El-Vâhid, El-Ahad, El-Vitr, Allahın Vahdaniyet Sıfatı, Allah’ın Birliği

El-Vâhid ile kastedilen anlam, Allah’ın (c.c.) sayı olarak bir olması değildir. El- Vâhid, Allah (c.c.) bölünemeyen ve parçalanamayan birdir, anlamına gelir. Yani sıfatlarında ve güzel isimlerinde bir ortağı yoktur. İlahlık O’na mahsustur. O’nun dışında hiçbir varlık ilahlık mertebesine ulaşamaz.

El-Vâhid güzel ismi Allah’ın (c.c.) sıfat ve güzel isimlerindeki birliği temsil ederken el-Ahad güzel isminde ise zatındaki birlik ifade edilmektedir. Örneğin güneşin ısı ve ışık özellikleri birer sıfatıdır. Farz edelim ki bir küçük çocuk gündüz güneşten gelen havadaki ısı ve ışığın kaynağını bilmiyor olsun. Bu çocuğun havaya bakması bir araçla da engellenmiştir. Ondan ısı ve ışığın kaynağını bulması istensin. Elbette çocuk kafasında bu konuda çeşitli kuramlar geliştirecektir. Önce her cismin ısı ve ışık kaynağı olduğunu düşünecektir. Ama evine ve kapalı mekânlara girince cisimlerde ısı ve ışığın olmadığını görüp bu kuramında kuşkuya kapılacaktır. Sonra gökyüzünün baştan sona bir ısı ve ışık örtüsü ile kaplı olduğu kuramına sarılacaktır. Ama akşam olunca buna da bir anlam veremeyecektir. İşte gündüzleri ısı ve ışık özelliklerinin güneşin varlığı ve birliğine kanıt olması gibi varlıkların sıfat ve özelliklerindeki uyum ve bütünlük de el-Vâhid olan Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliğine işaret etmektedir. Yine nasıl güneşin kendisi ısı ve ışıktan farklı ise el-Ahad olan Allah’ın (c.c.) zatı da varlık âleminde tecelli eden sıfat ve güzel isimlerinden farklıdır.

Allah (c.c.) el Vâhid oluşunu her varlık üzerinde kalıcı ayetlerle işlemiştir. Bütün canlı ve cansız varlıklar O’nun bu el-Vâhid mührünü taşırlar. Örneğin dünyadaki bütün ağaç yaprakları birbirine benzer. Demek ki bunları yaratan aynı ilahtır. Tüm insanların bedenleri de aynı organlardan meydana gelir. Bu da insanları yaratanın tek ilah olduğunu gösterir. Eğer birden fazla ilah olsaydı evrenin ve dünyanın kanunlarında bir uyum ve bütünlük olmazdı. Bu ilahlar birbirleri ile rekabete girer, bu da varlık dünyasında bir kargaşaya neden olurdu. Ayrıca bütün canlı ve cansız varlıklar O’nun bu el-Ahad mührünü de taşırlar. Deminki örneğe bağlı kalarak düşüncemizi sürdürelim: Dünyadaki bütün ağaç yaprakları birbirine benzer, ama aynı değildir. Her yaprak diğer yapraktan kendisini farklı kılan özelliklere sahiptir. Demek ki bunları yaratan ilah hiçbir şeye benzemez. Tüm insanların bedenleri de aynı organlardan meydana gelir, ama aynı yüze sahip iki insanı göstermek olanaksızdır. İkizlerde bile benzerlik noktaları kadar farklılıklar söz konusudur. Bu da insanları yaratan tek ilahın (El-Vâhid) eşsiz ve benzersiz olduğunu (El-Ahad) gösteren başka bir ayettir.

Batıl dinler Allah’a (c.c.) ait olan bu ilahlığı başka varlıklara da yansıtmışlardır. Allah’tan (c.c.) bir şey ister gibi onlardan bir şeyler istemişler, Allah’tan (c.c.) korkar gibi bu ilahlardan korkmuşlardır. Allah’a (c.c.) gösterilmesi gereken ibadet ve tazimleri (yüceltmeleri) bu varlıklara yansıtmışlardır.

Zerdüştlük ve Şamanizm dinleri Allah’ın (c.c.) ilahlığını ikiye bölmesi ile tanınırlar. Bu dinler şeytana da Allah (c.c.) gibi bir güç tanırlar. Oysa biliyoruz ki şeytanın elinde olan tek şey, insanı kötülüğe teşvik etmektir. Yani vesvesedir (propagandadır). İnsanı da ancak dünya nimetleri ve dünyanın geçici zevkleri ile tuzağına düşürebilir. Nefis şeytana kulak verecek, eğilim gösterebilecek bir özellikte yaratılmıştır. Şeytanın insan üzerinde bir zorlayıcı etkisi söz konusu değildir. Şeytan hele hele bir ilah hiç değildir. O da peygamberler ve Allah (c.c.) dostları gibi bir davetçidir. İnsanları Allah’a (c.c.) karşı günah işlemeye ve isyan etmeye çağırır.

Şeytan manevi makamda ilerleyen insanlara açık bir surette, daha doğrusu bazı duyu organlarına seslenerek ve çeşitli sıkıntılar vererek musallat olabilir. Bu durumda da nefis ve şeytanla cihattan geri kalınmamalı, peygamberimizin (s.a.s) ifadesi ile bunun büyük cihat olduğu düşünülmelidir. Şeytanla ibadet hayatını daha zengin kılınarak mücadele edilir. Çünkü nur şeytanları rahatsız eder. İnsana nasıl ateş sıkıntı verirse nur da şeytanı olumsuz yönde etkiler. Ama şeytanlar inatçı vasfa sahip oldukları için bu musallattan vazgeçmeyebilirler. Çünkü amaçladıkları şey mümini ümitsiz bırakmaktır. Oysa imanın temeli ümide dayalıdır. Kuran-ı Kerim’de bu konuda Allah’ın rahmetinden ümidini kesenlerin ancak kâfirler olduğu belirtilmektedir (Yusuf Suresi, ayet 87). Şeytana Allah musallat olma konusunda izin vermiştir. Son nefese kadar da bu izin geçerlidir. Hatta son nefeste imanı çalmak için müminin içerisinde bulunduğu kaygı, korku, maddi sıkıntılarından yararlanarak onu kandırmaya, bir hayal uğruna imanını çalmaya çalışacaktır. Böyle sıkıntılarla karşı karşıya bulunan müminler tövbe-i nasuh ederek her türlü haramdan sakınarak ve ibadet hayatını zenginleştirerek şeytanla mücadele yoluna gitmeli, mümkünse gerçek bir şeyhe intisap edip vird almalı ve rabıtaya önem vermelidir. Zira vird ve rabıta şeytanla mücadelede en etkili silahlardır. Maalesef böyle sıkıntıları olan insanları bir duayla tedavi ettiğini söyleyen din simsarları da mevcuttur. Bunlardan uzak durulmalıdır. Bunlar adeta şeytanlarla danışıklı dövüşürler. Tek amaçları para kazanmaktır. Aslında kendileri de bu konuda sıkıntıdadırlar. Fakat bazı rahatlama tekniklerini keşfettiklerinden ve bu yolla para da kazandıklarından keyifleri yerindedir.

