KÜRT OLAYI

KÜRT OLAYI
ALPEREN GÜRBÜZER

Kürt konusu, senelerdir Türkiye'nin gündemini meşgul eden en önemli meselesidir. Öyle ki en önemli konu dediğimiz Kürt olayı, sadece Türkiye Kürtleri değil Irak Kürtlerini de içine alan bir mesele. Günümüzde Kürt meselesi yanlış politikalar sonucunda Kürtlerin kimlik meselesine dönüşmüştür. Tüm halkın tek kimlikte tercihe zorlanması tepkisel hareketlerin doğmasına neden olmuştur hep. Dolayısıyla daha uzun bir süre devam edeceğe benzeyen bu hal vaziyetimiz, ‘acaba din, mezhep ya da etnik köken gibi kimlikler üzerinde yeni bir kaos dalgası mı geliyor?’ gibi sorular ister istemez aklımıza takılıyor. Anlaşılan meseleye tek pencereden yaklaşmakla sağlıklı bir neticeye varamayabiliriz de. Olayı çok yönlü değerlendirmek gerekiyor gibi.
Kürt olayını sadece etnik yönden açıklamak da hatalıdır. Hakeza Türklük konusu da öyledir. Zaten resmi ideoloji Türklüğü siyasi, sosyal ve kültürel boyutta değil de etnik manada kullanıldığı için bir türlü bağrımızda taşıdığımız diğer etnik unsurları kucaklayamıyoruz da. Etnik Türk anlayışına devam ettiğimiz sürece ne Kürdü ne Lazı ne de Çerkezi yani hiçbir vatandaşımızla hep beraber o özlediğimiz birlik türküsünü söylemeyeceğiz gibi. Bu vakayı kültür, sosyal, coğrafi, ekonomik, idari, siyasi ve dış boyutlarıyla analiz etmek zorundayız. Çünkü tek tip görüşler meseleyi daha da karmaşık hale getirmektedir. Oysa çağdaş sosyoloji, tek tip değerlendirmeler yerine çok faktörlü bakış açısı ile sağlıklı sonuçlar elde edileceğini bildiriyor bizlere.
Türkiye'de tartışmaların çoğu, Güneydoğu insanının etnik kimlik noktasında odaklanmaktadır. Bilerek veya bilmeyerek herkes bu konuyu kaşımaktadır. İlmi platformda görüş beyan eden aydınlarımıza bir sözümüz yoktur elbette ki. Fakat bu hassas meseleyi "etnik Kürtçülük" meselesine dönüştüren birtakım aklıevveller, iç ve dış güçlerin emellerine hizmet ettiklerinin farkında bile değiller. Aslında biz bu konunun gündemde tutulmasında ve tartışılmasında mahzur görmüyoruz, ama uzun süredir iki de bir pişirilip önümüze konulması, ister istemez Türkiye üzerinde hesapları olan birtakım odakların varlığını gösteriyor sanki.
Kürtlerin etnik kimliği ve boy tarihi hakkında şimdiye kadar çeşitli teoriler geliştirildi. İleri sürülen teorilerden belli başlı görüşler şunlardır:
1. Gut-i Kürt nazariyesi,
2. Kartuklar ve Karduk-Kürt nazariyesi,
3. Med-Kürt nazariyesi,
4. Kürt-Karrada nazariyesi,
5. Kürt-Gut nazariyesi vs.
Hilmi Göktürk'ün "Kürtlerin Soy Kütüğü ve Boy Tarihi" adlı eserinde bu teorilerle ilgili geniş bilgiler var. Biz bu ileri sürülen teorileri kısaca özetledikten sonra Kürtlerin bir millet mi, bir boy mu, bir ırk mı sorularının cevabını araştırmaya çalışalım.
Gut-i Kürt tezini savunan E.A.Speiser; "Kürtler Gutilerle aynı ırktandır ve Gutiler Sümer ülkesinde yaşarlar" diyerek, Kürtlerin M.Ö. 1900–1700 tarihleri arasında Süleymaniye yakınlarında yaşayan Lullu Kralı'na ait bir kitabede adı geçen Guttiler’in soyundan geldiğini iddia eder. "Gudi kavim" terimi Türkçedir aslında, yani yerleştikleri sahaya nispetle "aşağı inen" anlamında kullanılmıştır. O halde Gut-i Kürdi toplumun yer değiştirmesiyle ilgili bir sözcük olsa gerektir.
Kartuk-Kürt teorisyeni Kseneton ise; "Karduklar, Sakaların, Küçük Asya'da ana kütleden ayrı bir kabilesidir" diyor ve böylece M.Ö. 401 yıllarında yaşadığı söylenen Karduklar'ın Kürtlerin soy kaynağı olduğunu demeye getiriyor. Oysa Th. Noldeke, M. Hortmanın, Nisbach gibi şarkiyatçılar, Kürt terimi ile Kardu terimi arasında etimolojik bir bağ bulunmadığını ilmi bir şekilde ispatlamışlardır. Öte yandan, Asur Salnameleri’nde, ne Kardu, ne de Kürt kelimesine rastlanılmaktadır.
Kürt-Karrada nazariyesine göre de; "Kürtler Süleyman Peygamberin Meclisinden kovulan Cassad adlı bir cinnin soyundan türemiştir" iddiasından hareketle Cen-Cin teriminin Kuran’da geçen cinle ilgili ayetle ilişkilendirilerek Cin’in Süleyman Peygamber tarafından kovulduğu da belirtilmiştir. Nitekim Arap tarihçileri Kürtlere "El Akrad Taifetün Minel Cin" demişlerdir. Hatta Arapça Karrada fiili ile Kürt sözcüğü arasında bir ilişki aranmaya çalışılmıştır. Arap tarihçilerin ilim dışı beyanlarına rağmen, bir zamanlar Doğu ve Güneydoğu'daki yolun ulaşamadığı, okulun girmediği insanlarımız boşluktan ötürü gafil avlanarak köklerini Araplığa kadar götürmeyi meziyet sanmışlardır. O yörelere eğitim götürülmezse olacağı buydu zaten, bundan başka ne beklenirdi ki? Çelişkiye bakın ki Araplar Kürt kardeşlerimizi "Cin'e" dayandırıyor, yıllardır ihmal edilmiş insanımız ise bu yüzden kendini Arap görmek istemiştir. Dolayısıyla Evliya Çelebinin de dikkatini çekmiş olsa gerek ki köklerini Araplığa bağlamış bu ahaliden uzun uzadıya bahsetmek zorunda kalmıştır.
Görüldüğü gibi yukarıda ileri sürülen nazariyeler sadece bir iddiadan ibarettir. Belli bir mesnet içermiyor. Yine buna benzer teorilere ilaveten Med-Kürt savunucuları ise, "Kürtlerin M.Ö. 9. ve 10. asırlarda şarkı işgal ederek büyük bir imparatorluk kuran Med'lerin soyundan, yani Ari ırkı kolundandır" tezini ileri sürerler. Prof. N.J. Marr satır aralarında etnik manada Kürtleri Ermenilerle irtibatlandırıp direk veya endirekt yoldan yakınlaştırmak ister. Bilindiği gibi Ermenice Gurt "hadım" manasına gelir. Sadece Gurt terimi mi, elbette ki hayır. Hakeza Ermenilerin Med adı yerine Mar kullandıkları böylece Medce’nin bir şekilde Kürtçe'nin mirasçısı ilan ederek Med-Kürt-Ermeni üç sacayağını ortaya koymaları da bu çabanın ürünü olsa gerektir. Oysa onlar Kürtlerin Küçük Asya'nın dağlık bölgelerinde yaşadığını ileri sürerlerken Medler'in Küçük Asya'da değil Azerbaycan'da yaşadığını unutarak kendi kendilerine çelişkiye düşmüşlerdir. Prof. N.J. Marr, aynı zamanda Kürt-Gurt nazariyesinin de öncülerindendir. Bazen insan ister istemez şu soruyu kendi kendine sormaktan edemiyor: Yoksa Diaspora Ermenileri el altından bu çelişkili "Med-Kürt-Ermeni teorilerinden mi cesaret alıyorlar da piyonları vasıtasıyla PKK'yı destekliyorlar? Bu kuşkular doğrusu bizi Abdullah Öcalan’ının Diaspora Ermenilerle bağlantılı olduğu şaibesinin yanlış değilse de doğruya çok yakın iddiaları zannımca güçlendiriyor gibime. Zira Ermeni Asala örgütünün yapmış olduğu eylemlerle PKK’nın dolaylı bir ilişkili olduğu konusunun istihbarat kaynaklarınca doğrulanması bu iddiaya yakın durmamıza neden oluyor. Büyük bir ihtimal "Met-Kürt-Ermeni" nazariyelerinin menşei Diaspora Ermenilerince uydurulan bir planın parçası olsa gerektir. Birkere Ermeniler Hıristiyan olup bir zamanlar Osmanlı şemsiyesi altında bize bağlı hür millet-i sadıkamızdı. Fakat Fransız ihtilali müteakip milliyetçilik dalgasının tüm dünyayı kasıp kavurması ile birlikte onlarda tebaamız olmaktan çıkıp bizim güya Ermeni soykırımı yaptığımız propagandasını işlemeye başladılar, oysaki bu böyle olmamalıydı. Çünkü onlar bize sadıktılar.
Gerek Gut-i Kürt, gerek Kartuk-Kürt, gerek Med-Kürt ve gerekse Kürt-Karrada nazariyeleri tarihi gerçeklerle bağdaşmaz. Çünkü tarihi vesikalar "Kürt" isminin bir ulus olma iddiasını çürütmektedir. Hatta bugün hala Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki insanlarımız bu iddialar istikametinde sürekli olarak uyduruk bir tarihi zemin içinde kandırılmaya çalışılmaktadır.
Birde Milliyetçi kesimin gözünden bakalım meseleye. Nitekim Dr. M. Şükrü Sekban "Kürt Meselesi" adlı kitabında; "Kürt" adını verdiği insan topluluklarının "Turanı" olduklarını itiraf etmek zorunda kalmış ve bu konuda Alman araştırmacıların tezlerinin doğruluğunu kabul etmiştir. S. Ahmet Arvasi’de bu anlamda "Doğu Anadolu Gerçeği" adlı eserinde; ‘’Bir uyruk ve bir boy olarak "Kürt" kelimesinin tarihte ilk defa Yenisey'deki Göktürk(Kök Türükler) kitabelerinde (Elegeş yazıtında) rastlıyoruz. Sözü edilen Kürt Uyruğu, Göktürkler içinde yaşıyordu ve beylerinin adı "Alp Urungu" idi. Bir Türk kültür merkezi olan Herat'tan üç fersah yukarıda Herirud nehrinin sol sahilinde Timuriler devrinde pek meşhur olan "Ulenknişın"dır. Görüldüğü üzere Türkçemizde bu kelime bulunmaktadır. Burada Kürt terimi bir ırk veya millet anlamını ifade etmez’’ der.
Anlaşılan Kürt kavramına oldukça zengin manalar yüklenilmiş. Belli başlı manalarına ilave olarak kar yığını, çığ, dallarından yay, ayva ağacıda denilmiş. Hakeza "Kürüt" şeklinde yazılanı ise, Merih yıldızı demektir. Daha başka araştırmaya ve incelemeye yönelik yazılar da bu kavramı açıklığa kavuşturmaya yetiyor. Nasıl mı? İşte:
Kazakça'da Kürt kelimesi: Kalın kar yığını,
Şark Türkçesi'nde Kürt kelimesi: Çığ,
Tarançilerde Kürt kelimesi: Yeni yağmış kar,
Çavuşça'da Kürt; Karların saçak çıkıntısı,
Kazan Tararcası'nda Kürt: Kar yığını,
Uygurca "Kördük": Kar denizi,
Karakırgızlar'da, Soyonlar'da, Yakutlarda ve Teleütler'de ise "kürdük": Kar yığını tarzında yorumlanır.
Görüldüğü gibi yukarda bahsi geçen görüşlerden hareketle "Kürt" terimine ne bir ırk, ne de bir millet anlamı içermiyor. Kürtlerin ancak çeşitli boylarla beraber yaşamış görüntüsü veren, aynı zamanda Kürt kavramının ırkın dışında anlamlandırıldığı gayet açık olup, Hatta telaffuz edilen bu kelimenin bir ırk veya bir milleti çağrıştıran bir manası görülmediği şüphe götürmeyecek niteliktedir, esamesi bile orta da yoktur diyebiliriz.

Kürt lehçesi

Kürtçe diye bir dil de yoktur zaten. Aslında Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da konuşulan bir dil değil "ağız"dır. Yani Kürt dili diye bir dil yoktur. Sadece "Kürt ağzı" ya da lehçesi vardır. Kürt dili ve Kürt alfabesinden bahsedenler, bütün dünyadaki dillerin cümle yapılarına da mı bakmazlar? Maalesef basit bir dil kuralı olan "sentaks" kavramından bihaberler. Malum olduğu üzere Ari Sami Hindu Arap dillerinde cümle yapısında önce fiil (yüklem), fail (özne)ise sonradır. Fakat Türkçe ve "Kürt ağzı"na baktığımızda bunun tam tersi görülür. Yani fail(özne) önce, fiil(yüklem) sonradır. Buradan da anlaşılacağı gibi Türk lisanı ile Kürt Ağzı, diğer dillerin aksine sentaks (cümle bilgisi) ayniyetine sahipler. Burada akla şu sual gelebilir. Peki, sentaks yapıları uyumlu olmasına rağmen "Kürt Ağzı" nereden türemiştir? Gayet basit, Kürtçe çeşitli dillere sahip söz yığınlarının birikimiyle ilgilidir. Fars-Arap, Türkçe-Fars, Türkçe-Arap veya hepsinin karışımı bir "kırma ağız" söz konusudur. Bu kırma ağız zaman içerisinde Kirmancı, Zazaki, Gorani, Soranı ve Larani tarzda türevlerini de beraberinde getirmiştir, yani bu lehçe türü şiveler Arap ve Fars kültür daireleriyle kaynaşma neticesinde ortaya çıkmıştır. Hâsılı coğrafi şartlar dil değişiminde rol oynayıp, bu söz yığınları ödünç alınılmış böylece bir tür kaynaşmayı ortaya çıkarmıştır. Yinede Kürt kökenli kardeşlerimizin bu konuştukları dillerine ağız dili desekte bir vatandaşımız ortaya çıkıp ta; ‘’Ben ana dilimde kurs almalıyım ya da seçmeli ders almak istiyorum’’ talebi varsa devlet olarak bu imkânı vermeli, aksi takdirde ana baba ocağında ilkel bir şekilde konuştuğu Kürtçe diline mahkûm etmiş oluruz onları. Bazıları bir miktar ödün verirsek arkası gelir diyorlar. Zaten bu kaygılar yüzünden değilmiki bu konuda bir arpa boyu yol kat etmiş sayılmayız. Aslında adı konulmamış psikolojik bir savaş içerisindeyiz. Bu meseleyi polisiye ve askeri girişimlerle çözeceğimizi sanıyoruz, oysa bu tür yanlış çözüm önerileri ve uygulamalarının Türkiye ekonomisine büyük darbe vurduğunu emekli olmadan önce göremeyipte emekli olduktan sonra aklıselim değerlendiren paşaların itirafından da anlıyoruz. Ayrıca İngilizce kursları gırla gidiyor her yanımızda, fakat iş vatandaşın anadilini öğrenme konusuna geldiğinde her nedense bölünme fobisi oluşuyor kafalarda. Siz vatandaşın öğrenme hakkını verin, bu hakkını kullanır ya da kullanmaz, seçmeli ders olarak müfredata koymanın ne zararı var doğrusu anlamış değiliz. Birey bu yönde talebi varsa zaten kanunen de sakıncası yok üstelik. Çünkü son zamanlarda Kopenhag kriterlerin uyum çerçevesinde yasal prosedürde tamamlandı, fakat uygulamalarda hala sıkıntılar mevcut. Dolayısıyla askeri önlemler yerine rehabilitasyon yapılsa barışçı şartların yeşerip normale dönmemiz an be an gerçekleşebilir diyebiliriz. Yeter ki zihinlerde var olan bölünme fobisini atabilelim. Maalesef gelinen noktada izlenen basiretsiz politikalar sonucunda o yöredeki insanlarımız ana kültüründen mahrum kalarak öz kaynaklarına yenik düşmüşlerdir. Buna rağmen o bölgede insanlarımız aileden ne gördüyseler onu koruma içgüdüsüyle hareket edip adeta bu yönde var olma mücadelesi vermektedirler.
Dil konusundaki bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, dil nazariyesi tek başına milliyetin kati ölçüsü olamaz. Misalmi istiyorsunuz, bakın Bulgarların ataları Türk olmasına rağmen Türkçe konuşmazlar. Demek ki ecdatlarının kullandığı lisandan ayrı dil konuşan kavimler de vardır. O halde dilden hareketle kavme şu milletten veya şu ırktandır demek hatalı sonuçlar doğuracağı muhakkak.
Antropoloji sahası için de bu kaide geçerlidir. Örneğin Yakutlar, Türk olmasına rağmen antropoloji sahasında Türk tasnifine girmezler. Zaten saf ırk ve saf dil aramak ilmen hatalıdır. Şu halde dilde olduğu gibi sırf antropolojik verilere bağlı kalarak soy sop faslına girmekte yanlıştır. Bazı art niyetli kimseler Farsça kelimelerin çoğunluğunu ileri sürerek Kürtleri ayrı bir millet olarak göstermek yarışına girerler adeta. Oysa Kürt Ağzı incelendiğinde Türkçe ve Arapça kelimelerin oranı küçümsenmeyecek kadar çoktur. Öyle de olsa Kürt ağzının cümle yapısı, yani sentaksı Türkçe’dir. Anlaşılan odur ki "Kürt Ağzı" her türlü yoruma ve istismara açıktır. Bu istismarlardan hareketle bir kısım art niyetli mihraklar insanımızın kafasını çelmeye çalışıyorlar habire.

