S. SAKİ'NİN SEYDA (K.S.) VE GAVS-I SANİ HAKKINDA RÖPORTAJI

SEYYİD SAKİ İLE SEYDA (K.S.) VE GAVS-I SANİ (K.S.) HAKKINDA RÖPORTAJ
Röportajı yapan: ALPEREN GÜRBÜZER

—Seyyidim, Seyda Hazretlerinin çocukluk dönemlerinden anlatır mısınız?
—Çocukluk dönemleri hatırımıza gelmiyor. Ancak son irşat dönemleri aklımıza geliyor. Seyda Hz.leri Gavs Hz.lerinin en büyük destekçisi ve yardımcısı idi. Gavs (k.s.), dar-ı beka’ya irtihal edince yirmi seneyi aşkın bir süre irşat faaliyetine koyuldu. Bu sefer yardımcı olarak Seyyid Abdülbaki hazretleri (Gavs-ı Sani) vardır ve onun dışında doğru dürüst yardımcısı olmamakla beraber, bu kadar geniş bir kitleyi irşat edebildi.
—Seyyidim, Gavs-ı Sani Hazretleri aynı zamanda babanız oluyor. Bir baba olarak halifelik döneminde Seyda Hz.leri için ne derdi?
—Bize nasihati genellikle şu oluyordu:
“Eğer benim evlatlarımsanız bana itaat etmeyin, bu zata itaat edin. Benden hiçbir şey sormayın.”
Yani kendisini kesinlikle baba olarak, bizimle kendisini mürşidin arasından çıkarttı. Bizi bu tarikata ısındıran Seyyid Abdülbaki Hazretlerinin halleri ve bu tavırları oldu. O’nun davranışları aileye çok etki yaptığı gibi, bizleri de Seyda Hazretlerine daha çok yakin kılıyordu. Hem bizleri mümkün mertebe bu yola teşvik ediyordu, hem de kendisi bizatihi hayatında uygulayarak örnek oluyordu. Zaten öyle olmasaydı bugünkü durum olmazdı. Malum olduğu üzere, irşad halkası illa ki babadan oğula, ya da kardeşten kardeşe geçecek birşey değil. Bu manevi veraset yoluyla elde edilebilen ve çalışılarak ulaşılan bir nimet. Nitekim Seyda Hz.lerinin büyüklüğü Gavs-ı Sani Hz.leri üzerinde daha bir başka gerçek meyvesini verdi. Bugün baktığımızda cemaat üçe dörde katlandı. Hakeza sofilerde ki gayret ve sadakate bakıyorsun büyük bir mürşidin alametini gösteriyor.
-Seyyidim, Seyda Hazretleri döneminde Gavs-ı Sani Hazretlerini hep arkasında iki büklüm bir vaziyette arkasında görüyorduk. Bunu nasıl izah edersiniz ?
-Bence O’nu gören âdâbı ve âdâbın ne olması gerektiğini bilmesi lazım. Seyda Hz.lerinin arkasında yürümesi olsun, suskunluğu olsun, edebi olsun, hele hele sofilerin içinde kayboluşu çok büyük bir hadisedir. Hatta Seyda Hz.leri döneminde bile, âdâbı öğrenmek isterseniz Seyyid Abdülbaki Hazretlerine bakmanız yeterli diyordum. Sizin de söylediğiniz gibi iki büklümdü adeta. İşte O’nun bu âdâbı ve halleri bizim aileye çok etkisi oldu. Zaten 10-12 sene medrese hayatımda ve aile ortamında babamdan en belirgin gördüğüm hal âdâb üzere yaşamasıydı.
-Seyyidim , Seyda Hazretleri sizin amcanız olması dolayısıyla bize aktaracağınız bir hatırasını anlatırmısınız?
- Bir gece vaktiydi. Bir baktım patırtı kütürtü ve ses geliyor. O ara çok korktum. Acaba suikastmı var diye. Kalktım, Gökçeada’da kaldığımız evin etrafını dolaştım, birşey göremedim. Tabii sabah oldu, fakat hâlâ o anı unutamıyordum. Merakımı yenemedim ve teyzeme söyledim:
-Teyze! Gece böyle böyle oldu, bu neydi?
Teyzem yüzümde ki şaşkınlığın farkına vararak bana olayı şöyle anlattı :
-Valla, bende çok korktum. Korkudan amcanı uykudan kaldırdım. Uykudan kaldırınca bana sitem ederekten uykudan niye uyandırıyorsun? dedi. Neyse ki yüzüne tebessüm hali gelince gördüğü rüyayı şöyle anlattı:
Resul-ü Ekrem Efendimizi rüyamda gördüm. Mahşer günüydü. Resulüllah (s.a.v.) tarafına doğru seslenerek;
-Ya Resulüllah ! Beni bu ümmetine feda et .
İşte o anda, Resulüllah’ın şeklini tam bilemeyeceğim ama, beni o sırada uykudan uyandırıca rüyam tam olmadı.
Seyda Hazretleri’nin Gökçeada’da geçirdiği günlerde bir senenin üzerinde beraber kaldığım en çarpıcı hatırası bu olmuştur. Bu hatıra her yönüyle hem madden hem de manen Ümmet-i Muhammed için feda olmaya çalışmanın bir ifadesidir. Hatta Ümmet-i Muhammed için ateşe girmek bile büyük fedakarlıktır. Yani netice itibariyle Seyda Hazretleri olsun, Gavs Hazretleri olsun, Şah-ı Nakşibendi (k.s.) olsun, bütün sadatlar öncülük yaparak kendilerini bu şekilde Ümmet-i Muhammediye’nin yoluna feda ettiler.
- Seyyidim, Seyda Hz.lerinin vefatına yakın zamanlarda bir anda birbirini takip eden sohbetlere başlamasını nasıl yorumluyorsunuz?
- İşte, zaten Seyda Hz.leri sohbet etmeye başlayınca içimize kurt düştü. Çünkü, ondan önceleri hiç sohbet etmezdi. Sadece Gavs Hz.leri vefat ettiği dönemlerde bir nebze olsun sohbeti oluyordu. Son zamanlarda sohbete başlayınca, ben kendi kendime dedim ki; galiba ya kıyamet kopacak bizi uyarıyor, ya da vefat edecek. Tabii bu vefat düşüncesi nefsimizin hoşuna gitmiyordu. Nasıl gitsin ki? Zira hiç düşünmek istemediğimiz ve gerçekten onun ölümünü hiç aklımızın ucuna dahi gelmesini istemediğimiz birşeydi. Elbette ki, ölümü her zaman saniyeler içinde kendimize hissetmemiz lazım, ama O’nun vefat edeceğini hissetsek bile düşünmek istemiyorduk. Fakat bir anda hiç alışık olmadığımız ardı ardına gelen o sohbetleri korku veriyordu bize. Neyse ki zamanla içimizdeki o korkular da çıktı. Neyse ki diyorum, çünkü kendi açımızdan zor olsa da, kendisi açısından muhakkak hayırlara vesile oldu. Resul-ü Ekrem Efendimizin yaşında vefat etti.
Seyda Hazretleri’nin vefatıyla yaşadığımız süreçte tecrübe kazandığımızı idrak ettim. Şimdi burada sadatlar’ın himmeti çok büyüktür. Dikkat ederseniz Seyda Hazretleri’nin vefatından sonra Menzil’e gelmiyen çok az insan oldu, herşeyden öte önem addedecek hiç bir sapma da olmadı. Asıl olan Seyda Hz.lerinin dar-ı bekaya irtihaliyle O’nu sevmemiz gerektiğini anlamaktır. Burda ki amaç mürşidi sevmek, Resulüllah’ı sevmek ve muhabbete hasıl olmaktır. Resulüllah (s.a.v)’a daha bir muhabbet duyabilmek için Kur’an-ı Kerim’de mealen : “Eğer beni sevmek istiyorsan Resulüllah’ı sevin” diye buyuruyor. Yani, eğer sizi sevmemi istiyorsanız Resulüllah’ı sevin mesajı var. O halde Resulüllah’ı sevmekle Allah’ı sevmiş oluyoruz. Kaldı ki Seyda Hz.lerine olan sevgimiz bizi Resulüllah’a götüren basamaktır. Bu basamaktan gaye Allahın hoşnutluğunu kazanmak davasıdır. Dava ise İslamı yaşamak ve sırat-ı müstakim üzere olmaktır. Eğer Seyda Hazretlerine olan sevgi ve muhabbet bizi oraya götürmemişse, bugün bu ulvi davanın devamını sağlayamazdık. Bakın geçmişte birtakım bazı insanların mürşitleri vefat edince tarikatı bıraktığını müşahade ettik. Bu durum o insanların sevgiden yoksun olduklarına işarettir. Oysa, Sadatların yolunda mürşitten sonra ayrılma onların sevmediği metoddur. Bu yolda devamlılık esastır. Anlaşılan o ki; Sadatlar sadece bize basamak oluyorlar, Allah’a ulaştırmak için Ümmet-i Muhammediye’ye hizmetkarlık yapıyorlar. Bizim onların ardında her seferinde ağlamamız, bence onların gidişine değil de kendi halimize ağladığımızın kanaatindeyim. Acaba yetim mi kaldık hissine kapıldık. Ama Elhamdülillah bizi yetim bırakmadılar, bizi çobansız da bırakmadılar. İşte görüyorsunuz bu kapılar da kapanmadı. Onun için şunu sürekli herkesin aklında bulundurması lazımdır:
Sadatlar’ın sevdiği şeyleri sevmek gerekir. Ya da bize ne yaptırmak istiyorlar, kendilerine mi taptırmak istiyorlar, yoksa Allah’a mı? Kendi ahlakını mı ihya etmek istiyorlardı, yoksa sünnet-i seniyyeyi mi? Bütün bu soruları tahlil edip hakikate talip olmalıyız. Sadatların bize ders olarak verdiği hep zikir ve Kur’anın tatbiki oldu. Netice itibariyle Sevgilinin sevgilisi sevgili olmalıdır. Sevgili ise Kur’an ve sünneti seniyyedir. Yani bu kapının en belirgin özelliği ehli sünnet yolundan zerre miskal sapmamasıdır. Dolayısıyla kalabalık ölçü değildir. Peksayıya takılmamak en doğrusu. Uçmakmış, şuymuş, buymuş, bu tür kerametler doğrudur ama , büyüklüklerine delil olamaz.
Bir gün Seyda Hz.lerinin yanındaydım. Kerameti sordular. Dedi ki :
Bu Nakşibendi tarikatında keramet yeni adet olmuş bir kız, nasıl adet gördüğünü annesinden, babasından ve etrafından saklıyorsa, aynen Nakşibendi tarikatının evliyaları da kerametlerini dışarıya çıkarmalarını ayıp telakki etmektedirler. Bazan Allah-ü Teala izhar ediyor, onlardan başkasının hidayetine vesile olabilmesi içindir. Sadat-ı Nakşibendi yolunda mecbur kalmadıkça keramet gösterilmez. Keramet olsa dahi, O zatın haberi oluyor, haberi olmuyor, bazen sofinin haberi oluyor, bazen zatın haberi oluyor, bazen de hiçbirinin haberi olmıyacak şekilde tecelli edebiliyor. Bu tür kerametler onların büyüklüklerine ölçü değil , tek ölçü İslama uygun davranışlarıdır.
