TASAVVUF-İ ALİYYE

TASAVVUF-İ ALİYYE
ALPEREN GÜRBÜZER

Tarikat, yol demektir. Çinliler yol'a "Tao", Hıristiyanlar "Via Mystica" (miasizm), biz ise "tarikat" demişiz. Ancak, İslâm kültüründe ki Tasavvuf anlayışıyla, diğerleri arasında derin farklar söz konusu. Tasavvuf-i aliyyemizi, Hıristiyanların mistik anlayışıyla bağdaştırmak isteyenler, büyük yanılgı içerisindedirler. İmamı Rabbani (K.S.) şeriatın ve tarikatın bölünmez bir bütün olduğunu ve tarikatın ancak şeriat çizgisinden yürüyebileceğini beyan buyurarak, İslâm alemini uzun süre meşgul eden şeriat ve tarikat tartışmalarına son vermiştir. İmam-ı Rabbani (K.S.) aynı zamanda tarikatta görülebilen "keramet"le gayri müslimlerde vuku bulan olağanüstü hallerin farkını ortaya koymuştur. Tarikatta geçen haller, daima şeriata arz olunur. Yani, Ona esastan ters düşen kabul edilmez. Şeriatın dışında görülen hallere istidraç denir çünkü.
Şah-ı Nakşibendi (K.S.) ye sorarlar:
"-Efendim bazıları havada uçuyor, veli midir?"
Cevaben:
"-Kuşlarda uçuyor " der.
Yine sorarlar:
"-Pekâlâ, efendim bazıları da su üzerinde yürüyor, buna ne buyurursunuz?"
"-Balıklarda gece gündüz su yüzünde yüzüyor. Bu durumda onlar da benim nazarımda veli değildir."
Sorular devam eder:
"-Efendim baz kimseler bir burada ,bir bakıyorsun başka bir yerde aynı anda birkaç yerde buluna biliyor, velimidir?"
Şah-ı Nakşibendi(k.s) derki:
"-Hayır, onlarda benim nazarımda veli değildir. Şeytan da ismi Azam duasını okuyunca bir saniyede doğudan batı arasında mekik dokuyabiliyor(gidip gelebiliyor), ama kafirdir Şeytan Dergahı ilahiden kovulmuştur" cevabını verir.
En nihayet can alıcı soru sorulur:
''-Öyle ise efendim veli kimlere denir?''
Bu soru üzerine Şah-ı Nakşibendi (K.S.):
''-Peygamberin (A.S.V.) şeriatına ittiba eden, onun şeriatından ayrılmayan kimselere veli derim. Böyle kimseler benim gözümde velidirler" buyurur. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi bir insanda olağan üstü hallerde görülse, şeriatı-garra üzerine yaşamıyorsa bir hiçtir. Nitekim Hindistan'da, Çin'de ve dünyanın bir kaç yerlerinde nefislerine bir takım yasaklar getirmesi sonucu, çivilerin üzerinde yürüme gibi hallerin görülmesi ilginç gibi lanse edilir.
İslâmiyet'in dışında görülen bu durumlar ''istidraç''dır. İslâm'ı yaşama neticesinde meydana gelen haller ise ''keramet'' adını alır. Şeriat-ı kabul etmeksizin ve o'nu yaşantısına uygulamaksızın meydana gelecek her hal istidraç'dır.
Bundan dolayı, İslâm tasavvufunu Hıristiyan mistisizmi ile karıştırmak ve ilişki kurmak eşyanın tabiatına aykırıdır. Tasavvuf-i Aliyye'de asl olunan müminin istikametidir. Şeriat; Allah (C.C.) ve Resûlünün beyan buyurduğu hakikatlerdir. Tarikat ise, Allah'a ulaşmak için takip edilen yoldur. Şeriat ve Tarikat, iç ve dış gibidir, ayrılmaz bir bütündür. Şeriat gibi tarikat da haktır. Resûlüllah (S.A.V.) bizzat hayatında hem şeriatı hem tarikatı bütünleştirmiştir. O gündüz tebliğ ve irşat faaliyeti, gece ise tarikatı yaşamıştır. Gece, sabaha kadar ibadetten dizlerinin şişmesi bunun en bariz ispatıdır. Geceleyin Ümmet-i Muhammed için yalvarır, yakarır ve kurtuluşu için dua ederdi. Ashabı kiram da, Peygamber heyecanı yaşıyordu. Kutsi hadiste; "Allah'a ulaştıran yollar, yaratılmışların nefesleri sayısı kadardır" buyuruyor.
Dört büyük halifenin de ayrı ayrı meziyetleri ve kabiliyetleri vardı. Hz. Ebubekir Sıdık(R.Anh.)’da teslimiyet, Ömer (R.A.)'de heybet, Hz. Osman (R.A.)'da yumuşaklık ve Hz. Ali (K.V.)’ de coşkunluk hakimdi. Peygamberimiz (S.A.V.) bu yüzden, her birine bir başka sulük (yol) göstermiştir. O vakit dördüne de ayrı ayrı tarikat öğretmişti. Resûlüllah (S.A.V.) darül bekaya intikal edince Hz. Ebubekir (R.A.) irşâda başladı. Sakif'e de Hz. Ebubekir'e (R.A.) biat edilmiştir ve kendisine "elini uzat" deyip, o uzattığında, ilk defa biat eden Hz. Ömer (R.A.) olmuş, daha sonra da bütün Ashap biat etti. Hz. Peygamber (S.A.V.) sahabeleri arasında zikri hafiyi (gizli zikir), Sıddık-ı Ekber’e has kılmıştır. Hz. Ebubekir, öyle içten Allah'ı (C.C.) zikredermiş ki, evinin önünden geçenler bir koku hissederler, öyle ki; et kokusu diye algılamışlar ve bu durum derhal Resûlüllah'a (S.A.V.) intikal ettirilir:
-Ya Resûlüllah! Ebubekir evinde et pişiriyor da komşulara dağıtmıyor. Bunun üzerine Allah Resulü:
"-Hayır o et kokusu değil. O, Hz. Ebubekir'in zikreden kalbinin kokusudur" der. İşte Hz. Ebubekir bu özellikleriyle, "sıddikiyet" makamına ulaşmıştır. Sıddık-ı Ekber, Allah Resûlünden öğrendiği bu hafi zikir metoduyla, gizli zikir yapan tarikatların önderi (Piri) olmuştur.
Hz. Ebubekir (R.A.)'dan sonra hilafet Hz. Ömer (R.A.)'a geçti. Hz. Ömer (R.A.), kendi yaptığı yolun zorluğunu bildiği için, Hz. Ebubekir'in yoluna girmeyi işaret etti. Hz. Ömer (R.A.) gibi, Hz. Osman da (R.A.) kendi izlediği yolu (tarikatı) göstermedi. O'da Hz. Ebubekir'in (R.A.) hem de Hz. Osman (R.A.)gibi mezkur sebeplerden dolayı, kendi izledikleri tarikatın yerine, Hz. Ebubekir'in (R.A.) yoluna işaret buyurmaları ile, zamanla tarikatları kaybolup gitti.
Hz. Osman (R.A.)'dan sonra, hilafete geçen Hz. Ali (K.V.) kendi takip ettiği yolu uyguladı. O diğer iki halife gibi, tarikatını gizlemedi. O, Hz. Ebubekir (R.A.)’a gönül vermiş olan tüm bağlı olanları üzmediği gibi, arzu edenlere de kendi yolunun metodunu öğretmiştir. İşte 1400 senedir tasavvufun altın halkası çift kutup halinde günümüze kadar böyle gelebildi.Demek ki, Hz. Ebubekir (R.A.) zikri hafi'nin baş mimarı, Hz. Ali (K.V.) ise, cehr-i zikrin önderidir. İrşâd iki faz'dan, dallanıp, budaklanıp, "12 tarikat" dediğimiz yollar gelişti ve neşvünema buldu. Allah hepsinden razı olsun. Tarikat-ı aliyyeler Allah'a giden yolda giden sevgi ocaklarıdır çünkü.
Peygamber (S.A.V.), gizli zikri, Hz. Ebubekir'e (R.A.) telkin buyurdu, daha sonrada Hz. Ali'ye telkin etti. Fakat Hz. Ali'de ki coşkunluk mizacından dolayı gizli zikirden pek tat ve lezzet alamadı. Bunun üzerine Habibi Hüda (S.A.V.), Allah'a (C.C.) niyaz da bulununca Rabbül Alemin: "-Habibim onların dördünün de kabiliyeti başka başkadır. Birinin gittiği yoldan öbürü gidemez. Onların tecellilerinin gereği budur" buyurdu. Bu durumda Allah Resulü (S.A.V.) her birini ayrı ayrı, meşreblerine uygun yol (tarikat) telkin edip, irşâd eyledi.
Resûlüllah (S.A.V.) ashabına şöyle buyurdu: "Beni İsraili, peygamberler idare ederdi. Bir Peygamber vefat ettimi yerine (başka) bir Peygamber geçerdi. Şu muhakkaktır ki benden sonra Peygamber yoktur. Ama halifeler gelecek hem de çok olacaklardır."
Ashab merak ederek:
"-Ya Resûlüllah, o halde bize ne emredersin?"
Habibi Hüda (S.A.V.):
"Birinciye ve ondan sonra gelene (İsraile) yaptığınız beyatı tutun! Onlara haklarını verin! Çünkü onların halka yaptıkları cefadan dolayı Allah onlara sual soracaktır!" buyurdu.
Resûlüllah (S.A.V.), hayatında üç görevi şahsında toplamıştı:
1-Devlet yetkisi (Zahiri halife),
2-Din ve ilim yetkisi,
3-Ruh önderliği yetkisi (Manevi halife,
Peygamberimizden sonra hilafet ikidir:
1-Hilafeti zahiri
2-Hilafeti manevi, insan tarafından tayin olunan hilafet "hilafeti zahiri"dir. Ama manevi yoldan sulük sonucu (ruhaniyet yolundan) kazanılan hilafet ise, "hilafeti manevi" adını alır. Dini bakımdan hilafet Peygamber (S.A.V.)'den sonra Ehlullah'tır. Tasavvuf zevkini ve ahlâki hamidiyeyi yaşayan manevi halife olabilir. Yavuz Sultan Selim, ruhani reisliğin (manevi hilafetin), dünyevi liderlerce istismar edileceği endişesi ile, manevi hilafeti kabul etmemiş, efendiliğin hadimiyetten (hizmetkarlık) geçebileceğini vurgulamıştır. Hakimül Haremeyn ünvanını red edip, "Hadimül Haremeyn"e talip olmuştur. Ruhani mevkiin (makamın) babadan oğula (saltanat usulü) geçmesi tarzındaki uygulamanın İslâmiyet'le bağdaşmayacağını ortaya koymuştur. Padişahlık babadan oğula veya liyakat esasına göre tanzim edilebilir, ama Ruhani önderlik (Mürşidi Kamil) babadan oğula geçebilen bir olay değil. Seyri Süluk'unu tamamlamayla ilgilidir. Allah Resulü (S.A.V.) şöyle buyurur: "O kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah anılır" Anaşılan şu ki; Ehlullah; Allah'ın dostları ve velileri demektir. Yani Allah'ın Halilleridir. Ehlullah Peygamberimizin varisleridir. Halife, Allah Resûlünün manevi temsilcisi demektir.
Resûlüllah (S.A.V.)'den, Ebu Müslim’in zamanına kadar tarikat, iki kutuplu olarak geldi diyebiliriz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hz. Ömer (R.A) ve Hz. Osman (R.A.) kendi tarikatlarını göstermemesi dolayısıyla, bu yol iki kutuplu olarak Ebu Müslim’e kadar uzanmış, dolayısıyla beşeriyet ruhani yolu cehri ve hafi zikir kanalıyla iç dünyalarını huzura kavuşturmuşlardır. Ebu Müslim döneminde 12 tarikat çıkmasının sebebi, Resûlüllah'ın soyundan gelen(Ehl-i Beyt) 12 imam faktörünün rol oynadığını söyleyebiliriz. Şöyle ki, bu 12 imamın dördü Hz. Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’ın takip ettiği yoldan, sekizi ise Hz. Ali'nin (K.V.) Cehri zikri üzerine amel ederek, irşât görevi üstlendiler, böylece insanları aydınlatıcı kandiller oldular. Kadir'i tarikatı imam Hüseyni'nin, Nakşibendi tarikatı ise, imam Hasan'ın yoludur. İmam Hüseyni, Hz. Ali (K.V.)'yi kendine rehber edindi. İmam Hasan ise Hz. Ebu Bekir (R.A.)'ın tarikatını yol edindi.. bu iki ehli beyt İmamdan cehri ve hafi zikir halkasının 12 imam önderliğinde, 12 hak tarikata şahit oluyoruz. 12 imamın yakınlarına telkin ettiği yollardan (tarikatlardan),ister istemez 12 yol doğdu. Bu arada şunu belirtmekte fayda var: 12 imam dönemi çok hassas ve kritik devre olması ciheti ile, bu 12 imam "bunlar tarikat icat etti" gibi dedikodulara maruz kalmamak için, tarikatlarını dışa vurmamışlardır. Daha doğrusu herhangi bir fitneye meydan vermemek için ince eleyip sık dokuyarak titiz davranıp, sadece izledikleri yolu yakınlarına öğretmekle yetinmişler, fakat zaman içerisinde sular durulduktan sonra, yine onların feyzi ve bereketi ile ancak 12 yol su yüzüne çıkabilecek duruma gelebilmiştir. Hasılı kritik dönem bittikten sonra tarikatlar su yüzüne çıkabilmişlerdir.
Nasıl mı?
Ebu Müslim'in tılsımı, ya da bir başa ifadeyle Onun ortaya çıkmasıyla bütün fitne odaklarının son bulmasına neden oldu.. Ortalığın süt-liman olmasıyla da "12 tarikat" kendini gösterebildi.. İlk evvela sesli zikir yolundan zuhur eden "Kadiri tarikatı", sessiz zikir halkasından ise "Nakşibendi tarikatı" sahne aldı. İkisi de günümüze kadar bir çok tarikatın filizlenmesinde beşiklik etmiştir. Kadiri, Rufai, Celvetiyye, Bayramiyye, Halvetiye, Mevleviyye ve Nakşıbendiyye gibi yollar doğdu.. Aslında cümle tarikatların gayesi birdir. Hepsinin amacı da Allah'a (C.C.) ulaşmak ve sevgi yolu üzerine bulunmaktır. İzledikleri metodlar farklı olsa da, bu durum, Tarikat-ı aliyyelere gölge düşürmez. Bilakis, İslâm'ın zenginliğine işarettir. İslâm'ın özünde zenginlik vardır zaten. Dinimiz okyanus misali, okyanusun derin deryasına dalabidiğin kadar dal, yüzebildiğin kadar yüz, yeter ki, safi gayret içinde tek amacın Allah rızasını kazanmak olsun.. Tasavvuf-i aliyyelerin farklılığı meşreb yönüyledir. Hepside Hak'tır.
Bazı alimler ibadeti zahiri ve Batıni (iç ve dış) olarak vasıflandırmışlar. Malum zahiri ibadetler bedenle, Batıni ibadetler ise kalple yapılır, o zevki tariki yaşayan bilir. Cemaatle kılınan namazlarda öğle, ikindi namazları fıkhın kuralı gereği imam sessiz kıldırıp, diğer vakitleri (akşam-yatsı-sabah) sesli kıraat edilir. Demek ki, namaz vakitleri içinde bile zenginlik esastır. Nasıl ki; mezhepler ictihad farkından doğmuşsa, tarikatlarda meşreb farklarından doğmuştur. Ebu Bekir Sıddık (R.A.), hafi zikir talimatını, Allah Resulü'nden (S.A.V.) mağarada iken aldığı rivayet edilir. Allah Resulü, Sıddık-ı Ekbere (R.A.), "Dilini damağına yapıştır ve kalbinden Allah de" tarzında telkin buyurmuş. İşte Nakşi sulükunun esası bu noktada düğümlüdür. Hz. Ebu Bekir Sıddık (R.A.)'den Şah-ı Nakşibendi’ye (K.S.) gelen yol bir hayli mesafe kat ettikten sonra, Bahaüddin Nakşibendi (K.S.) bu tarikatı sistemleştirmiştir. Bu büyük zatın zahirde şeyhi Emir Külal (k.s) olup ruhaniyet itibariyle Abdulhalık-ıl Gücdivani (K.S.)'den terbiye olmuştur. Yani üveysdir. Abdülhalıkıl Gücdüvani de ruhaniyetten terbiye olmuştur. Abdulhalıkıl Gücdüvani (K.S.)'da Hızır (A.S.)'dan hafi zikir (gizli zikir) talimatı almıştır. Abdulhalıkıl Gücdüvani (K.S.)'ın zahirde Şeyhi, Yusuf Hemadani (K.S.)'dir. Yusuf Hemadani (K.S.)'nin halifelerinden biri de Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi (K.S.)'dir. Bu zat Hacegan nisbetini Orta Asya ve Türki illere yayan kol başıdır. Piri Türkistan, Anadolu'nun Rumeli'nin ve kuzey Türklüğünün İslâm'a uyanışında büyük rolü olmuştur. Ahmet Yesevi hakkında Yahya Kemal'in Fuat Köprülü'ye; "şu Ahmet Yesevi kim? Bir araştırın, göreceksiniz. Bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız" diyor. Özellikle kuzey Türklüğünde Pir-i Türkistan’ın, hafi zikir yolu etkilidir.
Batı Türklüğünde ise Cehri'lik hakim. Bediüzzaman; "Nakşibendiler gizli zikir sayesinde nefsi emmarenin başını kırmışlar. Kadiriler ise cehri zikir ile tabiat tağutlarını tarumar eylemişlerdir" diyor.
Beddiüzaman Said-i Nursi Hazretleri, cehri ve hafi zikir yolunun takipçilerinin manzara-i umum iyesini şu güzel sözlerle izah eder: "Ehli tarikat, ehli delâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimi ehl-i tarikat, sûr-i zahiri bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbeti evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fasık olur. Fakat kafir olmaz. Kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikat ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiç bir kuvvet çürütemez. Onlardan itimadı kesilmezse zındıkaya giremez. Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik alim zat da olsa zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir."
Allah Resûlü (S.A.V.); "Allah bir insanı sevdimi Cibrile şu emri verir. Ben filan adamı severim. Cibril de semada olanlara filan oğlu filanı Allah sever siz de onu sevin der. Yerdekilerde artık onu sever" buyurdu. Yine Peygamberimiz (S.A.V.); "Alimlerin eti zehirlidir" buyurarak, bu yüce zatların aleyhinde ve gıyabında konuşmanın sakıncasına işaret etmiştir. Bu gerçekler başucumuzda olmasına rağmen İbn-i Teymiyye ve paralelinde olanlar:
1- Kabir ziyaretini,
2- Ravzai mutahharayı ziyareti (Mescidi Nebevi),
3- Duada peygamberi vesile kılmayı reddederler. Düşünebiliyor musunuz? Allah Rasulünü (S.A.V.) bile duada vesile kılmayı ve kabrini ziyaret etmeyi kabul etmeyenlere, Evliyayı kabul ettirebilir misiniz? Fahri Kâinatın (S.A.V.) "yüzü suyu hürmetine" ifadesini reddedenlere evliyayı ve Tasavvuf-i aliyyeyi anlatmak boşa zaman harcamak olacağından muhatap almaya değmez.. Onlar Osmanlı'nın yükselişindeki sırrı da bilemezler. Prof. Dr. Cahit Tanyol; "Osmanlı devletinin temelinde iki kuvvet vardır. Bunlardan biri tarikat, diğeri ise şeriattır" diyor.
Tasavvuf-i aliyyeler, Kur'an ve sünnet çizgisinde yürüdükleri müddetçe yüceldikleri gibi, halkın "sevgi ocakları" olmuşlardır. Sufiler bu yüzden; Bahaeddin Nakşibendi, Ahmet Yesevi, Mevlânâ, İmamı Rabbani ve Yunus, gibi gönül sultanlarının yolunu şiar edinir. Velhasıl; Yavuz Sultan Selim'in şu güzel deyişiyle mevzumuzu bağlayalım:

Padişah-ı alem olmak
Bir kuru dava imiş
Bir mürşide bende olmak
Cümleden âlâ imiş…

Rabıta bağ demektir. İki şeyi birbirine bağlamak. Tasavvufta müridin şeyhi hayal etmesi ondaki feyze, nura, nisbete müşteri olmasıdır. Rabıtanın pek çok şekli vardır. En güçlüsü telebbüsü rabıtadır. Bu rabıtada mürid kendisini şeyh farz eder, onun şeklini vücuduna sokar. Artık kendisi değil, şeyh vardır. Ama sofiler rabıtada genellikle şeyhlerini karşılarında yüksek bir tahta oturmuş surette canlandırırlar.

Gerçekten rabıta için açık bir nas olmadığı gibi peygamber döneminde böyle bir uygulama da yoktu. Zaten ehli tasavvuf da rabıtanın bir ibadet biçimi olmadığını, bir sevgi tezahürü ve manevi ilerlemede bir teknik olduğunu belirtmektedirler. Tevillerle yeni bir ibadet tesis etmek dine bidat koymaktır. Zaten ehli tasavvuf, özellikle Nakşibendiler bu konuda çok hassastırlar.

Peki rabıta bir ibadet biçimi değilse ve bir sevgi ve maneviyatta gelişme tekniği ise tasavvufta buna niçin ihtiyaç duyulmuştur? Rabıtanın temel işlevi nedir? Öncelikle şunu belirteyim din demek tasavvuf demek değildir. Bir Müslüman dinin emir ve yasaklarını yerine getirerek de cennete girebilir. Tasavvufun gayesi Cibril hadisinde iman, İslam sorularından sonra gelen ihsan sorusuna cevap teşkil etmektedir. Vakıa suresinde de 'ileri geçenler' olarak adlandırılan taifeye şümuldür. Ne yazık ki bu surede bu taife ümmet-i Muhammed’de geçmiş ümmetlere göre daha az olacağı da vurgulanmaktadır. Allah'ın tasavvufun sırrının akıl ve şeriata uymadığını da Kehf suresinde Hz. Hızır ve Hz. Musa kıssaları ile bu ümmete ders verdiğini de unutmayalım. Gerçi mürşitler şeriatı da her zaman birinci plana aldıklarını, şeriatsız tarikat olmayacağını da vurgulamışlardır.

Gelelim sorularımızın cevaplarına. Ben peygambere sahabeler kadar muhabbet duyabilir miyim? Kesinlikle duyamam. Muhabbet görmekle olur. Bir tebessüm, bir bakış muhabbeti gerçekleştirir. Bir nurlu yüz insanı candan vurur. Bir güzel sohbet yüreklere işler. Maalesef bizler bundan mahrumuz. Sahabeler ise bunu yaşıyorlardı. Yani onların her saniyesi O Zatla rabıtalı geçiyordu. Hatta hadisi şeriften peygamberimizden ve peygamberlerden sonra ümmetin en hayırlısı olan Hz Ebubekir kaza-i hacetinde bile Rasullahı düşündüğünü ve bundan bizar olarak Rasullaha geldiğini onun da bunu doğal karşıladığını anlıyoruz. Sevgi hayal doğurur. İşte rabıta bu hayaldir. Mürşidinii hayal etmektir. Peki mürşidini hayal etmek ne doğurur? Sevgi doğurur. Mürşit silsilesi ile Hz Rasullahın vekilidir. Silsilesi sağlamsa tabii. Her şeyde olduğu gibi bunların da sahteleri olduğunu unutmayalım. Peki gerçek bir mürşidi kamili hayal etmek sofiye ne kazandırır. Fenafişşeyh makamını verir. Bu uzun yılları alabilir. Ama fanafişşeyhlik de onu fenafillaha götürür. Rabıtasız hiç bir kimse fenafillah olamaz. Üyevsiler bile Allahın rahmeti ile Hz. Hızır Aleyhisselamın veya ahrete teşrif etmiş bir velinin şeyhliğinde fenafillaha ulaşabilmişlerdir. Çünkü şeytanlar nefsin mülhime sınırında beklerler. Oradan yukarıya ancak rabıta nurları ile çıkılabilir. Başka bir yol mümkün değildir. Allah'ta fenaya ve bekaya ulaşmış bir mürşidi rabıta yaptığımız zaman elde ettiğimiz kazanç çok büyüktür. İlim, hikmet ve bilhassa nur mürşitten rabıta yapanın üzerine adeta yağar. Kalp gözü açık olanlar bunu görebilirler. Mürşit sağlam silsilesi ile bunu Sadatlardan, Rasulullahtan ve Allahtan alır. Yani bir hiyerarşi var. Rabıta olmasa mülhime nefs sıfatına ulaşmış kişi şeytanların oyuncağı olur, delirir. Tövbe etmiş tarikata yeni girmiş kişi rabıtayı bilemez, kıymetini de anlamaz. Zamanı boşa geçirmek olarak telakki eder. Çünkü bir yarar gördüğüne kani olmaz. Ama durum böyle değildir. Biz de bu basamaklardan geçtik. Tasavvuf kitaplarından rabıtanın zikirden daha eftal olduğunu okuyunca taaccüp etmiştik. Hatta karşı geldik. İnanmadık. Ama zamanla kalp gözümüz açılınca işin hakikatine bizzat şahit olduk. Meğer sadatlar doğru söylemiş, rabıtasız zikir maksata ulaştırmaz, ama zikirsiz rabıta maksada ulaştırırmış. Tasavvufu bir kelime ile tanımlamak gerekirse rabıtadır. Rabıta nefse çok ağır gelir. Nefis rabıtayı ölmekle eş görür. Gerçekte de öyledir. Rabıta ile nefis daha doğrusu emmare, levvema, mulhime nefisler ölür. Nefis mutmainne makamına ancak bir Allah dostunun gölgesi ile yani rabıta ile çıkabilir. Zor, çok zor nefsin rabıtayı kabul etmesi. Ben bile bu yolda pek çok sorunla karşılaşıyorum. Ama ilaç acı da olsa çok yararlı. Bunu anladım. İnşallah bu yazımız insanların gönüllerinde rabıtaya teşvik olur.Namazda dünyevi şeyleri hayal edeceğimize kalbimizi şöyle bir rabıtaya bağlarsak ihsan makamına doğru yol alabiliriz. Namazı kılan ben değilim mürşidimdir. O Kabe-yi şerifede namaz kılıyor. Bakın bakalım namaz ne kadar tatlı olacak. Aksi halde namaz dünyevi, şeytani hayallerle geçmektedir. Namazda kalbe nefse sahip çıkmak çok zordur.