Bütün peygamberlerin tebliğinin esası, bir olan Allah’a (c.c.) insanları çağırmak olmuştur. Geçmiş kavimler Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak tanımakta idiler. Ama O’nun çeşitli sıfatlarından ve güzel isimlerinden kaynaklanan ilahlığını putlara da yansıtıyorlardı. Bu putların kendilerini Allah’a (c.c.) yaklaştırdıklarını söylüyorlardı. Aslında o putların bazılarının isimleri gerçekten de başlangıçta Allah’ın (c.c.) veli kullarına dayanıyordu. Hak din sağlamken insanlar o veli kulların isimleri ile Allah’a (c.c.) tevessülde bulunuyorlardı. Örneğin şöyle dua ediyorlardı: “Allah’ım senin indinde önemli bir kul olan şu zatın yüzü suyu hürmetine şu hacetimi, şu duamı kabul buyur.” Dikkat edilirse tevessülde dua, istek Allah’a (c.c.) yapılmaktadır. Veli kul duanın yapılmasında sadece bir vesile rolü oynamaktadır. Hak dinler batıl duruma dönüştüklerinde kendilerine tevessülde bulunulan bu veli kulların isimleri putlara verildi. Artık Allah’a (c.c.) dua, istek yerine bu putlara dualar ve istekler yöneltildi. Veli kullarla Allah’a (c.c.) tevessülde bulunma gibi çok güzel bir dua biçimi, batıl duruma dönüştü. Böylece putlar ilahlık makamına yükseltilmiş olundu. Putlarla Allah’a (c.c.) şirk koşuldu.

Bu durumda çağımızda bazı Müslümanlar, duada veli kullara tevessülde bulunma putperestliğe ve Allah’a (c.c.) şirk koşmaya zemin hazırlıyor, diyerek duaların kabulünde çok önemli bir rolü olan tevessüle olumsuz bir tavır almaktadırlar. Halbuki Ehl-i sünnet itikadında tevessülün ayet ve hadislerle dinde yeri sabittir. Bu konuda Ehl-i sünnet alimleri arasında bir tartışma söz konusu değildir. Vahhabilik gibi 18. yüzyılda ortaya çıkan bir kısım itikadi cereyanların etkisi ile tevessüle itiraz bugünlerde çoğalmıştır. Oysa onların bu itirazlarındaki yanlışlık gayet açıktır. Bir insanın, bıçakla adam da öldürülüyor, diyerek bıçağı günlük yaşamında kullanmaması en çarpıcı örnek olarak düşünülebilir. Halbuki yemeğin pek çok malzemesi bu sayede doğranır. Bıçaksız bir mutfak düşünülemez. Onu yaşamdan uzaklaştırmak aç kalmakla özdeştir. Dua da ancak veli kulların yüzü suyu hürmetine Allah (c.c.) katına yükselir. Kabul görür. Onların duaları olmasaydı kıyamet çoktan kopardı.

Kuşkusuz Allah (c.c.) kuluna şah damarından daha yakındır. Kul dua ettiğinde Allah (c.c.) duasına icabet eder. Ama insan Allah’tan (c.c.) çok uzaktır. Her zaman her çeşit duanın kabul olunması için gereken şartları üzerinde taşımıyor olabilir. Böyle durumlarda iken Allah’ın (c.c.) veli kulları ile Allah’a (c.c.) tevessülde bulunulması yerinde bir davranıştır. Din de bunu onaylamıştır.

İnsanlık tarihi boyunca peygamberlerin putperestlikle mücadele etmesinin, hak dinin karşısında genellikle putperestliğin bulunmasının nedeni putperestliğin toplumda bütün çirkinliklerin, günahların, zulümlerin kaynağı olmasıdır. Her put toplumda belli insan kümelerini kendisine bağlıyor, diğer insanlarla olan kardeşlik bağlarını ortadan kaldırıyordu. Her şeyden önce toplumda hukuk birliğini yok ediyordu. Kişiye, kendi taptığı puttan aldığı cesaretle diğer putlara tapan insanlara karşı her türlü zulmü yapmayı kendinde hak sahibi olmaya çağırıyordu. Putperestin putuyla olan ilişkisi son derece bencilcedir, narsistçedir. Bundan doğacak en küçük bir hukuk kuralı bile her şeye karşı zulüm içerir. Putperestlik bir insanın kendisine secde etmesi gibi iğrenç bir şeydir. Örneğin bir putperest hiçbir vicdan azabı duymaksızın bir insanı öldürüp malını mülkünü gasp edebilir. Bunun vicdani ve hukuksal temelini de putunu memnun etmek düşüncesine bağlayabilir. Kendince de yaptığı iş meşrudur.

Peygamberlerse, insanları ilahlığı bölünemeyen ve parçalanamayan el-Vahid olan Allah’a (c.c.) kulluğa çağırmışlardır. Herkese göre ayrı hukuk anlayışı yerine Allah’ı (c.c.), dolayısıyla toplum ve insanlık çıkarına dayanan hukuk anlayışını savunmuşlardır. Putperestler kendi kişisel çıkarlarına ters düştüğü için peygamberlerin getirdiği tevhit akidesine her zaman karşı çıkmışlardır. İlk Müslümanlardan olan Hz. Bilal (r.a.), Amerika’da ve Afrika’da bugün milyonlarca benzeri olan bir
zenciydi. Üstelik hiçbir hakkı olmayan bir köleydi. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâmın vahdaniyet çağrısını duyunca hemen ona katıldı. Efendisi bu yeni dinden dönmesi için onu yere yatırıp Arabistan’ın kızgın çöllerinde güneşin karşısında adeta alevden kor haline gelmiş kayaları vücuduna koyarak eziyet ediyordu. O mücadelesini Allah’ın vahdaniyet sıfatından alıyordu ve “Ahad, Ahad ! (Allah (c.c.) bir, Allah (c.c.) bir!)” diyerek karşı koyuyordu. Aslında evrendeki ilahın bir olması ile onun kurtuluşu, ilahların çok olması ile de onun kendisine reva görülen insanlık dışı yaşamı arasında bir ilgi mevcuttu. Olaya bir başka açıdan bakıldığında Hz.Bilal’in (r.a.) insani özgürlük ve haklarının mücadelesini verdiği görülür. Çünkü evrende tek bir ilahın olması, aynı ebeveynin evlatları gibi, insanların eşitliği ve kardeşliği anlamına geliyordu. Birden çok ilah ise insanlar ve toplumlar arasında ayrıcalıkların ve savaşın temsilcisiydi. Hz. Bilal (r.a.) bunun bilincindeydi. Ayrıca Mekkeli müşrikler, özellikle mevcut bozuk düzenden en çok yararlanan varlıklı kesim de bunu gayet iyi biliyorlardı. Onun için çarpık düzenin devam etmesi için Hz. Bilal’in (r.a.) ve onun gibi yoksul, çaresiz ve sömürülen insanların bu yeni dine girmelerini engelliyorlardı.

