barışık gençlerin hayata göz kırpan faaliyetleri muktedir iktidarın gerçekleşeceği günleri müjdeliyor. Tabii bu arada yılların önümüze koyduğu kangrenleşmiş çileleri de hesaba katmalı, bu durumu peşinen kabullenmek zorundayız. Her medeniyet, büyük çileler neticesinde doğabilmiştir çünkü. O halde hâkim devletten hadim devlete giden yolda ateşle oynamak da var. Yeniden bünyemizi tamir edip, çağlara kanatlanmakta var tabii. O halde Rumeli’ni kaybettikten sonra dengesini yitiren devletimizi çalışan azalarına kavuşturmalı yeniden. Sa¬dece toprak kaybetmedik, kaybolan bir tarih, bir ülkü, bir kültür, bir medeniyetti. Bu sefer kaybetmek yerine kazanmak var, öyleyse hep beraber ileri! Diye haykırma zamanı. Gün bugündür, ötelere kanatlanma günü, hem de çağları fethedecek gün. Gün ebet müddettir. Aynı zamanda gözümüz arkada kalmadan Yaratana kavuşma günüdür.
Sözün özü, hafızamızı yeniden kazanarak, hâkim devletten hadim devlete geçip, yeniden misyonumuzu cihana yaymalı. Hadim devlet fikrine dün olduğu gibi, bugün de acilen ihtiyacımız var. Zira yeni nesil bu uğurda ümit kalelerimizdir.