2

Geçmişime baktığımda bir zamanlar benim de rabıtayı inkar ettiğimi hatırladım. O zamanlar Seyyid Kutup, Mevdüdi, Ali Şeriati gibi İslam büyüklerinin eserlerini okuyordum. Daha sonra Risale-i Nurları okudum. O zamanlar tasavvuf, hususiyle rabıta beni çok itiyordu. Şeriatın ayaklar altında olduğu bir ortamda bir kenara çekilip şeyhin suretiyle meşgul olma bana çok komik ve acınacak bir durum olarak görünüyordu.

Ama yıllar geçti. Bazı acayip garaip olaylar oldu. Kendisini ve mekanını daha önce görmediğim bir şeyhi mekanıyla birlikte rüyada çok açık bir şekilde gördüm. Bir yıl kadar sonra da bir tesadüfle o şeyhi ve mekanını tanıdım. Tövbe ve zikir aldım. Rabıta dersleri ise bana zor geldiği için pek önem vermedim. Önceleri istemeye istemeye yapmaya başladım. Hem çok kısa tutuyordum hem de pek sevmiyordum. Ama okuduğum kitaplardan rabıtanın önemini bildiğim için istemeden de olsa yapmaya çalışıyordum.

Belki nefsimin bir kusuru, ama bazı işlerde çok işime yaradı. Biraz inatçıyımdır. Rabıta da öyle oldu. Sebat ettim. Bunda bir sır vardır, diyordum. Nefsime ağır geldiğine göre şeytan da bu rabıtadan pek hoşlanmıyordur, diye düşünürdüm. Halbuki zikir derslerimi hiç kaçırmıyordum. Her gün yapıyordum. Zikirden müthiş zevk alıyordum. Ama rabıta bana zamanı boşa geçirmek olarak görünüyordu. Vesveseye giriyordum. Rabıtaya çok kısa bir zaman ayırıyordum. Ama onu hiç terk etmedim. Mutlaka her gün kısa da olsa yapmaya çalıştım. Sonra kalp gözümüz sadatların himmetiyle açıldı. Gözlerimizi kapattığımızda nurları müşahade etmeye başladık. Nurlar değişik renktedirler. Kırmızı, sarı, yeşil, siyah ve bu renklerin karışımı değişik tonlar da vardır. Bu nurlar insanın kalp, ruh, sır, hafi, ahfa gibi letaif noktalarında çıkar. Letaifler çalışmaya başladığında neyin nereden çıktığını anlamazsınız bile. Nurlar birbirine girer, akıl almaz bir hızla dönmeye başlarlar. Manzara gerçekten harikadır. Hayranlıkla seyredersiniz. Akıl almaz bir olaydır. Tabii konumuz rabıta. Zikirde bu nurlar sanki insandan neş'et eder gibidir. Yani bildiğimiz de odur. Letaifler çalışır ve nur üretirler. Zikrin feyzi olarak. Ama rabıtada başka türlü olmakta. Gene letaifler çalışır, ama asıl nur, feyz, nisbet yani nur dışında başka şeyler hayal edilen mürşidden sana gelmeye başlar. Bir de nispet kokusu. Bu öyle bir kokudur ki, dünyada böyle bir kokunun eşi benzeri yoktur. Aklınız başınızdan gider. O koku için hayatınızı bile feda edebilirsiniz. Rabıtanızın gücüne göre koku artar veya eksilir ama bazen burnunuzun direğini kırarcasına gelir. Allahım al canımı, yeter bu dünya çöplüğünde bunaldığım, diye düşünürsünüz. Yani bu koku için canınızı vermek istersiniz. Rabıta sırasında mürşitten gelen feyz, nisbet ve nur ise sanki bir nisan yağmurunda güneşin altında serinlemek için ıslanmak gibidir. Yani rabıtanın başı nefse çok ağır gelir ama sonundaki nimetleri çok büyüktür. Biz gerçi sonda değiliz ama gördüklerimiz bile aklımızı almaya kafidir. Bunun sonu nasıl onu hayal edemiyorum. Tabii bunlara takılmak tasavvufta hoş görülmez, şeyh de daima önemli olanın Allah rızası olduğunu bu tür hediyelere aldanmamayı nasihat eder.

Allahın üzerine yemin ediyorum ki, bu söylediğim nimetleri kafamdan atmadım, hepsi de bize nasip oldu. Ama şunu da itiraf edeyim ki, eğer şeyhi ve mekanını onu tanımadan önce rüyamda görmeseydim ben ne tasavvufa girerdim ne de bir şeyhe rabıta yapardım. Çünkü herkes gibi ben de nefsimi seven bir insanım. Daha önce okuduğum ve etkisi altında kaldığım İslam büyüklerinin adlarını söyledim. Rabıta nefsi şeyhin nefsinde yok etmedir. Buna tabii ki insan fıtri olarak karşı koyar. Ben de senelerce buna karşı koydum. Hem de nasıl. Anlatsam ayrı bir konu olur. Ben de acaip bir şekilde karşı koydum. Hala nefsimde belli bir derecede de var. Ama rabıtanın yararlarını gördükçe bu günden güne azalıyor. Rabıta nefisle savaşmaktır. Emmare, levvame, mülhime nefisleri öldürüp yerine mutmainne nefsi ikame etmedir. Biz daha mutmainne nefse ulaşmadık. Nefsin mülhime sıfatında takılıp kaldık. Dualarınızın bereketi ile inşallah Allah bundan yukarılarını da bize nasip eyler. Ne bileyim.

Nefsin mülhime sıfatında Allah ezeli düşmanımız şeytanla bizi karşı karşıya getirmektedir. Biliyor musunuz sizi bu sırada sadece telebbüsü rabıta şeytandan kurtarıyor. Onu yakıyor. Sizden uzaklaşmasını sağlıyor. Sureler, ayetler şeytana biraz zarar veriyor, ama onları uzaklaştıramıyor.

Hz Yusuf’a da görünen burhan Hz. Yakup. Ben buna aynel yakin inanıyorum. Hz. Yusuf rabıta ile kurtuldu. Yoksa az da olsa meylettiği kadından onu hiç bir şey kurtaramazdı. Ama tabii şeriat yine ölçümüz. Çünkü zina insanı manevi terakkiden alıkor. Zaten şeytan zinanın bu özelliğini bildiği için ümmeti Muhammedi bununla esiri etmiş. TABİİ ZİNANIN ÇEŞİTLERİ İLE. Özellikle göz, hayal zinası… Ne var hayalinde canlandırdığın kadınlar kadar da Allah dostlarını canlandırsan…. Bak buna rabıta derler. Rabıta şirktir. İşte bak nefis nasıl şeytanla işbirliğinde.

Tasavvufta bunların anlatılması yasaktır. Çünkü sırdırlar. Hiç bir kitapta açıkça bu anlattıklarım söylenmez. Çünkü söyleyeni mesuliyet altına sokar. Onda gurura, kibire neden olabileceği gibi insanların da aleyhlerinde dedikodu yapmalarına, ondan çekinmelerine neden olur. Onun için bu tür sohbetleri duyamazsınız. Biz internet sayesinde bu tehlikelerden korunduğumuz için yazdık. Allah bir kusurumuz varsa affetsin.

Şeyhler şeytanla, nefisle savaşarak o makama seçilmişlerdir. Silsileye Rasullahın onayıyla alınmışlardır. Zincirin halkaları gibidirler. İşte rabıta yapan kişi de böyle bir halkaya girmeye namzettir. Biz daha halkaya giremedik. Onca sırrı aynel yakin gördük, ama halkaya girebilecek olgunluğa erişemedik. Dualarınızla inşallah nasip olur. Amin.

Rabıtayı akılla mantıkla kabul edemezsiniz. Çünkü akıl nefse bağlıdır. Nefis ise başka bir insanı veli de şeyh de olsa kendisinden üstün olarak kabul etmez. Ama Allahtan yardım isterseniz ve nasuh tövbe ile tövbe edip bir kamil şeyhi size nasip etmesi konusunda dua ederseniz ve bu duanızda ısrarcı olursanız -ki bazı duaların kabulü seneler sonra olur- tarikat nasip olduktan sonra rabıta insana nasip olur. Yoksa bu inci, katır boncuğu değildir. Kolay kolay ele geçmez. Ağla, ağla, ağla…. çok ağla belki o zaman nasip olur. Biz de günahlarımıza çok ağladık da Allah o rüyayı ve tarikatı nasip etti. Yoksa kimse kimsenin sözüyle gerçek manada bir yola girmez. Belki etkilenip girer, ama nefsi şeytanın igvasıyla etkilenip hep şüphe içinde kalır. Tarikattan nasibi o kadar çok olmaz. Şeyhte, tasavvufta kusur görmeye başlar. Layıkıyla şeyhe teslim olamaz. Hz Hızır karşısında nefsi Hz Musa gibi homurdanır durur.

Allah dostları da seni Rasulullaha götürür. Rüyada değil, uyanık vaziyette. Öldür bakalım rabıtayla nefsini neler olacak neler. Sen Allah için, Allah dostları için nefsini öldürürsen Allah da fazlı ikramıyla seni diriltir. Burası yiğitlik meydanıdır. Şeyh o yiğit kişidir işte. Tabii silsilesi varsa ve sağlamsa. O da nefsini şeyhinde öldürmüş, sonra Rasullahta daha sonra da Allah’ta.

Sahte şeyhler Türkiyede çok, dikkat edin. Onlar gerçi sizleri yanlış yola götürmezler ama tarikat yolunda onlardan bir nur, feyz, nisbet alamazsınız. Ama çok çok sevap kazanırsınız. Ben o tür şeyhleri rabıta yaptığımda aynı çürük ceviz gibi içlerini boş gördüm. Nur, nisbet, feyzin gramı yoktur. Onlara da hep hayret ediyorum. Tasavvuf hakkında çok şey biliyorlar ama kendilerinin hakiki şeyh olduklarını nasıl anlamıyorlar. Bir de sitelerine girdim ki rabıtanın faziletinden bahsediyorlar. Asıl buna şaşıyorum. Rabıta onlar için zindan olsa gerek. Bütün müritlerini de karanlıkta bırakıyorlar.

Kolay mı rabıta nimeti. Doğru şeyhi bulmak bir mesele. Bir de nefsi fani kılma. Nefsini şeyhin nefsinde yok etme. Bunlar dağ gibi problemler. Aşana aşk olsun. Bu herkese nasip olan bir nimet değildir. Sohbetimi başka rabıta sitelerine de koyan ve koyacak arkadaşlardan Allah razı olsun. Dualarınızla. Allah rabıta nimetini herkese nasip etsin. Ümmeti Muhammedi şeytanlardan, nefsin şerrinden kurtarsın.

3

Şimdi de rabıtanın nasıl yapıldığına, sofinin bu konuda karşılaştığı problemlere ve sıkıntılara biraz değinmek istiyorum.

Bilin ki, fakir bir kimse ile kimse uğraşmaz. Evini kilitlemese de içeriye hırsız girmez. Hırsızın gözü zenginin evindedir. Zengin evini kırk kilitle muhafaza etse de hırsızlar yine de girecek bir delik bulmaktalar. Bunun gibi rabıta da zenginin evindeki değerli eşyalar gibidir. Şeytanın tüm derdi bu evdeki rabıta nimetini çalmaktır. Rabıta onu adeta çıldırdır. Öyle bir vesvese fırtınası estirir ki, gönül kulağı açık olanlar bile buna çok şaşırırlar.

İnsanın gönül kulağı açık olsa bile şeytanlar nefis damarıyla da çaktırmadan vesveselerine devam ederler. Hiçbir zaman umutlarını yitirmezler. Çünkü bir insan ömrünün her saniyesi ile Allah’ı zikretse bile fenafişşeyh ve onun tabi neticesi fenafillah (yani veli) olamaz, ama zikre o kadar yüklenmeden rabıta yolu ile bu makamlara ulaşabilir. Bunu ben değil sadatlar, başta Gavsı Hizani olmak üzere tüm sadatlar dile getirmiştir. Şeytanlar bunu bildiği için rabıtada müthiş vesvese verirler.

Aslında rabıtasını doğru dürüst yapan kişi Allah’ın izni ile vesveseye de düşmez. Şeytanın bizimle uğraşması hep rabıtadaki ihmallerimiz neticesidir. Mübarekler diyor ki, zikrin nuru aysa rabıtanın nuru güneş gibidir.