Yenisey kitabeleri

Katılırsız ya da katılmazsanız Yenisey kitabeleri üzerinden de ilginç görüşler mevcut. S. Ahmet Arvasi Türk-İslâm Ülküsü (I. cilt) eserinde: "Yenisey'de yapılan kazılarda Kürt İlhanı Alp Urungu'nun mezar taşı, bugün Orta Asya'dadır ve kitabesi Türkçe'dir. Doğu Anadolu toprakları kazıldıkça yerden Akkoyunlu ve Kara koyunlu heykelleri çıkıp durmaktadır. Doğu Anadolu'da yolun gitmediği yerlere Arap ve Fars dili girmiş, mektup ulaştırabildiğimiz yerler, Türklüklerini korumuş bulunmaktadır" ifadelerine yer vererek hem kendi açısından hem de bu konu hakkında ilgisi olan herkesim için yeni bir tartışmayı ortaya koymuştur. Ahmet Arvasi bununla yetinmeyip yorumlarına ilave olarak; ‘’Şu halde Kürt diye anılan bu boy, Turanı olup, Türk soyundan gelmektedir. İçinde "Kürüt" kelimesi geçen bu belge karşısında bölücülerin susması gerekmez mi? Göktürk alfabesi ile yazılmış 12 satırlık kitabede şöyle denmektedir: "Kürt El-Kan Alp Urungu, altunlug keşiğim bandım belde, elim tokuz kırk yaşım" Hakeza Namık Orkun'un Eski Türk Yazıları (C.1) eserinde bu ifadeler şöyle tercüme edilir: "Kürt İlhanı Alp Urungu'yum. Altunlu okluğumu bağladım belde, elimde devletim, otuz dokuz yaşında öldüm" beyanıyla meseleyi orijinal belgelere dayandırmaya çalışılır.
Şayet bütün bu ilmi araştırmalar ve belgeler doğru ise Kürt isminin bir millet olma teorisini çürütmektedir. Hatta bu iddia birlik beraberliğimizi kıskanan iç ve dış mihrakların bütün Doğu ve Güneydoğuyu da içerisine alan ve hatta 5000 yıl öncesinden bugüne kadar yaşamış Ari dil grubuna bağlı Kürtçe konuşan her insanı "Kürdistan" milleti olarak tanımlamalarını yerle bir edecek niteliktedir. Oysaki Türkler gerek Malazgirt zaferinden önce ve gerekse Malazgirt zaferi sonrasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu da çeşitli milletlere ve medeniyetlere beşiklik etmişlerdir. Alparslan, Anadolu'nun kapılarını Türklere açmadan önce, doğuda Hurri'ler, Hititler, Urartular, Persler, Metler, Makedonyalılar, Sakalar, Hazar Türkleri, Müslüman Araplar ve Bizanslıların uzun ve kısa dönemli birer hâkimiyetleri olmuştur ve üstelik bu milletlerin dilleri kendilerine özgü idi. Hiçbiri Kürtçe konuşmuyordu. O halde hiç kimse kalkıp ta buralarda Kürtçe böyle bir belge, bir kitabe veya herhangi vesika gösteremez. Tek belge şuanda Ahmet Arvasi’nin gündeme taşıdığı Göktürk alfabesiyle kaleme alınmış Yenisey'deki anıt mezar ve kitabesidir. Sözü edilen kitabede geçen Kürt kelimesi ne bir ırk, ne de bir millet anlamını taşır. Sadece Göktürkler(Kök Türükler) içinde yaşayan aynı zamanda beylerinin adı "Alp Urungu" etrafında yaşayan Kürt Uruğu'dur. Bu kitabeyi referans alan yorumcular söz konusu tarihi belge ile fitne ve fesat odaklarının uykusunu kaçırmaya yettiğini, hatta Yenisey'deki Anıtmezar ve kitabesi, Kürt diye anılan bir boyun "Turanî" olduğunu ve Yenisey'deki Türk soyundan geldiğinin açık seçik ifadesi ortada iken hala Kürt sözüne etnik bir menşe bulunmaya çalışılıyorlarsa pes doğrusu, o zaman fazla söze ne hacet, bu durumda onlar için fazla sözümüz olamaz tezini ileri sürerler.
Bizler bu tartışmalardan kâh sevinip kâh üzülmekten ziyade "Kürt-Türk" ayrılmaz bir bütündür ilkesini mühim bir hadise olarak görüyor ve bu kardeşliği kimsenin bozamayacağını ümit ediyoruz.

Kürt etnosu

Kürtlerin etnik kimliklerini tanıyalım noktasındaki lehte ve aleyhte koparılan yaygaralar ilmi olmaktan çok bir moda söylem olarak gündemde yerini alıyor. Değişim rüzgârlarının estiği şu günlerde birtakım kimseler "entel" havalarına bürünüp birkaç içeriksiz yaldızlı laflar üreterek sanki ortada hiçbir mesele yokmuş gibi umursamaz tutumları kanayan yarayı daha da derinleştirmekteler.. Bazı yarı aydınlarımıza bu konuda laftan çok biraz da ilmi belgelere kafa yormalarını tavsiye ederiz. Niçin hiç problem yokmuş gibi beyanlar ortada dolaşıyor? Hala anlamış değiliz. Şu bir gerçek; Türkiye'de Kürtlerin kendileri açısından kimlik problemi yoktur, sadece kimliklerinin tanıma noktasında kendilerini dışlayan devletlû elitist seçkinlerle problemleri var, halkımızla asla bir alıp verecekleri meseleleri yoktur, bilakis Onlar bizim özbe öz kardeşlerimiz diyenler ağırlıkta. Kimlik meselesini doğudaki Kürt kardeşlerimizde kabul etmiyor, ama bu olayı "etnik Kürtçülük" meselesine dönüştüren bir kısım şovmenler sürekli bu konuyu işleyerek kafaları bulandırmaya çalışıyorlar.
Tabiat boşluğu sevmez. Yılların ihmalini galiba pahalı ödüyoruz. Tek parti döneminde halkımızla "jandarma" vasıtasıyla diyalog kurulmaya çalışılmış ve bu durum, maalesef vatandaşla devlet arasında soğukluk meydana getirmiştir. İdarecilerin doğrudan doğruya halkla temasa geçmesi gereği yeni anlaşılmaya başlanılmış olsa da geçmişin yaraları daha henüz sarılmış değil. O devirlerdeki ilgisizlikten kaynaklanan boşluğu "siyasi Kürtçü" hareketi (özellikle PKK) doldurmuş ve o yörenin halkı içinde bir nebzede olsa tefrika oluşturmayı başarmışlardır. Bugün devleti yönetenlerin yapacağı tek şey bölücü ve ayrılık meydana getirenlerin propaganda malzemelerini etkisiz hale getirmektir. Diyelim ki PKK sürekli "Kürt kimliği tanınmalı" propagandasını yapıyor, o zaman bizim yapmamız gereken şey, "hayır Kürt kimliğini tanımıyorum" demek değildir. Akıllı ve basiretli politika gereği: "Evet Kürt kimliğini tanıyorum" tarzında ortaya çıkıp PKK’nın istismar kaynaklarını elinden alıp yok etmek en akıllıca hareket olacaktır. Kürt realitesini tanıyorum demekle Türkiye bölünmez. Aslında bölünme fobisi biraz da kafamızda oluşturduğumuz gereksiz kaygıların eseri. Açık toplumlar meselelere, "karşı tavır" koyarak ya da "yasak" getirerek meseleye yaklaşmazlar. Birlik ve beraberliği korumanın yolu, düşmanın istismar alanlarını daraltmaktan geçer. Hasmımız PKK, Kürt kimliği tanınmalı derken tıpkı İsrail'in "Arz-ı Mevudu" şeklinde düşünür. Bizde ise kimilerince Türklerin bir boyu olduğunu, kimilerince de ayrı-gayrı olmadığımızı algılarız. İlk baştan meseleyi dayatmacı metotla ele alırsak, kaş yapayım derken biranda göz çıkarabiliriz de, onun için dikkatli olmakta fayda var. Kürt, Çerkez, Abaza vs. gibi etnik kavramlar maksatlı olarak ortaya atılsa bile, bunlar sonuçta bizim zenginliğimizdir. Kimi değerlendirmelerde yer alan Türklerin bu kadar çeşitli boylara sahip oluşu, belki de hiç bir ülkeye nasip olmayan bir o kadarda farklı şive ve lehçelere sahiplik yanımız söz konusudur. O halde karmaşık gibi görünen bu yapımız bizi küçültmez bilakis zenginliğimizin bir göstergesi sayılmalıdır diye düşünüyorum. Bu durumumuz aynı zamanda Türkiye’nin acizliğini ve fakirliğini göstermediği gibi bağrında çoklu kültürleri kaldırabilecek müthiş bir bünyemizin varlığına işarettir. Hâsılı çok yönlü derya olduğumuza işarettir. Yukarda "Kürt" sözcüğünün çok zengin ve çeşitli manalar içerdiğini ve bu manaların hiç birinde milliyet ve ırkın bahis konusu olmadığını belirtmiştik. Bu yüzden değişik manalara gelen sözcükleri de çok renklilik ya da çoğulculuk adına sevindirici buluyoruz. Yani, Türkiye insanı olarak kültür yönümüzün zenginliğine renk katmaktadır. Bugün bir kısım medyanın Kürtleri potansiyel tehdit görmesi de bu rotayı adeta tetikliyor. Bu yüzden zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Bırakınız isteyen istediği şekilde yani hakarete zemin açmayacak şekilde görsel ve yazılı medyasını kursun. Zaten günümüzde uydu yayını sayesinde Kürt kardeşlerimizin sanırım kültürel, folklorik tarzda değişik adlar altında on iki adet tv. kanalları mevcut, dolayısıyla Kürtlerin bu anlamda televizyona da ihtiyaçları yok sonucu çıkıyor.

Türklerin Anadolu’yu vatan edinmesi

Türkler Anadolu'yu vatan edindiğimiz zaman, Anadolu adeta bomboştu. O günlerde ne Rusya, ne Amerika bahis konusuydu. İstanbul'un fethinde bile Amerika denilen kıtanın varlığı bilinmiyordu. Buna rağmen 10 asırlık yurdumuzu bize çok görüp hala "Kürdistan" devleti kurma hesapları yapan güçler mevcut. Ellerinde koz olarak bulundurdukları "etnik Kürtçülük" meşalesiyle Anadolu'daki insanımızı kandırıp onları radikal hale sokmak istemektedirler. Bizden ne alıp verecekleri var bilemiyoruz, ama şunu bilsinler ki; "Anadolu Malazgirt'le başlayıp İstiklal Savaşıyla fethi tamamlanmıştır bile.
Cemil Meriç; "Kürtçülüğü tasvip etmiyorum. Ortada bir dil yok, devlet geleneği yok, neye göre devlet kuracaklar ki? Biz bu adamları devlet memuru, bakan, profesör, asker yapıyoruz, hiç bir zaman ayrı dahi görmüyoruz. Niye böyle yapıyorlar? Anlamak mümkün değil" diyor. Cemil Meriç'in niye böyle yapıyorlar dediği kesim "Siyasi ve etnik Kürtçü Şovmenleri"dir. Kürtleri Ari ırk içersinde değerlendirmekte hatadır. Türkler Anadolu'ya geldikleri zaman ne bir Ermeni, ne de bir Kürt devleti vardı, 11. asırdan itibaren gelip buralara yerleşen Artukoğullarının, Dulkadiroğullarının, Akkoyunluların, Karakoyunluların, Karakeçililerin, Danişmendoğullarının, Mengücüoğullarının, Saltukoğullarının ve daha nice Türkmen veya Oğuz boylarının tarihi izleri mevcut hala. Tüm bunlara rağmen bin yıllık yurdumuz üzerinde hala tartışma yapılmaktadır, bu ne cüret bu ne cesaret, hak getire. Her nedense Türklerle Kürtlerin Millet-i Hakimenin gereği olarak yıllarca barış içerisinde beraberce kardeşçe yaşadıkları gözlerden uzak tutuluyor. Oysaki bu coğrafyada Türklerle Kürtler arasında yaşama duygusu baskın unsurdur. Dile kolay bin yıllık beraberliğimiz söz konusu. Etle tırnak misali ayrılmaz şekilde birbirimize kız vermişiz kız almışız, beraber halay çekmişiz, aynı sofranın etrafında bağdaş kurmuş hasbıhal etmişiz. Belli ki bu birlikteliğimizi kıskanıp çatışma ortamının devam etmesinde rant sağlayanlar var. Özellikle uyuşturucu ticareti yapanlardan tutunda silah tüccarlarına kadar birçok sektör gerilimin tırmanmasında yana tavır gösteriyorlar. Avrupa Birliği karşıtlığının sebeplerinden biri de bu tür kaygıların eseridir. Biliyorlar ki Avrupa normlarına uygun hayat tarzı devreye girdiğinde Kürtler Türkiye’yi kendi devletleri gibi görüp tamam burası benim devletimdir diyecek noktaya geleceklerdir. Zaten dileğimizde bu yönde. Kürtler Türkiye Cumhuriyetinin asli vatandaşıyım diyebilmelidir ki devlet olma talebi isteği olmasın. Malum olduğu üzere dünyadaki Kürtlerin %50’si bizim coğrafyada, üstelik Kürt kökenli vatandaşlarımızın çoğu da çoğunluğu İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde yaşamaktalar, lokal halde bir arada yaşamıyorlar yani iç içeyiz. Dolayısıyla bu konuda özerklik fikrini ileri sürmek bile abesle iştigal, zaten fizikende mümkün gözükmüyor, dedik ya iç içeyiz, hepsi bir arada değiller. Dolayısıyla sözü edilen devletin kurulması nasıl oluyormuş, bir bilen varsa anlatsın, sadece bu ütopik bir senaryodan ibaret sendrom olup laf ebeliğinden öteye geçemez bir saik. Maalesef kamuoyunda Kürt sorunu PKK eşittir Kürt şeklinde algılanıyor. Oysa PKK’yı Kürt realitesinden ayrı tutmalı.