Çağımızda putperestlik artık tarihe gömülmüş gibidir. İnsanların büyük çoğunluğu ağaçtan, taştan yontulmuş şeylere artık tapmıyorlar. Allah’ın (c.c.) varlığını ve birliğini onaylıyorlar. İnsanlık artık putperestlik gibi bu çok tehlikeli inanç sisteminin etkisinden kurtulmuştur. Ama yine de çağdaş insanın yaşamında Allah’tan (c.c.) başka ilahlar söz konusu olmaktadır.

Para ve madde kutsanarak ekonomide kapitalizm bir çeşit putperestlik dini olarak benimsenmiş durumdadır. Kuşkusuz bu sistemin içerisinde yer aldığı halde zekatını veren ve faizden kendisini sakındırmaya çalışan övülecek Müslümanlar da bulunmaktadır.

Nefsin isteklerini yaşamın amacı olarak gören, bütün yaşamını bencilce arzularını gerçekleştirmeye adayan insanlar da bir çeşit putperestlik içerisindedirler: “Görmedin mi arzularını ilah edinen kimseyi? (Câsiye suresi, ayet23)” Kuşkusuz insan üzerinde nefsin de hakkı vardır. Ama nasıl parayı yaşamında amaç olarak gören bir insan sapıtmışsa nefsi arzularını Allah’ın (c.c.) rızası üzerinde gören bir insan da yaratılış amacından uzak düşmüştür. Allah (c.c.) bu konuda Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım (Zâriyât suresi, ayet 56).” Demek ki insanın bu dünyadaki bütün eylemleri ya bizzat ibadet olacak ya da ibadete yardımcı olacaktır.

Bu açıdan iş hayatımız ibadete yardımcı bir alandır. Çünkü temel ihtiyaçlarımızı karşılamamız ve ailemizi geçindirmemiz gerekmektedir. Bu açıdan da çalışma bir ibadet gibi hüküm görür. Ama yaşamında ibadetlere yer vermeyen veya ibadetleri temel almayan birisi için çalışmak nefsin arzularına hizmet etmek anlamı taşır.

Günümüzde insanların büyük çoğunluğu “Çalışmak da bir ibadettir.” diyerek, ibadetlerini ihmal etmektedirler. Çalışma gerekçesiyle ibadete yaşamlarında yer veremediklerini söylemektedirler. Elbette söyledikleri söz doğrudur, ama eksiktir. İbadet olmadan çalışma ibadet düzeyine yükselmez. Aslında bu sözü yakın çevremizde o kadar sık duyar olduk ki, bununla başka bir inanç sisteminin değerinin, daha doğrusu ilkesinin kutsanmak istendiğini hemen çıkarabiliriz.

Kuşkusuz ibadetlerini yapan bir Müslüman için çalışması da bir ibadettir. Öyle ki peygamberimiz (s.a.s) bu konuda şöyle buyurmuşlardır:“Erkeğin hanımına harcadığı her şey sadakadır.”, “Erkek hanımına su bile içirse onun ecri vardır.”, “Kıyamet günü kişinin terazisine konacak ilk şey, ailesinin nafakası için harcadıklarıdır.” Ama, ibadetlerini ihmal ederek çalışmak da bir ibadettir sözünü söyleyen kimseler, İslam dininin bu güzelliğini istismar etmektedirler. Bununla kendilerini kandırmaktadırlar. Bu sözle ibadetlerini ihmal etmelerine bir gerekçe göstermekle kalmamakta, İslam dinine karşıt olan bir hayat felsefesini de onaylamaktadırlar.

İçerisinde bulunduğumuz Batı medeniyetinin maddeci anlayışından her insan bir miktar da olsa nasibini almıştır. Bu yüzden imanı zedelenmiştir. Zira bir zamanlar küçük gözle baktığımız diyar-ı küfür dünya yaşamında büyük nimetlere erişmiştir. Konforlu bir hayat içerisindedir. İslam medeniyetinin mirasına sahip ülkeler ise yoksul, güçsüz durumdadırlar. Batı medeniyeti buna çalışma disiplini sayesinde ulaşmıştır. Her insan bu gerçeğin az çok farkındadır. Gerçi dinimiz de çalışmayı teşvik etmiştir, ama bütün cenneti bu dünya olan Batı medeniyeti bu dünya için çalışmayı bir din haline getirmiştir. Müslüman ülkelerin onları bu konuda geçmeleri biraz zordur. Bu yüzden Batı ulusları dünya yaşamında imrenecek bir seviyeye ulaşmıştır. İşte, ibadetlerini ihmal ederek, çalışma da bir ibadettir, diyenler bilinçdışında bu yeni dinin takipçileri gibi bir hal içerisindedirler. Öyle ki bu sözleri ile Batı medeniyetini adeta putlaştırmış olurlar. Konforlu yaşam onların biricik cenneti olur. Adeta hal dilleri ile şöyle demektedirler: “Din dediğin şey ahiretle uğraşmaz. Din dünyadaki yaşam seviyendir. Bu da ancak çalışma ile gelişir. Dünyada güçlü, zengin olan kazanır, dolayısıyla haklı olan bunlardır. Sen ibadetle ne kazandın ki bana da onu tavsiye ediyorsun. Oysa ben, çalışma da bir ibadettir, düsturu ile yaşamımı daha rahat bir şekilde geçiriyorum. Sen ona bak.”

Çağımızda putlaştırılan bir diğer kavram da ırkçılıktır. Şu anda dünyada yabancı düşmanlığından nasibini almamış bir ırk, ulus yok gibidir. Allah’ın (c.c.) peygamberlerle gönderdiği hak dinler ırkların, ulusların her türlü maddi ve manevi haklarına saygılıdırlar. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Biz sizi birbirinizle tanışasınız diye ırklara, uluslara ayırdık (Hucurat suresi, ayet 13).” Dolayısı ile İslam dini ırkların, ulusların üzerinde evrensel bir birlikteliği ve kardeşliği hedeflemektedir. Her ırkın ve ulusun milli ve manevi değerlerine saygılı olmanın yanında onlar arasında gerçekleşecek bir bütünlüğe ve uyuma ulaşmaya çalışmaktadır.