Bugün dikkat ederseniz bazı sapık olaylara şahit oluyoruz. Eğer müslümanlar İslamı biraz bilseydi bu sahte insanların peşinden gitmezdi. Onun için İslamı herkesin bilmesi lazımdır. Evliyaların büyüklükleride İslama uygun davranışları ile ölçülüdür. Biz sadatlardan kesinlikle hilaf-ı evla, yani fetva kısmına aykırı hiç bir şey görmedik. Mesela Cem-i tehir, cem-i takdim hilaf-ı evla konusudur. Bu mevzuda dört mezhep birleşmediği için, vallahi birgün Ankara’ya giderken Seyyid Abdülbaki Hz.leri benim namazımı tekrar bana kıldırdı. Çünkü tehiri, cem-i takdim etmiştim. Anlaşılan onlar hilaf-ı evlaya bile gitmemişler, işin fetvası şudur, budur demeden arabayı durdurdu namazı tekrarlattılar bana. Kelimenin tam anlamıyla onların en büyük yönleri şeriata uygun davranmalarıdır. Tabii ki, şeriat demek Kur’an ve hadis demektir. Her ne kadar bugün şeriat kavramı yanlış lanse edilmeye çalışılsa da gerek Türkiye’de gerekse İslâm aleminde bilinen manada şeriat Kur’an ve hadistir. Kur’an Allah’ın, hadis ise Resulüllah’ın kelamıdır. Kur’an'ı anlamada hadis birinci kaynaktır. Yani hadis Kur’anın tefsiridir ve bize açıklayıcı şekli diyebiliriz. İşte bu tasavvufta o şeriat-ı uygulamaktır. Mesela Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: Kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur” buyuruyor. Şimdi bunu nasıl biliriz? Herkes ayet-i kerimeyi okuyor, ama nasıl anlıyoruz? Nasıl işte? Uygulamayla, yaşayarak o belli olabiliyor. O halde kalb-i huzura erebilmek için Allah’ı zikretmemiz lazım .
- Seyyidim, Seyda Hz.lerinin; “Bir medrese talebesini binlerce sofiye değişmem” sözünden maksat nedir?
İşte görüyorsun bir medrese talebesi binlerce sofiye üstün geliyor. Medrese talebesinden maksat ilimdir. Burda ilme önem veriliyor, şahsa değil . Çünkü ilim farzdır. Söylenilen ilimdir ve ilme teşviktir. Onun için yanlış anlamamak gerekiyor.
Bazen soruyorlar: Farzdan önceki farz nedir? Cevaben ilim diyorum. Elbette ki tüm feraiz’i bilmemiz gerekmeyebilir ama, oruç, namaz ve helal-haramı vs. bilmek farzdır. En azından ilmihallerden farz kısmını bilmek zorundasınız. Fakat ilmin tamamını bilmek şart değildir. Sadece farz kısmını bilmek yeterli.
İlmin geniş ve kapsamlıca bilinmesi ancak ve ancak belli bir eğitim sürecini yaşamakla elde edilebilir. Muhakkak zahiri ilim olmadan batıni ilim de olmaz. İslam tasavvufun zırhı derken bunu kastediyoruz. Onun için kim çoban olmak istiyorsa zırhını da alması lazımdır.
Dikkat ederseniz Nakşibendi tarikatındaki mürşitler de zahiri ilmini bitirmeyen halifeler yoktur. Belki vardır, ama adapsızlık olmuş, o da sönmüş gitmiştir. Yani cahil Nakşibendi tarikatının halifesi kesinlikle irşad yapamamıştır. Alim denilen bir insan hadis ilmi, tefsir ilmi, fıkıh ilmi gibi ilimleri bilmeli ki alim olabilsin. Bu ilimleri bilenlere alim deniliyor. Sadece dünyevi ilme sahip olanlara alim denilmiyor. Bakın 10-15 onbeş sene devam ettiğim medrese hayatımda, medrese Hocamın daha Menzil’e intisap etmediği zamanlarda onun bir kelimesi vardır. Diyordu ki :
Bu kapıda otuz-kırk senedir İslamın dışında bir şey görmedim.
Hatta Medrese Hocam önceleri Şeyh Maşuk’a bağlıymış. Şeyhi vefat ettikten sonra bir mürşide bağlanmak için yola koyuluyor ve Seyda Hz.lerini ziyaret ediyor. İşte o anda neler oluyorsa bir güneş ışığı gibi bir ışığın göğsünden çıktığını görüp etkilendiğini anlattı bizlere. Bir seferinde de istihareye yatmış ve istiharede Seyda Hz.lerinin iki göğsünün altından iki tane güneş çıkıyor gibi görmüş ve o haliyle iki ışığı gördüğü an Seyda Hz.lerine demiş ki:
“Bana da doktorluk yap.”
Yani intisap etmek istemiş. O arada eski Şeyhi, yani vefat eden Şeyhi gözükmüş, durmuş ve utanmış. Bunlar tabii istihare ile oluyor ve derken Seyda Hz.lerini intisap etmek nasip oluyor.
Seyda Hz.lerinin göğsünden çıkan o iki kaynak ışığı ilme de yorabiliriz. Seyda’mız zaten medrese ilmini bitirmişti. Medrese ilminden sonra, yani zahiri ilmi bitirmiştir ki, bilahare yalnızlıktan dolayı devam ettiremedi. Sadece manevi ilme başladı. O ilm-i kal’den ilm-i hal’e geçti. Malum olduğu üzere ilmin de iki çeşidi var:
-İlm-i kal (zahiri ilim)
-İlm-i hal (batın-ı ilim)
Keza, Cüneydi Bağdad-i Hz.lerine sormuşlar;
- Falancı şeyh nasıl ne kadar büyüktür, üstelik uçuyor da.
Cevaben:
- Yok. Büyüklükse kuşta uçuyor, demiş.
- İşte falan zat suyun üzerinde yürüyor.
- Yok kurbağa da yüzüyor.
- İşte , falan zat da maşrıktan mağrıba gidip geliyor.
- Yok. Şeytan da maşrıktan mağrıba seyrediyor, tarzında ardı sıra gelen sorulara böyle cevap veriyor.
Yani büyüklük ölçüsü İslama uygunlukla anlaşılır. Hatta Şah-ı Nakşibendi’ye sormuşlar:
- Kurban, büyük mürşidi nasıl bilirsiniz?
Şah-ı Nakşibendi (k.s.), aynı Cüneyd-i Bağdadi Hz.lerinin verdiği benzer cevabı vermiş:
-İslama bağlılığından bellidir.
Mürşidin bizim elimizdeki tahlili ehli sünnet çizgisine ittiba etmesiyle idrak ederiz. Şimdi bu kapının gerçekten İslama bağlılıkları tartışılmaz. Eğer Kuran ve sünnete bağlı kalınmasaydı Sadat-ı Kiram’ın yolu bu denli ilerleyemezdi. Bugün bu topluluğun buraya toplanması onun meyvesidir. Aslında büyüklük ölçüsü kalabalıkla da ölçülmez, sayıca çoklukta muteber değildir. Sadece bir muteber olan bir husus vardır: İslam'a uygunluktur.
- Seyyidim, Gavs-ı Sani Hz.leri genç yaşlarda hasta olduğu halde, Gavs Hz.leri O’nu hem medrese ilmi öğrenmek için Van’a gönderiyor, hem de orada tevbe vermesi için görevlendiriyor. Sizce “hastalık , ilim ve irşad” üçünü bir arada yürütmesi mümkün mü ?
- Bunun üçünü bir arada götürmesi sevdikleri iş olduğu içindir, hatta on tanesini de götürebilirler. Nasıl ki, insan sevdiği yemeğin beş çeşidini de yiyebiliyor, fakat hasta olduğu zaman da mide sevmediğinden bir tanesini bile kaldıramıyor. Aynen öyle de bir insan, bir işi yapacağı zaman sevmesi ve inanması lazım. Bu büyük zatlar aynı duygularla yüklü olduklarından dolayı, onlara zor gelmiyor. İşte çok genç yaşlarda kendisinde verem hastalığı vardı. Kesinlikle hastalık sürecinde bile gece namazlarını ihmal etmemişlerdir. Artık hayatları ahlak olduğu için bu halleri yaşam şekline dönüşmüştür.
Seyyid Abdülbaki Hz.leri hapiste kaldı. Yanılmıyorsam bir ay civarında. Bu durumu haber alan Dayım Seyyid Sıdkı gözyaşlarını tutamayarak Gavs Hazretlerine anlatmış. Bunun üzerine Gavs (k.s.) şöyle demiş:
- “Ağlama, bu da bir tür Sadatlar’a mutabaattır. Bütün Sadatlar hapse girmiş, sürgün olmuş, idam edilmiş. Dolayısıyla bir ay hapse girmiş çok mu? Şükür et .”
O zatlar varis oldukları için o çile mecbur biraz da ordan dağılacak. Eğer bu gibi hadiseler olmasaydı, Seyyid Taha Hz.leri Seyyid Abdullah (k.s.) için bakın ne söylemiş:
S. Abdullah’ın bir yönünden şüpheye düştüm. Herkes O’nu seviyor, fakat ona muhalefet eden yok. Düşünebiliyormusunuz Sadatlardan istisna da olsa muhalefet durumla karşılaşmıyanları merak konusu olabiliyor. Çile bu yolda artık mutabaat olmuş. Çile çekmekle örnek oluyorlar. Daha doğrusu bize sabır tesellisi oluyorlar. İşte bu büyük zatlar; kaldı ki Resul-ü Ekrem bile çile görmüş diye bizim imanımızı korumaya alıyorlar. Bir başka ifadeyle onlara yapılan eziyetle bizde korunmaya alınıyoruz.
- Seyyidim, biraz da Gavz-ı Sani Hz.lerinin bel ağrılarından bahsedebilir misiniz?
- Bel ağrıları şiddetli derecede seyrediyordu. Hatta ameliyat olmadan önce çok hastaydı, kırk güne kadar yatakta kalmasına rağmen ameliyat olmak istemedi. Çok sıkıştırdık yine ameliyat olmadı. Bu durumunun camiiye gidip gelmesine engel olmayacağını ve böyle de idare edebileceğini buyurdular bize. Fakat artık ayakları zayıflamaya başlamıştı. Gerçekten tehlikeli noktaya gelmişti. Seyda Hz.leri O’nun yanına geldi, dedi ki:
“-Ameliyat ol, takdir-i ilahi neyse o olur.”
Seyyid Abdulbaki (k.s.) cevaben :
“- Valla kurban ağrıdan değil de, bunun için...” dedi. Verdiği cevapla içinde ki o niyetini tam söyleyemedi. Yani camiiden ve ibadetimden olurum endişesini dile getiremedi. Derken Seyda Hz.lerinin o telkininden sonra ameliyat oluverdi nihayet.
Elhamdülillah, bugün hiç olmıyacak şekilde irşad faaliyetlerine devam ediyor. O ameliyattan sonraki günlerde de yine bel ağrılarının nüksetmesine rağmen hiçbir şikayetini ne gördük ne de duyduk. Yani oh’dur, ah’dır, bu da ne dertmiş serzenişine rastlamadık. Hastalığını bile doktora söyleyeceği zaman utanarak söylüyor. Belki o da bizim zorlamalarımızla oluyordu.
Yanılmıyorsam Şeyh Muhyiddin Arabi Hz.leri bir hastalanmış. O’na demişlerki :
“- Doktora git...”
Cevaben demiş ki :
“-Zaten doktor evimi yıkmış. Rabbü’l Alemin takdir etmiş, ne doktoru...”
Tabii doktordan çare bulmak adetullahtan olup sünnettir. Muhyiddin Arabi Hz.lerinin ne doktoru falan demesi aslında çare bulmayı reddetmek anlamında değil. Bence onlar hallerini şikayete dönüştürmemek içindir. Seyyid Abdulbaki Hazretleri dinlenme için Afyon’a gelmesi bahanedir. Sebebi irşad faaliyetleri ve Ümmet-i Muhammedin hidayeti içindir. Hatta Seyda Hz.lerinin makamı içindir, boş kalmaması dolayısıyladır.
Fakir insanlar çoktur, Menzil’e gelemiyor. Onların en büyük ıslahatı irşad faaliyetlerini yoğunlaştırmasıyla istirahat etmektir. Nasıl ki, en büyük azab iki sevmiyen insanı biraraya getirmekse, en büyük rahatlık da seven insanların bir arada olmasıdır. Yapılan araştırmalar ve ilim adamların beyanları da bunu teyid ediyor. Seyda Hz.leri için de romatizma ağrıları dolayısıyla Afyon’a gidiyor deniliyordu. Ama şunu bir kere daha beyan edeyim ki; kesinlikle irşad faaliyetleri içindir, bizim kurtuluşumuz içindir.
- Gavs-ı Sani Hz.lerinin Seyda Hz.lerine beyatı nasıl oldu ?