Sosyo-ekonomik çözümler şart

Birtakım aydın kesimde Kürt olayının beş yüz senelik bir sorun olduğunu ve bu sorunun Emeviler Osmanlılar döneminde de var olduğunu söylüyorlar. Hatta Kürtlerin devlet olamamaktan kaynaklanan sorunu olabilir görüşünü de ileri sürerler. Yani bu sorunun PKK ile başlamış bir sorun değil diyorlar. Çözüm noktasında da Kürtlerin kimlik taleplerinin karşılanmasıyla birlikte diğer problemlerinde kendiliğinden kalkacağını düşünüyorlar. Bu meselenin beş yüz senelik sorun olduğunu varsaysak bile yinede Kürt sorununun daha çok 19. yüzyılda hız kazandığını söylemek daha doğru tespit olur kanaatini taşıyorum. Zira ulus devlet fikri olgunlaşınca resmi Türk milliyetçiliği fikri ağırlıklı bir şekilde Kürtleri inkâr etme noktasına gelmiştir. Bu tabi halkın tercihi değildi, bilakis resmi anlayışın ön şartı olarak önümüze konuldu. Zira Ortadoğu’da Osmanlının terk ettiği alanlarda bu tür etnik ve mezhebi problemlerin çıkması tesadüfü değildir. Nitekim ulus devleti formülü bir arada yaşama anlayışlarını yerle bir ettide. Şöyle ki Kürtler Osmanlının tebaası olarak yaşarken birden bire sabah uyandıklarında ırak, İran ve Türkiye üçgeninde sınır yokken bir anda birinin elinde Türkiye diğerinin elinde ırak ya da İran kimliklerini gördüler. Ellerine tutuşturulmuş nüfus cüzdanları ile tercih dayatmasına maruz kaldılar. Uluslaşma süreciyle her biri parçalanıverdiler. İşte ulus devlet mantığı çerçevesinde ya da uluslaşma süreci içerisinde oluşan Irak veya Suriye ulus devleti, İran’dakine de Fars ulus devleti diyebileceğimiz bir yapı ile karşılaşıverdik. Bu durumda bizim dışımızda kalan Kürtler ya devlet talebinde bulunacaklar, ya da tabiiyetinde yaşadıkları devletlere güven duyarak burada bende temsil edilebiliyorum o halde bağlı olduğum ülkeye derinden tabiyim diyecek noktasına gelmişlerdir. Demek ki demokratik şartların sağlanmasıyla sorun gibi gözüken meseleler çözülecek noktaya gelinebiliyormuş. Dolayısıyla demokratik talepler göz ardı edildiğinde ister istemez beraber yaşadığımız insanlar; madem bu coğrafyalarda herkesin devleti var bize niye yok talepleri ister istemez gündeme gelebilirde. O halde yapılacak en etkin çözüm kardeşçe bir arada şu cennet vatanımızda ayırım gözetmeksizin Türkiye vatandaşlığı çatısını oluşturmaktır. Bütün dünyanın gözü Türkiye’de. Hele hele doğu ve Güneydoğu Ortadoğu petrollerine ulaşabilmek için sıçrama tahtası olarak görülüyor ülkemiz. Şiddetin temelinde de bu yatmakta zaten. İngiltere, Fransa, Almanya ve İran’ın buralarda başka emelleri var. Kısaca ince hesaplar yapılıyor bu bölge için. Bütün yabancı televizyon kanallarında kuzey Irak hareketinin birinci gündem maddesi olarak oturması bu topraklar üzerinde stratejik hesapların varlığını ortaya koymaya yetiyor. Öyle ki ‘Bir damla kan bir damla petrol’ sözü boşuna söylenilmemiş. Zira bu söz o topraklarda gözü olanların baş sloganıdır.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’muz arazi yapısıyla iklim şartlarının sert olması, aynı zamanda ekonomik geçimi tarım ve hayvancılığa dayalı olduğundan, "konar-göçer" yaşamışlardır hep. Tarihte her milletin bir göçebe hayatı olmuştur. Bizim de ister adına bozkır diyelim, isterse göçebe diyelim, böyle bir devremiz yaşanmıştır. Hatta göçebe hayat tarzımızı bir kısım ilim adamları "yaylak-kışlak" şeklinde tanımlamışlardır. Şu anda bu bölgemizde göçebe hayat tarzımızın ilkelliğinin yansımaları söz konusu, buda ayrı değerlendirilmeye muhtaç başka bir yumuşak karnımız. Maalesef Hizmetin ulaşamadığı bu yörelerimiz, kendi işlerini halletmek için kendi aralarında teşkilatlanmışlardır. Teşkilatlarının ismi çoğu kere "aşiret" şeklinde telakki edilir. Aşiretin önde gelen kişileri "Bey", ‘’Ağa" veya "Şeyh" olarak nitelenir. Fakat bu liderler Avrupa'nın orta çağında yaşanan "serf ya da senyör" ilişkileriyle karıştırılmamalı. Bizdeki aşiret reisleri sadece bir toplum lideri özelliği gösterir. Avrupa'daki gibi toprakla alınan ve toprakla satılan feodalite yapısı bizde görülmez. Feodal yapıda toprağa bağlı köle sistemi söz konusudur. Günümüzde üzülerek söylemek gerekirse bir kısım liderlerin Güneydoğu'daki aşiret yapısını feodalite olarak nitelemesi bilgisizliklerine delalettir. Zaman zaman nükseden aşiret kavgaları sonucunda ‘devlet içinde devlet mi var acaba’ sorusu akıllara takılmış, doğal olarak da bu durum birçok vatandaşı yerinden yurdundan etmeye yol açmıştır. Oysa bu tür kavgaların önüne geçmenin sırrı katılığın yerini incelik, ilkel yaşamın yerini refah seviyesine erişmiş ekonomik zenginlik aldığında gerçek anlamda uzlaşmanın gerçekleşeceği görülecektir. Bilindiği gibi geçmişte iş başında olan hükümetin aşiret reisleriyle Ankara’da buluşmasını ve görüşmesini birtakım çevreler hoş karşılamamıştı. Eğer idarecilerimiz bu konuda samimi iseler bizce görüşmelerinde sakınca görmüyoruz. Bilakis bir kısım vatandaşlarımız nezdinde ağa, bey, eşraf, şeyh vs diye nitelendirilen bu toplum liderlerinin devletle vatandaş arasında kaynaşmayı sağlayacak köprü vazifesi yapmaları sağlanabilir pekâlâ. Her neyse, o yörelerimiz daha henüz aşiret yapısından çıkmışta sayılmazlar. Anlaşılan odur ki aşiretler fonksiyonel faal yapılarıdır. Fakat bu tür oluşumların otoriteleri günden güne zayıflamakla birlikte tamamen de yok olmamışlardır, hala ayaktalar. Tamamen ortadan kalkması için tarımdan sanayiye "geçiş sürecini" aşarak sanayileşmiş bilgi toplumu olmamız gerekiyor. O halde çözümü hızla yatırım ve ekonomik hamleleri başlatmakta aramalı. Çünkü kalkınmaya yönelik her bir yatırım, aşiret yapılarını çözeceği gibi aynı zamanda PKK'nın istismar ettiği birtakım propaganda malzemelerine darbede vurulmuş olacaktır. Olayları hissi yaklaşımlarla değil objektif ve kritikçi zihni çerçevede değerlendirip ona göre strateji belirlenmelidir.
Etnik ve siyasi Kürtçüler Güneydoğu'nun kalkınmasını istemiyorlar. Biliyorlar ki, o yörenin iktisaden ayağa kalkması sosyal tabanlı militanlaşma eğilimlerini bertaraf edecektir. Bu gerçeği dost, düşman herkes biliyor. Onun için süratle GAP'ın bütün üniteleriyle devreye girmesini gerçekleştirmeli. GAP bütün üniteleriyle hazır hale geldiğinde, bu proje bizim petrolümüz olacaktır. Ekonomik açıdan iktisadi bütünlük şart. Çünkü batı ile doğu arasında iktisadi eşitsizlikler had safhada. Yılların ihmalkârlığı giderilmelidir. Devlet yatırımlarıyla, projeleriyle kendisini hissettiremezse, orada ister istemez başka otoriteler teşekkül edecektir. Ancak ve ancak ekonomik zenginlik sağlandıktan sonra belki vatandaşın aşiret liderlerinin etrafında toplanılmasına paydos diyebiliriz ve bu konuda gerekli atılımlar yapılmalıda.
Doğu ve Güneydoğunun çetin coğrafi şartları yüzünden çok pahalı yatırımlar gerektiriyor. Alt yapı hizmetleri bile kolay olmamaktadır. Bundan dolayı o bölge cazip bir yatırım sahası değildir. İlkel hayat tarzı vatandaşı devletine küstürüyor da. O halde devlet ve özel sektör el ele verip biran evvel yatırım seferberliğine girişmelidir.
Ekonomik tedbirlerle nüfus göçü önlenmelidir. Ekonomik sıkıntı çeken vatandaşlarımız ister istemez soluğu büyük şehirlerde alıyorlar. Büyük şehirlere göç eden bu insanlarımız çarpık kentleşmeyi de beraberinde getiriyorlar. Dolayısıyla geleneksel alışkanlıklarıyla şehrin normları farklı olduğu için bir takım sosyal sancıların meydana gelmesini kaçınılmaz kılıyor. Kararlı ve cesur ekonomik politikalarla nüfus göçüne engel olunmalıdır. Köyünden ve kasabasından kopan insanımız, şehir hayatı içinde intibaksızlık sancısı yaşamaktadır. Üstelik yanlış propagandalardan kaynaklanan bir durum olsa gerek sürekli kent merkezlerinde karşılaştıkları "Kürt sayılma" psikolojisi ve ezikliği var üzerlerinde. Oysa onlara bu ezikliği veren duygu, çevrenin bakışlarıdır. Onlara Kiro-miro denilerek ikinci sınıf vatandaş görülmek ağır gelmektedir. Üzerlerine adeta sinmiş bir şekilde bu bakışlardan kurtulmak istiyorlar sanki. Aslında ayrılığımız gayriliğimiz yok. Fakat her iki tarafta da kafalarda ayrılık doğurmak isteyenler var sadece. Doğuluya güzel gözle bakmalıyız, velev ki kiro miro dedikleri insanlar bize iyi gözle bakmasalar dahi. Çünkü bize güzel bakmak yaraşır. Nitekim Güneydoğuda irşat yapan rahmetli Seyda Hz.leri; Biz bize iftira edenleri severiz sözü hareket kaynağımız. Türk'ü-Türk'e veya Kürdü- Kürde, bundan da öte Türk'ü-Kürt’e sevdirecek bir eğitim sistemi şart. İslâmiyet’te insan Müslüman olunca derhal hukuki hüviyet kazanıyor. Halifeyi köleye karşı eşitleyen bir kimlik Müslümanlığın ta kendisidir. İnsan Allah'a kul olunca bütün milli ve etnik kimlikler üstünlük sayılmaz, üstünlüğün ancak ve ancak takvada olduğu anlaşılır o an ve her an.

Şahsiyetli bir dış politika

Doğu ve batı insanını kaynaştıracak bir formüle ihtiyaç vardır. Doğulunun batılıya, batılının doğuluya iyi niyetle bakan bir anlayış kabulümüzdür. Tıpkı Kıbrıs çıkarmasında Kürt, Laz, Çerkez ve Türk demeden "Türkiyelilik şuuru" etrafında kenetlenip beraber hareket ettiğimiz gibi davranış sergilemeli. Haçlı zihniyeti bizim bu birlikteliğimizi çekemez elbette. Onların görevidir ortalığı karıştırmak. Nitekim o malum zihniyet bizim Anadolu'da ve Avrupa'da varlığımıza bile tahammül edemezler. Bir taraftan Rusya, İngiltere, Fransa, öte yandan ABD boş durmamaktadırlar. Geçmişte yaşadığımız Çekiç güç hakkındaki şaibeler bugün bile hala açıklanmış değil. İsrail ABD lobisinde etkili kalarak Güneydoğu ile dolaylı yoldan da olsa sürekli ilgilenmektedir hala. Güneydoğu'da ve Doğu'da ikinci bir "Sevr" krizi yaşatma çabalarının ardında hep bu tertipler vardır. Bu yüzden bu kurtlar sofrasını lehimize çevirecek Sultan Abdülhamit Han gibi ikinci bir dış politika dehasına ihtiyaç var. Ulu Hakan Abdülhamit Han, 33 yıl boyunca Osmanlı'yı ayakta tutmuşsa hep onun ustaca dış manevraları sayesindedir. Sultan Abdülhamit Han kurduğu aşiret mektepleriyle aşiret çocuklarını İstanbul’da muhtaç oldukları kültür değerleriyle donatıp topluma kazandırıyordu. Hatta kurduğu Hamidiye alayları nizamı ordu ve aşiret milislerinden oluşuyordu. Böylece Ermenilere, Ruslara vs. karşı muhteşem örgüt ortaya çıkarmıştır. Tarihimizde çok alınacak dersler var ama bizler onları inceleyip pratiğe dökemiyoruz. İmparatorluğumuz aşiret, cemaat, vakıf örgütlenmesi demeden bütün teşekkülleri memleketin yararı için hizmet etmelerini sağlayabilmişti. Hatta Devleti Aliye bu tür yapıları bugünkü anlamda sivil toplum örgütlenmesi şeklinde değerlendirerek aktivitelerini hizmete dönüştürmeyi de becerebilmiştir. Hakeza Yavuzda öyledir. Yavuz Sultan Selimde 16 aşiret reisini Doğu ve Güneydoğunun kontrol edilmesinde ustaca teşkilatlandırmıştır. Nitekim S.İdris Bitlis, Şeref Bey ve Mirdes aşiret reisi Cemşid Bey bunun tipik bariz delilidirler.
Dünya dengelerini iyi ayarlayabilecek, sürekli çözüm üretecek strateji geliştirebilecek bir dış politika kadrosu oluşturmak fırsatı her zaman için mümkün, henüz bu konuda Türkiye Cumhuriyeti olarak gecikmişte sayılmayız. Eğer ülke olarak savunmadaysak demek ki dış politikamız geri, şayet ileri ve atak isek dış politikamızın iyi olduğunu gösterir. Ne savunma, ne de atak politika, yani hiçbiri yoksa bu demektir ki statik bir politikaya sahibiz.
Kimlikler üzerinde yürütülecek savaşların bir gün Avrupa’yı da kasıp kavuracağını söylersek kimse bizi sakın ola ki kâhin ilan etmesin. Çünkü etnik kimlik meselesi öyle bir veba ki, önlem alınmazsa bütün dünyayı sarabilecek nitelikte hızla yayılan bir virüstür adeta. Hatta etnik siyaset devletlerarası savaşın ötesinde ulus devletlerin içerisinde iç savaşa dönüşebilecek bir projenin adıdır. Bu sefer tarafların savaşan aktörleri üniformalılar ile sivil halk ve politikacılar arasında olacak gibi görünüyor. İhtilaflar etnik, mezhep ayrılıkları vs. eksende seyredecek gibi, bu durumda Ortadoğu daha da kaynayan kazan hale gelecektir. Bu kaynayan kazan ta Avrupa’nın ortasına sıçradığında beyninden vurulmuşa dönecekler ama bu seferde iş işten geçmiş olacaktır. Sadece Avrupa mı Afrika da buna dâhil, Endonezya, Hindistan, İran, Pakistan bu tırmanışdan nasibini alacaklarda. Hatta Balkanlarda Bosnamız, Kafkaslarda Çeçenya’mız da etnik çatışmalardan etkileneceklerdir elbet. Şayet ortalığı denge politikasıyla toparlayacak Abdülhamit han varı bir usta el ortaya çıkmazsa bekleyen tehlike kapımızda bile.

Yeni bir Anayasa ihtiyacı

Öyle anlaşılıyor ki 1924 Anayasasının 88. maddesinde yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür” anlayışından uzak kalalı epey zaman geçmiş. Bu anlayıştan uzaklaşan 12 Eylül Anayasası artık bu bedene sığmıyor, yani mızrak çuvala girmiyor artık. Türkiye yeni anayasa yapmak mecburiyetindedir. Yeni yapılacak Anayasa ile Türkiye şemsiyesi altında yaşayan her vatandaş bu ülkenin asli unsuru olmaya hak kazanacağı gibi bu aynı zamanda insanımızla yeniden toplumsal sözleşmenin imzalanması demek olacaktır. Yaşadığımız sıkıntıların temelinde Yeni bir anayasanın olmaması da en büyük etkenlerden sayılır. Maalesef hem DTP hem de AK Partinin kapatılma telaşı bu konudaki girişimleri bertaraf etmektedir. Milyonlarca insanın bu iki partiye verdikleri temsiliyet sıfatları yok sayılarak vekâletleri ellerinden alınmak istenmektedir. Oysaki vatandaşların tercihlerinin önemsenmemesi bireyin dünyasında onarılmaz yaralar açmaktadır. Zira her geçen gün bireyle devlet arasında güven bunalımı daha da büyümekte. İşte bu noktada Mümtaz’er Türkönen’in; “Ankara’nın tek tip insan üretme anlayışının Diyarbakır’ı doğurduğunu etnik sorunlarla uğraşan her ülkenin aslında bir Ankara’sı ve Diyarbakır’ı olduğunu, bunun karşısında, dünyaya geniş ufuktan İstanbul’un bir alternatif olabileceğini” sözleri kayda değer bulup, aynı zamanda sanki bizlere İstanbul gibi çok kültürlü bir o kadarda bütün medeniyetlere beşiklik etmiş bir kentin çokluk içinde birlikteliği gerçekleştirecek bir potansiyelini de hatırlatıyor bizlere.
Bu arada Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun kültürel anlamda bütünleşmesinde rol oynamış şairleri ve liderleri anmakta boynumuzun borcu; halk şairi Ercişli Emrah, din ve dil âlimi Van kulu Mehmet Efendi, müfessir Vani Mehmet Efendi, araştırmacı Ali Emiri Efendi, İbrahim Hakkı Bitlisi, Akbıyık Mehmet Bey ve Kıbrıs harekâtında bulunan kahramanlarımız ve daha niceleri.