El-Vitr güzel ismi tek anlamına gelir. Yani sayı olarak, adet olarak bir anlamına sahiptir. Allah’ın El-Vâhid, El-Ahad, El-Vitr güzel isimlerini arka arkaya söyleyerek, yani zikir yaparak O’nun rızasına talip olalım. Niyetimiz bu olunca Allah bu güzel isimlerin dünyaya bakan taraflarını hediye olarak verecektir. Bundan kuşkunuz olmasın. Ama bu isimleri zikirle dünyevi bazı gayeler edinirsek O’nun rızası dışına çıkabiliriz. Öyle bir şeyden de Allah’a sığınırız. Bu durum Allah’ın diğer güzel isimlerini zikirde de böyledir.

Allah’ın rızası bütün dünya ve ahret nimetlerine de kaynaklık eder. Ondan daha büyük bir şey düşünülemez. Allah hepimize rızasını nasip eylesin. Amin.
Muhsin İyi

Akrabamdan tanıdığım ilköğretim ikiye giden bir çocuk var. Çocuk değil de sanki büyümüş de küçülmüş gibi. Bütün arabaları markaları ve modelleri ile tanıyor. Ben de naçizane aşağı yukarı yirmi yıldır insan yüzlerine bakarım. Bu konuda, yani nurun olup olmadığı hususunda o kadar uzmanlaştım ki sarrafın altınla benzerini ayırt etmesi gibi bir seviyeye geldim. Kimin zikir ehli olduğunu hemen çıkarıyorum. Hatta hangi tarikattan veya cemaatten bunu da aşağı yukarı biliyorum. Elbette her zikir ehlinde nur olmuyor. Bu da bir nasip meselesidir. Daha doğrusu zikir ehli olup da (bir tarikata intisap edip de şeyhten vird dersi alanlardan) zikri Allah rızası dışında bir gaye ile çeken olduğu gibi zikre gereken saygıyı göstermeyenler veya zikir derslerine önem vermeyenler de bulunabilmektedir. Bunlar nurdan nasipsiz oluyorlar. Gerçek zikir ehlinin yüzündeki nura kimse sahip olamaz. Onlar hemen güneş gibi kendilerini belli ederler. Birinci sınıftırlar. Yüzündeki nura insanı âşık ederler. Çeşitli cemaatlerden özellikle sabah namazından sonra cevşen veya Kuran-ı Kerim okuyan kişilerde ise farklı bir nur çeşidi vardır. Ama seher vakitleri yapılan her ibadet adeta nura dönüşür. Seher vakitlerini uyku ile geçirenler bu nurlardan mahrum olurlar. Seher vakti uyanık olup da duha namazı kılanlar, zikir çekenler, Kuran-ı Kerim okuyanlar nurlardan nasiplenirler ve yüzlerinde de bu nurları belli ederler. Onlardaki hoş nur da kendine özgü bir güzellikle yüzde hemen kendisini gösterir.

Nur, iki biçimde tanımlanabilir. Birisi maddi olanıdır. Biz bu nurla (ışıkla) görürüz. En başlıca kaynağı güneştir. Ayrıca evimizi, sokağımızı aydınlatan ışık da bu nurdandır. Bu nur olmasaydı dünyamız kapkaranlık kalacaktı. Allah’ın (c.c.) pek çok ayeti, güzel ismi göz duyu organına hitap etmektedir. Demek ki bu nur olmasaydı çok cahil kalacaktık. Diğer nur manevidir. Bu da maddi nur kadar önemlidir. Hatta maddi nurdan daha önemlidir. Zira bununla da gönül dünyamız aydınlanır. İmanımız gerçekleşir, güçlenir. Nasıl görme engelli insanlar bir şey göremezlerse iç dünyaları kör olanlar da imanın esaslarını kavrayamazlar, inkar ederler. Bir insanın bu dünyada gözlerinin görmemesi bir ömürde gerçekleşir, son bulur, ama manevi körlük ebedi hayata mal olabilir.

Şu ayet-i kerime manevi körlerin ahiretteki durumlarına işaret etmektedir: “Ama kim Benim zikrimden yüz çevirirse, kitabımı dinlemez ve Beni anmaktan gaflet ederse ona dar bir geçim vardır. Ayrıca Biz onu kıyamet günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz. ‘Ya Rabbi,’ der, ‘ben gözleri gören biri olduğum halde neden beni kör olarak dirilttin?’ (Allah) Buyurur ki: ‘Bu böyledir, nasıl ayetlerim sana geldiğinde sen onları unuttuysan bugün de sen böyle unutulur, bir kenara atılırsın.’ ”

Çoğu İslam bilgini imanı tanımlarken onu gönülde doğan bir nura benzetir. Allah (c.c.) da Kuran-ı Kerim’de iman ve hidayeti böyle tanıtmaktadır: “Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içerisinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan bir kimse gibi midir? (En’am suresi, ayet 122)”, “Allah bir kimsenin kalbini Müslümanlık için açarsa o Rabb’inden verilen bir nur üzerinde değil midir? (Zümer suresi, ayet 22)”

Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’i de nur olarak adlandırmıştır: “İşte böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki sen daha önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Lakin Biz onu kendisiyle kullarımızdan dilediğimizi hidayete erdirdiğimiz bir nur kıldık (Zuhruf suresi, ayet 52).”
Kuran-ı Kerim okununca ortaya nur çıkmaya başlar. Bunu gönül gözü açık olanlar, veliler ifade etmişlerdir. Bu nur ruhu rahatlatır. Okuduğunu bilmese de Kuran-ı Kerim bu nurla anlamını gizlice okuyan kişinin ruhuna hikmet suretinde verir. Mümin insanın arifliği bu yolla oluşur. Yani Kuran-ı Kerim’in nuru hem ruhu etkiler hem de yüzde kendisini aşikâr eder.

İman ve ibadet hayatı insanın yüzüne ve ellerine bir parlaklık ve nur verir. Bu zikir ehlinde çok daha belirgindir. Bu durum gerçekten adeta bir mucizedir. Sanki yüce Allah (c.c.) iman ve ibadet ehlinin yüz ve ellerinde nurunun gerçekliğini tasdik ettirmektedir. Gerçi bazı insanlar ibadet hayatına sahip olmadan da yüzlerinde bir aydınlık, parlaklık taşırlar. Psikologlar bunu pozitif enerji ile açıklamaktadırlar. Kişinin hayata karşı olumlu tutumu, yapıcı ve üretken olması, insanlara karşı iyi niyet taşıması gibi güzel şeylerin yüze, ellere bu özellikleri verdiğini belirtmektedirler. Bakır, sarı vb. madenler de renk olarak altını andırırlar, yalnız onlarla altın arasında değer olarak büyük bir fark bulunur. Aynen bunun gibi iman ve ibadetle yüze ve ellere yansıyan nurla pozitif enerji ile oluşanı arasında da öyle büyük bir benzerlik ve farklılık vardır. Dikkat edildiğinde iman ve ibadetle gelen nurla pozitif enerjiyi simgeleyeni hemen ayırt edilir.

Tabii hayat karşısında pozitif bir tutum takınmak da Allah’a (c.c.) yaklaşmak değil midir?