- Seyyid Abdülbaki Hz.lerinin, Seyda Hz.lerine beyatı 21 gün sonra gerçekleşti. Tabii Gavs Hz.leri hakikaten çok değişik bir mürşiddi.. Kasrik hep eşkıya ve soyguncuların cirit attığı bir mekandı. Olsun eşkiya da olsa O’nu çok gören kesinlikle Gavs Hz.lerinden ayrılmazdı. Hırsız olsa bile hırsızlığından dönüyordu. Onların üzerinde Seyda Hz.leri ve Gavs Hz.lerinin müsbet faaliyetleri yanlış yoldan dönmelerinde etkili olmuştur. Burda babamı da çok seviyorlardı. O yıllarda küçük yaşta ve hastaydı. Hele hele Gavs Hz.lerinin ona olan şefkatı, sofilerin ona olan muhabbeti ve ayrıca kendine özgü adabı her daim dikkat çekiyordu. Hasılı Gavs (k.s.)’ın şefkatı sadece hane-i saadet üzerinde değil yediden yetmişe herkeste sevgi iklimi oluşturuyordu.
Gavs Hz.leri vefat ettikten sonra tabii ki emaneti üstlenecek en büyük Seyda Hz.leri vardı. Seyyid Abdulbaki Hz.leri yanılmıyorsam yirmi bir güne kadar tevbe alıp intisap edememişti. Ama bize kendisi söyledi; kesinlikle bu halim Seyda Hz.lerine karşı olan itirazından dolayı değildi.
Ki; o sıralar ben 11-12 yaşlarında idim. Gavs Hz.leri zamanında yaşım çok küçüktü. Vefatı bizim aileye ağır gelmiş ve şok olmuştuk adeta. Bence o şokun etkisinden babamın intisabının geciktiğini düşünüyorum. Tabii bazı halifeler babamın bu tutumuna baskı yapmışlar, fakat o onlara aldırış etmeksizin hepsini reddetmiş. Hatta bazı halifeler Seyda Hz.lerine de bu durumu şikayet etmişler. Seyyid Abdulbaki Hz.leri bütün bu şikayetlere hiç aldırış etmeden, hakikaten herşeyini bırakıp Gavs Hz.lerinin kapısına yapışmıştı.
Tabii ki dünya çekemezliği ne kadar varsa, ahiretin de çekemezliği vardı. Hiç fark yok, aynı ticaret gibidir. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu halini çekemiyenler oldu. Hatta bir gün Seyda Hz.lerinin yanında onun bu durumu hakkında Gavs (k.s.)’ın halifelerinden biri laf söylemiş, bu yüzden bir halifesini dövmeye kalkışmış bile. Tabii intisap ettikten sonra bu tür olayları bize anlatmıştı. Derken Seyda Hz.leri tutmuş O’nu:
“- Seyyid Abdulbaki otur” demiş. O da herşeyden vazgeçip işte o an ne oluyorsa Seyda Hz.lerine beyat ediyor. Hatta hatırladığım kadarıyla bize ve anneme şöyle bir hatırlatma da bulunarak:
“- Sizler gitmek istiyorsanız gidin”demişti.
Biz tabii köydeki bazı olaylardan dolayı bir iki kere gitmek istedik, bunu bizatihi yaşadık. Babam bir kez daha hatırlatmada bulunup;
“- Şayet beni dinlerseniz gitmezseniz. Ama gidiyorsanız gidin, ben gelmiyorum, hiçbir yere ayrılmıyorum” diye kendi ile mürşidi arasında hiçbir perde kalmadığını beyan etti. Yine bazı olaylardan dolayı birgün babama dedim ki :
“- Kurban, Allah hakkı bilmez mi?”
Seyyid Abdulbaki Hz.leri cevaben :
“- Oğlum, Allah imanımızı, herşeyimizi bu zatın eline vermiştir. O’nun hakkı herşeyi onda bulmakla mümkün ve buna inanın” dedi.
Yani, babam imanına vesile olmayı mürşidden biliyordu. Onun için Seyda Hz.lerinin irşad yıllarında en büyük yardımcısı Seyyid Abdulbaki Hz.leri oldu. Gerek medrese faaliyetlerinde, gerekse Menzil’in işlerinde aktif olarak faaliyet gösterdi. Sonrası malum amele başlayınca bu seferde iki büklüm halde yap dedi yaptı, yapma dedi yapmadı. Yani tabiri caizse sekiz şarttaki ölüm rabıtasında ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi, babam da mürşidinin elinde ölü ve cansız gibiydi. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin halifelik dönemlerine baktığımızda bu konularda bizim zahiri gözle gördüğümüz bir yanılma olmamıştır. Kelimenin tam anlamıyla Gavs Hz.leri vefat ettikten sonra babamın zahiren Seyda Hz.lerine çok desteği oldu.
- Seyyidim , Nakşibendi Tarikatının mürşidleri arasında fark var mı ?
- Nakşibendi Tarikatının mürşidleri olsun, sofileri olsun insan nefesleri kadar değişik meziyetleri ve meşrebleri vardır. Tabii bunları birbirine tercih etmek son derece yanlıştır. İşte Şah-ı Nakşibendi mi daha büyük, yoksa şu mu daha büyük? gibi sorularla meşgul olmak abesle iştigaldir. Kaldı ki o bizim haddimize düşmezde.
Sanatkâr yaptığı işten belli olur. Tabii ki, sanatkâr sanatkârı yetiştiriyor. İşte günü geldiğinde o zaman sanatkârlık belli oluyor. Netice de hepsi Resulüllah Efendimizin (s.a.v) büyüklüğüdür. Allah dostları Resulüllah'ın (s.a.v.) bahçelerinden yetişen güllerdir. Hepsi o bahçeden yetişiyorlar. Burda esas olan hangi bahçıvan bahçeyi daha iyi bakıyorsa, işte o en güzeli ve en büyüğü olabiliyor. Hepsi büyük ama, büyük devamlı kendinden daha tecrübe demektir. Bir mürşidde mevcut bulunan tecrübenin mürşide aktarıldığında, yani bir sonraki mürşidin tecrübesine tecrübe ilave edildiğinden dolayıdır ki, sanki bizlere daha büyük gözüküyor gibi geliyor, ama bence hepsi dediğim gibi aynıdır. Yani bu büyüktür, şu küçüktür diye mütalaada bulunmak yanlıştır. Önemli olan bu irşad faaliyetinin halen yürütülüyor olması ve irşadın kıyamete dek süreceği gerçeğidir.
- Seyyidim, irşad sürecine baktığımızda, Gavs Hz.leri zamanında tek tek tevbe veriliyordu. Seyda Hz.leri zamanında 10-15 kişiye tevbe ve Gavs-ı Sani Hz.leri döneminde ise hiç de alışık olmadığımız irşad metodu dikkatimizi çekiyor. Bu durumu izah edebilir misiniz?
-Bazı şeyhler Seyda Hz.lerinin 10-15 kişiye bir anda tevbe vermesine itirazda bulundular. Niye 10-15 kişiye veriliyor diye. Şimdi de Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin 75-100’ü aşkın insana bir anda tevbe verdiğini müşahade ediyoruz. O’nların mevcut şartlara göre bazı imkânları faaliyete geçirmesini yanlış anlamamalı. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin şeritle vermesi hakikaten bir imkandan kaynaklanıyor. Gerçi ben Afyon’da değildim ama, duyduğum kadarıyla orası artık o kalabalığı kaldıracak güçte değilmiş. Onun için araştırdık, inceledik Sadatlardan şeritle biat vermiş olan var. Yanılmıyorsam Abdullah Dehlevi Hz.leri’nin halifelerinden biri böyle tevbe vermiş. O yazılardan derledik, topladık Afyon’a gönderdik. Hatta sorduk şerit’e kaç kişi alabilir diye, 75-100 kişi arasında olabilir dediler. Nasıl ki, Seyda Hz.lerinin 10-15 kişiye bir arada tevbe vermesine itiraz edenler olmuşsa, o gün de Abdullah Dehlevi Hz.lerinin halifelerinden birinin şeritle vermesine de itiraz etmişler. Aslında bu günümüzde Nakşibendi tarikatının ikinci meyvesi diyebileceğimiz bir uygulamadır.
Dikkat ederseniz Gavs Hz.leri Menzil’in ismini Buhara koymuş. O kadar hicret hayatından sonra buraya geldiği zaman Menzil’in ismini Buhara koymuştur. Menzil’in ismi aslında Buhara’dır. Bazı itirazlardan ve o günkü konjonktürün müsait olmayışından dolayı o ismi pek kullanılmadı, ama Menzil’in adı aslında dediğim gibi Buhara’dır.
İşte bu Buhara Şah-ı Nakşibendi’nin Kasr-ı Arifanı’dır. Bence Buhara ikinci Nakşibendi tarikatının alevleyişidir. Bu da mecbur ki, artık o zaman Resul-ü Ekrem Efendimiz’e bu tarihe kadar yapılan irşadın hepsinin tekrar yeşermeye başladığı mekânın adıdır Buhara. Onun için bize normal geliyor. Çünkü bu zatların büyüklüklerinden bu ismi alıyor.
- Seyyidim, Gavs-ı Sani Hz.lerinin Türk Cumhuriyetlerine ve Orta asyaya olan ziyaretinden bahsedebilir misiniz?
- Benim şahsi inancım Türk Cumhuriyetlerine yapılan seferde tüm o sadatlarla görüştü. Kesinlikle her yerde oldu ve bir kere şahit oldum. Bir gün Şah-ı Abdulhalık-ıl Gücdevani Hz.lerinin türbesindeydik. Türbenin etrafında bir kez dönerken, farkında olmadan meğer sırtım o an merkada gelmiş, nasıl gelmiş doğrusu ben de bilmiyorum. Babam derhal beni yanına çağırdı, dedi ki:
“Sırtını merkada dönme.
Bu halimi düzeltmeye çalışırken, bu seferde sırtım Seyyid Abdulbaki Hz.lerine doğru geliverdi. Herneyse ben anladım ki, kesinlikle orada onların hepsiyle buluştular. Bazı şeyler var anlatılamıyor. Nasıl ki, suyun tadı nasıldır? sorusuna cevap verilemiyor, ancak suyu içerek anlıyorsak, gerçekten de orda bazı yaşanan hadiseler söylenilmiyor, yaşamak lazım. Oraya gidenlerin hepsine ve hangisine sorarsanız sorun, bence bu cevabı verirler. Yani o yaşadıklarımız kesinlikle kelimelerle ifade edilemiyor.
Şah-ı Abdulhalık-ıl Gücdevani Hz.lerinin merkadın da benim içimde acaip bir sıkıntı vardı. Bakıyorduk insanlar mahsun bir halde hep ağlıyorlardı. Bizde ise acaip bir tutkunluk vardı. Şah-ı Nakşibendi (k.s.)’ın türbesine gittik, üstelik geceydi. Yine aynı acaip haller burada da devam etti. Tabii rabıtadayız, bir an gözümü açtığımda bir baktım, sanki Seyyid Abdulbaki Hz.leri Seyyid Fevzeddin’in kafasını elinin arasına almış, onu havaya kaldırmış gibi gördüm. Daha ben Fatiha duymadan gözümü tekrar kapattım, bir baktım bu sefer ellerinin arasında ben varım. Gerek Seyyid Fevzeddin’in gerekse bizim sakal koyuşumuz bu topraklarda Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin elleri arasında gerçekleşti. Gerçekten çok değişik bir haldi, anlatılamıyor, hem de anlatamayız da. Ordaki insanlara da sorarsan hepsinde bir haller oldu ama, kimse ne olduğunu gerçek manada bilmediği kanaatindeyim.
Seyyid Fevzeddin dedi ki:
“Ben Şah-ı Nakşibendi Türbesine kadar, kesinlikle sakal koymak gibi düşünce kalbimde yoktu. Her ne olduysa orda oldu.”
Hakikaten orda çok değişik haller oldu, benim sakalım da o zaman bırakıldı. Sanki fırtınadan önceki bir sessizlik vardı. Tabii bu mesele biraz değişik, bir o kadar da derin, belki müsadesi yoktu, ancak bu kadarını söyleyebildik.