Din faktörü

Bir başka önemli olan konu da; bölge halkının kültüründe dinin büyük ölçüde önemli yer tutmasıdır. Özellikle Güneydoğuda geleneksel medrese anlayışını devam etmesi bunun göstergesi. Şöyle ki geleneksel medrese anlayışından en çok darbe alanda Hizbullah gibi terör örgütleridir. Hizbullah terör örgütü bu durumdan son derece rahatsızdır ki o bölgede halkın medrese âlimi diye addettikleri birçok âlimin rahleyi tedrisatından geçen birçok insanı acımasızca katlettiler. Öyle ki bu durum halkın PKK’nın kucağına düşmesine bile neden oldu diyebiliriz. Bir başka nedende 28 Şubat sürecidir. Nitekim 28 Şubat post modern darbenin irticayı birinci tehdit ilan etmesi Kuran kurslarını kapatıp 16 yaş sınırlaması getirerek çocukların dini eğitim almasını engelleyen uygulamaları yüzünden 11–16 yaşlarında gencecik teröristleri biranda karşımızda görmemize vesile oldu. Bir kere mevcut doku ile uğraşmaya dur ardından bütün sancıların nüksetmesi kaçınılmaz kılacaktır. Neyse ki 1993 yılında aramızdan ayrılan sevilmişlerin sevilmişi, seçilmişlerin seçilmişi, işaret olunanların işaretçisi Sultan Seyyid Muhammed Raşid (K.S.)'in doğu ve batı insanını kaynaştıran iklimi sayesinde o bölgede kangrenleşmiş problemleri bir nebze de olsa dindirebilmiştir. Onun icraatı tek kelimeyle gönülleri aynı halkada kaynaştıran irşat faaliyetidir. Hekimoğlu İsmail bir yazısında; "Raşid Efendi Arapça, Kürtçe ve Türkçe bilirdi. Menzil'de Kürt'ü, Türk'ü ve Arap’ı kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermanı idi. Bir kısım bürokratlar kıymetini bilemedi. Osmanlı Devleti'ni asırlarca ayakta tutanlar Raşid Efendiler gibi kimselerdi. Türkiye bunların kıymetini bilmediği için şimdi başımıza PKK olayları çıktı. Çünkü İslâmiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Raşid Efendi ve O'nun gibiler sürekli gözetim altında bulunduruldu, sürgün edildi, ifadesi alındı, kısaca rahat bırakılmadı ve olaylar PKK'lılara malzeme oldu. İslâmiyet her ırkı, her mezhebi kısaca Müslümanları kardeş eder. Bugünkü kavmiyetçilik kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi gibilere imkân tanınsaydı Güneydoğu hadiseleri olmazdı" diyor.
Vehbi Vakkasoğlu ise; "...Şeyh Muhammed Raşit Hazretleri'nin mensup olduğu manevi silsile, iman ve irşat sahasının en parlak ve etkili yollarındandır. Öyle ki, bir zamanların eşkıyaları olan Hamido ve Celilo dahi, Gavs Hazretleri'nin(Seyda Hz.lerinin babası) sohbet halkasında yep yeni bir şahsiyet haline gelmişler, eski hayatlarından tamamen çekilerek temiz bir ömür yaşamışlardır. Bunun binlerce örneği o mütevazı Menzil'de halen yaşamaktadır" beyan buyuruyor.
Prof. Dr. Haydar Baş ta; "Bugün millet olarak içimizde kanayan bir yara hükmündeki terör belasından kurtuluşun yolu, bu zatın (Seyda Hz.) ve onun gibi ehli maneviyatın hizmetlerine ağırlık vermektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da böyle maneviyat ehli insanların faydalı hizmet yaptıkları yerlerde insanların huzur içinde oldukları ve devlet-milliyet kaynaşmasının gerçekleştiğini görüyoruz. Zira kalbinde Allah korkusu olanların milletine zarar veremeyecekleri açık bir gerçektir." Diyor.
Bu işin çilesini çekenlerden, Yusufiye diye adlandırdıkları mahpuslarda MHP davasında yargılananlardan Ahmet Selçuk Özdağ’da bakın neler diyor o Gönül Sultanı için:
zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idrakı ile Allah'tan, Resulullah'tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (K.S.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden M. Raşid (K.S.) Hazretleri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere düçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslamı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman Allahım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürcülüktür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... Dualar... Dualar... Ediyorlardı.
Bu anlatılardan hareketle demek ki şimdiye kadar, kültürel, iktisadi, sosyal ve sivil politikalar uygulayabilseydik, belki de Kuzey-Irak harekâtına gerek kalmayacaktı. Meselenin çözümünde askeri tedbirler kısa vadelidir. Uzun vadeli çözüm ise kültürel, sosyal ve ekonomik faaliyetlerdir, bunu yapmaya mecburuz da.
Bugünkü Kürt toplumu, bizden ayrı insanlar değildir. Zira Başbakan Tayyib Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının bir üst kimlik olarak takdim etmesini rejimi tehdit kapsamında değerlendirmemeli, aksine rejimi ayak tutacak birliktelik çağrıştıran bir söylemdir. Yukarda da bahse konu olan ister adına o yörenin insanlarına muhtelif Türk Uruğlarına mensup zümrelerin karışmasından doğan bir Türk zenginliği denilsin, isterse adına bu ülkenin asli unsuru denilsin sonuçta bağrımızda taşıdığımız her bir unsur zenginliklerimizin bir parçası. Mete Hocanın ‘Kürt sorunu var ama Kürt çözümü yok’ sözleri manidardır, bu sese kulakta verilmeli.
Türkiye şemsiyesinin her deseni ayrılığımız değil birlikteliğimiz olarak telakki edilmelidir. Çünkü hepimiz aynı kilimin desenleriyiz.

ETNO-SANTRİZM VE GÜNEYDOĞU

Etno-santrizmin kelime anlamı etnik fanatiklik demektir. Yani etnik kimliğin galebe çalmasıdır. Tarihte bir takım kanlı ihtilafların kaynağında etno-santrizm duygusu vardır. Bu duyguda ferdin önemi yoktur, varsa yoksa etniğin şerefi söz konusudur. Bireyi yok sayan kültürün adıdır etno-santrizim.
Sanayileşmeyen toplumların sanayileşen topluma veya bilgi üretiminden yoksun toplumların, bilgi çağına adapte olamamanın bir tepkisi olarak günümüzde etno-santrizmin türemesi normal sayamayacağımız bir sosyolojik bir vaka.
Sosyal değişmelere paralel olarak değişik biçimlerde ortaya çıkan etno-santrizm, bir yandan da milliyetçilik eğilimlerini güçlendirmektedir. Etno-santrizm koyulaştıkça siyasi yelpazede kendini ispatlayacak kurumları ve kuruluşları hatta partisini bile kurabilmektedir. Etnik beraberliğini devamı için yapıştırıcı faktör olarak etnik kimlik ön planda değer kabul ediliyor kimilerince. Etnik kültürün biricik öğesi birey değil etnik gruptur. Bütün sorumluluk, hatta mükâfatta etnik gruba ait olup yetki problemi söz konusu değildir. Kelimenin tam anlamıyla etno-santrizim hukuka yabancıdır. Kuralsızlık onları fanatizme itmekte ve kalplerini de katılaştırmaktadır. Yaptığı eylemlerde sorumluluğu tek başına üstlenmek yerine grup olarak üstlenmek esastır. Gruptan biri suç işleyince onu kollektif olarak savunmak duygusu hemen harekete geçer. Peygamberimizin veda hutbesinde beyan buyurduğu; Herkes kendisinden sorumludur hadisi şerifleri etno-santrizmle bağdaşmaz.
Adeta genlerine kadar işlemiş olan etno-santrizm ruhu sanayileşemeyen toplumlarda problem olmanın yanı sıra sanayileşmiş bilgi toplumu olmayı da geciktirmektedir. Bu marjinal topluluklar sanayileşmeyi bir yozlaşma veya sapma olarak niteleyerek kendi grup vehimlerini gerçek gibi yansıtıyorlar. Oysa alt birimlerin büyük birimlere katılmasıyla büyük bir güç doğabileceğinin farkında bile değiller. Çağın gerçeklerinden uzak ve çağı okumada yetersiz beyin dağarcıklarından bakmanın ne kendilerine ne de başkalarına faydası yoktur. Müesseseleşen dünyamızda hala meselelere etno-santrizm yaklaşımıyla yaklaşmak sığ bir anlayışın ürünü oysa.
Anti-sanayi, ant-bilgi çağı tutumlar bu küçük toplulukları toplum dışına sürüklediği gibi ülkemize düşman odaklar haline getirmektedir. Etno-santrizm hastalığına yakalanan bu gruplar itaatten nasiplerini almadıkları besbelli. Öyle ki, bilgiden yoksun bu toplulukları daha büyük üst bilgili topluluğa dönüştürme çabaları çoğu kere etno-santrizmin sert tepkisine maruz kalmıştır. Kaldı ki topluma ve devlete kazandırılmaları gerçekleşse de uzun süre devlet ve idari mekanizmaya intibakları kolay olmadığı gözlemlenmiştir. Bu tür oluşumlar devlet kuruluşlarını bir örgüt, bir ağa gibi görmek isteyecekleri muhakkak. Kuralsız topluluklar sivil toplum ya da kurallı topluluklar haline getirmek kolay olmasa gerektir. Hz. Ali (k.v)’in Harici eylemlerine karşı uzun soluklu mücadelesi bu düşüncemizi doğruluyor, başka örnek bulmamıza gerek yok zaten.
Etno-santrizmin doğurduğu başsızlık etnik kimliği körüklemesi sonucu başıboşluğa duydukları özleme her tarafı yıkıp dökmekle baş göstermektedir. Sivil toplum olgusu yerine grup şuuru düşünülmekte bir türlü büyük birim olmayı akıllarının ucundan bile geçirmemektedirler. Onların aralarında en güçlü bağ, bir topluluğa mensubiyet, yani etnik grubun adamı olmaktır, yani aidiyet bilinci üst dorukta. Etno-santrizm ekolünde idare etme fikri yerine grup narsisizmi vardır. Bundan dolayı grubun dışına atılmak, grup üyesi bir ferd için intihar demektir.
Etnik grup olarak çağımızda varlıklarını sürdürmeye çalışan bu marjinal topluluklar sosyal değişimin tersi durum sergilemekten vazgeçmeyecekler gibi, vazgeçemezlerde. Çünkü etno-santrizm tutku olmuş grubun bütününde. Bilindiği gibi insanlığın ilk küçük birimi ‘klan’ olarak tarif edilir. Her bir çadırın ve obanın aileyi meydana getirdiği, çadırlar topluluğunun ise ‘hayy’ı oluşturduğu söylenir. Hayy ailenin de ötesinde bir akraba oluşumu olup, kavim (sop, klan) olarak da nitelendirilir. Soy-sop veya kavimlerin bir araya gelmesiyle de ‘kabile’ denilen birimi gerçekleştirir. Demek ki, çadır aileyi, çadırlar topluluğu hayy’i, hayy’larda kabileyi doğurmaktadır. Sürekli sosyolojik değişmeler apaçık ortada iken hala küçük alt birimden büyük birime dönüşmemekte israr ediliyorsa, bu durum kanayan yaramızı daha da kangrenleştirmesi demektir. Nasıl ki geçmişte mahallilikten milliliğe geçememenin sancıları pahalıya mal olduysa, bugün de etno-santrizm tutkusu ‘Türkiyeliyim’ sevdasına dönüşmediği sürece içinden çıkılmaz krizlere yol açacaktır. O halde bu durumda ne yapmalı sorusu akla gelecektir ki, yapılacak olan köken olarak etnik kimliliklerimizi kaşımadan üst birimlerde buluşmak yarınlarımızı kurtaracak adımlar atmaktır. Atılacak böyle bir adım Türkiye’yi büyük hedeflere götürecektir.
Demek ki; grup narsisizmi meseleleri derinleştirmekte girift hala sokmaktadır ki, asıl asabiyet budur. Yeri gelmişken burada bir meseleyi açıklamakta fayda görüyorum. Kavim kavramı ile millet kavramını, kavmiyetçilikle de milliyetçiliğin aynı şeyler olmadığıdır. Hala bazı çevrelerin dini kaynaklarda sıkça zikredilen kavimle ilgili hükümlerden hareketle milliyetçilik kavramına lehte veya aleyhte yanlış yorumlar getirmektedirler. Oysa sop, klan veya kavim kavramları akrabalar için, kabile kavramı ise taraftar manasınadır, bunu aydınlarımız bilmeleri gerekirdi. Sapla samanı karıştırmayı adet edinenler sosyolojik alt birimleri, millet ve milliyetçilik kavramları ile karıştırmaktadırlar. Etnik kimlikler bir üst birime terfi etmediği müddetçe grup narsisizm çukurundan çıkamayacakları gün gibi aşikârken, bu konuda direnmelerini anlamakta güçlük çekiyoruz. Hele hele etnik kimlikler narsisizmi metot edinirlerse toplumun tümünü tehdit edecek boyuta yol açmakta ve çatışmaları da beraberinde getirmektedir.
Etno-santrizm zihniyeti küçük alt birimlerde grup narsisizmine yol açmakta, diğer gruplara düşmanca tavır takınmaya sürüklemektedir. Asıl kurtuluşu gruba bağlı kalmakta kayıtlı görmek etno-santrizmin hastalıklı ruhunu yansıtır.
Sosyal organizasyonların hızla çoğaldığı dünyamızda anti şehir tavırlar medeniyete giden yolda engel teşkil etmektedir. Bağımsız düşünememek içinde yaşadıkları haleti ruhiyelerinin tipik misalidir. Aşiret yapıların hala günümüzde boy göstermesi tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçemeyişimizin işareti sayılır. Tüm fukaralıkların temelinde sanayileşmemek ve bilgi üretiminden uzak kalış gerçeğimiz var. Güneydoğu meselesiyle ilgilenenler bu faktörü görmemezlikten geldiği müddetçe etno-santrizm bildik yoluna devam edecektir. Sanayileşmenin sosyal tabanlı etnik fanatik eğilimleri zayıflattığı bir sosyolojik gerçek olarak bildiğimiz halde sosyal tedbirlere kayıtsız kalışımız da bir başka içinde bulunduğumuz sosyal handikap. Hem etnik kimlik meselesi, hem büyük şehirleri hor görme eğilimleri, hem de kendi dışında toplulukları kabul etmeme gibi patolojik yapılara birde PKK’yı eklediğimizde içinde bulunduğumuzun vahametin ne kadar acı, ne kadar tehlikeli bir hal aldığı anlaşılacaktır. Zaten eli silahlı militanların ortalığı kana boyaması bunu teyid ediyor, bilmem başka izaha gerek var mı?
Hâsılı, etno-santrizm kol gezdikçe etrafa dehşet saçmakta, problemlerin çözümünde işin içinden çıkılmaz hale götürmektedir. Yinede ümitsiz olmamalı. Ümidimizin tükendiği noktada bitmiş sayılırız ki, bu da bir felaket sayılır. O halde hızla kanayan meseleye el atarak, sosyal tedbirlerle aşiret türü yapılanmalara refah sunup, külfette ve nimette beraberliği bütün yurt sathında gerçekleştirebilecek projeleri hayata geçirmek zamanıdır. Bu tür projelerin devreye girmesiyle etno-santrizmin belini kırılacağı ve katılıkların yerini zarafet alacağı görülecektir elbet. Böylece her türlü şiddet eylemleri de sona erecektir. Nitekim ekonomik durumları zayıf küçük alt birimler, teknolojik gelişmelerden bihaber ve şehir nimetlerinden uzak oldukları için fanatizme kolayca kanalize olabilmektedirler. Sert coğrafi şartlar taşkın, katı yürekli militarist gurupların işini kolay kılmaktadır. Çetin hayat şartları insanı dağa çekmekte, hatta mağaralara konuşlandırmaktadır.
Daha henüz ekonomik kalkınmamızı tam gerçekleştiremediğimizden dolayı dışa kapalı görünüm veriyoruz. Bütün yaşanan ihtilafların kaynağında dışa açılamamak dediğimiz olgu yatıyor. Neden PKK denilen kanlı örgüt çetin coğrafi ve sanayiden uzak bölge olan Güneydoğu’da doğdu da şehirlerde büyümedi? Cevabı gayet basit, çünkü oralar geri kalmış, aynı zamanda geçiş sürecinin yaşandığı ve sosyal değişmenin en hızlı olduğu bölgeler olmasından dolayıdır. Zira anti şehir ortamlar militan akımların boy vermesine vesile oluyor. Özellikle içe ve dışa kapanıklık diyoruz ki bir an evvel ufuksuz dar kabımızdan çıkıp açılmayı öğrenelim, hatta etno-santrizme geçit vermeyelim diye. Etno-santrizimin kucağına düşen insanların daha hırslı, radikal ve serdengeçti olmalarının kaynağında sosyal değişim gerçeğine intibaksızları söz konusudur çünkü. Değişmemekte ısrar eden gruplara karşı en etkili yol ülkemizin her tarafına sosyal değişim sağlayacak projeler üretmekle mümkün. Gelir dağılımındaki adaletsizliklerin neden olduğu sosyal değişime tepki olarak ortaya çıkan bu gruplar ister istemez etno-santrizm olgusunu gündeme getirmektedir. Etno-santrizimin vardığı en son boyut kendi dışındaki insanları acımasızca kıymaktır.
Dikkat edildiğinde grup narsisizmine kendini kaptıran fanatiklerin canına kıydıkları hep masum insanlar olduğu görülür. Yaşlı genç, çoluk çocuk demeden insan kanı akıtmak ana metotları. Döktükleri kan üstelik bu ülke insanının kanı. Kanlı kavgayı durdurmak için çırpınan sağduyu insanlar bile katlediliyorlar, ölüm kusmaktalar adeta. Etno-santrizmin amacı sırf kan dökmek mi, elbette ki hayır, buna ilaveten ‘devrim kanla yazılır’ ruhunu sürekli diri tutmak ve bu yolla seslerini duyurabilmektir. Eylemlerinin meşrulaştıran bir kılıf bulmak için de her zamanki gibi mazeretleri hazırdır: Etnik ayırım! Oysa ayırımı yapanda, cinayetleri ardı sıra işleyenlerde onlar.
Tarihin sayfalarını çevirdikçe göçebe dinamizmi kanlı eylemlere yol açmış, insanlığı felakete götürdüğü görülecektir. Asırların kemikleştirdiği bu zihniyet çağımızda sosyal değişmeye karşı bugünde başka isimler altında ortaya çıkmaktadırlar. Çünkü her yeni gelişme etno-santrizme yabancı geliyor ve ufukları dar olduğu içindir ki sert tavır takınıyorlar, bir türlü ince düşünemiyorlar. Olup bitenlere bir anlam veremedikleri gibi, kendilerini de geliştirememektedirler. Birtakım sloganik lafların ardına sığınarak hayatlarını idame ettiriyorlar. Üstelik özgürlük, eşitlik gibi güzel kavramları da ölüm sloganına dönüştürmekte pekte mahirler. Kelimeler bir sesin ötesinde bir anlam kazanarak barut fıçısına çevrilip, kendilerinde kan dökmek hakkını görebiliyorlarda.
Bütün bu yaşadığımız trajediye son vermek için etno-santrizim oluşum yapılarını sanayileşme, eğitim ve iletişim yoluyla kırabiliriz pekâlâ. İnsanımızı militarizmin kucağına itmemek için insanı kâmillerin işaret etiği bir elde Kur’an diğer elimizde bilgisayar olan gençliğin yetiştirilmesi şart gibi.
Bilgi çağına ayak uyduramayan etnik yapılar çok defa masumane isteklerle sahneye çıkarak kanlı eylemlere girişebilmişlerdir. Dün göçebelikten kaynaklanan meseleler bir takım kanlı olaylara neden oluyorduysa, bugün de gelişememişlikten kaynaklanan sıkıntıların doğurduğu bir değişik etno-santrizm türü kanlı eylemler söz konusudur. Bugün kanayan yaramıza çare olarak sadece ekonomi, sadece askeri boyuttan meseleyi ele almakta yanlış. Çok boyutlu masaya yatırılması gereken bir konudur etno-santrizm. Toplumumuzu içten içe bir kurt gibi kemiren bir iç düşmandır militarizm. Yani militanlaşma eğilimleri grup hırsı denen bir sendromdur.
Velhasıl; Güneydoğuda yaşana bu trajedi GAP’ın devreye girmesiyle birlikte modernleşmeye ve gelişmeye karşı PKK’nın kabilevi tepkisine verilecek en iyi cevabın modernleşmemizi tam tekmil sonuna kadar devam ettirebilme kararlılığımız olacaktır.
KÜRTÇÜLÜK
Bir diğer kanayan yaramız da Kürtçülük meselesi. Kürtçülüğün asla kabül görmesi mümkün değil, muhatap bile alınmaya değmez, bir bardak suda fırtına koparılmanın ötesinde bir anlam taşımıyor çünkü. Kürtçülük sanıldığının aksine korkulacak boyutta bir mesele gibi görünmüyor, tamamen psikolojik korkuların sonucu yerleşmiş bir kanaat olsa gerektir. Çünkü Kürtçülük akımının yerleşecek zemini yok ki, hatta bu davayı güdenlerin ne doğru dürüst ortak bir dili var, ne de devlet geleneği var, edebiyat desen evlere şenlik, aslında hiç bir şeyleri yok ortada. Bütün bunlardan mahrum olan etnik bir siyasi akımdan gereksiz telaşa kapılarak olmayan birşeyi varmış gibi kendi ellerimizle büyütüyoruz, ama farkında değiliz, adeta yangına körükle gidiyoruz habire. Oysa şimdiye kadar Türküyle, Kürdüyle vs. biz birbirimizi ayrı gayrı görmedik bu coğrafyada, şimdide görmemeli, nezaman ki kendi dışımızdakilerine öteki muamelesi yapmaya başladık işte o zaman Kürtçülük kronik bir mesele olarak karşımıza çıkıverdi biranda. Bilindiği gibi Kürt dediğimiz insanları bu coğrafyada profesör, asker, şarkıcı türkücü, Roman yazarı, her ne arasak her meslekten her etki alanda değerlendirmekten imtina etmedik. Nitekim böyle yapmakla gök kubbe başımıza geçmedi ki şimdi de geçsin. Bırakın kendi doğal mecrasına problem kendiliğinden çözülsün. Tarafların her iki kesimi de sevgiden söz etmeye niyetleri yok galiba, herkes kin kışkırtıcılığına soyunmuş sanki.
Üstelik milliyetçilik kavramıda batıdan kopya edilmiş bir kavram. Tarihi süreçte yaşadığımız coğrafyalarda bizi ırklar ayırmazdı, sadece müslim ve gayr-i müslim tasnifi vardı içimizde. Bu tasnifte ayırım anlamında değildi, dini mensubiyete yönelik adlandırmadır. Zira Osmanlı birlik ve beraberlik denen olayı ‘İnananlar kardeştir’ buyruğuyla çözmüş, gayri müslimlerle ilişkilerimizi de; ‘Dinde zorlama yok’ ilahi prensibi sayesinde yürütmüş, böylece farklılıkları bir arada tutmayı başarmış, bunun sonucu olarakda gayri müslimler uzun yıllar Osmanlı şemsiyesi altında özgürce yaşama şansını elde etmişlerdir. Ne zaman ki; Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik akımları yükselmeye başladı, Prof.Dr. İlber Oltaylı’nın dediği gibi yeni bir truva atı olarak Türklük, neyazık ki sorunlu kavram olarak gündemimize giriverdi. Milliyetçilik rüzgârları coğrafyamıza sıçradı sıçramasına ama, bu arada olanlarda oldu, birlik beraberlik duyguları törpülendi, ardından bağımsızlıklarını ilan eden milletlerin doğuşuna sahne oldu coğrafyamız.