Ben insan yüzlerindeki bu nurun da Allah’ın varlığı ve birliğine işaret eden en büyük kanıt olduğunu düşünmekteyim. Aslında toplumda benim gibi olanlar da az değil. Çok insan yüzdeki nurlara dikkat ediyor. Ama bazen karıştırıyorlar. Pozitif insanların yüzlerindeki parlaklık ile ibadetle gelen nuru birbirinden ayırt edemiyorlar. Ben de yıllar önce böyleydim. Karıştırırdım. Böyle kişiler yani pozitif kişiliklerinden dolayı yüzleri parlak kişiler acaba derdim gizlice ibadet mi yapıyorlar. Sonra onlardaki parlaklığın çok farklı olduğunun, nurla hiçbir alakasının olmadığını anladım.

Ahirette kıyamet günü mahşer meydanında insanlar dirildikleri zaman müminlerin bu yüzlerindeki ve diğer azalarındaki nurları daha bir ortaya çıkacaktır. Kendisini net bir şekilde belli edecektir. Buna pek çok ayet-i kerime işaret etmektedir: ‘… Çünkü onların nurları önlerinde ve arkalarında koşar da ‘Ey Rabbimiz nurumuzu tamamla bizi mağfiretinle bağışla. Çünkü sen her şeye kadirsin,’ derler.(Tahrim suresi, ayet 8).’ ‘O gün, erkek ve kadın münafıklar, inananlara, bizi de bekleyin de derler, gelelim, nurunuzdan alalım; onlara dönün ardınıza da bir nur isteyin artık denir. Derken aralarına bir duvardır çekilir ki bir kapısı vardır, içinde rahmet vardır da dış tarafında azap. (Hadid suresi, ayet 13).’

Peygamberimiz (s.a.s) kıyamet günü ümmetinin abdest azalarındaki nurla diğer ümmetlerden ayrılacağını hadis-i şeriflerinde belirtmişlerdir.

Demek ki kıyamet gününde müminlerin nurları artacak ve münafıklardan belirgin farklılıklarla ayrılacaktır. Bu dünyada genelde insanlara belli belirsiz bir şekilde –aslında benim gibiler için gayet açık olarak- yüzlerde parlayan nur, ahrette mahşer meydanında pek çok azaya da verilecektir. Bir de daha net olacaktır. Bu dünyada mümindeki nura dikkat etmeyen münafıklar, ahrette müminlere verilen nurdan isteyeceklerdir. Fakat bundan mahrum bırakılacaktır.

Allah kimseyi nurdan mahrum etmesin. Dedim ya, insan yüzleri konusunda bayağı uzmanlaştım. Bu iş artık bir hobi olmaktan çıktı. Gayri ihtiyari her insanın yüzüne bakıp nur olup olmadığını, nur varsa o kişinin bunu hangi yollarla elde ettiğini düşünüyorum. Uygun yöntemlerle araştırıyorum, soruşturuyorum. Çeşitli günahları da yüzlerde okumaya başladım. Evet zina gibi büyük bir günah her çeşidiyle yüzdeki nuru adeta soyduğu gibi yüze de uğursuz bir anlam veriyor. İçki ve kumar da yüze hemen damgalarını çirkin ifadelerle vururlar. Gıybete düşkünlük de yüze çok kötü bir renk veriyor. Kısacası yüzdeki her çirkin anlam bir günahın ifadesidir.

Nurun en büyük düşmanı her türlü çeşidiyle zina ve iftiradır. Bundan dolayı Allah Kuran-ı Kerim’de Nur suresinde hem kendi nurundan söz etmiş hem de zina, iftira ile ilgili suçlara uygulanacak cezaları konu almıştır.

İnsanlar kaşa, göze, buruna, yanağa, yüze âşık olmuyorlar, bu organlarda kendisini gösteren ilahi nura âşık oluyorlar. Bu organları gayet güzel olabilen fakat hiç kimsenin kendisine âşık olmadığı nice insan vardır. Onlar sadece cinsel cazibe verirler. Bazen de bu organları çirkin veya kusurlu iken binlerce âşığı olan kimseler vardır. İlahi nur yüze vurunca herkesi büyüler, kendisine bağlar. Cinsel cazibe yerine aşk katar. O insanları gözde büyütür. İnsanlar elde olmadan böyle bir yüze âşık olurlar. Kendilerini kaybederler.

Allah’ın En-Nûr (nurlandıran, nur kaynağı) güzel ismi ile kula düşen görev, birer nur kaynağı olan namaza, zikre, Kuran-ı Kerim’in okunmasına gerçek anlamıyla yönelmek ve bunlardan en üst düzeyde yararlanmaktır. Ahiret için nur küpünü doldurmaktır.
Muhsin İyi

Kaza ve kader Allah’ın (c.c.) hakkıdır. Çünkü O kullarına dilediği gibi hükmetme hakkına sahiptir. İsterse herkese zulüm yapabilir. Kullarının buna hiçbir suretle itirazları olamaz. Nitekim insan et ihtiyacı için hayvanları kesmekte ve yemektedir. Aklı başında olan hiç kimse hayvanların yaşam haklarının olduğunu, bunun için canlı bir varlık olarak kesilmemeleri gerektiğini savunamaz. Çünkü insanın kısmi irade sahibi bir varlık olarak canlı varlıkların hayatı üzerinde hakkı bulunmaktadır. Bunun gibi Allah (c.c.) da mutlak irade sahibi yaratıcı olarak kulları üzerinde mutlak bir tasarruf ve hükmetme hakkına sahiptir. O’nun yaptığı şeyler üzerinde hiç kimsenin itirazda bulunmaya hakkı yoktur. Ama Allah (c.c.) böyle zorba biri gibi değil de kaza ve kadere en güzel ve insanın hoşuna giden, hayranlık duyduğu sıfat ve güzel isimlerle egemendir. Zira Allah (c.c.) ezeli ilmi (el-Alîm), pek çok hikmeti (el-Hakîm), mutlak adaleti (el-Adl), sınırsız merhameti (er-Rahmân) ile kaza ve kadere hükmeder. Her insanın kaderi Levh-i Mahfuz’da bir hüküm olarak yazılmıştır. Zamanı geldiğinde bunların meydana gelmesine kaza denir. İnsanın Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi üzerinde rıza göstermesi Allah’ı (c.c.) el-Alîm, el-Adl, er-Rahmân el-Hakîm güzel isimleri ile tazim etmesi (yüceltmesi) anlamına gelir.

Allah (c.c.) kaza ve kaderinde eksiksiz, mutlak adalet sahibidir. Dünyada görünüşte pek çok adaletsizlikler göze çarpar. Örneğin bir insanın İslam diyarında doğması ile küfür diyarında dünyaya gelmesi İslam dinine girmede ve onunla şereflenmede bir adaletsiz durum olarak göze çarpar. Yine bir insanın doğuştan kör yada başka bir organının engelli olması da böyle değerlendirilebilir. İnsanın kadın yada erkek cinsiyetine sahip olarak doğması, zengin yada yoksul bir ailede dünyaya gelmesi, zeki yada geri zekalı olması, güzel yada çirkin yaratılması elinde olmadan, kaza ve kaderle gerçekleşen şeylerdir. Tüm bunlar ve benzerleri görünüşte Allah’ı (c.c.) adaletsizlikle suçlayabileceğimiz konulardır.