Rabıta ile nefis dize gelmektedir. Zulumatları uçup manevi alemdeki şeyhin nefsine benzemeye başlamaktadır. Manevi alemdeki şeyhin nefsi ise en az mutmainne makamındadır. Çünkü velilik bu makamla başlar. Tabii her veli şeyh olamaz. Şeyh kişi ise mutlaka velidir, şeyh olabilmesi için ayrıca sadatlardan ve Hz Rasulluhtan silsile ile icazet alırlar. İşte böyle bir şeyh bulunmaz bir incidir. Rabıtası ile müritleri nura, feyze, nisbete gark ederler. Nasıl güneş baharda ekilen tarlaları, bahçedeki ağaçları sıcaklığı, enerjisi, aydınlığı ile ürün verecek bir biçimde olgunlaştırırsa gerçek bir mürşit de böyledir. Müridün nefsini emmare, levvame, mülhime basamaklarından yukarı doğru çeker, mutmaine basamağına ulaştırıp Allahın dostu kılar. Ama bu işlem sabır ister, hepsinden önemlisi nefis ve şeytanla mücadele ister.

Şeytanın yardımcısı nefstir. Nefs hiç rabıtayı sevmez. Çünkü nefsin temel arzusu baş olma sevdasıdır. Rabıta bunu kırdığı için insanların büyük çoğunluğu tasavvufa değil ama rabıtaya karşıdırlar.

Rabıta yaparken nefis ve şeytan şu vesveseleri çok verir. Bak sen şeyhini gözünde canlandıramıyorsun. Kaşı olmadı, gözü böyle değildi, simasını değiştirdin, sakalını dedene benzettin, sen bu rabıtayı yapamayacaksın bırak bari, rabıta zamanı boşa harcamaktır, ne nur ne feyz ne nisbet üzerine geliyor, rabıta yapacağına şu önemli işine bak, rabıta ile şeyh kendisini insanlardan büyük görmekte, rabıta Allah ile arana kul sokmaktır… vb. Bütün bunlar rabıta karşısında kuduran şeytanın ve nefsin hezeyanlarıdır.

Öncelikle şunu söyleyeyim ki, rabıta için şeyhinizi gözünüzün önünde canlandırmanıza gerek yoktur. Sadece şeyhinizin karşınızda veya yanınızda olduğunu varsayın. Yani siz şeyhin huzurundasınız. Bu yeter de artar bile. Ama muhabbetin aşırılığında istemeseniz bile şeyh gözünüzün önünde canlanır. Tabii insanın her günü aynı olmaz. Bazen muhabbet düşebilir, böyle zamanda onun varlığının karşınızda ve yanınızda olduğunu varsaymanız da rabıtanın nimetlerine ulaşmada yeter. Şeyhin bir kaşı, bir burnu, bir sakalı bile rabıta için yeterlidir. Hatta size ilginç gelecek, değil şeyhin fiziki portresi mekanında olduğunu düşünmeniz bile rabıtadaki nimetleri oluk oluk üzerinize yağdıracaktır. Bunları biz deneyimlerimizle bildiğimiz gibi sadatlar da böyle söylemişlerdir.

Rabıtanın nimetlerine kavuşmak istiyorsak sadece akşam namazından sonra yapılan suri rabıta ile yetinmemeliyiz. Bu konuda hırslı olmalıyız. Akşam namazından sonraki rabıta derstir. Yapılmazsa olmaz. Adabına uygun olarak yapmaya çalışalım. Çok bereketlidir.

Bir de manevi rabıta vardır. Buna maiyyet rabıtası da denir. Bu her yaptığımız işte, her an rabıtalı olmaktır. Bu rabıtada şeyhini sakın sureten canlandırmaya çalışma, zira nefis bıkar, sen de yorulursun, terk edersin, bir daha da dönüp manevi rabıtaya bakmazsın. Zorlanırsın. Hem şeyhi sureten canlandırmakla onun senin yanında olduğunu varsayma ile yapılan rabıtaların kazançları arasında o kadar büyük bir fark yoktur. Peygamberimiz s.a.s amellerin az da olsa devamlı olanının daha hayırlı olduğunu söylemiştir. Nefsin de dilini anlamak gerekir. Onun da bazı işlerde hakkı vardır. Manevi rabıtada şeyhi gözünün önünde canlandırmayacaksın ama şeyhin daima senin yanında olduğunu farz edeceksin. Bu nefis için fazla enerjiye mal olmayacağı için sana zamanla bir meleke kazandıracaktır. Tabii nefis sahibini dinlemeyen eşekler gibi bazen bu işten kaçacaktır. Ama sen aklına gelir gelmez manevi rabıtaya devam edeceksin. Bir de göreceksin ki, zamanla bu iş sana meleke olmuş, artık istemesen de manevi rabıtaya geçmektesin. Şunu söyleyeyim ki, manevi rabıtayı alışkanlık haline getiren aynı silahlı bir kişidir. Ona yanlış yapanlar sadatlardan tokat yemeye, güzellik yapanlar da yardım almaya başlarlar. Allah hepimize manevi rabıtayı nasip eylesin. Amin.

İşte tasavvufta makam kazanmak isteyenler bu manevi rabıtayı ihmal etmemelidir. Hem işini yapıyorsun, hem dinleniyorsun, hem sohbet ediyorsun, hem yürüyorsun, hem yemek yapıyorsun, hem dinleniyorsun… hem de şeyhim benim yanındadır düşüncesi ile zamanın manevi anlamda kazanca dönüşüyor. Tek sorun bunu yaşamına sokup alışkanlık ve meleke haline getirmek. Biraz üzerinde durursan nefsin de buna alışır. Sigara gibi zararlı bir alışkanlığı nasıl bırakmada nefis zorlanıyorsa bu manevi rabıtaya da nefis bir alıştı mı, hele ilerleyen zamanda bir de tadını almaya başladı mı istese de bırakamaz. Çünkü nefis alışkanlıkların tutsağıdır. Bu konuda iradesi zayıftır. Başlangıçta onu ikna ettikten sonra biraz zorlamak gerekir.

Bu rabıta hayatının içine girdi mi şeytan da sana pek bulaşamaz, yani vesveseye pek düşmezsin. Biz bunu ihmal ettiğimiz için bu konuda çok sıkıntılar yaşadık. Kel olduktan sonra ilaç az fayda eder. Yani bilgisayar virüs kaptı mı temizlemek zaman alıyor, ama koruyucu oldu mu anında müdahale ediyor. Bu manevi rabıta vesveseye düşmekten Allahın izni ile müridi korur. Şeytanlar pek yaklaşamazlar böyle bir kişiye.

Şeyhin simasını bir vesikalık fotoğraf gibi kalbinin üzerinde taşıma da sadatlarca övülmüş bir manevi rabıta türüdür. Ama bunda da şeyhi zihnen canlandırma yerine simasının suretini orada, yani kalbin üzerinde varsayma düşüncesi hakim olmalıdır. Şeyhi kalbin üzerinde canlandırarak rabıta yapmak suretiyle nefsi bu konuda çok zorlamamak gerekir. Zira manevi rabıtanın bereketi olan her yerde sürekli olmasının nedeni şeyhi zihnen canlandırmama kolaylığındandır. Allah hepimize nasip etsin. Amin.

Üçüncü önemli rabıta çeşidi telebbüsü rabıtadır. Bu rabıta kendini yok farz edip şeyhi üzerine giydirmektir. Telebbüsü demek zaten elbise demektir. Yani şeyhi bir elbise gibi üzerine giymektir. Bu rabıtayı uyurken yaparsanız şeytandan ve bütün afetlerden emin olusunuz. Yemek yerken yaparsanız yediğiniz yemeğin hafifliğini hissedersiniz. Bütün o yedikleriniz adeta nura dönüşür. Ben yemek yerken şöyle bir düşünceyle bunu alışkanlık haline getirdim. Dedim ki nefsime, öğünde kaç lokma yiyorsun, ne var ki telebbüsü rabıta ile yiyip de her lokmada Allah’a şükür ve hamd kılsan. Beş dakika dişini sık. Sayılı lokmalar var. Nefsim bu konuda halen benimle oyun oynamakta, ama bazen on ikiden vurduğum oluyor, ama bu az oluyor. Zira nefis yemek yerken aynı köpekler gibi davranıyor. Nasıl bir kemiği ağzına alan köpek yanına yaklaşana hırlarsa nefis de telebbüsü rabıtada huysuzlanıyor, onu ihmal etmek istiyor. Allah her birimize yemeklerde telebbüsü rabıtayı nasip etsin. Amin.

Tabii ibadetleri yaparken özellikle vird ve zikri çekerken hayaline hem kendini şeyhin mekanına atmalısın hem de telebbüsü rabıta yaparak çift rabıtayla malı götürmelisin. Zikir de ayrı bir kazanç olacak tabii.

Halidi Bağdadi Hazretleri müridlerine namazlarını telebbüsü rabıta ile kılmalarını emir buyurmuşlardır. Zira bu çeşit rabıta namazda huzuru, yani Allah karşısında olma duygusunu daha güzel gerçekleştirir, ama sadatlar diğer rabıta türlerini namazda hoş görmemişler, hatta bundan müridlerini sakındırmışlardır. Namazda şirke düşecekleri konusunda uyarmışlardır. Diğer rabıta türleri derken yani özellikle suri rabıta kastediliyor bundan, yani mürşidini karşına alıp canlandırma, namazda kendiliğinden olursa tabii bunda müridin bir kusuru yoktur. Ama elinden geldiğince engellemeye çalışmalıdır mürit bu durumu. Bazı şeyhler, mürşidin arakasında namaz kılıyorum, imamın mürşidimdir, manevi rabıtası ile namaz kılmayı tavsiye etmişlerdir.

Haa aklıma gelmişken rabıta şirktir diyenler, cemaatle namazda neden Allah ile kendi aralarına imamı koyuyorlar, cemaatle namazda imam bizim adımıza kıyamda iken sureleri okur, Allaha arz eder, biz Allah karşısında huzur duygusuyla bekleriz, bu namazdan da ferdi kılınan namaza göre 27 derece yani çarpma işlemi ile sevap alırız. Allah akıl fikir versin, ömrünün yarısını belki de tamamını Allah’a adamış bu insanlara insan laf atma cüretini nereden buluyor? Başka değil nefsin baş olma, gurur, kibir damarı Allahın evliya kullarına bağlanmayı, onlara gönülden sevmeyi engelliyor. Tabii bu damarı tahrik eden şeytanı da unutmamak lazım. Peygamberlere de insanlar aynı nefis damarı ile karşı çıkmışlardır. Tabii biz de aynı nefis damarı ile zamanında mübarekleri inkar etmiştik. Öyle sohbetler yaptık ki kalbimizin mühürlenmemesine Allah’a sonsuz şükr, hamd u sena ediyoruz. Allah af etsin. Amin.

Kitaplara baktığınızda sadatlar o kadar çok değişik rabıta türleri anlatmışlar ki… Bunlara ben hayali rabıta diyorum. Mesala şeyhini deniz farz edeceksin kendini de o deryaya karışmış bir damla. Başka bir tanesinde şeyhini çadır olarak düşüneceksin kendini de o çadırın içinde göreceksin. Şeyhini başındaki kavuk olarak hayal edeceksin… Bütün bu rabıta türlerinin ortak paydasında şeyhin vücudu ortadan kalkıyor , yerine başka nesneler konuluyor, bu nesnelerle mürit kendisini ilişkilendirerek nur, feyz ve nisbete gark oluyor. Bu rabıta türleri zor gibi görünse de aslında çok kolaydır, biraz da bereketlidir. Nefsin de az da olsa hoşuna gider. Fantezi gibi. Ara sıra yapmakta fayda vardır. Nefse aynı yemeği verirseniz bıkar ve homurdanır. Biraz değişiklik onun iştahını artırır.

Mürit günlük hayatında bu rabıtaları arabanın vitesleri gibi kullanmalıdır. Birinden nefsi bıkınca diğerine geçmelidir. Daha doğrusu günlük yaşamın şartlarına göre, kolaylık ve zorluk açısından birini bıraktığında diğerine yönelmelidir. Hayatı, günlük yaşamı baştan sona rabıtalı olmalıdır. Dediğim gibi bu bir incidir katır boncuğu değildir. Rabıtanın kıymetini bilelim.

Dualarınızla. Allah kusurlarımızı bağışlasın, sadatların da himmetini nasib eylesin. Selamun aleyküm.