KÜRTLERİN SOY KÜTÜĞÜ

ALPEREN GÜRBÜZER

Kürt meselesi, yıllardır Türkiye’de hiç gündemden düşmeyen en kritik konulardan biridir. Öyle ki Kürt olayı, sadece Türkiye Kürtlerini değil, Irak ve Suriye Kürtlerini de kapsayan bir meseledir. Maalesef geçmişte bir takım yanlış izlenen politikaların vebalini kimlik krizine dönüşen bir süreç yaşayarak ödüyoruz. Yıllarca bölge insanına tek kimlik dayatma yöntem izlenmesi neticesinde devletle bölge halkı arasında büyük bir güven aşınımı ve bunalımı doğmuştur. Belli ki din, mezhep, meşreb, etnik köken gibi kimlikler üzerinde ameliyat yapmaya pek gelinmiyor. Kaldı ki ister dini, ister mezhebi, ister meşrebi, ister etnik kimlik olsun tüm bu unsurları tek bir potada eritmek veya hizaya çekmekle kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Oysa Kürt meselesini çoğulcu ve sivil bir anlayışla çözmek varken militer kolluk kuvvetlerle çözeceğimizi sanmışız.
Sadece Kürtlük konusu mu, hiç kuşkusuz sloganik Türklük konusu da öyledir. Nitekim bugünkü Türklük tarifi resmi ideoloji ve oryantalist aydınlarca siyasi, sosyal ve kültürel açıdan ele alınmayıp sadece etnik açıdan değerlendirildiği içindir bir türlü bağrımızda taşıdığımız tüm etnik unsurlarla kardeşçe candan kucaklaşamıyoruz. Dahası etnik bir Türkçü anlayışıyla ne Kürt, ne Laz, ne Çerkez, ne Abaza, ne şu, ne bu hiçbir etnik unsurla gerçek anlamda gönül bağı kuramıyoruz. O halde meseleyi kültürel, sosyal, coğrafi, ekonomik, idari, siyasi ve dış boyutlarıyla analiz etmek mecburiyetimiz var. Aksi halde tek tip anlayışla meseleyi daha da karmaşık hale getirebiliriz. Zira çağdaş sosyoloji her türlü meseleye çok yönlü perspektif bir bakışla yaklaşmakta, doğrusuda zaten budur. Tek tip yaklaşımlardan kim hayır bulmuş ki bizde bulalım. Bakın Osmanlı döneminde tüm etnik unsurlarla 600 sene birlikte yaşamışız da. Ne var ki Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan Türkiye’nin bilhassa milli şef döneminde yapılan suni ayırımlar yüzünden şu an gelinen noktada bile gündemimizin baş odağında Güneydoğu meselesi vardır. Üstelik odak noktası olmak bu bölgenin sadece coğrafi konumu veya tarihi dokusu ile sınırlı değil, buna insan faktörü de dâhildir. Değim yerindeyse Kürt insanı düşman odak olarak sunulabiliyor. Bilerek ya da bilmeyerek hemen herkes Kürt etnisitesini kaşıyabiliyor. Derken herkesin odaklandığı mesele bir anda etnik Kürtçülük ve siyasi Kürtçülük türünden maraz bir boyut kazanabiliyor. Bu demek değildir ki her konu gündeme gelip tartışılmasın, elbette tartışılacak ancak 2023 Yeni Türkiye hedefine kilitlenmişken bu meselenin iki de bir kaşınıp önümüze konulması doğrusu bizim üzerimizden hesap yapan birtakım mihrakların varlığını akla düşürüyor. Hatta sürüsüne bereket bu mesele üzerinde kuyruğa girmiş halde aşırı boyutta teori üretme yarışına girenler var. Nasıl mı? İşte bu yarış içerisinde sürülen teorilerden birkaçı şunlardır:
-Aryen Kürt nazariyesi
- Guti Kürt nazariyesi (halk dilinde Guti/Gurti/Gut ve Kut diye telaffuz edilir)
- Karduk Kürt nazariyesi,
- Med Kürt nazariyesi,
- Kürt Karrada nazariyesi,
- Kürt-Gut nazariyesi vs.
Bakınız Hilmi Göktürk'ün "Kürtlerin Soy Kütüğü ve Boy Tarihi" adlı eserinde ileri sürülen teorilerle ilgili geniş bilgiler yer almaktadır. İşte bu teorilere şöyle bir göz attığımızda Kürtlerin bir millet mi, bir boy mu, yoksa bir ırk mı hususunda kanaat sahibi olabiliyoruz. Şöyle ki:
Aryen Kürt nazariyesi savunucularından Mehrdad R. İzady Kürtlerin kökenini Aryen topluluklarla ilişkilendirmeye çalışmış ama böyle bir topluluğun var olup olmadığı konusunda herhangi bir belge ortaya koyamamıştır. Dolayısıyla bu teori hayali bir ırk tasarımı üzerine kurgulanmış bir teoridir.
Guti Kürt tezi savunucularından E.A.Speiser ise; "Kürtler Gutilerle aynı ırktandır ve Gutiler Sümer ülkesinde yaşamakta" bir görüş serd etmiştir. Tabii böyle bir görüşü es geçemeyiz, ister istemez bu görüş karşısında zihnimize Kürtlerin M.Ö. 1900–1700 tarihleri arasında Süleymaniye yakınlarında yaşayan Lullu’i Kralı'na ait bir kitabede geçen Gutti halk topluluğu takılır. Keza yine bir başka araştırmaya baktığımızda da; Asurlu Tıglat Plaser devrinde yazılmış iki kitabenin birinde Kuti, diğer tabletinde geçen Kurtie ifadelerini hatırlarız. Böylece kitabelerde geçen "Gutti" ibaresinin Türkçe bir ifade olduğunu, yani yerleştikleri sahaya nispetle 'aşağı inen' anlamında kullanılmış bir kavram olduğu kanaati hâsıl olur bizde. Dahası Guti Kürt ibaresi toplumun yer değiştirmesiyle ilgili bir kavram gibi dursa da, bu kavram daha çok Kafkasya’nın kuzeyinden Ön Asya’ya inmiş güçlü bir Kuzey Asya kavmi görüşünü destekler nitelikte bir ibaredir. Kaldı ki, Gutilerin, Sami (Arap-Yahudi) ırka mensup olmadıkları yönünde genel kanaatte hâkimdir. Hadi diyelim ki; Guti toplulukları Türk olmasa bile Asyatik bir kavim olduğu muhakkak.
Malumunuz Ksenefon’da Karduk-Kürt teorisyeni bir araştırmacı, o da Karduların, Saka (İskit) soyundan M.Ö. 401 yıllarında küçük Asya'yı mesken tutmuş bir topluluk olabileceği yönünde bir görüş belirtmiştir. Ama gel gör ki Türk (Turan)-Kardu tezine baktığımızda; Sümer eşik taşına işlendiği söylenen “Kar-da-ka-lar” ile Yunanlı Xenophon'un (Ksenefon) adından söz ettiği M.Ö. 401 yıllarında Doğu Anadolu’da dağlık bir bölgesinden geçerken Yunanlıların karşılaştıkları Kardukların aynı topluluk olmadığıdır. Keza Th. Nöldeke, Hartmann'ın, Nisbach gibi şarkiyatçılar da, Kürt terimi ile Kardu terimi arasında etimolojik bir bağ kuramadıklarını, bilakis 'Kardoukhoi' ibaresinin çoğullaşmış halinin Ermenice “Kardı-kh”nin karşılığı olduğunu belirtmişlerdir. Hatta kelimenin etimolojik kaynağına bakıldığında “kard + u” değil “kord + u” olduğu görülür. Kaldı ki, Asur Salnameleri’nde, ne Kardu, ne de Kürt kavramı vardır. Mademki böyle bir kavram yok, o halde Kardukların İran, Arap ve Asurlularla bir ilişki kurulamayacağı söylenebilir. İlla bir ilişkiden söz edilecekse de Kardukların Ön Asyalı bir topluluk olduğunu dem vurmaktan ziyade M.Ö. Asya’dan Ortadoğu’ya göç etmiş bir topluluk olabileceğini demek daha doğru olur.
Bu arada bazı kaynaklar Selahaddin Eyyubin’in Şeddadi aşiretinin Gence kolundan gelen büyük dedelerinden birinin Karduk/Kurduk ismiyle anılması hasebiyle Türk olduğu yönünde bir tez ileri sürülürken bir başka kaynaklarda ise Arap ve Kürt olduğu yönünde bir tez ileri sürülmekte. Sonuçta Selahaddin Eyyubi köken olarak hangi etnik unsurdan olursa olsun o bizim Kudüs Fatihimizdir, bu yetmez mi?
Kürt-Karrad nazariyesi; "Kürtler Süleyman Peygamberin lanetlediği ve meclisinden kovulan Casad adında Cen veya şeytan soyundan türemiştir" iddiası üzerine kurulu bir teoridir. İşte bu nazariyeden hareketle Cen-Cin ibaresinin Kuran’da zikredilen Cinle alakalı ayetleriyle ilişkilendirilip Cin’in Süleyman Peygamber tarafından kovulduğu belirtilir. Öyle ki Hz. Süleyman’ın cariyelerini Şeytan Casadın hamile bırakması neticesinde doğan nesli dağlara sürgün ettiği tezi işlenir. Bu arada bir kısım Arap tarihçiler de boş durmayıp, onlarda Kürtleri "El Akrad Taifetün Minel Cin" diye addederler. Dahası bu ifade doğrultusunda Arapça 'Karrad' fiili ile 'Kürt' sözcüğü arasında bir ilişki kurulmaya çalışılıp böylece Kürtleri Türkçe literatürde yer alan göçer konar manasına gelen Ekrad olarak nitelerler. Evet, Arap tarihçiler böyle tanımlaya dursunlar bizim içimizde halen kökenini Araplığa dayandırmayı bir meziyet sananlar var. Oysa Peygamberimiz belirli bir ırkın Peygamberi değil, tüm Ümmet-i Muhammed'in peygamberidir. Tabi bir dönem Doğu ve Güneydoğu'daki yolun ulaşamadığı, okulun girmediği beldelerde yaşayan insanlarımıza kıro miro deyip onlara köklerini hatırlatacak gerekli eğitim ve hizmet götürülmezse olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Bakın bu husus Evliya Çelebi’nin de dikkatini çekmiş olsa gerek ki köklerini Araplığa dayandırmayı marifet sayan bu ahaliden bahsetmekten kendini alamamıştır.
Bir başka dikkat çeken bir nazariye de hiç kuşkusuz Med-Kürt nazariyesidir. Bilhassa bu nazariyenin yılmaz savunucuları, Kürtlerin M.Ö. 9. ve 10. asırlarda şarkı işgal edip büyük bir imparatorluk kuran Med'lerin soyundan, ya da Aryen’lerden geldikleri tezini ileri sürmüşlerdir. Bilindiği üzere Ermenice Gurt 'hadim' manasına gelen bir ibare. Sadece Gurt ibaresi mi, elbette ki hayır. Hakeza Ermeni tarihçiler de 'Med' ibaresi yerine 'Mar' ibaresi kullanmakla açıkcası Medleri Perslerin ataları olduğu ima edilmiştir. Bize öyle geliyor ki, böyle bir imayla sanki “Med-Kürt-Ermeni” üçlü sacayağı oluşturulmak isteniyor. Oysa Medler M.Ö. 6 - 7. yüzyıllarda İran merkezli bir devlet olarak sahne alıp Van bölgesine geldiklerinde buralarda sadece Ermeniler yerleşikti. Öyle anlaşılıyor ki Med konusu daha çok su götürecek tez gibi duruyor, ama bu konuda genel kanaat; Medler’in Kuzey Asya'dan geldikleri yönünde, yani asıl vatanlarının Azerbaycan olduğudur. Ancak şu da varki Medlerin M.Ö. 550 civarında Persler tarafından hükümranlıkları ortadan kaldırılmış bir topluluk olduğu yönünde değerlendirmeleri yabana atmamak gerekir. Bazen insan bunca teori üzerine teori geliştirme çabaları karşısında ister istemez şu soruyu kendine sormaktan edemiyor: acaba Diaspora Ermenileri "Med-Kürt-Ermeni” teorisine dayanarak mı PKK’yı habire desteklemekten geri durmuyorlar. Doğrusu bu tür kuşkular bizi Abdullah Öcalan’ın Diaspora Ermenilerle bir bağlantısı olabileceğine dair çıkan bir takım söylentilerin yanlış değilse de zihinlerde bir takım soru işaretleri bıraktığı muhakkak. Zira Ermeni Asala örgütünün giriştiği eylemlere baktığımızda PKK’nın yaptığı eylemlerle aynı paralel kulvarda boy verdiği gözlemlenmekte, hatta edinilen istihbarı bilgilerde bu yöndedir. Muhtemeldir ki, "Med-Kürt-Ermeni" üçlü sacayağı tezi Diaspora Ermenilerinin gizli emellerine hizmet etmek için ortaya atılmış bir tez gibi duruyor. İcabında bu tür tezler sayesinde uluslararası lobi faaliyetlerini çok daha kolaylaştırabiliyor. Onlar lobi faaliyetleriyle uğraşa dursunlar aslında bizim Ermenilerle herhangi alıp vereceğimiz bir mesele yok. Zira Ermeniler Osmanlı şemsiyesi altında birlikte yaşadığımız bize bağlı hür Hıristiyan Millet-i Sadıka'mızdı. Ne var ki Fransız ihtilali müteakip her ne oluyorsa menfi milliyetçilik rüzgârlarının içimizi kasıp kavurmasıyla birlikte bir anda tebaamız olmaktan çıkıp güya Ermeni soykırımı yaptığımız propagandası tüm dünya kamuoyunun gözü önünde işlenmeye başlanır da. Derken Ermeniyan Millet-i Sadık olmaktan çıkıp sürekli uluslararası platformda başımızı ağrıtan bir ülke olarak konumlandırılır.
Hadi Ermeni Diasporasının huyudur, bunu anladıkta peki ya şu Ankara Siyasaldan mezun olup, sonra dağa çıkan Öcalan’a ne demeli, icabında Ermenilerin avukatlığına soyunup Khaldilerin Ermenilerin atası bir zırva beyanda bulunabiliyor. Doğrusu zırva tevil götürmez bu tip beyanların arka planda sinsice Urartu-Ermeni ilişkilendirilme kurulumunun bir başka sacayağının parçası olabileceğini akla düşürmezde değil. Neyse ki Ermeniler şimdilik böyle bir iddiaya kulak kabartmamış gözüküyor. Besbelli ki Urartuları Ermeni ırkından gösterme gayreti daha çok siyasal Kürtçü aydınların işine yaramakta. Onlar iddia ede dursun, kazın ayağı hiçte öyle değil, Urartularla ilgili Van kitabelerine baktığımızda Urartu dili Hint-Avrupa ve Sami (Arap) dilleri kategorisine dâhil olmadığı net açık ortada. Madem zırvada sınır tanımıyorlar, hiç olmazsa Urartuların soy bağını İran ve Arap kavimlerin dışındaki kavimlere dayasalar belki kendi kendilerini inkâr edecek duruma düşmezlerdi. Zaten kendi kendileriyle çelişmeye dursunlar bir bakmışsın başka arayışlara yelken açabiliyorlar. Her neyse bir başka aydın M. Oppert'te; Med kavramını, vatan ve ülke anlamına gelen Türkçe ‘mada’ sözcüğü ile ilişkilendirmek suretiyle Medleri Turanî kavimler kategorisine dâhil eder. M. Oppert bunla da kalmaz Med Krallarının adlarını kurcalayaraktan Aryenileşmiş Turanî adlarla bağlantı kurup Heredot’un adını verdiği Med aşiretlerinden en az ikisinin Turanî olduğunu dile getirmiştir. Şu da var ki M. Oppert ileri sürdüğü bu fikrinde yalnız değildir, Fransız asıllı bilim adamı Lenorman’ın tezlerini kaynak kabul eden Nyfalvy’de Medlerin Turanî olduğu hususunda hem fikirdir. Öyle ki Türk aydınımız Ord. Prof. Şemsettin Günaltay'da devletin asli unsurunu teşkil eden bu topluluğun Ön Turanî topluluk olduğunu dile getirmiştir. Bu arada N.J. Marr ve Jafetik okulu üyeleri de Kürtleri direk kafadan Gürcü asıllı ilan etmişlerdir. Aslında bu malumun ilanı değil, tam aksine Kardukların Gürcü olabileceği tezine dayanarak ileri sürülmüş bir iddiadır. Hatta iddianın ötesinde mesele daha da ileri boyutlara taşınıp güya Kürtler Gürcülerle bir şekilde beraber yaşayıp bir zaman sonrada beraberlikleri sona erip ayrı topluluklar olmuşlar. Jafetidologlar’ın tezlerine baktığımızda da onlarda meseleye dil yönünden yaklaşıp Kürtler başlangıçta Jafetik (Turanî-Yasefik) bir dil kullanırken daha sonraki aşamalarda İranlıların etkisi altına girmeleriyle birlikte dil değişimine uğradıkları yönünde kanaat belirtmişlerdir. Ne diyelim, şayet bu tip görüşler doğru kabul edilirse Karduk tezinden hareketle Gürcülerin de Turanî bir kavim olduğu bir görüş ortaya çıkar.
Her neyse, yukarıda bahsedilen bilhassa Gut-i Kürt, Kartuk-Kürt, Med-Kürt ve Kürt-Karrada başlığı altında ileri sürülen tezler üzerinde kafa yorduğumuzda sanki bu tezler tarihi gerçekleri açığa çıkarmak için ortaya atılmış gibi durmuyor, daha çok Türkiyede ve Ortadoğuda ayrılık tohumları ekmeye yönelik iddialar gibi duruyor. Oysa tarihin dili iyi okunduğunda tarihi vesikalar 'Kürt' ibaresinin bir ulus olduğu iddiasını çürütmeye yetiyor. Maalesef gel gör ki, tarihi vesikaları göz ardı edip birlikte bin yılı aşkındır yaşadığımız Kürt kardeşlerimizi habire kafaları karıştırılıp uyduruk bir tarihi zemin içerisinde kandırılmaya çalışılmakta.
Gelin bir de Kürt meselesini milliyetçi aydınların zaviyesinden bakıp değerlendirmeye çalışalım. Bakın, Dr. M. Şükrü Sekban "Kürt Meselesi" adlı kitabında; "Kürt" adını verdiği insan topluluklarının 'Turanî' olduklarından bahisle Alman araştırmacıların tezlerine görderme yapıp bu tezleri referans olarak gösterir. Hakeza Seyyid Ahmet Arvasi’de buna paralel "Doğu Anadolu Gerçeği" adlı eserinde; “Bir uyruk ve bir boy olarak 'Kürt' kelimesinin tarihte ilk defa Yenisey'deki Göktürk (Kök Türükler) kitabelerinde (Elegeş yazıtında) rastlıyoruz. Sözü edilen Kürt Uyruğu, Göktürkler içinde yaşıyordu ve beylerinin adı 'Alp Urungu' idi. Bir Türk kültür merkezi olan Herat'tan üç fersah yukarıda Herirud nehrinin sol sahilinde Timuriler devrinde pek meşhur olan 'Ulenknişın'dır. Görüldüğü üzere Türkçemizde bu kelime bulunmaktadır. Burada Kürt ibaresi bir ırk veya millet anlamını ifade etmez” deyip Yenisey kitabe kaynaklı bir görüş ortaya koymuştur.
Anlaşılan o ki, Kürt kavramına hem içeriden hem dışarıdan sadece anlam yüklenmekle kalınmamış bunlara ilaveten kar yığını, çığ, dallarından yay, ayva ağacı gibi tanımlamalarda getirilmiştir. Hatta 'Kürüd' ibaresi şeklinde yazılana Merih gezegeni denmiştir. Bu hususta daha başka çalışmalara baktığımızda ise;
-Kazakçada Kürt ibaresi: Kalın kar yığını,
-Şark Türkçesi'nde Kürt ibaresi: Çığ,
-Tarançilerde Kürt ibaresi: Yeni yağmış kar,
-Çavuşça'da Kürt ibaresi; Karların saçak çıkıntısı,
-Kazan Tararcası'nda Kürt ibaresi: Kar yığını,
-Uygurca 'Kürtük' ibaresi: Kar denizi,
-Karakırgızlar, Soyonlar, Yakutlar ve Teleütler'de 'Kürdük' ibaresi: Kar yığını tarzında dillendirildiğini görürüz.
Madem öyle, bu tanımlamalardan hareketle diyebiliriz ki; 'Kürt' ibaresi ne bir ırk, ne de bir millettir, daha çok tarih boyunca değişik türden boylarla bir arada bulunmuş bir topluluk gibi gözüküyor. Bakın, Hakan Özoğul; “Osmanlı Devleti ve Kürt Milliyetçiliği” adlı eserinde Kürt kavramının 20. yüzyıla kadar siyasi manada kullanılmadığı, bu kavramın daha önce Araplar tarafından kullanıldığına dikkat çekip Kürtlerin kendilerini ‘Kürt’ olarak telaffuz etmeyip bilakis bölge, vadi, aşiret ve kabile isimleriyle andıklarını belirtir. Böylece ‘Mem u Zin” de yer alan Kürt tanımını günümüz argümanlarla ilişkilendirmenin güç olduğunu demeye getirir.