- Peki Seyyidim , Türk Cumhuriyetlerinde insanlar Gavs-ı Sani Hz.lerinin nasıl karşıladılar?
- Ordaki insanlar Sadatları görünce, sanki babaları kaybolmuş, bekledikleri bir baba gelmiş gibi karşıladılar. Kesinlikle ne biz, ne de ordaki insanlar birbirimize yabancılık çekmedik. Zaten müminler kardeştir buyruğunun tabikatını kendi mecrasında öz kardeş gibi kaynaşarak yaşadık. Çünkü orası atayurdumuz. Bu yüzden öz kardeşiz. Yetmiş senedir aramızda bağ kalmadığı halde, sanki bir saniyelik bir bağ kaybolmuş gibi hissettik kendimizi. Onlar da sofidirler ve Nakşibendi Tarikatına mensuplar ama, tabii ilim olmadığı için hep kulaktan duymayla adaplarını muhafaza edebilmişler, yapabildikleri kadar yapmaya çalışmışlar.
Bir gece bir yerde misafir kaldık. O gece kalktılar, o gece sabaha kadar o insanlar sevgi ve muhabbetten yatamadı. Hatta o gece koyun kestiler, yemek yaptılar, sabah namazından sonra yedirdiler ve sonra bizi yolcu ettiler. Biz ayrıldığımız zamanda hepsi ağladılar, küçük çocukları bile. Kelimenin tam anlamıyla mükemmel bir misafirperverlik örneği ile karşılandık, çok değişik haller yaşadık.
- Seyyidim, Türk Cumhuriyetlerinin ziyaretinin akabinde Menzil’deki Merkad’ın yapısı Türk mimari tarzına dönüştürüldü, bizi bu konuda aydınlatır mısınız?
- Onu biz de hissettik. Zaten o geziden sonra peşpeşe kararlar gelmeye başladı. Derken camii olsun, merkad olsun yoğun bir inşaat faaliyeti başladı. Tabii bu bizim zahiri gördüklerimiz, zahiri yorumumuz ve manevi yorumunu bilmiyoruz. Zahiren baktığımızda Kasr-i Arifan Menzil’e, Menzil'de Kasr-i Arifan'a dönüşmüş durumda.
Malum Gavs Hz.lerinin zamanında yapılan camii, Seyda Hz.leri döneminde iki misli büyütüldü. Gerçekten de inşaa faaliyetleri sürekli katlamalı gidiyor. Gerçi bunlar ölçü değil. Bu tür katlamalı imar faaliyetlerine bakarak onların büyüklüklerinden bahsetmek nefsimizin hoşuna gidebilir. Bunlar zahiri yöndür. Yine söylediğim gibi, kendi kendimizi tatmin ediyoruz. Oysa Seyda Hz.lerinin vefatı sofiler için en büyük nasihattır. İnşallah hepimiz onların bıraktığı manevi miraslardan en güzel tarzda yararlanırız.
- Seyyidim, Seyda Hz.lerinin bıraktığı camii tamamen yıkılarak yerine daha büyük kapasitede camii inşa edilirken, sadece Seyda Hz.lerinden hatıra kalan minareye dokunulmayıp muhafazaya alındı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ?
- Seyda Hazretlerini bize hatırlatması gereken sadece minare olmamalıdır. Bakın iki sene evvel umredeyken, ondan önce Seyyid Abdulbaki Hz.leri bana bir tesbih vermişti. Üstelik bu tesbihle Hazret Muhammed Diyauddin vird çekmiş bile. Sözkonusu tesbih Hazretin dedesine verilmiş. Şeyh Abdurrahman-i Tahi’den de babama geçmiş ve babam da bana verdi. O tesbih, nasıl olduysa Mekke’de kayboldu. Sürekli taşıdığım tesbihi kaybedince çok üzüldüm. Hatta beni endişe kapladı. Belki tarikattan merdud edilirim diye. Hem korku hem de üzüntüyü bir arada yaşıyordum. Durumu Dayıma şöyle söyledim:
“- Vallahi tesbihi kaybettim, ben mahvoldum. En iyisi burda bizi affederse affeder. Kabe’nin yanında işi bitirelim.”
Dayım Seyyid Abdulbaki Hz.lerine hal meselemi anlatınca, babam bana gülümseyerek baktı ve beni yanına çağırdı. Dedi ki :
“- Bunlar dünya malıdır, fanidir. Bunlarla kafanı meşgul ederek zaman kaybetmeye değmez. Maksat o tesbihi Allah’a götürmektir. Nihayetinde onun hammaddesi bir ağaçtır. Onun manevi ve bir yadigar yönü var ama, gaye değildir. Tesbih, Allah’a ulaşmada bir vasıtadır.”
Nasıl ki biz diyoruz; bize minareyi bıraktılar, ya da Gavs Hz.leri mihrabını bıraktı, veyahut da Seyda Hz.leri merkadı bıraktı. Oysa bunlar belki bizim açımızdan nefsimizi tatmin etmek, belki onlar açısından hediyeleri kalsın diyedir. Netice itibariyle gerek Gavs Hz.leri gerekse Seyda Hz.lerinin en büyük eserleri, işte bu cemiyet, bu hatmeler, bu irşad faaliyetleridir. Yani biz bunlarla sadatları hatırlamamız lazım. Bir minareyle, bir mihrabla hatırlarsak çok yanlış yapmış oluruz. Çünkü, zahirde gördüğümüz eserler fani olup geçicidirler. Kalıcı olanlar bu yapılan ameller, hatmeler, vird’ler ve bu irşadlardır.
Bence Gavs Hz.lerini, Seyda Hz.lerini ve bütün sadatları gerek hatmede ve gerekse vird’lerde hatırlamamız lazım. Bu tür amellerde hatırladığımız zaman ebedül ebed onlarla beraber oluruz. Eğer bir minareyle, bir mihrabla ve bir camii ile hatırlarsak, en fazla yüz sene hatıra tazeleriz. Bugün Şah-ı Nakşibendi'nin (k.s.)’ın neyi kalmış ki? Gittik o sadatların merkadlarını gördük, iyi hoşta biz onları hiç görmeden hatırlayamazmıydık? Onun için yapacağımız amellerle hatırlamak en güzeli. Zahiri görüntülere saplanmamalıyız. Tabii bunu ısrarla söylememden maksat, gerçekten de ihtiyaç hissettiğimden dolayıdır, şayet bunları kitap haline getirip yazılırsa bazı insanlar kendinden bir örnek çıkaracağını düşünüyorum.
Camii inşa faaliyetleri hususunda biraz itirazlar oldu elbet, ama işin özünü kaçırmamak gerekir. Sanki, Seyda Hz.lerinin temeli ile Gavs Hz.lerinin temeli aynı değilmiş gibi hatıralara takılıyoruz. Bence camiin temelleri daha da büyütüldü. Hatta Seyda Hz.leri vefat ettiğinde Seyyid Abdulbaki Hz.leri hepimizi topladı ve bütün aileye dedi ki :
“- Seyda Hz.lerinin temellerini bu şekilde bırakmıyacağız. Çok çok büyütmek zorundayız. Onun için bana yardımcı olacaksınız...”
Tabii temeller her yönüyle çok çok büyütüldü. Buna katkıda bulunmamız lazım, kendimiz için tabii.
Hz. İbrahim'i (a.s.) ateşe attıkları zaman kelerin (dilimize kertenkele olarak tercüme edilmiş) iki çeşidi var; birisi su döktü , birisi de üfürdü. Hz. İbrahim (a.s.) o su dökene dedi ki :
“- O koca dağ gibi ateşe senin o damlacık suyun neye yarar ki ? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.”
Öbür üfürene de dedi ki ;
“- Ya zaten ateş dağ gibi üfürsen ne olur ki ? Ben de senin düşmanın oldum.”
Bu misalden hareketle bizim burda katkımız şu olacak :
Bu yolun kıymetini bilelim ve ölesiye sevelim.
Bu yolu seviyoruz, bu yolun kıymetini biliyoruz diyebilmeyi muhakkak arzulamışlardır. Bizim katkımız başka ne olabilir ki?
Onun için minareye takılmamamız lazım. Hatta Seyda Hz.lerinin şahsına da takılmamak gerekir. Bunlar istedikleri şeyler değil. Fakat takip ettikleri ehli sünnet yoluna, İslami adaplarına takılmamız lazım. Çünkü, Sevgilinin sevgilisi sevgilidir. O halde onların sevgilisi bize sevgili olmalıdır. Şayet seviyorsak sevgilisini de sevmemiz şart. Sadece onu sevmekle bu iş bitmez. Dahası mutlak sevgiliye giden yolu sevmemiz lazım ki saplantılardan kurtulabilelim.
Gerçekte bize bırakılan miras yollarıdır. Onların yollarına ram olmalıyız. Hakiki manada manevi mirasa sahip çıkmalı, bilhassa adaplara riayet etmekle çok fayda elde edebiliriz. Bütün bunlar hepimiz için musavidir. Tabii ki ilk müracaat edeceğimiz kapı Kur’an ve sünneti seniyyedir, ondan sonra ise adaptır. Gavs Hz.lerini ve Seyda Hz.lerini seveceksen şahsı için değil, yolu için seveceksin. Seyyid Abdulbaki Hz.lerini seveceksen, o yola götüreceği için veya seni maksadına ulaştıracağı için seveceksin. Ki; o zaman hakikatı bulabilesin. Her ne ararsınız mürşidinizin manevi güzelliğinde arayın. Yeter ki aramaktan imtina etmeyin. Keramettir, şudur, budur vs. bunlarla oyalanmayın. Bırakın bunları uçuk kaçıklar yapsın, bu onların problemi. Bizim kesinlikle peşine düşmememiz gerekir. Hepimiz bu zatların evladıyız. Evet biz zahirde evladıyız, ama, esas olan sırat-ı müstakim üzere olmaktır. Gerçek evlatları sırat-ı müstakim üzere olanlardır.
Madem ki, sonuçta hepimiz onların manevi evladıyız, o halde miraslarına sahip çıkmalıyız. Onların mirasları da demin de söylediğimiz gibi sırat-ı müstakim yoldur.
- Seyyidim, Gavs-ı Sani Hz.lerini Türk-i Cumhuriyetlerinde sadatları ziyareti ardından Umre yolculuğuna çıkmasını nasıl izah edebilirsiniz?
- Şunu öncelikle belirteyim ki Umre’nin ilki farzdır. Hac da ilki farz olup, öbürleri sünnettir.
Bu Umre, Türk Cumhuriyetlerine gittiğimizde sadatların mekanlarını ziyarette niyet edilen gayeden ayrı değildi. Bence yükünü hafifletmek ve bu yürüyüşü teyid etmek içindi. Ve edildi de..
Şahsi kanaatim odur ki, hem Resulüllah’dan olsun hem de Sadatlardan olsun bazı anlatamayacağım durumlar teyid edildi ve her tarafta kabul gördü de.
Bu zatları kerametleriyle anmak çok abestir. Tabii bazı haller bizi tatmin ediyor. Orda birgün benim gördüğüm bir olay oldu. Teravihleri kılıyorduk. Rükn-i Yemani ile Hz. İsmail hücresi tarafından Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin tam arkasındaydım. İnanın, babamı Kâbe kadar büyük gördüm. Büyüdü, büyüdü, öyle büyüdü ki akıl sır erdiremiyorsun biranda. Ve orda ertesi gün hatır almaya gittik.Yine oroda içimde aynı patlama oldu bana. Daha fazla anlatmam zor, bundan ötesini bilmiyorum, sadece bu yürüyüşün teyidi diyebilirim. Gerek Kâbe’de, gerekse Ravza’da tıpkı Buhara’da ne olup bittiğini çözemediğimiz duygu fırtınası yaşadık. Hissedilen ve yaşanılan hallerin izahı zor zaten. Sadece bildiğimiz bir şey var ki; İslama ve âdâba çok önem veriyorlar. Tabii bu da bizim için büyüklüklerinin göstergesi oluyor.