TARİKAT-I ALİYYE
SELİM GÜRBÜZER
Tarikat yol demektir. Bakın, Çinliler yol'a ‘Tao’ derken Hristiyanlarsa mistik yol manasına ‘Via Mystica’ (mistisizm) demişlerdir. Biz ise ‘Tarikat’ deriz. Ancak, İslâm ümmetinin tarikat anlayışıyla, diğer dinler arasında derin farklar söz konusu. Dolayısıyla Tarikat-ı Aliye’yi Hristiyanların mistik anlayışıyla ya da Yahudi kabalizmle bağdaştırmak isteyenler, büyük bir yanılgı içerisindeler. Nitekim İmamı Rabbani (k.s.) şeriatın ve tarikatın bölünmez bir bütün olduğunu ve tarikatın ancak şeriat çizgisinden yürüyebileceğini beyan buyurmakla İslâm âlemini uzun süre meşgul eden şeriat ve tarikat tartışmalarına son vermiştir. Ayrıca İmam-ı Rabbânî (k.s) tarikatta görülebilen kerametle gayrimüslimlerde görülen olağanüstü hallerin farkını da ortaya koymuştur. Kaldı ki tarikatta vuku bulan haller, daima şeriata arz olunmakta. Yani, şeriata esastan ters düşen hiçbir hal durumu kabul görmez. Zira şeriatın dışında görülen hallere istidraç olarak nitelendirilir Hatta bu konuyla alakalı hususu Şah-ı Nakşibend (k.s.)’e sorduklarında:

"-Efendim bazıları havada uçuyor, veli midir?"

Cevaben:

"-Kuşlarda uçuyor " der.

Yine sorarlar:

"-Pekâlâ, Efendim bazıları da su üzerinde yürüyor, buna ne buyurursunuz?"

"-Balıklarda gece gündüz su da yüzüyor. Bu durumda onlar da benim nazarımda veli değildir."

Sorular devam eder:

"-Efendim bazı kimseler bir burada, bir orada, bir şurada, hatta aynı anda birkaç yerde bulunabiliyor, veli midir?"

Şah-ı Nakşibend (k.s) derki:

"-Hayır, onlarda benim nazarımda veli değildir. Bakın şeytan da ismi Azam duasını okuyunca bir anda doğu batı arasında mekik dokuyabiliyor (gidip gelebiliyor), bu da ölçü değildir. Nitekim şeytan dergâhı ilahiden kovulmuştur" cevabını verir.

En nihayet can alıcı soru sorulur:

''- Madem öyle, Efendim veli kimlere denir?''

Şah-ı Nakşibend (k.s.) bunun üzerine en nihai cevabı verir:

''-Peygamber (s.a.v)’in şeriatına ittiba eden, onun yolundan ayrılmayan kimseler velidir.."

İşte Bu kıssadan da anlaşıldığı üzere bir insanda olağan üstü haller görülse bile o insanda şayet şeriatı-garra (parlak İslami hayat-insanların kalbî-ruhî derinlikleriyle bâtınî televvünlerin ifadesi) üzerine yaşamıyorsa bütün bunlar bir hiçtir. Kaldı ki Hindistan’da, Çin'de ve dünyanın çeşitli yerlerinde nefislerine bir takım terapiler uygulayarak, mesela çivilerin üzerinde yürüme gibi haller zuhur edebiliyor. Sanki bu durum ilginçmiş gibi lanse edilmekte. Oysa İslâm’ın dışında görülen bu durumlar ‘istidraç’ kavramıyla örtüşen bir durumdur. Hakikat şudur ki ancak İslâm'ı yaşama neticesinde meydana gelen haller ‘keramet’ olarak addedilebilir. Demek oluyor ki; şeriat ve sünneti seniyye yaşantısını uygulamaksızın meydana gelecek her hal istidraç kapsamına girmekte. Dolayısıyla, İslâm tasavvufunu Hristiyan mistisizmiyle karıştırmak ya da ilişkilendirmeye kalkışmak abesle iştigaldir.

Tarikat-ı Aliyye’de asl olan müminin istikametidir. İstikametten maksat ise şeriata ve sünneti seniyyeye sıkı bağlı kalmaktır. Bilindiği üzere şeriat; Allah (c.c.) ve Resulünün beyan buyurduğu hakikatlerdir. Tarikat ise, Allah'a ulaşmak için takip edilen yoldur. Şeriat ve tarikat iç ve dış gibidir, ayrılmaz bir bütündürler. Tıpkı şeriat gibi tarikat da haktır. Resûlüllah (s.a.v) bizzat hayatında hem şeriatı hem de tarikatı tatbik etmiştir. Allah Resulü değim yerindeyse gündüz tebliğ ve irşat faaliyeti, gece ise tarikat hayatı yaşadı. Öyle ki; gecenin alaca karanlığından sabahlara kadar ibadetten dizlerinin şişmesi bunun en bariz göstergesidir. Geceleyin Ümmet-i Muhammed için yalvarır, yakarır ve kurtuluşu için dua ederdi. Böylece niyaz edilen o dualar hürmetine Ashabı kiram da onun yolunun takipçisi olup, iç dünyaları Peygamber sevgisiyle dolup taşıyordu. Onlar Allah Resulünde ne görüyorsalar yaşadıkları ruh ikliminin yansıması olarak Peygamberimizde buna karşılık her bir sahabeye aynı ölçüde meşreblerine uygun ayna oluyordu. Üstelik dört büyük halifesinin de birbirinden farklı kendilerine has meşreb ve kabiliyetleri sözkonusuydu Nasıl mı? İşte Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’da teslimiyet, Hz. Ömer (r.anh)’da heybet hali, Hz. Osman (r.anh)’da yumuşaklık, Hz. Ali (k.v.)’de ise coşkunluk halinin hâkim olması bunun bariz işaretidir zaten. Besbelli ki Peygamberimiz (s.a.v.), her bir müstakbel halifesinin bu özelliklerini göz önünde bulundurarak her birinin mizacına uygun seyr-u süluk yolu göstermiştir. Yani dördüne de ayrı ayrı tarikat öğretmiştir. Malum, Resûlüllah (s.a.v.) dar’ul bekaya intikal edince Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) biat edilmek üzere Sakife’de toplanılmıştır. Ve kendisine "elini uzat" denil diginde ilk biat eden Hz. Ömer (r.anh) olmuş, akabinde ise tüm Ashab biat etmiştir. Böylece ilk halife olarak irşada koyulma vuku bulur.

İlginçtir Peygamberimiz (s.a.v) zikir yönünden de sahabeleri arasında zikri hafiyi (gizli zikir) Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’a has kılmıştır. Aslında buna şaşmak gerekir. Çünkü Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) öyle Allah'a (c.c.) yalvarırcasına içten zikredermiş ki, arkadaşları evinin önünden geçtiklerinde zikir kokusunu et kokusu olarak algılamışlar Tabii bu durum Resûlüllah (s.a.v.)’e şöyle intikal ettirilir:

-Ya Resûlüllah! Ebû Bekir-i Sıddık evinde et pişiriyor da komşulara dağıtmıyor. Bunun üzerine Allah Resulü:

"-Hayır, o et kokusu değil. O, bizatihi Ebû Bekir-i Sıddîk’ın zikreden kalbinin kokusudur" der. İşte Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) bu özellikleriyle, "Sıddıkıyet" makamına ulaşmıştır. Böylece Sıddık-ı Ekber, Allah Resulünden öğrendiği hafi zikir metoduyla Nakşibendî Tarikatının önderi (Piri) olmuştur.

Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’dan sonra hilafet Hz. Ömer (r.anh)’a geçti. Hz. Ömer (r.anh.) kendi yaptığı yolun zorluğunu bildiği için, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’ın yoluna girmeyi işaret etti hep. Keza Hz. Osman (r.anh)’da Hz. Ömer (r.anh) gibi kendi izlediği yolu (tarikatı) göstermedi. Yani her ikisi de birtakım sebeplere dayanarak, kendi takip ettikleri tarikatın yerine Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’ın takip ettiği yola işaret etmişlerdir. Tabii bu arada zaman içerisinde kendi tarikatın usul ve yöntemini aktarmadıklarından izledikleri meşrebi yol kaybolmuştur.

Hz. Osman (r.a.)’dan sonra, hilafete geçen Hz. Ali (k.v.) ise kendi takip ettiği yolu uyguladı hep. Ancak O diğer iki halife gibi tarikatını gizlemedi. Bilakis O, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’a gönül vermiş olan tüm bağlılarına hürmet gösterdiği gibi, arzu edenlere de kendi yolunun metodunu öğretmiştir. İşte 1400 seneyi aşkındır tasavvufun iki altın halkası çift kutup halinde günümüze böyle uzandı diyebiliriz. Demek ki, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) zikri hafi'nin baş mimarı, Hz. Ali (k.v.) ise cehr-i zikrin önderidir. İşte irşat iki kutup halkadan dallanıp budaklanıp, en nihayet "on iki hak tarikat" halinde tüm ehlisünnet tarikatlar böyle sistemleşti. Allah hepsinden razı olsun. Zira Tarikat-ı Aliyyeler Allah'a giden yolda giden sevgi ocaklarıdır.

Şu da var ki, Peygamber (s.a.v.) gizli zikri, önce Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’a, daha sonrada Hz. Ali (k.v)'e telkin etti. Fakat Hz. Ali'de ki coşkunluk hali mizacı gizli zikirden pek lezzet alamadığı her halinde kendisinde belli eder de. Bunun üzerine Habib-i Huda (s.a.v.), Allah'a (c.c.) niyaz da bulununca Rabb’ül Âlemin: "Habibim onların dördünün de kabiliyeti başkadır. Birinin gittiği yoldan öbürü gidemez. Onların tecellilerinin gereği budur" beyan buyurdu. Bu durumda Allah Resulü (s.a.v.) her birinin meşrebine uygun ayrı ayrı yol (tarikat) telkin edip onları bu doğrultuda irşat eyledi. Zira kutsi hadiste; "Allah'a ulaştıran yollar, yaratılmışların nefeslerinin sayısı kadardır" buyrulmakta.

Resûlüllah (s.a.v.) ashabına şöyle buyurdu: "Beni İsrail’i, peygamberler idare ederdi. Bir Peygamber vefat etti mi yerine (başka) bir Peygamber geçerdi. Şu muhakkak ki; benden sonra Peygamber yoktur. Ama halifeler gelecek hem de çok olacaklardır."

Tabii bu durumda Ashab merak edip:

"-Ya Resûlüllah! Madem öyle, bize ne emredersin?"

Habib-i Huda (s.a.v.):

"Birinciye ve ondan sonra gelene yaptığınız beyatı tutun! Onlara haklarını verin! Çünkü onların halka yaptıkları cefadan dolayı Allah onlara sual soracaktır!" buyurdu.

Bilindiği üzere Resûlüllah (s.a.v.), hayatında üç görevi şahsında toplamıştı:

-Devlet yetkisi (Zahiri halife),

-Din ve ilim yetkisi,

-Ruh önderliği yetkisi (Manevi halife),

Zira Peygamberimizden sonra hilafet ikidir:

-Hilafeti zahiri,

-Hilafeti manevi.

Yani bu demektir ki insan tarafından tayin olunan hilafet "Hilafet-i zahiri" manasınadır. Manevi kanaldan seyr-u sülukla (ruhaniyet yolundan) kazanılan hilafet ise "Hilafet-i manevi" adını alır. Dini bakımdan hilafet Peygamber (s.a.v.)’den sonra Ehlullah'tır. Tasavvuf zevkini ve ahlâki hamidiye üzerine yaşayan ancak manevi halife olabiliyor. Bakın, Yavuz Sultan Selim ruhani reisliğin (manevi hilafetin), dünyevi liderlerce istismar edileceği endişesi taşıdığından manevi hilafeti kabul etmemiş, efendiliğin hadimiyetten (hizmetkârlık) geçebileceğini vurgulamıştır. Hatta “Hakim’ül Haremeyn” unvanını reddedip, "Hadim’ül Haremeyn" unvanına talip olmuştur. Nitekim ruhani mevkiin (makamın) babadan oğla (saltanat usulü) geçmesi tarzındaki bir uygulamanın İslâmiyet'le bağdaşmayacağını ortaya koymuştur. İşte bu örnekten de anlaşıldığı üzere padişahlık babadan oğla veya liyakat esasına göre tanzim edilebiliyor. Ama ruhani önderlik (Mürşidi-i kâmil) babadan oğla geçebilen bir durum değildir, bilakis seyru süluk’unu tamamlamayla ve şer’i ilimleri bitirmekle alakalı bir durumdur. Bu yüzden Allah Resulü (s.a.v.) seyr-u süluk yolcuları için: "O kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah’ hatırlatır (anılır)" diye beyan buyurmuştur.

Anlaşılan o ki; Ehlullah; Allah'ın dostları ve velileri demektir. Yani onlar Allah'ın Halilleridir. Ehlullah aynı zamanda Peygamberimizin ruhani varisidirler. Kelimenin tam anlamışla manevi halifelik, Allah Resulünün manevi hizmetkârı olmak demektir. İşte bu hizmetkârlığın neticesinde Tarikat-ı Aliyye, Resûlüllah (s.a.v.)’den Ebu Müslim’in zamanına kadarki süreçte iki kutuplu olarak yoluna devam etti diyebiliriz. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Hz. Ömer (r.anh) ve Hz. Osman (r.anh) kendi tarikatlarını göstermedikleri için, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh) ve Hz. Ali (k.v)’in talim eylediği hafi ve cehri yol iki kanaldan Ebu Müslim’e kadar gelebilmiştir. Derken bu iki ruhani yolun takipçileri iç dünyalarını huzura erdirmişlerdir.