Kürt lehçesi
Kürtçe bir dil midir değilmi dir öteden beri tartışılır hep. Aslında Doğu ve Güneydoğuda konuşulan bu dil için 'ağız' aksanı dersek yeridir. Sanki ortada bir dil yok gibi, sadece Kürt ağzı vardır. Üstelik bir değil pek çok ağız var. Yetmedi, Kürt ağızların da kendi içerisinde değişikliğe uğramış birçok lehçeleri söz konusudur. Ne varki Kürt dili ve Kürt alfabesinden dem vuranlar, tüm dünyada kullanılan cümle dizisini (sentaks yapısını) unutmuş gözüküyorlar. Nasıl mı? İşte Ari, Sami, Hindu, Arap dillerine cümle dizisine bir bakın cümlenin başında fiil (yüklem), sonunda fail (özne) görülecektir. Ama Türk dili ve Kürt ağzı böyle değildir, cümlede önce fail (özne), sonra fiil (yüklem) vardır. Dahası Türk dili ve Kürt ağzı bu yönüyle diğer kavim dillerinden ayrılıp cümle dizisi birlikteliğine sahiplerdir. Ancak burada şu sual akla gelebilir, madem Türk ve Kürt sentaks yapısında uyumluluk var, o halde Kürt ağzı da nereden çıktı diyebilirsiniz. Muhtemeldir ki Kürtler tarihte hangi topluluklarla beraber bulunmuşlarsa bu buluştukları pek çok kavimlerin dillerin söz yığınları birikiminden ağızlar edinmişlerdir. Hadi lehçe farklılıklarını anladıkta peki ya şu Kürt ağzını oluşturan Farsça-Arapça, Türkçe-Farsça, Türkçe-Arapça ya da hepsinin karışımına ne demeli. Anlaşılan o ki tüm bu karışımlar eşliğinde ağız diliyle de kalınmamış zaman içerisinde dal budak salıp Kurmançça, Zazaca, Kırmançça, Gorani ve Sorani gibi Kürt lehçelerde sahne almıştır. Öyle ki Kürt ağzından dal budak salan bu denli lehçe veya şive çeşitliliği sanki Türk, Arap ve Fars kültür dairelerinden ödünç alınmış bir çeşitlilik gibi gözüküyor. Bize öyle geliyor ki çetin coğrafi şartların doğurduğu göç hareketleri Kürt ağzını doğrudan etkileyip çeşitliliğe yol açmıştır. Tabii bu bizim kanaatimiz. Kürt kardeşlerimiz bu kanaate iştirak etmeyebilir, hakkıdır. Buna saygı duymak gerekir. Bize düşen bu kanaati illa kabul görsün tarzında dayatmamaktır. Hele şükür artık başımızda yasakçı bir devlet zihniyeti yok, bilakis Kürt kardeşlerimizin talepleri doğrultusunda ana dilde kurs, ana dilde televizyon, ana dilde şarkı gibi birçok faaliyetlere özgürlük tanıyan bir hizmetkâr devlet var. Sakın ola ki devletin bu tür uygulamaları bir lütuf olarak algılanmasın, bu coğrafyanın havasını teneffüs eden her bir vatandaşın en tabii hakkıdır zaten. Dil ya da ağız hiç fark etmez, bu tür taleplerin devlet tarafından yerine getirilmesinde hiçbir sakınca yoktur. Ne var ki bir kısım aydınlar bu tür taleplerin yerine getirilmesini taviz olarak değerlendirip “ipin ucunu bir kaçırırsak arkası gelir” diyorlar. Onlar diye dursun devletimiz geçte olsa bu tür kaygıların yersiz olduğunu fark etmiş durumda, artık bölge halkının talepleri görmezden gelinmiyor. Bakın Askeri Paşalarımızın bir kısmı görevde bulundukları yıllarda güvenlik saikı refleksiyle bir tutum izlerken emekli olduktan sonra bu tutumlarının doğru olmadığını itiraf edip görüş değiştirebilmişlerdir. Artık hamasi söylemlerle bir yere varılmayacağını hemen herkes fark etmiş durumda. Nasıl fark etmesin ki, Türkiye'mizin neredeyse her karış toprağında İngilizce dil kursları gırla giderken, ama vatandaşın ana dili kursa tabi sözkonusu olduğunda derhal kafalarda bölünme algısı oluşturulabiliyor. Neyse ki devletimiz eski statükocu zihniyette bir devlet değil, bilakis 2023 Türkiye’sini hedef edinmiş, özgürlüklerden yana vatandaşın konuştuğu dile, giydiği elbiseye, söylediği şarkıya son derece hürmetkâr bir devlettir. Hatta hürmetin ötesinde vatandaştan gelen talepleri karşılamak için canhıraş çalışan bir devletimiz var. Zaten toplumsal talepleri yerine getirmek devletin asli görevidir, vatandaş bu hakkı kullanır ya da kullanmaz o vatandaşın bileceği bir husus. Dolayısıyla geçte olsa devletimizin TRT Kurdî kanalını devreye sokması, Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması ve Kürtçe dil kursları açması yönünde attığı adımları kayda değer buluyoruz. Düşünsenize eski Türkiye'de bir zamanlar Kürtçe müzik, Kürtçe dil kursu, Kürtçe televizyon, Kürtçe köy ve şehir isimleri kullanmak, Kürtçe hukuki savunma hakkı, Kürtçe miting, Kürtçe afiş ve Kürtçe pankart asmak yasaktı. Hele şükür ki yasakların maraz doğurduğu anlaşıldı da bu tür uygulamalara son verildi. Bu demektir ki yasaklar rafa kaldırılınca kıyamet kopmuyormuş, tam aksine normalleşiyoruz, tabii anlayana. Yinede her şey bitmiş sayılmaz, önümüzdeki yıllarda daha pek çok konuda atılacak adımlar var.
Bunca yaşanan acı tecrübelerden sonra şunu iyice anladık ki; sırf güvenlik önlemleriyle Kürt meselesi çözüm bulmuyor, illa ki barışçıl yöntemlere de ağırlık vermek gerekiyor. Bakın barışçı yöntemler devreye girmesiyle birlikte 2013 yılın başlarından 2015 ortalarına süren süreçte şehit cenazeleri yurdun dört bir yanına gelmez olmuştu. Maalesef iç ve dış mihraklar baktılar ki barışçıl çözümlerle Türk-Kürt kardeş olacak, hemen Suruç’ta, Diyarbakır'da, Ankara Garında gerçekleştirdikleri canlı bomba ve katliamlarla çözüm sürecini akamete uğrattılar. Yani 2015 Kasım seçimleri öncesi 2-3 yıllık sakin ve huzurlu bir havadan sonra Türkiye yeniden kanlı eylemlere sahne oldu. Allah’tan devlet bu tür saldıralar karşısında hiçbir acziyete düşmeden inlerine girecek kadar kararlığını gösterip gereken dersi vermiştir. Öyle bir ders verdi ki; PKK tarihinde böylesine bozguna uğramamıştı. Tek hesap edemedikleri bir şey vardı, o da Türkiye, artık eski Türkiye değildi, Yeni Türkiye’de yazılımı tamamen bize ait insansız hava uçakları, milli Altay tanklarımız, Göktürk uydumuz, son derece teknolojik donanıma haiz silahlarımızın varlığıdır. Daha da hesap edemedikleri bir şey daha vardı ki, o da hiç kuşkusuz devletin görünen gücü diyebileceğimiz tüm emniyet teşkilatı birimleri ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin milletimizle el ele gönül gönüle vererek ortaya müthiş dayanışma örneği koymalarıdır. İşte bu müthiş dayanışmadır ki, kurguladıkları tüm planlar ters tepip sonlarını hazırlamaya yetmiştir. Evet, karşılarında eski derin devlet klikleri yoktu, artık kendini milletine adamış gerektiğinde Yunus olan, gerektiğinde Yavuz olabilen bir devlet vardır. Senmisin milletine kendini adamış devletin şefkat elini kırmaya, o zaman devletin bu noktada Yavuzca olması kaçınılmazdır. Ta ki silahları bırakıp ya da toprağa gömüp betonlar, hiç kuşkusuz devletin şefkat eli yeniden Hızır gibi yetişirde.
Madem Devletimiz 2015 Kasım seçimi öncesi tüm planları bozdu, o halde yeniden el ele, gönül gönüle verip kalıcı normalleşmeye yönelik adımları atmak zamanıdır. Yeter ki bölünme korkusunu zihnimizden atalım yarınlarımız aydınlık olacaktır. Her ne kadar çözüm süreci buzdolabında dondurulmaya alınsa da sular durulduktan sonra kaldığı yerden devam etmeli. 2023 Yeni Türkiye Hedefine doğru giden yolda bunu yapmaya mecburuz da. Hedefi olmayanların derdi davası belli, kana kan, dişe diş, cana can almaktır, biz onlar gibi olamayız elbet. Onlar çok iyi biliyor ki kan bittiğinde dava mava diye ortada bir şey kalmayacak, rantta bitmiş olacak. İşte çözüm sürecini ikide bir baltalamalarının arkasında yatan sır bu tür kaygılar ve çıkar ilişkileridir, asla onların evlat acısı, anaların gözyaşı umurlarında olmaz, varsa yoksa onlar için içi boş kof davaları mühimdir.
Her neyse onlar kan ve rant davası güde dursunlar biz bu arada şunun bilincinde olmamız icab eder; 'Kürt dili' ya da bir başka dil teorileriyle bir topluluğun milliyeti belirlenemez. Nasıl mı? İşte Bulgarlar Türk soyundan, ama Türkçe konuşmazlar. Keza bir başka benzer örnekte antropolojik farklılıktır. Örneğin Yakutlar Türkçe konuşur ama antropolojik bakımdan Türk tasnifine girmezler. O halde bir ülkenin antropolojik yapısı ya da konuştuğu dile bakaraktan soy sop faslına girmek doğru bir yaklaşım sayılmaz. Kaldı ki dünya üzerinde saf ırk, ya da saf dile dayalı bir millet yok ki. Maalesef içimizde birtakım bölücü mihraklar Kürt ağzında ağırlıklı olarak yer alan Farsça kelimelerden hareketle Kürtleri ayrı millettenmiş gibi gösterme çabası içerisindeler. Ama her ne hikmetse Kürt ağzında yer alan Türkçe ve Arapça kelimeleri es geçmekteler. Hadi diyelim ki bunu görmezden geldik, peki şu yukarıda belirttiğimiz Kürt ve Türk dili sentaks diziliminin birbiriyle uyumlu olmasına ne buyururlar acaba. Dolayısıyla Kürt konusunu sırf dil, sırf ırk kriterleriyle çözemeyiz. Çözümün adresi bellidir, yani Türk Kürt kardeşliğidir. Kardeşliğin dışında hiçbir sihirli formül aramaya gerek yok, sonuçta hepimiz Ben-i Âdemiz. O halde halkımızın dillendirdiği o “Türk Kürt kardeştir, bunu bozan kalleştir” gür sedasını ilan etmekte fayda var.