Allah (c.c.) kaza ve kadere pek çok hikmeti, ezeli ilmi, mutlak adaleti ve sınırsız merhametiyle hükmeder. Ama bunları dünya sınavı gereği gözlerden saklar. İnsanları bu görünüşte adalete aykırı yaratılış durumları ile sınava tabi tutar.

Allah (c.c.) bazı insanları sözünü ettiğimiz olumsuzluklarla yarattığı için görünüşte zulmetmiştir. Oysa hakikatte “Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi, ayet 40).” O zulüm olarak görülen hoşa gitmeyen şeyler, ahirette birer rahmete dönüşecektir. Belki kişinin ebedi azaptan kurtulmasına birer vesile olacaktır. Onun için Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderinde görünüşte kendisini gösteren adaletsizlikler O’nun ezeli ilminde sınırsız bir merhamet nedenine dayanıyor olabilir. Örneğin İslam diyarında doğmayan kişi Allah’ın ezeli ilminde İslam diyarında doğsa idi Allah’ın (c.c.) dinine açıkça cephe alanlardan olabileceği için Allah (c.c.) onu sınırsız merhametiyle esirgeyip fetret ehlinden (Allah’ın [c.c.] dininin tebliği ile karşılaşmadıkları için ahirette hesaba çekilmeyecek olan batıl din mensuplarından) kılmış olabilir. Yada ona İslam diyarında doğup da İslam dinine açıkça karşı gelenlere göre ahirette daha merhametle muamele edebilir. Ama böyle olmasında muhakkak Allah’ın (c.c.) pek çok hikmeti, mutlak adaleti ile sınırsız merhameti rol oynamıştır. Bir insanın doğuştan sahip olduğu kimlik özellikleri de Allah’ın (c.c.) ezeli ilminde mutlak adaleti, pek çok hikmeti ve sınırsız merhameti gereği öyle olması kula iyi ve yararlı olduğu için seçilmiş yada verilmiştir. Bir insanın doğuştan bir organından ötürü engelli olması da böyledir. Dünyaya geri zekâlı olarak gelen bir çocuk kendisini, anne-babasını, kendisine bakıp koruyanları, yardım edenleri böyle yaratıldığı, sorumluluk sahibi olmadığı ve başkalarına yük olduğu için cehennemden kurtarabilir. Bütün bunları kimsenin bilmesine olanak yoktur. Allah’ın (c.c.) ezeli ilmini, mutlak adaletini, pek çok hikmetini ve sınırsız merhametini ancak ahirette tam olarak kavrayabileceğiz.

Kaza ve kadere rıza gösterme tasavvufta nefis mertebeleri ile de çok yakından ilgili bir konudur. Şöyle ki: Bilindiği üzere yedi nefis mertebesi bulunmaktadır. Bunlar: 1.Nefs-i Emmâre 2. Nefs-i Levvâme 3. Nefs-i Mülhime 4. Nefs-i Mutmainne 5. Nefs-i Raziyye 6. Nefs-i Marziyye 7. Nefs-i Kâmile.

Bu nefis mertebeleri insanın Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi karşısında aldığı tavırla ve rolle çok yakından ilişkilidir.

İnsanın manevi yönü asıl olarak nefis, ruh ve iradeden meydana gelir. Nefis, vücut yönü ile toprağa bağlı olduğu için aşağılık şeylere meyleder. Şehvetlerle dünyaya bağlıdır. Ruh, Allah’tan (c.c.) geldiği için aşk, faziletler gibi asil bir duygunun kaynağıdır. İlahi güzelliklere ve erdemlere meyleder. İrade ise seçme yetisidir. İnsan bu dünyada yaptığı seçimlerle, ruhuna yada nefsine uymasıyla ebedi ahiret yurdunda ödül yada ceza için sınava tabi tutulmuştur.

Nefsi terbiye etmek kolay değildir. Nefsin içerisinde bulunduğu makam ve aştığı mertebeler kaza ve kader karşısında belli olur. Aşağıda her nefis mertebesini kaza ve kader karşısında aldığı tavır ve rolle değerlendireceğiz:

Nefs-i Emmâre (kötülüğü emreden nefis) sahibi, her zaman kendisini haklı bulur. Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderini yargılar. Başına kötü bir iş geldiğinde haklı ve haksız olduğuna bakmayarak kendisini savunmaya, başkalarına düşmanlık göstermeye bakar. Sabır göstermez. Çıkarları doğrultusunda hareket eder. İşine geldiğinde haksızlığa bile kendince bir gerekçe bulur, onu savunur. Çıkarları zedelediğinde her türlü günahı işleyebilir. Her şeyin bir tesadüf sonucu olduğunu düşünür.

Nefs-i Levvâme (kendini kınayan nefis) sahibi kişi, tövbe-i nasuh (bir daha günah işlememeye kesin niyet) etmiştir. Başına gelen kötü olaylarda her zaman Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını anımsar. Başına gelen bela ve musibetlerdeki ilahi ikazı sezer. Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine rıza göstermenin gerekliğini bilir. Ama çok çabuk zafiyet gösterir. Unutkanlıkla, öfkeyle, şehvetle eski nefs-i emmâre alışkanlıklarını kısmen de olsa bazen nefsine yenik düşerek sürdürebilir. Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderini eleştirebilir. Ama kendisini toparlayıp yine tövbe etmesi de an meselesidir.

Nefs-i Mülhime (ilham sahibi nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi üzerine sırlara yavaş yavaş vakıf olmaya başlar. Allah (c.c.) rüyalarında gayba ait olan şeyleri ona gösterir. Çoğu zaman rüyaları doğru çıkar. Bu sayede kaza ve kadere imanı daha da yakinleşir. Her şeyin Allah’ın (c.c.) ilminde olduğunu, O’nun izni ve yaratması ile meydana geldiğini gözleriyle görüyormuş gibi bilir.

Başına gelen kötü olaylardaki asıl nedeni anlamaya başlar. Allah’ın (c.c.) mutlak adaletini kavrar. Allah’ın (c.c.) kimseye zulmetmediğini görür. Adeta bir doğa kanunu gibi kötü amellerin insanın başına bela ve musibet olarak geri döndüğünü anlar. Ama insanın yaptığına nispetle Allah’ın (c.c.) daha merhametli olduğunu da kavrar. İnsanlara sabrı ve şükrü tavsiye ederken nefsine karşı da böyle davranır.