Ebu Müslim döneminde on iki tarikatın ayyuka çıkmasının sebebi, Resûlüllah'ın soyundan gelen şu meşhur on iki ehl-i beyt İmamının etkin rol oynadığını söyleyebiliriz. Nitekim bu on iki imamın dördü Hz. Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’ın takip ettiği yoldan, sekizi ise Hz. Ali (k.v.)’in cehri zikri üzerine amel edip irşat görevi üstlenmişlerdir. Böylece tüm insanlığı aydınlatın ışık kandilleri olmuşlardır. Dolayısıyla Kadir'i tarikatı imam Hüseyni'nin, Nakşibendî tarikatı da imam Hasan'ın yolu olarak bilinir. Anlaşılan o ki; İmam Hüseyni Hz. Ali (k.v.)’i kendine rehber edinmiş, İmam Hasan ise Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’ın tarikatını yol edinmiştir.

İşte her iki ehl-i beyt neslin önderleri sayesinde cehri ve hafi zikir halkasını oluşturan on iki hak tarikatın doğuşuna şahit oluruz. Zira on iki imamın yakınlarına telkin ettiği yollardan (tarikatlardan) ister istemez on iki yol doğmuş oldu. Bu arada şunu belirtmekte fayda var: on iki imam dönemi çok hassas ve kritik bir dönem olması hasebiyle; "Bunlar tarikat icat etti" türünden dedikodulara maruz kalmamak adına, söz konusu bu on iki imam büyük titizlik içerisinde tarikatlarını dışa vurmamışlardır. Dahası herhangi bir fitneye mahal vermemek için çok ince eleyip sık dokuyarak sadece izledikleri yolu yakınlarına öğretmekle yetinmişlerdir. Fakat zaman içerisinde sular durulduğunda, yine onların feyzi ve bereketiyle on iki yol su yüzüne çıkar duruma gelmiştir.

Hâsılı kritik dönem bittikten sonra tarikatlar zirve yapmıştır. Nasıl mı? İşte Ebu Müslim'in manevi tılsımı, ya da bir başka ifadeyle onun ortaya çıkmasıyla bütün fitne odaklarının son bulur da. Böylece ortalık süt-liman olmasıyla birlikte "on iki hak tarikat" zuhur eder. İlk evvela sesli zikir kanalından ‘Kadiri tarikatı’ doğup, akabinde sessiz zikir halkasından ‘Nakşibendî tarikatı’ gün yüzüne çıkar. Yani her iki yol da günümüze kadar birçok tarikatın filizlenmesinde beşiklik eder hale gelir. Böylece Kadiri, Rufai, Celvetiyye, Bayramiyye, Halvetiye, Mevleviyye ve Nakşibendiyye gibi yolların doğuşu gerçekleşir. Aslında şu da var ki cümle tarikatların gayesi birdir. Hepsinin amacı Allah'a (c.c.) ulaşmak ve Peygamber sevgisi yolu üzerine bulunmaktır. Her ne kadar izledikleri metotlar farklı olsa da, bu farklılık meşreb itibariyledir. Meşreb farklılıkları asla Tarikat-ı Aliyelere gölge düşürmez. Bilakis, İslâm'ın zenginliğine işarettir. İslâm'ın özünde zenginlik vardır zaten. Dinimiz okyanus misali dal dalabildiğin kadar engin bir denizdir, dahası yüz yüzebildiğin kadar bir deryayı ummandır. Yeter ki izlenilen yolda tek amaç Allah rızasını kazanmak olsun, gerisi gelir elbet. Zira Tarikat-ı Aliyyeler sevgi ocakları olması hasebiyle deryayı umman olmak için vardır. Ve ehlisünnet olanın hepside Hak'tır.

Bazı âlimlerimiz ibadeti zahiri ve batini (iç ve dış) olarak vasıflandırmışlardır. Bilindiği üzere zahiri ibadetler bedenle, batini ibadetler de kalple yapılır. Bir an şöyle hem bedenen hem de kalben ibadet eden bir müminin halini düşünün, hiç kuşkusuz o müminin muttakilerden olacağı muhakkak. Fakat şunu unutmayalım ki zevki tarik hal üzere olmayı ancak yaşayan bilir, yaşamayansa pek idrak edemez. Bu durumu idrak edemeyenler için şimdilik sadece namaz örneğini delil olarak sunabiliriz, bunun dışında ne anlatsak belki de fayda vermez. Yine de biz şu örneği dile getirmekte fayda var diye düşünüyorum: Mesela cemaatle kılınan namazlarda öğle, ikindi namazları fıkıh kuralları gereği imam sessiz kıldırıp, diğer vakitler (akşam-yatsı-sabah) hep sesli kıraat edilir.

İşte görüyorsunuz ayrı ayrı vakitlerde kılınan namazlar da bile çeşitlilik ve zenginlik söz konusu, o halde tarikatların da meşreb itibariyle birbirinden farklı nitelikte uygulamalarının olması gayet tabiidir. Hakeza mezhepler içinde öyledir. Bilhassa mezhepler içtihat farkından, tarikatlarda meşreb farklarından doğmuştur. Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın hafi zikir (gizli zikir) talimatını, Allah Resulü'nden (s.a.v.) mağarada iken aldığı rivayet edilir. Allah Resulü, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a; "Dilini damağına yapıştır ve kalbinden Allah de" diye telkinde bulunmuştur. İşte Nakşî yolunun esası bu noktada düğümlüdür. Derken bu tarikatı âliye Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’dan Şah-ı Nakşibend (k.s.)’e kadar bir hayli mesafe kat ettikten sonra, en son Bahaüddin Nakşibend (k.s.)’ın elinde sistemleşmiştir. Malum, bu büyük zatın zahirde şeyhi Seyyid Emir Külâl (k.s) olup ruhaniyet itibariyle Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s.)’den terbiye olmuştur. Bu yüzden kendisi aynı zamanda üveysdir. Hakeza Abdülhâlik-ı Gücdüvânî de ruhaniyetten terbiye olmuştur. Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s.)’de Hızır (a.s.)’dan hafi zikir talimatını almıştır. Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s.)’in zahirde Şeyhi ise Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)'dir. Bu arada Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s.)’in halifelerinden biri de Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi (k.s.)'dir. Bu zat Hacegan nispetini Orta Asya ve Türkî Cumhuriyetlere yayan kol başıdır. Bu nedenle Piri Türkistan, Anadolu'nun Rumeli'nin ve kuzey Türklüğünün İslâm'a uyanışında çok büyük pay sahibidir. Bakın, Ahmet Yesevi hakkında Yahya Kemal'in Fuat Köprülüye; "Şu Ahmet Yesevi kim? Bir araştırın, göreceksiniz. Bizim milliyetimizin temellerini asıl onda bulacaksınız" diyor. Özellikle kuzey Türklüğünde Pir-i Türkistan’ın, hafi zikir yolu etkilidir diyebiliriz.

Batı Türklüğünde ise cehri'lik hâkimdir. Bu hususta Bediüzzaman ise; "Nakşibendîler gizli zikir sayesinde nefsi emmarenin başını kırmışlar. Kadiriler ise cehri zikir ile tabiat tağutlarını tarumar eylemişlerdir" diyor.

Ayrıca Beddiüzaman Said-i Nursi Hazretleri, cehri ve hafi zikir yolunun takipçilerinin genel manzarasını şu güzel sözlerle izah eder: "Ehli tarikat, ehli delâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimi ehl-i tarikat, sûr-i zahiri bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbeti evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fasık olur. Fakat kâfir olmaz. Kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikat ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiç bir kuvvet çürütemez. Onlardan itimadı kesilmezse zındıkaya giremez. Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir."

Allah Resulü (s.a.v.) "Allah bir insanı sevdi mi Cibril’e şu emri verir. Ben filan adamı severim. Cibril de semada olanlara filan oğlu filanı Allah sever, siz de onu sevin der. Yerdekilerde artık onu sever" buyurdu. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) "Âlimlerin eti zehirlidir" buyurarak, bu yüce zatların aleyhinde ve gıyabında konuşmanın sakıncasına işaret etmiştir. Bu gerçekler başucumuzda olmasına rağmen, ne yazık ki İbn-i Teymiyye ve paralelinde olanlar:

-Kabir ziyaretini,

-Ravzai mutahharayı ziyareti (Mescidi Nebevi),

-Duada peygamberi vesile kılmayı reddederler. Düşünebiliyor musunuz, Allah Resulünü (s.a.v.) bile duada vesile kılmayı ve kabrini ziyaret etmeye bile tahammülü olmayanlara, elbette ki kalkıp Evliyayı kabul ettirmezsiniz. O halde “Fahri Kâinat (s.a.v.)’in yüzü suyu hürmetine" ifadesini reddedenlere karşı yapılması gereken şu ki Evliyayı ve Tarikat-ı Aliye’yi anlatmak boşa zaman harcamak olacağından muhatap almamak en doğrusu. Zaten muhatap almaya değmez de. Kaldı ki onlar Osmanlı'nın yükselişindeki sırrı da bilmezler. Onlar bilmeyiversinler, Prof. Dr. Cahit Tanyol; "Osmanlı devletinin temelinde iki kuvvet vardır. Bunlardan biri tarikat, diğeri ise şeriattır" diyor ya, bu tespit bize yeter artar da.

Tarikat-ı Aliyyeler, Kur'an ve sünnet çizgisinde yürüdükleri müddetçe daha da yücelecekleri gibi, halkın gönlünde hep "sevgi ocakları" diye yankı bulacaktır. Sofiler bu yüzden; Bahaeddin Nakşibend, Ahmet Yesevi, Mevlâna, İmam-ı Rabbânî ve Yunus gibi gönül sultanlarının yolunu şiar edinmişlerdir.

Velhasıl; Yavuz Sultan Selim'in şu güzel deyişiyle mevzuumuzu bağlayalım:

Padişah-ı âlem olmak

Bir kuru dava imiş

Bir mürşide bende olmak

Cümleden âlâ imiş…

Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2946/tarikat-i-aliye.html

AB-I HAYAT TASAVVUF
SELİM GÜRBÜZER
Malumunuz birtakım aklı evveller hemen her şeye at gözlüğünden bakmayı alışkanlık edindiklerinden, yok neymiş efendim Kur’an, Hadis ve Asr-ı saadette mezheb mi vardı, tarikat mı vardı, akaid mi vardı, fıkıh mı vardı gibisine söylemlerle dinin temel direklerini yok saymaktalar. Oysa bu temel direklerin dinimizde isimcek zikredilmemesi yok olduğu anlamına gelmez. Bikere evsaf (nitelik) ve keyfiyet olarak var olması kâfidir. Hani yeri geldiğinde suret önemli değil siret önemlidir deriz ya hep, aynen öyle de asr-ı saadette suretten ziyade siret daha çok hâkim bir değerdir. Öyle ki, her bir sahabenin hayatına baktığımızda işin şekli şemailiyle oyalanmak yerine işin özü, evsafı ve siretiyle hemhal olduklarını görüyoruz. Dahası onlar için kemmiyetten ziyade keyfiyet daha çok önemli husustur. Nitekim bu keyfiyet bir hayat biçimi olarak ortaya konup hicretin ikinci asra dek sürdürülür de. Malumunuz Hicri ikinci asra gelindiğinde siretler bu kez ete kemiğe bürünmüş halde suretler olarak gün yüzüne çıkacaktır. Böylece fakihler fıkıh sahasında, hadisçiler hadis alanında, ehli tasavvuf erbabı da tasavvuf alanında İslam’a hadim (hizmetkâr) ekoller olarak boy göstereceklerdir.
İyi ki de bu ekoller gün yüzüne çıkıverdiler, malum İslam’ın bütününü tek çatı altında sahabe gibi sırtlanmak pek kolay olmayacağından gün yüzüne çıkan ekoller sayesinde ihtisaslaşmaya gidilmiş oldu. Her ne kadar dışarıdan bakıldığında sanki bu durum parçalanmışlık ve bölünmüşlük hissi uyandırsa da, aslında işin özüne bakıldığında tıpkı bu durum bir vücudu oluşturan azalar bütünlüğünün aynısı olduğu görülecektir. Sonuçta İslam’a hizmet etmek temel gaye olduktan sonra ayrı ayrı branşlar altında faaliyet göstermenin hiçbir mahzur yönü olmasa gerektir. Nitekim temel gaye İslam’a hizmet etmek olunca bir bakıyorsun Zahiri ilimler yoluyla ibadet, muamelat, ukubat gibi konularda Ümmet-i Muhammed’e ışık olunurken, Bâtıni ilim tasavvuf yoluyla da ahlaken ışık olunmakta. Birincisinde dışımız nizama sokulurken ikincisinde ise iç dünyamız nizama sokulur. İşte bu nedenle her iki aydınlık meşalemizi de etle tırnak misali birbirinden ayrı gayrı görmeyiz. Hem nasıl ayrı gayri görebiliriz ki, iç ve dış bir araya geldiğinde bize ab-ı hayat olacak marifet ve hakikat ilmi doğar da. Düşünsenize namazı zahiri usul ve kaidelerine göre kılıyor olsak da şayet aklımız bir yerlerde habire gezinip duruyorsa o kılınan namaz bize nasıl Miraç olsun ki. Her alanda olduğu gibi namazda da iç ve dışın uyumluluk göstermesi şarttır. Malumunuz dış huzur namazın farzlarına, vaciplerine sünnetlerine riayet etmekle vuku bulurken, iç huzur ise Allah’ın huzurunda ancak tadili erkân hal üzere olmakla vuku bulabiliyor. İşte görüyorsunuz namazda bile zahiri ve batini haller söz konusudur. Zira İslam’da ‘ilim ve hal’in birlikteliği, yani ilmihallik esastır.
Anlaşılan o ki, Müberra Dinimizde ilimsiz amelin ve amelsiz ilmin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Hakeza bu durum şeriat ve tasavvuf içinde geçerli akçe kuraldır. Nitekim bu hususta Şahabeddin Sühreverdî ve Bayezid-ı Bistami gibi arif zatlar “Her kim şeriatı tutup tarikatı bırakırsa fasık, her kim de tarikatı tutup şeriatı bırakırsa zındıklıktır” diye buyurmuşlardır. Yok, eğer birileri çıkıp ‘Ben arif sözü falan filan anlamam’ diyorsa, biliniz ki o insan Kur’an ve hadislerin zahiri, iş’arat ve batıni manalarının olabileceğinden bihaber olarak kendi kafasına göre hareket edecek demektir. Oysa biz biliyoruz ki, Kur’an ve hadislerden anlam çıkarmak her babayiğidin harcı değildir. Kaldı ki değil zahiri ve Rabbani âlimler, bizatihi Allah Resulü tarafından gökteki yıldızlar gibidirler övgüsüne mazhar olmuş sahabe-i Kiram bile Kur’an ve hadis konularında kendi kafasına göre buyruk kesilmemişlerdir. Tam aksine sırasıyla kitap, sünnet icma-i ümmet ve kıyası fukaha kaynaklara başvuraraktan Edille-i şer’iyye usulünce hareket etmişlerdir. Ki, Kur’an’ın zahiri manası avam içindir, işarat manası Ulema içindir, batıni manası ilmiyle amil olmuş Rabbani âlimler içindir hakaik manası ise sadece Allah Resulüne has bir keyfiyettir. Anlaşılan bizler avam olarak Kur’an’ın ancak sırf zahiri manasına vakıf olabiliyoruz, yine de çıplak manasını anlamak için bile kılı kırk yarmamız gerektiğini de unutmamız gerekir. Düşünsenize Kur’an’ın sırf zahirinden anlam çıkarmak için kılı kırk yarmak gerekirken birde Kur’an’ın işarat ve batınından anlam çıkarmak için çaba sarf eden ulema ve evliyanın durumunu bir düşünün, kim bilir kaç ciltler dolusu kaynaklar tarandıktan sonra anlam çıkarmış oluyorlardır. Dile kolay, bir günlük değil, iki günlük değil, bir yıllık değil, on yıllık değil diyebiliriz ki ömrün tamamını Kur’an ve hadislerin Ümmet-i Muhammed’in hayatında fikren, zikren ve kalben yer etmesi için var olmuşlardır.
Şimdi bu gerçeklerden hareketle sorarım bir günlük, bir yıllık, on yıllık çalışan kafalara, acaba sizler Kur’an’ın anlamlandırılmasında ve yaşanmasında kafa yapısı olarak işin hangi kısmındasınız. Sizler işin edebiyatıyla oyalana durun, şunu iyi bilin ki, iki de bir söylem olarak Kur’an ahlakı dediğiniz şey tasavvufun ta kendisi ahlaktır. Ki, tasavvuf kal değil, haldir, o hali yaşamadan güzel ahlak ortaya çıkmayacağı çok net ortadadır. Üstelik tasavvufi ab-ı hayat toplum hayatına sonradan girmiş bir hayat tarzı da değildir, bugüne kadar toplum hayatında yer edinmeye çalışan ne kadar ekol gelip geçmişse bunların içerisinde hiç şüphe yoktur ki en köklüsü tasavvufi ekol olmuştur. Nitekim bu gün olmuş halen pek çok ehlisünnet tarikatların kökleri Peygamberimize kadar uzandığı içindir varlıklarını sürdürebiliyorlar. Çünkü bugüne kadar varlıklarını sürdürüyor olmalarını Kur’an’ı tatbiki olarak yaşamalarına ve ehlisünnet çizgi üzere yol kat etmelerine borçludurlar. Delil mi? Tarih bunun en büyük canlı şahidi zaten. Şimdi gel de her bir ehlisünnet tarikatını Kur’an’ı yaşayan hadim ekoller olarak görmemek ne mümkün. Hem görmekte ne, onların her biri bizim baş tacımız da. Onların yolları öyle bir kutlu yoldur ki, izini iz sürdükleri ilk Pir’i ve ilk Mürebbisi Allah Resulünden başkası değildir. Ta ki, Allah Resulü dar-ı bekaya göç eder, işte o zaman mürebbilik vazifesini sırasıyla Sahabe ve Tabiûn neslinden sonra Peygamberimizin varisi hükmünde Rabbani âlimler üstlenecektir. Bakmayın siz öyle, sözde hocaların Rabbani âlimleri görmezden gelip isimlerinden bahsetmeyip teğet geçmelerine, oysa asıl teğet geçilmesi gereken kendileridirler. Hem Rabbani âlimleri görmezden geliyorlar da sanki başları göğe mi eriyor, onları bilen biliyor, seven sevmiş, seçen seçmişte zaten. Örnek mi? İşte İmam-ı Şafii ve İmam-ı Azam gibi imamlarımız onları her yönüyle biliyor ya, bu yetmez mi. Dikkat edin cami imamı demiyoruz, mezheb imamı diyoruz. Düşünsenize İmam-ı Şafii bekârlık zamanlarında bile şeyhine hal ve ahvalini arzı endam ederek kıymet bilmiş bir imamız, o teğet geçmemişken biz nasıl olurda birkaç sözde hocaların ağzına bakıp da görmezden gelebiliriz ki. Hakeza Süfyan-ı Sevri gibi bir âlim zat, bir bakıyorsun İmam-ı Azam'dan fıkıh dersi almakla yetinmeyip birde bunun üstüne tasavvuf dersi almakla bu kutsi yola sıcak baktığını pekâlâ müşahede edebiliyoruz. Peki, bütün bu örnekleri üst üste koyduğumuz da bunlar ne anlama geliyor derseniz, her şey gayet açık bir şekilde ortada, bu demektir ki bir insan mezheb imamı da olsa, zahiri âlimde olsa tasavvufi ilme kayıtsız kalamıyor, her halükarda bu kutsi yoldan istifade etme cihetine kayabiliyor. Buna mecbur da, çünkü tasavvuf ilmi tüm şer’i ilimlere de ab-ı hayat kaynaktır. Malum, midenin ihtiyacı bir şekilde ekmek su ile giderilebiliyor ama ruhun öyle değil, mutlaka tasavvufi ab-ı hayat deryasına dalmak gerekir ki ruhun ihtiyacı olan manevi gıda karşılanmış olsun. Hakeza tüm şer’i ilimler Tasavvufi Kevser havuzundan kane kane doyasıya beslenmeli ki kuru meşe odunu olmaktan kurtulup ab-ı hayatla buluşabilsinler. Nasıl ki, bir bahçenin bakımında gerektiği şekilde gübresi, suyu verilmezse, o bahçeden verim alınamıyorsa, aynen öyle de bir insanda tasavvufi ab-ı hayat yaşamaksızın ne iştigal ettiği ilimden haz alabilir ne de ibadetinden haz alabilir. Hatta bu kutsi yolun öncüsü Peygamberimiz (s.a.v)’in güzel ahlakıyla boyanmakta mümkün olmayabiliyor. Bikere Peygamberimiz (s.a.v)’in güzel ahlakıyla boyanmak öyle sırf kitap okumakla, sırf kulaktan dolma bilgiler edinmekle, sırf bir doktorun gözetiminde psikoterapi seanslarından geçmekle melekiyet kesb edecek haslet değil elbet. İlla ki tasavvufi bir terbiyeden geçmek gerekir ki, Peygamber ahlakıyla boyanabilinsin. Yeter ki, bir insan tasavvufi hayata talip olsun bu arada çokbilmişlik ve kitap yüklü merkep olmaktan kendini an be an kurtarması mümkündür diyebiliriz. Şayet bu kutsi yola talip olmayıp çokbilmişlerin safına kendini atmakla er ya da geç onu kaçınılmaz hazin bir akıbet bekliyor olacaktır. Nitekim bu mesele Kur’an’da Ebû Hâris ve Bel’am bin Baûra gibi çokbilmişlerin nezdinde ibretlik örnek olsun diye şöyle beyan buyrulur da: “Tevrat’ın hükümleriyle yükümlü tutulup da onun hükümlerini yaşamayanların durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin haline benzer. Allah’ın ayetlerini yalanlayan bir toplumun durumu ne acıdır. Allah, zalim bir toplumu hak yola ulaştırmaz.”(Cum’a suresi, 5. ayet )
Evet, bu ayette açıkça çokbilmişlik handikabından kurtulmak için teoriden pratiğe geçmeye çağrı vardır. Öyle ya, madem ilmin kaynağı Allah, o halde iştigal edilen ilme ruh katmak gerektir. Ki, ruhsuz ilim kurumuş meşe ağacı gibidir, asla meyve vermeyecektir, meyve vermesi için mutlaka gübreye, suya, güneşe ihtiyaç vardır. İşte bu noktada tasavvuf pek çok zahiri ilimlerin gübresi, suyu ve güneşi olur da. Yukarıda da belirttik ya, tasavvufi ahlak varsa, ancak o zaman ilim kuru meşe odunu olmaktan çıkıp anlam kazanabiliyor, aksi halde o ilim söylem olmaktan öte hiç bir anlam ifade etmeyecektir. Bakınız Seyda Hz.lerinin hayatına yediden yetmişe hemen herkesin gönlünde taht kurması sırf medrese ilmini bitirmiş olmasından kaynaklanan bir gönül yakınlaşması değildir, bizatihi kendisinin ta çocuk yaşlarda hem medrese âlimlerin (mollaların) rahle-i tedrisatından hem de babasının dizinin dibinde tasavvufi terbiyeden geçmenin neticesinden doğan bir Gönül Sultanlığı yakınlaşmasıdır bu. Nitekim ağaç yaşken eğilir misali hem zahiren hem de batınen yetişmenin mahsulü olarak Yüce Allah o’nu Silsile-i Şerife’nin otuz sekizinci basamağında "Eşşeyh Es Seyyid Muhammed Raşid El Hüseyni" ismiyle Sadatlar kervanına dâhil etmekle şereflendirir. Böylece Seyda Hazretleri (k.s), bu şereflenme sayesinde bir yandan maddi veraset bakımından Peygamberimizin (s.a.v.)’in otuzuncu göbekten torunu olma hasebiyle, diğer yandan manevi veraset bakımından da otuz sekizinci durakta altun silsilede yerini almak suretiyle gönüllerde taht kurmuş olur da. Nasıl taht kurmasın ki, o’nu gören adeta kendini gönül aynasında görüp dirilişe geçiyordu da. Hiç şüphesiz o’nun gönülleri fethetmesinde etken unsur sadece baba ve anne tarafından ''Seyyid'' evladı olması