Yenisey kitabeleri
Katılırsınız ya da katılmazsanız Yenisey kitabelerinde geçen ifadeler pas geçilecek bilgiler değil. Gerçekten de Seyyid Ahmet Arvasi Türk-İslâm Ülküsü (I. cilt) adlı kitabında o bilgileri şöyle dile getirir: "Yenisey'de yapılan kazılarda Kürt İlhanı Alp Urungu'nun mezar taşı, bugün Orta Asya'dadır ve kitabesi Türkçedir. Doğu Anadolu toprakları kazıldıkça yerden Akkoyunlu ve Kara koyunlu heykelleri çıkmakta. Doğu Anadolu'da yolun gitmediği yerlere Arap ve Fars dili girmiş, mektup ulaştırabildiğimiz yerler Türklüklerini korumuş bulunmaktadır. Hatta Ahmet Arvasi söz konusu kitapta bunlada yetinmeyip bir takım edindiği bilgilere dayanarak son noktayı şöyle ortaya koyar; “Şu halde Kürt diye anılan bu boy Turanî olup, Türk soyundan gelmektedir. İçinde ‘Kürüt’ kelimesi geçen bu belge karşısında bölücülerin susması gerekmez mi? Zira Göktürk alfabesi ile yazılmış 12 satırlık kitabede; ‘Kürt El-Kan Alp Urungu, altunlug keşiğim bandım belde, elim tokuz kırk yaşım’ denmektedir.” Peki, bu ifadeler ne anlama gelmekte? Bakın Namık Orkun “Eski Türk Yazıları” (C.1) eserinde bu ifadeler şöyle tercüme edilir: "Kürt İlhanı Alp Urungu'yum. Altunlu okluğumu bağladım belde, elimde devletim, otuz dokuz yaşında öldüm" (Kürt elinin hanı Alp Urungu Altunlu olduğunun bağladım belde ülkem. Otuz Dokuz Yaşımda).
İşte yukarıda ifade edilen satırlar iyi analiz edildiğinde gayet açık ve net, Kürtlerin soy kütüğü kitabelerde yerini bulmuş gözüküyor. Dedik ya kabul eder ya da etmezsiniz bu tür ilmi araştırmalar ve kitabeler Kürtlerin millet olduğu teorisini çürütecek cinstendir. Dahası birlik beraberliğimizi çekemeyen birtakım iç ve dış mihrakların tüm Doğu ve Güneydoğuyu kapsayan hat üzerinde 5000 yıl öncesinden bugüne kadar Ari dil grubuna bağlı Kürtçe konuşan her topluluğu Kürdistan bayrağı altında tek devlet yapma planlarını yerle bir edecek cinsten kitabedir. Bakın Türkler Malazgirt zaferi öncesinde Anadolu'ya geldiklerinde pek çok farklı kültür ve soydan topluluklarla karşılaştılar. Yani Türkler daha Anadolu’ya daha ayak basmadan buralara daha öncesinden Hurriler, Hititler, Urartular, Persler, Medler, Makedonyalılar, Sakalar, Hazar Türkleri, Müslüman Araplar ve Bizanslılar gelmişler ve her bir gelen topluluğun da kısa veya uzun dönemli hâkimiyetleri olmuş. Derken buralara en son kalıcı mührü Malazgirt zaferiyle birlikte biz vurmuşuz. İyi ki de Anadolu kapıları Türklere açıldı da Doğu ve Güneydoğu Anadolu havzasında boy veren her türden oluşan kültür ve medeniyet topluluklarına beşiklik etmişiz. İlginçtir iyi has beşiklik etmişizde her ne hikmetse söz konusu toplulukların konuştuğu dillerle ilgili arşiv taramalarında epey belgeye rastlanmasına rağmen bu topluluklar arasında Kürt ağzıyla alakalı ne bir Kürtçe bir metin, ne bir kitabe, ne de herhangi bir vesika var. Tek bir belge var, o da malum Anadolu toprakları dışında, yani Ahmet Arvasi’nin “Doğu Anadolu Gerçeği” kitabında adını andığı belirttiği sadece Orta Asya'da ki Göktürk alfabesiyle kaleme alınmış Yenisey anıt kitabeleri var. Üstelik sözü edilen o kitabede geçen 'Kürt' ibaresi de Turanî bir içerik taşımakta, yani ortada Göktürklerin (Kök Türükler) himayesinde boy vermiş Kürt Uruğu mevzubahis konusudur. Ki, bu Kürt Uruğu ilhanının adı Alp Urungu'dur. İşte kitabede yer alan 'Kürt Uruğu ilhanı Alp Urungu' ifadesi bir takım fitne ve fesat odaklarının uykusunu kaçırmaya yeter artar da. Evet, kelimenin tam anlamıyla Yenisey'de yapılan kazılarda ortaya çıkan mezar taşında ismi geçen Alp Urungu "Turanî" boydan, yani Kürt Uruğu bir ilhandır. Besbelli ki Yenisey'deki o kitabede geçen o isim ortada durdukça Kürtlerin ayrı bir millet olduğunu söylemek hiçte kolay olmayacaktır. Madem aklın yolu bir, o halde Türk Kürt kardeşliğinden söz etmek varken başka yollara sapmanın ne anlamı var ki.
Vesselam.

TÜRK-KÜRT RABİA’YIZ BİZ

ALPEREN GÜRBÜZER

Kürt kimliğine Rabia’ca ve objektif kriterler açısından bakmak varken, maalesef bu mesele bir bardak suda fırtına kopartılaraktan suni gündem oluşturulmak tercih ediliyor. Neyse ki Türkiye’de değişim rüzgârları estikçe kendilerini entel sanan bir takım sözde aydınların oluşturdukları fitne fesat hevesleri kursaklarında kalabiliyor. Tabi oturdukları yerden ahkâm kesmek çok kolay, oysa laf üreteceklerine kafalarını gömdükleri kumdan çıkarıp biraz da tarihi belgelere kafa yorsalar el mi yaman bey mi yaman asıl o zaman gerçekler su yüzüne çıkacaktır. Her neyse onlar masa başı laf ürete dursunlar, bizim kanaatimiz odur ki; Kürt halkının gerçek anlamda kimlik problemi yoktur, sadece bir takım densizlerin sebep olduğu algı operasyonları neticesinde kendilerini dışlanmış hissine kaptırmışlığın vermiş olduğu eziklik problemi söz konusudur. Bunun dışında Kürtlerle bizim aramızda o güçlü kardeşlik bağını koparacak herhangi bir sıkıntımız yoktur. Hem niye durduk yere bu ezikliği onlara yaşatalım ki, baksanıza yıllar boyu birbirimize kız vermiş, kız almışız, yani etle tırnak misali birbirimize kaynaşmışız, o halde daha nasıl aramızda ayrılık gayrilik olabilir ki. İşte bu yüzden 'Türk-Kürt Rabia’yız' bilinciyle her türlü etnik ve siyasi Kürtçülüğe pirim vermeyiz. Ne var ki, bizim birbirimize olan gönül bağının dışında bir başka zihniyet daha var ki, o hemen herkesin bildiği bize hep üst perdeden bakmayı huy edinmiş bir zihniyettir. Tahmin etmişsinizdir bu zihniyeti, hani şu Sivas’tan öteye geçemeyipte bölge insanıyla hemhal olmayı kendilerine zül addeden zihniyet var ya, hiç kuşkusuz onları kastediyoruz. Maalesef Sivas’tan öteye geçemeyen malum zihniyetin uzun yıllar boyu o bölgeye yönelik bön bakış tarzları ve alakasız kalışlarının doğurduğu sıkıntıların ceremesini bu gün tüm halk çekiyor.
Hani tabiat boşluğu sevmez derler ya, gerçekten de halkla bir zamanlar "jandarma dipçiği" vasıtasıyla diyalog kurulmaya çalışıldığı tek parti dönemini hatırladığımızda, vatandaşla devlet arasında büyük bir güven aşımının yaşandığı bir vaka. Her ne kadar şimdilerde halkla doğrudan hem hal olmak gerektiğini fark etmiş yeni yöneticilerimiz olsa da geçmişte yüreğimize hançer misali saplanan o derin yaraların izlerini bir anda sarmak hiçte kolay gözükmüyor. Düşünsenize bölge halkı uzun yıllar statükocu zihniyet tarafından ihmal edilmiş, yetmemiş yöre halkı "Siyasi Kürtçü" akımının kucağına terk edilmiştir. Derken bölge halkı PKK’nın yalan, dolan ve entrikaları karşısında ne yapacağını bilemez olmuştur.
Hani Aristo’nun şu meşhur ‘Tabiat boşluğu sevmez’ sözü var ya, aynen öyle de bölücü örgütün her türlü kara propaganda ve entrikalarına aman vermek istemiyorsak yapılacak en akılcı hamle meydanı boş bırakmamak olmalıdır. Yani, her türlü bölücü ve ayrılıkçı hareketlerin propaganda malzemelerini elinden almak olmalıdır. Öyle almalı ki, PKK’nın el ve avucunda istismar edecek hiçbir malzeme kalmamalı. Farzı muhal PKK şer örgütü sürekli "Kürt kimliği tanınmalı" propagandası mı yapıyor, bizim yapmamız gereken "Evet bizde Kürt kimliğini tanıyoruz" deyip gereğini yapmaktır. Aksi halde PKK’nın ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Kaldı ki Kürt kimliğini tanımakla Türkiye bölünmez. Üstelik ortada bölünme diye bir şeyde yok, sadece bir takım sığ kafaların zihninde yer etmiş paranoyak bölünme korkusu vardır. Oysa fikrine güvenen fikirden, birlik ve dirlik tutkusundan emin olan suni bölünme propagandalarından korkmaz. Kaldı ki suni bölünme kaygısı daha çok kapalı toplumlara has dürtülerdir, bize gönülleri fethetmek yaraşır. Zira fetih, kapalılık değil açılım demektir. Hatta bizim açılımımız kökü mazide olan âtî olmaktır. Bakın açık toplumlar böyle durduk yere algı operasyonlarıyla karşı karşıya kaldıklarında hemen reaksiyonvarı yasaklayıcı yöntemlerle meseleye yaklaşmazlar. Bilakis algı operasyonlarının belini kırmaya ve istismar alanlarını daraltmaya yönelik yöntemlerle meselenin üstesinden gelirler. Hiç kuşkusuz PKK terör örgütü, Kürt kimliği tanınmalı derken tıpkı Ortadoğu çıbanı İsrail’in Arz-ı Mevudu tarzı bir dava güder, bunun farkındayız elbet. Fakat bu demek değildir ki PKK böyle düşünüyor diye bizde Kürtleri bir takım haklardan mahrum edelim. Tam aksine meseleye kardeşlik projesi ve Rabia’ca bakış çerçevesinden yaklaşmamız gerekir. İşte bizim farkımız bu, yani PKK'nın tezinde ayrılık gayrilik var, bizim kadim temel tezimizde ise tarihten bu yana ‘Bir olmak’, ‘İri olmak’, ‘Diri olmak’ ve ‘Rabia olmak’ tutkusu vardır.
Şu da bir gerçek; Kürt halkına illa da siz Türk boyundasınız tarzı bir dayatma da doğru olmaz. Dayatmak, ötekeleştirmek asla bizim tasvip edeceğimiz bir metot değildir. Bu tür metotlarla kim ne bulmuş ki bizde bulalım, kaldı ki böyle yapmakla bu işin içinde kaş yapayım derken göz çıkarmakta var. Hatta kimi çevrelerce Kürt, Çerkez, Abaza vs. tüm etnik kavramları maksatlı olarak ortaya atılmış olsa bile, biz kendi işimize bakıp ‘Hepimiz Rabia’yız’ bilinciyle hareket etmekte fayda vardır.
Evet, Hepimiz Aynı Kilimin Rabia Desenleriyiz. Kelimenin tam anlamıyla hiç bir ülkeye nasip olmayan davul zurna, kemençe eşliğinde Edirne’den Kars’a kadar kilim üzerine boy boy, lehçe lehçe, şive şive, nakış nakış işlenmenin adıdır Rabia. Yeter ki ‘Rabia işaret’ dili iyi anlaşılsın, bak o zaman bu engin kültür birikimiyle Anadolu kilimi üzerinde Rabia ruhuyla bağdaş kurup hemhal olduğumuzda birlikten dirlik doğacağı muhakkak. Nitekim Rabia işaretinin belirlediği hedef bize çağ atlatır da. Bakın bu topraklar tarihte kimlere hayat vermedi ki bize de vermesin. Zira Türkiye doğulusu ve batılısıyla, kuzeylisi ve güneylisiyle bölünmez bir bütündür. Her ne kadar bir takım aklı evveller "Kürt" ibaresine birçok anlamlar yükleyip, anlam kaymasına yol açsalar da, şunu iyi bilinsin ki boşa heveslenmesinler Kürtlere suni soy kütüğü veya ayrı bir soy ağacı izafe edilerek Rabia’mızı bozmaya izin vermeyiz. 'Kürt' ibaresinin geçtiği her ne varsa: ister metin, ister yazıt, ister müzik, ister söyleşi olsun fark etmez bizim açımızdan tehdit oluşturmaz. Kaldı ki Kürt halkının kültürüne, hayat tarzına kısıtlamalar getirilse de uydu yayınları ne güne duruyor, yasak koymak ne mümkün. Artık günümüz teknolojisinde her tür yayın çok rahatlıkla izlenebiliyor. Hele şükür devlet erkânı geçte olsa Kürtlere yönelik TRT Kurdî kanalı açmış durumda, dedik ya tabiat boşluk kabul etmez, şayet meydan boş bırakılırsa birilerinin bu boşluğu doldurması kaçınılmaz olur.