Allah (c.c.) sadece rüyalarında gabya ait şeylerle ilgili ilhamlarla iltifat etmez. Günlük yaşamda varlıkların, olay ve olguların arkasındaki gerçek nedenleri de kavrar. Bazı sırlar ona açılmaya başlar.
Bu nefis sahibi şeytanın vesveselerini işitebilecek bir merhaleye ulaşabildiği gibi makamın son perdelerinde velilerin de ruhlarıyla konuşabilir.

Nefs-i Mutmainne (tatmin olmuş nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine hiç itiraz etmez. Artık nefsi varlık, olay ve olgulardaki sırlardan haberdar olduğu için bir gönül tokluğu içerisindedir. Başına gelen kötü şeylerde Allah’ın (c.c.) ezeli ilmini, pek çok hikmetini, mutlak adaletini ve sınırsız merhametini yaşayarak öğrenmiş olur. Hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığını bilir. Her şeyde bir hikmet arar.

Kaza ve kaderine itiraz etmeyen birisine Allah (c.c.), el-Hakîm güzel ismiyle tecellide bulunarak olayların arkasında işleyen gizli yasaları gösterir. Varlıkların, olay ve olguların arka planındaki sırları ona öğretir.

Olayların arkasında işleyen gizli yasalara; varlıkların, olay ve olguların arka planındaki sırlara hikmet denir. Nefs-i mutmainne sahibi, hikmete ermiş bir kişi olarak başkalarına yardımcı olabilecek bir makamdadır. Kaza ve kaderle ilgili sırları yaşayarak öğrendiği için insanlara sabrı ve şükrü tavsiye etmede etkili konuşur. Bu, aynı zamanda velilik makamının başlangıcıdır.

Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de hikmet için şöyle demektedir: “(Allah [c.c.]) Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet vermişse kuşkusuz ona büyük iyilik etmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ders alır (Bakara suresi, ayet 269).”

Nefs-i Raziyye (razı olmuş nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine şükreder. Bu şükür sadece başa gelen iyi olaylarda değil kötü olaylarda da söz konusu olur. Çünkü bunlarda Allah’ın (c.c.) ezeli ilmini, pek çok hikmetini, mutlak adaletini, sınırsız merhametini yaşayarak görürken Allah’ın (c.c.) sınırsız merhametinin daha galip olduğunu anlamıştır. Bu nedenle Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine içinde şükürle doğan bir duyguyla razı olmuştur.

Nefs-i Marziyye (Allah [c.c.] tarafından razı olunmuş nefis) sahibi kişi, kaza ve kadere rıza gösterir. Bu rıza sonucu Allah da ondan razı olur.

Nefs-i Marziyye sahibi kişi rızada öyle bir derecededir ki, başının kesileceğini bilse bile kaza ve kadere gönlünde bir şevk ve aşk duyar. Her şeyin Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile olduğunu bildiğinden ondan gelen bela ve musibeti bir iltifat olarak değerlendirir. Buna içten bir şükürle karşılık verir.

Nefs-i Kâmile (olgun nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) yeryüzündeki halifesidir. Allah (c.c.) onları kaza ve kaderi üzerine pek çok sırlara vakıf ettiği gibi insanlar üzerinde keşif ve kerametleri ile de üstün kılar. Konuştukları zaman hikmetle ders verirler. Her şeyi Allah’ın (c.c.) izniyle ve rızası için yaparlar. Allah (c.c.) katında duaları geri çevrilmez.

İnsanları Allah’a (c.c.) ulaştırırlar. Görüldüğünde Allah’ı (c.c.) anımsatırlar. Peygamberin yaşayan varisleridirler. Dinin koruyucusu ve sığınağıdırlar.

Kaza ve kadere rıza derken zulme uğrayan kişinin hakkını aramaması ve adalet için mücadele etmemesi anlaşılmamalıdır. Allah’ın (c.c.) birer güzel ismi de el-Hakk ve el-Adl’dir: “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız, yakınlarınız aleyhinde bile olsa Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun (Nisa suresi, ayet 135).”

Hak ve adalet yolunda Allah rızası için mücadele eden kimselere ise şehitliğin bir mükafat olarak verildiğini de unutmayalım.

Allah bizlere kaza ve kaderine rızayı nasip etsin. Hususiyle rızasını nasip eylesin. Ayrıca Allah bizleri hakkı ve adaleti ayakta tutan şahitler olarak yazsın. Amin.
Muhsin İyi

Allah (c.c.) insanın her yaptığı işe şahittir. O’nun şahitliğinden kimse kurtulamaz. Tek kişinin olduğu yerde ikincisi, iki kişinin olduğu yerde üçüncüsü O’dur. Ayrıca Allah (c.c.) kimsenin ahirette yapıp ettiklerine ve söylediği sözlere itiraz etmemesi için insana görevlendirdiği melekleri ve onların yazdıklarını da şahit tutar.

Er-Rakîb (kullarını gözetleyen) güzel ismi ile eş-Şehîd (kullarının her işine şahit olan, kendi varlığı ve birliği delillerine kullarının şahit olmasını sağlayan) güzel ismi anlam bakımından birbirlerine çok yakındır. Er-Rakîb güzel isminde dünya yaşamında kulu gözetleme, kontrol altına alma anlamı söz konusu iken eş-Şehîd güzel ismi ile ahirette kulun hesabı görülürken aleyhinde ve lehinde delil için tanık olma anlamı kendisini hissettirmektedir.

Eş-Şehîd güzel isminin kulun üzerinde tecelli etmesi nimetlerin en büyüklerindendir. Çünkü şehitlik peygamberlikten sonra gelen büyük makamlardan birisidir. Şehitler ahirette sorguya çekilmeyecekleri gibi cennette çok büyük nimetlere de ereceklerdir. Ayrıca onlar ölüm acısını yaşamadıkları gibi öldüklerini de bilmemekte ve Allah’ın (c.c.) onlara mahsus kıldığı bir âlemde rızıklanmaktadırlar. Elbette böylesi büyük bir devlete her Müslüman sahip olmak için can atar.

“Allah’tan başka ilah olmadığına bizzat Allah şahittir. Ayrıca meleklerle hak ve adaleti ayakta tutan ilim adamları da buna şahittirler. Kendisinden başka ilah olmayan Allah, Azîz (yücedir) ve Hakîmdir (her işe önce O kaza ve kaderle hükmeder; O her işi bir hikmete göre yapar) (Âl-i İmân suresi, ayet 18).” Bu ayet-i kerime şehitlik ile ilgili birtakım sırları içermesi bakımından dikkate değerdir. Allah (c.c.) kendi varlığı ve birliğine kendisini tanık göstermekle buna en büyük değeri veriyor. Sonra kendi katında değerli varlıkları da buna tanık gösteriyor. Bunlar melekler ile hakkı ve adaleti ayakta tutan ilim adamlarıdır.

Kuşkusuz hakkı ve adaleti ayakta tutan ilim adamlarını Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliğine Allah’la (c.c.) ve meleklerle birlikte tanık göstermek çok büyük bir manevi makama işarettir.