- Seyyidim, Seyda Hz.leri döneminde sanki muhabbet daha ağırlıkta görülüyordu. Bu dönem için ne buyurursunuz?
- Siz Seyda Hz.leri dönemini görmüşüsünüz, hele Gavs Hz.leri zamanında muhabbet daha da zirvedeydi. Seyda Hz.lerinden sonra, artık yeni bir döneme girmiş durumdayız. Bu dönemde emeklemeyi bitirmiş olmamız gerekir. Gerçekten de Gavs-ı Sani dönemiyle birlikte memeği emzik ve sütle oyalanma terkedilip hizmet ağırlıklı bir döneme girdik. Bu dönemde daha çok ilim, akıl ve zikir ön plana çıktı. Sırf muhabbetle nereye kadar gidilebilir ki? Bu yolda devamlılık esastır, ama ilimle, akılla ve zikirle gittiğin zaman bu ebedül ebed olur. Seyyid Abdulbaki Hz.leri, şimdi bunu kısa zamanda vermeye başladı. Artık bizlere İslamiyet üzerine yaşayın, yeter o kadar keyf yaptınız, şimdi çalışma zamanıdır diyorlar adeta. Zaten muhabbetten maksat da bunların hasıl olmasıdır. Demek ki, bunun zamanı gelmiş ki, gerek ilim, gerek zikir, gerek hizmet, gerekse adap üzerinde olsun çok duruluyor. Tabii ki öbür sadatlarda gerekeni yaptılar ama, o gün için muhabbet daha ağırlıklı olması gerekiyormuş, o yapılmış. Bizim hastalığımıza göre tedavi veriliyormuş. Bugün demek ki ilaç buymuş. Onun için niye o eski muhabbet yoktur dediğimiz zaman, kendimizde bir eksiklik arayalım. Acaba hep o eski muhabbetle mi yürümemiz lazım? Biraz zor, artık olgunlaşma dönemindeyiz. Çünkü, olgunlaşmaya ihtiyacımız var. Gün bugündür, bugün hizmet ağırlıklı çalışmak günüdür. Dolayısıyla sırf muhabbetle yol aşılmaz kanaatindeyim.
- Seyyidim, Gavs-ı Sani Hz.leri ilim hayatını nasıl bitirdi ?
- Gavs Hz.lerinden okudu. Değişik yerlerde okudu. Molla Dervişin yanında da okudu.
- Seyyidim, Gavs-ı Sani Hz.leri hiç sohbet ediyor mu ?
- Bazen münakaşa ve anlaşmazlık çıktığı durumlarda sohbet ediyor. Sohbeti ağırlıkla ehli sünnet yolu üzerinedir. Sofilere yönelik genellikle mesajı şudur:
“ Bizi her yerde bulamayabilirsiniz. Fakat öyle bir şey elinize alınız ki nerde olursa olsun, bu da İslam ve âdâptır. Çünkü İslam bu yaptığınızın zırhı ve ihatasıdır. Adap ise onun devamını sağlıyor.”
Madem öyle, en ufak âdâbsızlığı dağlar kadar gözümüzde büyütmemiz icab eder. Kaldı ki gözünüzde büyütmediğiniz hafife aldığınız o âdâbsızlık sonuçta siyah nokta olmaktadır. Nakşibendi tarikatı asla siyah leke kabül etmez. Bu yol ak pak kalp üzerine kurulu olduğu için, o siyah nokta perde de olduğu zaman, insanın gözü o beyazlığı görmüyor, direk o siyah noktaya ilişiyor. Bu durum tabii olarak zikri ve irşadı engelliyor. Bundan da öte birisinin hidayetine vesile olacaksan olamıyorsun. Yani en ufak âdâbsızlık o yapacağınız amellere engel olmaktadır. Hatta namazları gece gündüz kılsan da âdâb yoksa hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü o kıldığını namazın ne feyzi, ne de bereketi olur.
Ayrıca Seyyid Abdulbaki Hz.leri sohbetlerinde bilhassa niyet üzerinde de çok duruyor ve şöyle buyuruyor :
“ Niyetinizi Allah rızası için sürekli kontrol ediniz.”
- Seyyidim, en son ne tavsiye edersiniz?
— En son Seyda’mızın tavsiye ettiği ehlisünnet yolunu ve tasavvufu tavsiye ederiz. Allah’a kavuşmak istiyorsak, Gavs Hz.lerinin söylediği gibi nefsin tepesine basmak gerekir. Ümmet-i Muhammediye’nin birlik ve beraberliğini sağlamaya çalışmak görevimiz olmalı. Fitneleri bertaraf etmemiz lazımdır. Resulüllah’ı, Gavs’ı ve Seyda Hz.lerini seviyorsak bu zat’ın peşinden gitmemiz lazımdır. Çünkü Seyyid Abdülbaki Hz.leri onların yollarını idame etmeye çalışan Gavs-ı Sani'dir. Ona yardımcı olmamız gerekiyor. Tabii burada yardımcı olmak derken, kendi amel ve davranışlarımıza dikkat etmemizi kast ediyorum. Yoksa zahiri yardım değildir. Hâsılı kelam İslam diyor ve tavsiye ediyoruz.
Not: Bu röportaj daha önce tarafımca GÜNDÜZ GAZETESİNDE yayinlanmiştir.