değildi, bunun yanı sıra medrese ilmiyle donanımlı olması da çok büyük etken unsurdur. Ancak ne var ki, Seyda Hz.lerinin ilmi yönünü bilen yok denecek kadar azdır dersek yeridir. Çünkü insanların kafasında Hoca dendiği zaman ne kadar ayet, ne kadar hadis varsa vaaz kürsüsünden bir bir döktürüp cemaati coşturan insan akla gelmektedir hep. Her ne kadar Seyda Hz.leri içinde Adıyamanlı Hoca diyenler olsa da, bir bakıyorsun alışılmışın dışında sırtında cübbe, başında sarık, elinde bir demet gül, daha çok insanları irşad eder bir Hoca olarak gördük onu. Dahası O, bir mürebbi olarak anlatacaklarını vaaz kürsüsüne çıkmadan bizatihi tedris ettiği ilmini kendi nefsinde tatbik ederek aydınlık meşalesi olmuştur. Şayet O, ta çocuk yaştan beri rahle-i tedrisattan geçtiği medrese ilmini önce kendi hayatında tatbik etmeseydi asla insanları irşad edecek seviyeye ulaşamazdı. İlla ki bir terbiye edicinin elinde irşad olmak gerekir ki irşad etme konuma gelinebilsin. Gerçektende öyle değil mi, kimi hocalar bir bakıyorsun camiden çıktıktan sonra bir bastonu birde kendisi kala kalmakta. Besbelli ki bu tip hocaların toplum üzerinde etkisi sadece bir saatlik ya da bilemedin iki saatlik bir ateşli konuşmayla sınırlıdır. Elbette ki, insanlara vaaz-ı nasihatte bulunmak gerekir, ancak vaz-ı nasihatte bulunan kişi anlattıklarını hayatında tatbik etmiyorsa söyledikleri havada kalıp asla kalplere nüfuz etmeyecektir. İsterseniz bunu Molla Yahya Hz.lerinin Feyiz dergisine yaptığı bir röportajla bizatihi Seyda Hz.lerinin lisanından işittiği bir hikâye ile örneklendirebiliriz de. Madem öyle, bakalım Molla Yahya el Abbasiİ el Haşimi Hz.leri Seyda Hz.lerinin dilinden bu hikâyeyi nasıl aktarıyor bir görelim:
“Bir sefer dedi, ''İki kardeş var idi, babaları vefat edince bunların ikisi de kendilerini Allah (c.c) yoluna vermek istediler. Birisi dedi ben evvela gidip okuyacağım, âlim olacağım, ondan sonra ben kendimi ibadete vereceğim. Birisi de dedi, âlim olmaya kadar acaba zaman olur mu olmaz mı, en iyisi ben şimdi gidip ibadet yapacağım, ibadetle meşgul olacağım. Birisi ibadete gitti, birisi ilme gitti. Ondan sonra ilme giden bir müddet okuduktan sonra, biraz ilim anladıktan sonra, bir gün dedi ki, ben gideyim kardeşimi göreyim, kardeşimin ahvalini durumunu öğreneyim, hangi haldedir, hangi durumdadır. Kardeşinin yanına geldi, baktı hakikaten kardeşi çok taat ve ibadetle meşgul. Yani taat ve ibadeti, onun zayıflığından, onun simasından bellidir. Sevindi, elhamdülillah dedi. Kardeşim taat ve ibadet bu kadar yapıyor, keyfe geldi hoşuna gitti. Fakat bir de baktı ki, böyle kardeşinin sarığının ucunda siyah bir şey var, bir şey görülüyor. Allah Allah, dikkat etti, bunu farekuyruğuna benzetti. Kardeşim hayırdır, senin sarığındaki nedir bu?.. Hiç sorma dedi abi, hiç sorma, hiç bahsetme dedi. Nasıl yani dedi. Ben namaz kılarken bir fare devamlı önüme gelirdi, beni meşgul ederdi, benim hayallerimi, düşüncelerimi değiştirirdi, benim huzurumu kaçırırdı. Ben de bir gün vurdum, öldü. Ölünce ben dedim bunun vebalinden nasıl kurtarayım, en iyisi bunu sarığımın altına koyayım ki, vebalinden kurtarayım. Onun âlim olan abisi dedi ki: Senin o kadar namazın hep fasıktır, hep bozuktur. İşte Seyda’mız ilmin değerini bu şekilde anlatırdı. İlim olmasa insan Salih ibadet yapamaz bunun için ilim çok değerli, çok önemlidir. Seyda’mız (k.s) bu şekilde söylerdi.” (Bkz. Feyz Dergisi, Ekim 1996, Sayı 64)
İşte Seyda Hz.lerinin iki kardeş üzerinden vermiş olduğu bu hikâyeden de anlaşılan o ki, ilim bu yolun olmazsa olmaz şartıdır. Nitekim Seyda Hz.leri bu bilinç doğrultusunda Baba Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın vefatının ardından ilk iş olarak irşatsa irşat, muhabbetse muhabbet, ilimse ilim, hemen her alanda mührünü vurup Menzil’i insanların huzur bulacağı mekân haline getirir de. Öyle ki, Menzil’e huzur bulmak için gelenler yeni bir hayata başlamanın heyecanıyla bugünkü standartların dışında sahabe çorbasına benzer bir çorba ve Fatıma anamızın pişirdiği ekmeğe benzer bir ekmek ikramıyla misafir edilirler de. Düşünsenize dilleri, şiveleri, kültürleri ve renkleri farklı insanları normalde bir araya getirmek mümkün olmazken, bu birliktelik nasıl gerçekleşiyor dediğimizde:
-Bir bakıyorsun diller bir kelimede ittifak etmiş halde kalben ‘Allah’ dediklerini,
-Normal şartlarda insanları ekmek kuyruğuna sokmak mümkün olmazken, bir bakıyorsun Menzilde ekilen buğdayın değirmende un haline getirildikten sonra Fatıma anamızın ekmek hamur mayasıyla yoğrulduğu rivayet edilen fırından çıkan kepekli ekmeği sepet dağıtıcının elinden birer ikişer almak için kuyruğa büyük bir keyifle girdiklerini,
-Yine normal şartlarda memleketlerinde masa üzerinde ayrı ayrı tabaklarda yemeye alışmış insanların bir bakıyorsun kazanlarla hazırlanan çorbaların çanaklara boşaltılmasıyla birlikte hep birlikte diz çöküp aynı kaba kaşık çaldıklarını,
-Büyük bir muhabbetle kaşık çaldıkları çorba bugünkü standartların dışında bulgur çorbasına benzer türden basit ve sade bir çorba olmasına rağmen yine bir bakıyorsun tahta kaşıklarla aşkını muhabbetini kataraktan büyük bir lezzetle yediklerini,
-Yine normal şartlarda memleketlerinde lüks kanepe ve çekyat bazalar da yatmaya alışmış insanların bir bakıyorsun yatma vakti geldiğinde camiinin altında ceketini baş yastık yapıp yerde iki büklüm uzanıp üzerine aldığı tek bir battaniye ile huzur içerisinde uyuya kaldıklarını,
-Anlatılanlardan Menzil bir zamanlar kıraç topraklarmış, ta ki Gavs Hz.leri ve oğulları mesken tutup sondaj vurmasıyla bereket kazanan bu topraklar bir bakıyorsun ab-ı hayat topraklar olarak gelenleri bağrına bastığını,
-Bereket kazanan bu topraklarda yine normal şartlarda insanlara memleketlerinde soğuk suyla duş aldırmak mümkün olmazken, bir bakıyorsun Gavs- Bilvanisi ve Seyda Hz.lerinin sondaj vurmasıyla çıkartılan ab-ı hayat soğuk suyla (Seyda Hz.leri dönemindeki haliyle) üstü açık dört banyonun önünde gusül abdesti için kuyruğa girdiklerini,
-Buraya ziyaret için gelen insanlara memleketlerinde soğuk kış iklim şartlarında el ayak yıkatmak mümkün değilken, bir bakıyorsun sabah vaktinin o soğuğunda kar fırtına demeden şadırvan önünde abdest aldıklarını,
-Yine bu insanlara memleketlerinde 2-3 saatlik uykuyla namaza kaldırmak mümkün olmazken bir bakıyorsun görevlinin ‘haydi sofi namaza’ deyişiyle birlikte derin uykusundan uyanır uyanmaz derhal Seyda Hz.lerinin arkasından namaza koyulduklarını,
İşte bu ve buna benzer daha pek çok ab-ı hayat örnek gözlemlerimizden çıkardığımız netice şu dur ki, Menzil kapısı ümitsizlik kapısı değil, ümitlerin yeşerdiği bir kapıdır. Öyle ki, bu kapıda soflik kavramına da bir başka anlam yüklenmiştir. Şöyle ki, insanların gözünde sofilik denince her nedense aklına cübbeli, şalvarlı, sarıklı insanlar akla gelmekte hep, oysa Menzil’e gidip sofi olanlara baktığımızda kahır ekseriyetinin kıyafet değişikliğine uğramaksızın ‘Halk içinde Hakk olmak’ türünden muhabbet fedaisi insanlar olduğunu görüyoruz. Kelimenin tam anlamıyla değişiklik kıyafetle değil daha çok huy yönünden gerçekleşmekte. Nitekim bu değişliği bariz bir şekilde insanlarla olan münasebetlerinde muhabbet ve sevgi dolu bakışlarından anlayabiliyoruz da pekâlâ. Hele sofilerle halktan bir insan tanışmaya görsün, sofinin muhabbeti onu da alıp götürür Menzil’e. Gerçekten de sofilerin muhabbeti bir bambaşkadır, bu yüzden her biri için her muhabbet fedaileri sofiler dersek yeridir. Nasıl ki beşeri sınıf içerisinde askerler vatan savunmasıyla dikkatlerden kaçmıyorsa sofilerde muhabbet ve sevgi dolu yürekleriyle dikkatlerden kaçmaz. Keza havas ehlinden de nasıl ki zahiri âlimler vaz-u nasihatleriyle dikkatleri üzerlerine çekiyorlarsa, Rabbani âlimler de her meşrebten insanı irşat etmeleriyle dikkat çekmekteler. Nasıl dikkat çekmesin ki, irşat halkasına dâhil olan insanlar bir bakıyorsun muhabbet fedaisi sofi olup çıkıyor da. Besbelli ki sofi olmalarında Rabbani âlimlerin çok büyük manevi tasarrufat etkisi söz konusudur. Ki, Sadatlardan Şah-ı Hazne (k.s) “Muhabbet sofilerin bineğidir” derken, sofilerin hem muhabbet fedai yönünü, hem de tasavvufi hayat yolculuğunda (seyr u süluk yolunda) marifet ve hakikat basamaklarından ancak muhabbet bineği ile aşılabileceğini kast etmiştir. Yani bir başka ifadeyle aşk-ı bendi muhabbet bineği edinmeden şeriat, tarikat, marifet ve hakikat basamaklarını aşmak pek mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla bu noktada sofinin dikkat etmesi gereken husus seyr-u süluk yolunda ilerlerken binek taşı edindiği muhabbet bineğinin yularına ve üzengisine sıkı sıkıya tutunmak olmalıdır. Aksi halde basamak basamak ilerleyeceği seyr u süluk yolunda Allah muhafaza muhabbet bineğinden tepetaklak yuvarlanabilir. Dahası bu demektir ki Aşk-ı bendi muhabbet bineğinin yularına ve üzengisine tutunmakta gevşek davranıldığında vuslat hâsıl olmayacaktır. Öyle ya, madem hedef hakikate ulaşmak o halde bu yolun gereklerini yerine getirmek gerekir. Hakikat peşinden koşanların gevşek davranma lüksü yoktur. Çünkü hakikat bir cevher gibidir şeriat ise bir deniz gibidir. Tarikat da bir vapur gibidir. Ki, o hakikat cevheri bindiği vapurun limanda demirleyeceği ve vuslata ereceği en son menzildir. Anlaşılan aşk-ı bendi vapurunu binek taşı edinmeden Menzili hakikat hedefine erişmek çok zor. Yukarıda da belirttik ya bir insan zahiri âlim de olsa, dünyanın ansiklopedik bilgi birikime sahip bilge deha insanda olsa yüreğinde aşk-ı bendi ruh yoksa tüm edindiği bu bilgi birikimlerinin kendisine hiçbir faydası yoktur. Şu bir gerçek bilge insanlar okumuş etmişler ama okuduklarına ruh katmadıkları için Müberra dinimize olan bağlılıkları da hep şekli olmaktadır. Ama sofiler öyle değil, yüreklerinde taşıdıkları aşk-ı bendi ruhla Müberra Dinimize olan bağlılıkları da candan yürekten olmaktadır. Tabii buradan şu anlam çıkmasın bu kutsi yol sadece muhabbet bineğinden ibarettir. Tasavvufi ab-ı hayata ulaşmak için sofiye muhabbet bineğinin yanı sıra ilimde gereklidir elbet. Her ne kadar âlimlik derecesinde ilim edinmesi gerekmese de en azında ilmihal derecesinde bilgi edinmesi elzemdir diyebiliriz. Kelimenin tam anlamıyla Menzili maksuda erişmek için en azından yolda yaya kalmamak için önünü görecek şekilde kendini ilmede adamalı ki, sıkı sıkıya tutunduğu aşk-ı bendi bineğinden uçurumdan tepetaklak aşağıya yuvarlanıp gümbürtüye gitmesin. Malum cahil sofi ancak kendi nefsini koruyabiliyor, kendi dışında hiç kimseye faydası dokunmayacağı çok açık, ama ilmihal bilgisine sahip bir sofi öyle değil, kendi dışında ümmete de çok faydası dokunacaktır. Hele birde medrese ilminden icazet almış molla sıfatına haiz bir sofi düşünün, hem kendisine ışık olur, hem de ümmete ışık olacaktır. Örnek mi? İşte Mevlana Halidi Bağdadi Hz.leri bunun en canlı örneği. Malumunuz kendisine ‘Zülcenaheyn’, yani çift kanatlı denmesinin sebebi hem zahiri ilimlere vakıf olması hem de Bâtıni ilme haiz zat olmasına binaendir. Öylede olması icab eder, çünkü tek kanatla bir yere kadar uçabilirdi, illa ki bir ikinci aşk-ı bendi kanadı daha edinmeliydi ki ötelerden ötelere tam manasıyla kanatlanıp vuslat hasıl olabilsin.
Hâsıl-ı kelam, aşk-ı bendi ab-ı hayattır.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3897/ab-i-hayat-tasavvuf