Bir insan düşünün: Tüm gayesi Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliği davasında toplanmıştır. İlâ-yı kelimetullah (Lâ-İlahe illallah Muhammedün resûlullah) hayatının gayesi olmuştur. Nihayet bu yolda canını vermek üzere iken Allah (c.c.) ona şehitliği nasip ediyor. Ama şehitlik demek, bu yolda başkalarını, yani yukarıdaki ayet-i kerimede geçenleri, her şeyden her an haberi ve bilgisi olan ve her şeyi her an gören, işiten Allah’ı (c.c.), O’na yakın olan melekleri, hak ve adalet sahibi ilim adamlarını tanık göstermektir. Kuşkusuz Allah’ın (c.c.) sıfatlarını ve güzel isimlerini hakkıyla bilen birisi Allah’ın (c.c.) şehide tanıklık yapmasını çok iyi anlar. Ama melekler ile hakkı ve adaleti ayakta tutan ilim adamları nasıl şehide tanıklık yapıyorlar?

Meleklerin bir insanın içinden geçenleri bilmesine ihtimal veremiyoruz. Çünkü içimizden geçenleri sadece Allah (c.c.) bilebilir. Yine insanı en ince ayrıntısına kadar Allah (c.c.) gözlemleyebilir. Ama pek çok hadis-i şerifin işaretinden anlamaktayız ki, Allah (c.c.) sevdiği kullarını melekler katında zikretmekte; meleklere durumlarını göstermekte ve tıpkı bir sinema perdesinde olduğu gibi mahiyetini bilemeyeceğimiz bir biçimde onlar hakkında bilgi vermektedir. Bu ilgili kula yaptığı büyük bir ikramdır. Çünkü bu sırada orada hazır olan melekler de o kulun güzel sözlerine ve davranışlarına tanık olmakla birlikte ona dua etmektedirler. İşte şehit, Allah (c.c.) ve melekler katında böyle yüce bir onura sahip olduğundan dolayı bu kutsi ismi almaktadır.

Hak ve adaleti ayakta tutan ilim adamalarının şehide tanıklığı ise biraz karanlık ve sırlı kalmakla birlikte Allah’ın (c.c.) davası yolunda mücadele edenlerin özelliklerini göstermesi bakımından anlamlıdır. Kuşkusuz doğrusunu Allah (c.c.) bilir, ama burada şehit, hak ve adaleti ayakta tutma şerefiyle kendisine veya kendi gibi şehit olanlara tanıklık etmektedir, diye düşünmekteyim. Çünkü Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliği davası, hak ve adaleti ayakta tutmak anlamına gelmektedir.

Allah (c.c.) yolunda savaşan, Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliği davası uğrunda canını veren bir kimse, hakkı ve adaleti ayakta tutma amacıyla hareket etmektedir.

Hakkı ve adaleti ayakta tutmak ise öyle sıradan bir iş değildir. Bunun için pek çok kişinin düşmanlığına hedef olabiliriz. Kim vurduya da gidebiliriz. Başımıza bir şey gelmese de büyük bir kaygı yaşayacağımız muhakkaktır. Bazen de çıkarlarımızın zedelenmesinden çekinebiliriz. Birkaç kez mahkemelik çeşitli olaylara tanıklıktan gayr-i ihtiyari olarak kaçındığımı itiraf edeyim. Nefis nedense “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” mantığıyla hareket etmektedir. O zaman anladım ki bu iş cephede düşmanla savaşmaktan daha büyük bir yürek istemektedir.

Doğrusunu Allah (c.c.) bilir, ama ben şehitliğin sırrının hakkı ve adaleti ayakta tutma azminde saklı olduğunu düşünmekteyim. Çünkü hem yukarıdaki ayet-i kerimenin ve hadislerdeki 99 Esma-i Hüsna sayımında bu güzel isimden sonra gelen “el-Hakk” güzel isminin işareti hem de hakkı ve adaleti ayakta tutma mücadelesinin canını feda etme derecesinde büyük bir cesaret ve özveriyi gerektirmesi bunu göstermektedir. Kuşkusuz Allah (c.c.) kimin şehitlik nimetine ermesi gerektiğini en iyi bilendir.

Hadislerde şehit olarak ölme ihtimali olanlar sayılırken belirtilen veba gibi devasız hastalıkla ruhunu teslim etmek, yangında yanmak, suda boğulmak, hac farizası sırasında ve savaşta Allah rızası için canını vermek gibi ölümler sıralanırken aslında bunların birer bahane olduğunu asıl önemli olanın hayatımızla bunu hak etmemiz gerektiğini bilmemiz gerekir. Hayatı hak ve adalet mücadelesi ile geçen birisine Allah şehitliği murat ettiği zaman canını ne zaman ve nerede alacağını bilir. İnsanlar anlasın diye hadisi şeriflerde geçen bir ölüm halini de imza olarak bırakabileceği gibi bunu gizleyebilir de. Bu ona kalmıştır.

Allah (c.c.) mutlak adalet sahibi olduğu gibi insanlardan gördükleri zulüm karşısında hak ve adalet için çalışan ve bu uğurda çaba gösterenleri de sever: “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız, yakınlarınız aleyhinde bile olsa Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun (Nisa suresi, ayet 135).” Böyle olan inananlara da umulur ki Allah (c.c.) mükâfat olarak şehitliği nasip edebilir.

Allah her mümine hayatında birkaç kez hak ve adalet bayrağını doğrultması gereken bir imtihan konusunu önüne mutlaka çıkarır. Mesele böyle durumlarda fırsatı ganimet bilip ufak tefek dünya menfaatleri; korku, kaygı ile hakkın ve adaletin yüce bayrağını indirmemektir.

Bizzat peygamberler zulme boğulmuş toplumları kurtarmak ve Allah’ın (c.c.) adaletiyle tanışmaları için gönderilmişlerdir. Bunun için cihat yapmaları ve bu cihatta inananların böyle bir dava ile ölmeleri sadece hakka ve adalete şahitlik içindir. Onlar hayatları ve ölümleri ile Allah’ın Eş- Şehîd güzel ismini tecelli ettirmektedirler.

Ben şehitlik gibi yüce bir manevi rütbeyle hayatın sonlanmasındaki sırrı hayatı boyunca hak ve adalet olan yolda mücadele edenlere, kendi menfaatine aykırı bile olsa hatta zarar görse de hakkı ve adaleti savunanlara verilen bir mükâfat olarak görmekteyim. Ayeti kerimeler ve hadisi şerifler de bu düşüncemizi doğrulamaktadır. Yani şehitlik hayatın sonu gibi görünse de aslında hak ve adalet uğruna mücadele ile geçen bir hayatın bütününün bir karşılığıdır, mükâfatıdır. Allah her birimize şehitliğin gereği olan imtihanlardan başarılı olmamızı ve şehitliği nasip eylesin. Amin.

Muhsin İyi