Teşekkür ederim ilginiz için.

Ben tam olarak görüntülemek ve sevgi Hazreti Peygamber'in (sav) ile anlaştılar m. While i m travel iştigal Ben senin tam öğretici okuyun. Paylaştığınız için teşekkür ederiz.

Ne mutlu kıymet bilene
SELİM GÜRBÜZER
Ulema ailenin bir evladıdır o. Kendisi İmam Hatip mezunu olması hasebiyle de iyi bir hatip de. Karadeniz’in o coşkun havası mizacına yansıdığı şundan belli ki haksızlıklar karşısında kalemini konuşturmayı da ihmal etmez. Öyle ya, kim bu ümmetin bir ferdini mağdur etmişse zulme karşı onurlu duruş sergilemek gerekirdi. Zaten o da “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadis-i şerif gereği Necip Fazıl’la aynı kaderi paylaşıp Silivri kapalı cezaevinde mahkûm edilmiş bile. Keza Tayyip Erdoğan’da okuduğu bir şiir nedeniyle mahkûm edilmişti. Ama gün gelir kader bu ya, çile yolculuğunun aydınlığında birbirinin dünürü olurlarda. Üstelik dünürü olduğu lider de ulema ve evliyanın kıymetini bilenlerden. Hatırlarsınız Tayyip Erdoğan İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanı olduğu yıllarda İstanbul çöp dağlarından ve susuzluktan geçilmiyordu. Malum o yıllarda yağmur duası gündeme geldiğinde kimileri alay edercesine “İşimiz Allah’a kaldı” diyenler olmuştu. Neyse ki dünürü olduğu o lider kınayanın kınamasına hiç aldırış etmeden hızlı bir şekilde hem manevi hem de zahiri tedbirleri alıp İstanbul halkının çektiği o susuzluk çilesine son verirde.

Madem öyle, herhangi bir işe hızla nasıl el atılır, bunu yeri gelmişken Seyda Hz.lerinin vefatı sonrası Menzil’e gittiğim bir ziyarette sofilerce çok bilinen ta Gavs-ı Bilvanis-i zamanından beri dergâhın hizmetinde koşturan Fırıncı Abdülkerim ağabeyimden edindiğim bir bilgiden öğrenmeye çalışalım. Nitekim Fırıncı Abdülkerim ağabeyime; Kurban siz hem Gavs Hz.leri hem Seyda Hz.leri hem de Abdulbaki Hz.leri zamanında hizmet etmiş bir ağabeyimizsiniz. Çok yoruldunuz da, hele şu iş yorgunluğu nasıl bir şeydir bize bir anlatsanız. Tabii derin bir oh çektikten sonra bizi kırmayıp şöyle dedi:

-Ah sofi, Gavs’ı, Seyda’yı anladım da Abdulbaki Hz.lerine bir türlü akıl sır erdiremedim. Gavs’ın, Seyda’nın hızına bir şekilde yetişebiliyordum ama gel gör ki Abdulbaki Hz.leri daha irşada başlar başlamaz hızına yetişmek ne mümkün.. Baksanıza tuvalet sayısından, çeşme sayısından ve fırından çıkan ekmek sayısından tutun da, cami inşası, imar, vakıf gibi bir dizi daha nice hizmetlerin hepsinde dur durak bilmiyor. Tıpkı Tayyip Erdoğan gibi o da hizmette hiç sınır tanımıyor. Hani bir zaman Tayyip Erdoğan İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığını devr aldığında susuzluk almış başını gidiyordu ya. Kimi Yalova’dan tankerlerle su getirelim, kimi suni yağmurlama bombasından bahsederken, o kendine yakışan tavrıyla mübareği havaalanında karşılayıp dua talep ettiğinde;

- Dua ederiz inşallah demesiyle birlikte İstanbul’un susuzluğu iki kanaldan, yani hem zahiri hem de manevi kanaldan hal yoluna girerde.

İşte Fırıncı Abdülkerim Ağabeyimiz bu tespiti yaptıktan sonra şöyle bir latife cümleyle sözlerini şöyle bağlar:

-Sofi şu da var ki mübarek nasıl dua ettiyse İstanbul’da bir baktık sel seli götürmüş. Sanırım şimdi niye hızına yetişemediğimizi anlamışsınızdır.

Evet, bir takım mahfiller ‘işimiz Allah’a kaldı’ diye alay ede dursunlar, onların hesap edemedikleri bir şey vardı ki Allah dostlarının yapacakları duaların Allah katında kolay kolay geri çevrilmeyeceği gerçeğidir. Yeter ki canı gönülden Allah dostlarının kıymeti fark edilsin gerisi gelir elbet.

Hakeza Sadık Albayrak’ta tıpkı dünürü gibi Allah dostlarının kıymetini bilen gür seda yazarlarımızdan. Bakın Seyda Hz.lerinin vefat sonrası Cuma dergisine verdiği bir röportajda kıymetini nasıl dile getiriyor hep birlikte bu kıymet ruhundan istifade etmiş olalım:

SEYDA HAZRETLERİ BÜTÜN ÜMMET-İ MUHAMMED'E YOL GÖSTERDİ

Raşid Efendi'nin Türkiye'deki misyonunu anlatır mısınız?

— Raşid Efendi (k.s.), şöhrete ulaşmış ismiyle ''Seyda Hazretleri'', neseb olarak Ehl-i Beyt'e mensuptur. Necip bir nesilden gelmesi dini ilimler kadar tasavvufi gelişmede de büyük pay sahibi olmuştur. Tarikat olarak Nakşibendîliğe olan vukufu Türk-Kürt-Acem ya da Arap halkları üzerinde etkisi büyük olmuştur. Her ilmin bir mektebi olmasına rağmen Türkiye'de tekkeler kapatıldığı halde müteselsilen hilafet hırkasını giymek suretiyle bu tarikat çizgisini sürdürmüştür. Bu durum tarikatların tekke ve zaviyelerde yapacakları hizmetin yasaklarla önlenemeyeceğini göstermiştir. Seyda Hazretleri bunun en canlı örneğini temsil eder. Cedleri Mevlana Halidi Bağdadi ve daha sonra gelenler meşruti ve ceberrut yönetimler tarafından ve siyasi güçler tarafından baskıya uğramalarına rağmen bu çizginin devam ettirilmesi Seyda Hazretleri'ne kadar gelmesi kendilerinden sonra da beklenen ve görünen fonksiyonu icra edeceğinin bir işaretidir. Seyda Hazretleri'nin cedleri hangi baskı ve zulme uğramışlarsa kendileri de aynı şekilde bundan payını almıştır. Hiçbir siyasî otoriteye başkaldırmadığı halde Cenab-ı Peygamber'in Ehl-i Beyt'in çizgisini sürdürüp siyasî otoritenin mefluç, müflis ve mülevves bir hale girdiği toplumun değişik katmanlarındaki insanları bir tek çizgiye getirmesi, en çok şeriat ve tarikat düşmanlarının tepkisini çekmiştir. Batılılaşmanın kol gezdiği metropol şehirlerden uzak bir köyde ömür sürerken Türkiye ve Türkiye'nin dışından kafileler halinde insanların otobüslerle Menzil'e gelmesi, Menzil-i Maksut'a ermelerine vesile olmuştur. Bu durum, bu gelişme, bu yeni ihya hareketi daha çok bizde militarist baskılar sırasında kendini gösterdiğinden, kendi evinden barkından alınarak Batıya sürgün edilmesi, gözetim altında bulundurulması müridanına en umulmadık hareketlerin reva görülmesi, yaptığı hizmetin büyüklüğünü gösterir. Ehl-i tarik ulviyet ve yüceliklerini, çektikleri çile ile pekiştirirler. Zaten geçtikleri yollar çileli yollardır. Aldıkları hilafet hırkası icazeti onları ister istemez bu yola sevk eder. Böylece kendilerinden sonra gelecek olan toplumlara öncülük vazifesi görürler. Seyda Hazretleri de Türkçe-Kürtçe ile belirli değil de, değişik lisanla tüm ümmete hitab etmiştir. Böylece yaptığı hizmetler ne Türklere, ne Kürtlere ne de Araplara mal edilebilir. Tümden Ümmet-i Muhammed'e yol gösterici olmuştur. Diliyoruz ki, kendisinden mustahlef olanlar bu yolu devam ettirirler.

— 12 Eylül yönetimi Seyda Hazretleri'ni neden Çanakkale'ye sürgüne gönderdi.

— 12 Eylül yönetimi solla, aşırı uçlarla uğraştığı gibi Müslümanlarla da uğraşmayı bir görev bilmiştir. Çifte standart uygulamakla çarpıklığın üstesinden gelebileceklerini sandılar. Hâlbuki 12 Eylülcü militaristler Seyda Hazretleri'nin yaptığı hizmetleri engellenmemiş olsalardı, bugün belki de Türkiye'nin ırkçı şoven bir Kürt meselesi olmayacaktı. Türkiye'de bugün, ne acıdır ki doğrudur, bir Bosna-Hersek bunalımı yaşamayacaktı. 12 Eylülcü militaristler kafalarına yerleştirilen sarık-cübbe ve tespih korkusu Seyda Hazretleri'nin üstüne gitmeyi amaçlamışlardır. Bu baskı tersine tepen bir silah gibidir. Menzil cemaatinin daha çok yaygınlık kazanmasına sebep olmuştur. Yani zulüm, şiddetini artırdıkça mazlumların sayısı da çoğalır.

— Devletin resmi medya araçları, TRT ve Anadolu Ajansı özellikle sanki böyle bir olay yokmuşçasına davrandılar. Bütün özel kuruluşların ilgisine rağmen resmi kuruluşlar cenazeyi ısrarla duyurmadılar. Bunun altında hâlâ 12 Eylül uzantısı korkular mı var acaba?

— 12 Eylül uzantısı değil de rejimin 70 yıllık tercihi kendini göstermiştir. Şöyle ki, bugün resmi ideoloji medyasını yönlendiren iktidar çevreleridir. Bu kurumlarda yer alan etkili kişiler masonik zihniyetli adamlardı. Bunun böyle olması doğal karşılanmalıdır. Resmi ideolojinin medyası böyle bir tavrı ilk defa göstermemektedir. Yani, Batılı sistemin çifte standart uygulaması resmi ideolojiden yana olanlarla, resmi ideolojiye İslâmi perspektiften bakanlara karşı çelişik bir tavrı olmuştur. Bir haham, bir papaz resmi ideolojinin haber kaynaklarında yer aldığı kadar, bir şeyhin, bir âlimin, İslâmi görüntüsü bir değer ifade etmemektedir. Bunu fazlaca da yadırgamamak lazım. Türkiye'deki Batılılaşmanın öncüleri bu tercihi Lozan'da yaptılar, o günden bugüne devam ediyor. Resmi ideolojinin çizgisinde bir sapma görülürse o zaman gidişten endişe etmeli, yeni stratejilerin, planların Müslümanlar üzerinde oynanmak istendiği akıldan çıkarılmamalıdır.

İşte, yazar Sadık Albayrak’ın ifadelerinden de anlaşıldığı üzere zulüm bir yere kadardır, hele ümmetin derdiyle dertlenenler var oldukça bir takım karanlık mahfillerin kirli oyunları ve hevesleri kursaklarında kalacaktır. Buna inancımız tam da.

Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2662/ne-mutlu-kiymet-bilene.html

Medine'den Buhara'ya
Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)

Yayın Tarihi: 13.02.2023
ISBN: 9786254209864
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 512
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 15.5 x 23.5 cm

2023 yılının ocak ayında 'Güneş Doğu'dan Doğar' isimli kitabını koyucuyla buluşturan Bayburtlu yazar Selim Gürbüzer'in ikinci kitabı 'Medine'den Buhara'ya' adlı kitabı da raflardaki yerini aldı. Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık'tan 512 sayfa hacimli çıkan kitap 8 bölüm yer alıyor. Kitapta, Saadat-ı Kiram, Yazarlar Ne Dedi?, Basında Seyda Hazretleri, Tasavvufi Sohbetler, Medine'den Buhara'ya Giden Yolda Biat, Medine'den Buhara'ya Giden Yolda Sofinin Dünyası, Medine'den Buhara'ya Giden Yolda 11 Usul, Medine'den Buhara'ya Buhara'dan Ahiret Yurduna adlı bölümlerde 73 ayrı yazı bulunuyor. Yazar Selim Gürbüzer, kitaba yazdığı önsözde şu ifadelere yer veriyor: "Allah Teâlâ'ya (c.c) hamd-u senalar, sadatların önderi ve mürşidi olan Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)'e selat ve selam olsun. Yüce Allah (c.c) sadatların himmet ve feyizlerini üzerimizden eksik etmesin. Eser baştan sonuna kadar incelendiğinde Resulullah (s.a. v)'den başlayan bu kutlu yolun, Gönül Sultanlarının hayatlarında söyledikleri o müthiş altın sözlerin yansıra ayrıca sünnet-i seniyye üzere yaşayış biçimlerinden ilginç kareler ile Medine'den Buhara'ya uzanan son halkada yerini alan Seyda (k. s) Hz. lerinin geniş bir hayat serüveninden bir dizi hatıralar yer alacaktır. Tabii ki, Sadatları hakkıyla anlatmanın imkânsız olduğunun idrakiyle, karınca kararınca ne ortaya koyabilirsek, o nispette de manevi tasarruf ve sohbet şemsiyelerinin altında istifade edebileceğimiz düşüncesiyle bu eseri kaleme aldık diyebiliriz. Eserin hazırlanmasına koyulduğum yıllarda bizatihi evlatlarıyla yaptığım istişare neticesinde Seyda Hz. leri ile ilgili şimdiye kadar hakkında ne yazılmış ne söylenmiş ve her ne varsa hepsini bir bütün olarak derleyip, toparlayarak bir kitap haline gelmesini tavsiye etmişlerdir. Biz de âcizane tavsiyelerini görev olarak addedip başım gözüm üstüne diyerekten yola koyulmuş olduk. Bu arada kendileriyle bu hususta birkaç kez görüştüğüm Taceddin Seyyid'imin de kitabın hazırlanmasında katkıları ve ilave edilmesi gereken konuları söyleyerekten Seyda Hz. lerinin anısına kaynağında yaptığım röportajlarda gerekli ortamı hazırlayıp röportaj yapmamı sağlayaraktan her türlü desteği vermekten bizden esirgemediler. Derken bu arada eserde geçen birtakım tasavvufi kavramların ve hatıraların yanlış anlamasına meydan vermemek için de tasavvufi sohbetler başlığı altında ayrıca bir bölüm ayıraraktan açıklık getirmeyi de ihmal etmemiş olduk. Şayet gözden kaçan hatalarım olduysa da okuyuculardan şimdiden kusurlarımı hoş görmelerini dilerim. Medine'den Buhara'ya gelen manevi atmosferin son halkasında yer alan Seyda Hz. lerini anlatmada hakkıyla ifa etmeye gücümün yetmeyeceğinin şuuruyla, Allah'ın (c.c) lütfu ve hidayeti, Resulüllah (s.a.v)'in selat-u selam-1, Sadat-ı Kiram'ın ve Seyda Hazretlerinin himmet ve feyizleri Medine'den Buhara'ya uzanan halkanın sevdalılarının üzerine olsun dileğiyle, Allah tüm Ümmet-i Muhammed'in yâr ve yardımcısı olsun." Selim Gürbüzer'in kitabı www.kitapyurdu.com adresinden temin edilebilir.

Hiç kuşkusuz Resulullah (s.a.v)'in Nebevi nuru yüzü suyu hürmetine tüm âlemler yaratılmıştır. İşte Rasulullah (s.a.v)'in Gül kokulu nübüvvet nuru, Hz. İsmail'in evlendiği Hale'den oğlu Kaydar'a geçer. Ancak, Kaydar bir sene içerisinde yüz kadar kadını nikâhladığı halde hiçbirinden çocuk olmaz. Allah Teâlâ melek vasıtasıyla buyurdu ki: “Ey Kaydar! Eğer nezr edip kurban kesersen bu iş sana bildirilir.” Bunun üzerine Kaydar emrin gereğini yerine getirip çok sayıda koç kurban eder. Kurban mükellefiyetinden maksat hâsıl olunca bu kez gaipten bir nida daha işitir: “Ey Kaydar! Filan ağaç altında uyuyuver, rüyada ne görürsen onu yap.” O da denileni yapıp rüyasında Arap asıllı Gadire Hanım gösterilip onu nikâhına al emri talimatı verilir. Böylece nur Gadire'ye intikal etmiş olur.
Kaydar bir yolculuğun ardında Kenan iline vardığında Yakup (a.s) ile karşılaşır. Ve o Yüce Peygamber der ki; “Sana müjdeler olsun ki dün gece Gadire oğlunu doğurdu, zira gördüm ki, gök kapıları açılmış. Bu durum alından alına konaklayan Habibin nurun bir alametidir...” Bu sözleri işittikten sonra hanımının yanına vardığında, ilk işi oğlunu kucaklamak olur. Oğlunun adı Haml idi. Haml'de Saide isminde birini nikâh eyler. Derken o nikâhtan Nebt doğar. Ve Habib-i Ekrem (s.a.v)'in nuru Nebt'ten Adnan'a devr olunur.
Adnan'ın alnından parlayan nuru şerif ise Maad'a geçer, Maad'dan Nizar'a devr olunur. Nizar'dan da Nebevi nur sırasıyla Mudar'a, İlyas'a, Müdrike'ye devr olunur. Derken Müdrike'den de sırasıyla Huzeyme'ye, Huzeyme'den Kinane'ye, Kinane'den Nadr'a geçer.
Nadr'dan sonra ise nur sırasıyla:
w Malik w Fihr (Kureyş) w Galib w Lüeyy w Ka'b w Mürre w Kilab w Kusay w Abd-i Menaf (Muğire)' e geçerek devrolunur.
Bu arada Mugire'nin iki oğlu daha olur. Ki; bu oğullardan biri Haşim'dir. Zira Nevfel ve Muttalib Resulullah (s.a.v)'in soy şeceresinde yer alan Haşim oğullarından gelmiştir.
Haşim herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Hem nasıl sevilmesin ki, bikere her şeyden önce Habibin nuru her daim alnında parlıyordu. Nitekim Rum Kayseri bu parlak yüzden dolayı kızını Haşim'e teklif eder, fakat kabul etmez. Nasip bu ya, bir gün rüyasında kendisine bildirilen Selma Binti Ömer'le evlenmesi emr olununca, onunla nikâh kıyacaktır. Derken, Haşim ticaret maksadıyla Şam'a gidip, akabinde Gazze'de vefat eder etmesine ama sonuçta Selma'dan doğacak olan, yani ilerisinde Nübüvet Nur'un dedesi olacak Abdülmuttalib'i arkasında bırakması böylesi bir ölüme can kurban dersek yeridir. Evet, O; Rasulullah (s.a.v)'in dedesidir. Haşim'in vefatından sonra Mekke halkı Abdülmuttalibi (asıl adı Şeybe) şehre reis seçip, Mekke'nin anahtarlarını ona teslim eder de. Sıra teslim sırası ona gelmişti ki, teslim edilecek elbette anahtar değildi, teslim olunacak Habibin nurudur. Nitekim o nur Abdullah'a devr olunur da. O'ndan da malum O nur asıl sahibine devr olunur. Şu da var ki Peygamberimiz (s.a.v) bu dünyadan göç etti etmesine ama o nur'a layık olanların alınlarında kıyamete kadar devam edecektir, buna inancımız tamdır. Sanmayın ki başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere sırasıyla Ashab-ı kiram, Evliyalar bu dünyadan göç ettiler diye tabii oldukları kaynaklarda bir anda kesiliverdi. Yok, öyle bir şey, tam aksine İmam-ı Gazali Hz.lerinin de beyan buyurduğu veçhiyle “Diriyken tevessül olunan, feyiz alınan zata, öldükten sonra da tevessül edilerek feyiz alınır” (Mişkat) şekliyle her devirde Allah Resulünün izini iz süren Allah dostları kanalıyla kıyamete dek bu söz konusu kaynak silsilesi hiç tükenmeyecektir. Hatta kıyamet sonrası da tevessül hadisesi mahşer günü ilahi huzurda da apaçık bir şekilde yaşanacaktır. Bakınız, Muhammed Hadimi Hz.leri bu hususta ne buyuruyor: “Peygamberler ve evliya zatlar dar-ı bekaya intikal ettikten sonra da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâ'ya yalvararak dua etmeye, tevessül ve istiğase etmek denir. Ki, onlar ölünce de mucizeleri ve kerametleri devam eder” (Berika). İşte bu sözlerden de anlaşılan o ki; Allah'ın hazinesi boldur. Öyle ya, peygamberlik kapısı kapandı diye tevessül ortadan kalkacak değil ya, bu kez onun izini iz süren evliyalar ne güne duruyor, hiç kuşkusuz Ümmet-i Muhammed'in kurtuluşuna vesile olmak için devreye girip tevessül yolunu devam ettirecekleri muhakkak. Nitekim Mürşidi kâmillerin her devirde var oluşları insanları Allah'a yönlendirmek içindir. Yani Allah dostları, taliplilerine Allah-u Teâlâ'ya nasıl kul olunacağını, nasıl ibadette bulunacaklarını talim ettirerek vuslata ermelerine vesile olmak için vardır.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/med...%BCrb%C3%BCzer