Türklerin Anadolu’yu vatan edinmesi
Türkler Anadolu'yu vatan edindiğinde buralarda ne Rusya, ne de Amerika'nın esemesi okunurdu. İstanbul’un fethinde bile Amerika diye bir kıtanın varlığı bilinmezdi. İşte bu tür bilinmezlikler içerisinde Anadolu’ya geldiğimizden bu yana üzerinden 10 asır geçmiş olmasına rağmen atalarımızın nefesiyle vatanlaştırdığımız bu coğrafyayı bize dar etme arzusu taşıyanlar var. Yetmedi ‘Kürdistan’ devleti kurma hayali peşinde koşanlar var. Daha yetmedi ellerinde tuttukları "Etnik ve Siyasi Kürtçülük" kartıyla gerektiğinde Selahattin Demirci’ye ekranlarda saz çaldırıp milletin tâ kendisi iktidarı devireceğini sanan Soros ahmaklar var. Onlar Soros varı oyunlarla hangi bozguncu kartı koz olarak kullanırsalar kullansınlar, şunu iyi bellesinler ki; "Anadolu Malazgirt'le başlayıp İstiklal Savaşıyla fethi tamamlanmıştır, asla Soros’un karanlık oyunlarına geçit vermeyiz. Hiç kuşkusuz Malazgirt zaferinin kazanılmasında Kürtlerin katkı payı inkâr edilemez. Alparslan'ın Mervani Kürtlerini ordu saflarına katması bunu doğruluyor zaten. Tabii Alparslan onları ordu saflarına alırda Kürtler taşın altına elini koymaz mı? Hem de hiç tereddüde mahal bırakmaksızın kendilerini Türklerden gayri görmeyecek derecede elini taşın altına koymuşlardır. Nasıl ki Türkler tarihin bir zaman diliminde Abbasi ordusu saflarına köle olarak dâhil olmuşsalar, Kürtlerde tarihi süreç içerisinde katıldığımız birçok seferlerde bizi yalnız bırakmamışlardır. Öyle ki Türkler ileri ki yıllarda hilafet ordusundan ayrıldıklarında bile asker sayısında ki düşüşü Kürt aşiretlerinden toplanan ücretli askerlerle telafi etmişlerdir. Aslında bu tür telafileri o günkü şartlarda düşündüğümüzde son derece zekice bir uygulama olduğu anlaşılır. Hatta bu hususta David McDowall ‘A Modern History of the Kurds’ adlı kitabında şöyle der: “Malazgirt savaşı Kürt hanedanlıkları ve valiliklerinin sonu oldu, zira zaferden sonra Selçuklular yeni 'Kürdistan' bölgesini Türkmen bürokratlar eliyle yönetmeyi tercih ettiler.” Evet, bu müthiş ifadelerden de anlaşıldığı üzere Alparslan Anadolu’yu vatanlaştırmak uğruna her kim orduya dâhil edilecekse etmiş, her kim yönetilecekse yönetmişte. Zaten aksi bir tutum sergileseydi Selçuklu sonrası Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim’den koparılan tavizlerin bir başka türü Alparslan’dan da pekâlâ koparmak mümkündü. İşte Alparslan’ın bu akıl dolusu katılımcı hamleler meyvesini verip Sultan Melikşah’ın Mervani Kürtlerin gün be gün erimekte olan iktidarına son vermesi pekte zor olmadı. Şayet dert dava bir gücün varlığını ortaya koymaksa, bu noktada ancak Selçukludan bugüne ‘Türkü Kürdü Hepimiz Anadolu’yuz’ gerçeği ortaya çıkar. Sadece Anadoluluk mu, hatta Selçuklunun devlet geleneğiyle birlikte ortaya koyduğu devasa kültür mirasıyla da yüzleşiriz. Dolayısıyla bir takım çevrelerin Soros’ca etnik kavramlara gönderme yaparak ağızlarına sakız yapıp ikide bir lafı eveleyip gevelemesinler, bu topraklarda bin yılı aşkındır Türkü Kürdü hepimiz kardeşiz, bu yüzden gerektiğinde Rabia’mıza uzanan elleri kırarız da. İşte bu meyanda Cemil Meriç’in Rabia’ca; "Kürtçülüğü tasvip etmiyorum. Ortada bir dil yok, devlet geleneği yok, neye göre devlet kuracaklar ki? Biz onları devlet memuru, bakan, profesör, asker yapıyoruz, hiç bir zaman ayrı gayrı görmedik. Buna rağmen bunca gürültü niye kopar anlamak mümkün değil" ifadeleri tüm Soros ağızların ağzının payını verecek cinsten ifadelerdir
Evet, Türk-Kürt arasında ayrılık tohumları ekip tefrika oluşturmakta mahir etnik ve siyasi Kürtçü akımlara meydanı terk etmemeli. Baksanıza bir kısım ard niyetli sözde aydınlar Kürtlerle aramızda ki Rabia bağını koparıp Ari ırk kategorisine dâhil etmek çabası içerisindeler. Oysa Cemil Meriç'in de işaret üzere ortada ne elle tutulur bir devlet geleneği ne de elle tutulur bir dil var, şimdi bu durumda nasıl olurda soy sop faslı güdülür ki. Kaldı ki Türkler Anadolu'ya geldiklerinde buralarda ne bir Ermeni, ne de bir Kürt devleti vardı. Ortada sadece ciddi manada elle tutulur cinsten diyebileceğimiz XI. asırdan itibaren buraları mesken tutmuş Artukoğulları, Dulkadiroğulları, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Karakeçililer, Danişmendoğulları, Mengüçoğulları, Saltukoğulları ve daha nice Türkmen veya Oğuz boylarının kültür harcı ve mührü vardı. Ki, bu sıraladığımız beyliklerin kültür varlığını arkeolojik kazılar doğruluyor. Ancak arkeolojik kazılarla ortaya çıkan bu kayıtlara rağmen hala kimi çevreler utanmadan sıkılmadan bin yıllık Anadolu coğrafyası üzerinde algı operasyonu yapabiliyor, bu ne pişkinlik, bu ne aymazlık hak getire. Dahası Türklerle Kürtlerin Millet-i hâkime çerçevesinde yıllar boyu kardeşçe bir arada yaşadıkları gerçeğini kurnazca gözlerden uzak tutuyorlar. Neyse ki bunca sinsi oyunlara ve kışkırtmalara rağmen hele şükür ki bu topraklar da Türklerle Kürtler kardeşçe bir arada yaşama arzusu baskın bir değerdir. Nasıl baskın değer olmasın ki, dile kolay bin yılı aşkın etle tırnak misali kaynaşık kardeşçe yaşamışız. Birlikte halay çekmiş, aynı sofranın başında bağdaş kurup hasbıhal olmuşuz. Tüm bu Rabia’ca yaşananlardan sonra şimdi birileri gelip etle tırnağı birbirinden ayırmaya kalkışacak, bizde seyirci kalacağız, olacak iş mi? Ne mümkün, gerekirse gök kubbeyi başlarına yıkar, asla hepimiz ‘Rabia’ olmaktan vazgeçmeyiz.
Besbelli ki tarih boyunca uzun yıllar bir arada kavgasız gürültüsüz bir arada kardeşçe yaşamamızı kıskanıp çatışma ortamını arzulayanlar var. İcabında bu işten nasıl rant elde ederiz hesabı yapanlar var. Hele uyuşturucu ticareti yapanlardan tutunda silah tüccarlarına kadar birçok sektör gerilimin devam etmesinden yana bir tutum içerisindeler. Hatta bu tutumu Avrupa Birliği karşıtlığı tavırların da görmek mümkün... Çok iyi biliyorlar ki Avrupa normlarına uygun hayat tarzı devreye girdiğinde Türk-Kürt kardeşliği aslına rücu edecektir. Böylece etnik ve şöven duygulara yönelik yapılan özerklik, kanton devlet gibi ipe sapa gelmez mesnetsiz propagandalar etkisini yitirip Rabia işaretiyle anlamlandırdığımız “Tek Vatan, Tek Devlet, Tek Millet, Tek Bayrak Rabiamız” daha da bir anlam kazanacaktır. Rabia olmaya mecburuz da. Bakın Kürtlerin %50’si bizim coğrafyada yaşamaktadır. Her ne kadar doğup büyüdükleri topraklar doğu ve güneydoğu olsa da büyük çoğunluğu başta İstanbul olmak üzere pekçok büyük şehirlerde varlar zaten. Belirli bir bölgeye haps olmuş durumda değiller, Rabia’ca Türk Kürt iç içeyiz. Şimdi Rabia’dan bihaber bir takım aklı evvellere sormak gerekir, bu durumda nasıl özerklik olur ki. Bir kere bu talep eşyanın tabiatına ve Rabia parolamızın ruhuna aykırı, nasıl ayrı gayri yaşarız ki. Asla PKK terör örgütünün tezleri bizim algımız olamaz. Zira PKK tezi ayrı, Kürt realitesi ayrı bir şeydir. Biri silahlı terör örgütü, diğeri Millet-i hâkime refleksiyle uzun yıllar kardeşçe yaşadığımız Türk-Kürt Hepimiz Rabia realitesidir. İşte bu yüzden çatlasalar da, patlasalar da, hatta canlı kalkan olsalarda bizi birbirimizden ayırmaya güçleri yetmeyecektir, bu böyle biline.

Sosyo-ekonomik çözümler şart
Yine bir kısım aydınlar Kürt meselesinin Emevi ve Osmanlıdan bu yana beş yüz senelik bir mesele olduğunu, dolayısıyla Kürtlerin devlet olamamak gibi bir duyguya kapılarak çıkmaza düştüklerini dillendirmekteler. Yani ağızlarından bir türlü çıkaramadıkları baklada PKK ile başlamış bir mesele olmadığını demeye getirirler. Acaba öyle mi dersiniz. Oysa bu mesele 19. yüzyılda gün yüzüne çıkmış bir meseledir. Malum 19. yüzyılla başlayan imparatorlukların dağılma süreci içerisinde bize de ulus devlet olmak düştü. Tabi ulus devlet olunca da ulusalcılık fikri resmiyet kazanıp Kürt realitesi yok sayılmıştır. Hiç kuşkusuz bu yok sayma halkın tercihi bir yok sayma değildi, bilakis resmi anlayışın ortaya koyduğu bir yok saymaydı. İşte bu ötekileştirme siyasetidir ki Türkiye’de bir zaman Çorum, Sivas, Kahramanmaraş, Malatya, Diyarbakır gibi yerlerde sıkça yaşanan sağ-sol, etnik, mezhebi ve meşrebi çatışmalardan geçilmez hale gelmiştir. Maalesef ulus devlet projesi Türkiye’de bir arada kardeşçe yaşama geleneğimizi çoğulcu bir anlayışla çözmek yerine tek tipleştirmeye yönelik dayatma bir metot sergilemiş ve bunun sonucu olarakta bugünkü problemler yumağı tabloyla karşılaşmışız. Düşünsenize bir zamanlar Türkiye, İran ve Irak hattı üçgeninde aramızda sınır yokken, Kürtler bir sabah uyandıklarında bir de karşılarında ne görsünler; kardeşlerinin bir kısmı bir kısmı İran coğrafyası içerisine, bir kısmı Irak coğrafyasına savrulmuşlar. Hatta şaşkın bakışlar arasında birbirleriyle ziyaret etme imkânının kalmadığını gösteren misak-ı milli sınırlarının çizilmiş olduğunu fark ettiler. Böylece bağrımızdan kopartılan bu kardeş topluluklar kimi ikamet ettiği devletlerin bünyesinde sığıntı halde, kimi doğrudan tabii olduğu devlete bağlı kalarak, kimi de özerk topluluklar halde yaşar hale gelmişlerdir.
Peki, Türkiye sınırları içerisinde kalan Kürtler? Malum Türkiye Kürtleride uluslaşmanın başlangıç evresinde tek tipleşmeye dayalı politikaların kurbanı olmuşlardır. Derken başlangıç evresinde Kürtlere yönelik tek tipleştirici ve ötekileştirici politikaların doğurduğu bir takım sancılar kardeşliğimize gölge düşürmüştür. Neyse ki geçte olsa ileriki yıllar da devletlû erkân tek tipleştirici politikaların bu toprakların dokusunu bozduğunu fark etti de gelinen noktada çözüm sürecinden bahseder hale gelebildik. Zaten fark etmekte gerekti. Bakın tüm dünyanın gözü bizim üzerimizde. Bilhassa tüm küresel aktörler şu gerçeğin farkındalar; Türkiye bir ayağa kalkarsa tüm Asya, Ortadoğu ve Balkanlardaki mazlum halkların yeniden umut tacı olacak. İşte bu yüzdendir ki küresel güçler bizim Ortadoğu enerji koridor hattında inisiyatif alıp etkin rol sahibi olmaktan son derece rahatsızlar. Biliyorlar ki, ilerleyen zamanlarda buralarda daha da etkin bir rol aldığımızda Ortadoğu'nun kontrolü onlar açısından zorlaşabilir. İşte bu endişe ve kaygılardan dolayıdır ki Türkiye’de ikide bir şiddet hareketlerini alevlendirip ayar çekmekten geri durmazlar. Onlar ayar çeke dursunlar, madem artık bizde oralarda inisiyatif aldık, o halde kararlılığımızdan vazgeçmeksizin hiçbir yılgınlığa kapılmadan ortadoğuda var olmaya devam etmeliyiz. Hem madem ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, hatta İran Ortadoğu’da pastadan pay kapmak için mevzi almış durumdalar, o halde yabancısı olmadığımız bu coğrafyaya onlardan önce bizim var olmamız gerekirdi. Düşünsenize elin adamı ABD, tâ okyanus ötesinden kalkıp petrol uğruna Kuzey Irak'a çıkarma yapmayı göze alabiliyor. İcabında hızını alamayıp Irak'a, Afganistan'a girebiliyor. Artık Ortadoğu toprakları üzerinde derin çıkar ilişkileri ve bir takım hesapların yapıldığı net bir şekilde görülüyor. Anlaşılan; ‘Bir damla kan bir damla petrol’ sözü boşa söylenilmemiş. Peki, bu hengâmede bize düşen nedir derseniz, bir kere ilk evvela işimize kendi evimizin önünde koyulmalı. Doğu ve Güneydoğu arazi yapısı sarpmış, kayalıkmış, iklim şartları elverişli değilmiş, ilkel ve konar-göçer hayat tarzı varmış gibi sudan bahaneleri artık geride bırakmamız gerekir. Değil midir ki bu tür sudan bahaneler yüzünden yöre halkı kendi başının çaresine bakıp "aşiret" liderleri etrafında kendilerini konumlandırmışlar. Hatta oralara devlet hizmetinin ulaşmadığı yıllarda yöre halkı bağlı olduğu aşiret liderlerine sadakatlerini "Bey", “Ağa", "Reis" unvanlarıyla taçlandırmışlar da. Ancak şu da var ki, bu unvanlarla anılan aşiret liderlerini orta çağ döneminin serf veya senyörleriyle karıştırmamak icap eder. Asla bizde ki aşiret ağaları veya reisleri fonksiyon itibariyle ortaçağdaki gibi toprakla alınan ve toprakla satılan feodalite sistemini çağrıştıran senyör ağaları değildir, tam aksine yöre halkın sesi diyebileceğimiz toplum öncüleridir. Kelimenin tam anlamıyla toprağa bağlı kölelik batıya has bir durum, asla feodal sistem bu coğrafyada yer bulmadı, bulmazda. Zaten her kim ki, Güneydoğu’daki aşiret yapıları feodal sistemle aynıdır iddiasında bulunuyorsa, biliniz ki o iddia sahipleri kendi bilgisizliğin ve cehaletini ortaya koymuş olurlar. Bakın devlet erkânı aşiret reisleriyle Ankara’da zaman zaman bir araya gelip fikir alışverişinde bulunabiliyor, bu son derece normal gayet tabii durum. Dedik ya, yöre halkı nezdinde ağa, bey, eşraf, şeyh vs fonksiyon itibariyle sivil toplum lideri ya da kanaat önderi olarak görülmekte. Madem öyle, devletin yöre halkı nezdinde hatırı ve etkisi olan kanaat önderleriyle görüşmesini büyük bir fırsat olarak görmemiz icab eder. Aksi bir tutum sergilemek yöre halkıyla devlet arasındaki köprü bağını koparmak olur. Aşiret reisi de olsa Türkiye’nin neresinde halkla gönül bağı kuracak hangi kanaat önderi varsa hemen bunu fırsata dönüştürüp o gönül köprüsünü inşa etmek gerekir.
Şu da var ki; aşiret yapılar fonksiyonel yapılar olmakla birlikte her geçen gün otoritelerinin zayıflamakta olduğu da muhakkak. Zaten bu tür yapılanmaların tamamen ortadan kalkması için tam manasıyla sanayileşmiş bilgi toplumu olmamız şart. İyi ki de Özal GAP projesine start verdi de göçer konar ve aşiret yapılar etkisini yitirir hale geldi. Zira ekonomik kalkınmaya yönelik her bir hamle, aşiret yapıların lüzumunu azaltacağı gibi PKK’nın istismar ettiği kaynakları kurutur da. İşte PKK ve her türden etnik ve siyasi ayrılıkçı akımlar bunu bildikleri içindir Güneydoğu’nun kalkınmasını istemezler. Niye istesinler ki, o bölgenin kalkınması demek sosyal tabanlı militanlaşma eğilimlerinin bertaraf edilmesi demektir. Madem öyle, devlet ve millet el ele gönül gönüle inadına Özal’ın start verdiği GAP’ı tamamlayıp bir an evvel tüm ünitelerine işlerlik kazandırmak gerekir. Öyle inanıyoruz ki GAP bütün üniteleriyle devreye girdiğinde bu proje bizim hayati petrolümüz olacaktır. Hatta bu projelerin tamamlanmasıyla birlikte ekonomik açıdan doğu ile batı arasındaki ekonomik dengesizlikler sona erip 'batıda ne varsa doğuda da o var' diyebileceğimiz bir iktisadi bütünlükte sağlanacaktır. Ne var ki geldiğimiz noktada hala doğu ile batı arasındaki büyük farklılık giderilememiştir. Bir türlü yılların ihmalkârlığına son veremedik. PKK şer örgütü yatırımları durdurmak için birçok tesisleri bombalasa da, hendekler kazsalar da, devlet inadına üstü üstüne gidip yatırımlara ve projelere hız vermeli. Allah korusun geri adım atarsak oralarda daha başka otoriterlerin teşekkül etmesi kaçınılmaz olur. En iyisi mi devlet olarak yol yakınken yapılması gereken ne varsa bin kat misliyle yapılmalıdır.
Malumunuz Doğu ve Güneydoğunun çetin coğrafi şartları maliyeti yüksek yatırımlar yapılmasını gerektiriyor. Hakeza alt yapı hizmetleri içinde öyledir. İşte hal vaziyet böyle olunca ister istemez o bölgede özel sektöründe iştahını kabartacak bir dizi yatırım gerçekleşemiyor. Yinede her türlü engellemelere rağmen devlet ve özel sektör el ele verip yatırım üzerine yatırım hamlesi yapması lazım gelir. Aksi takdirde bölge insanı ya dağa çıkacak, ya da göç edecektir. Dolayısıyla büyük özveriyle yapılacak ekonomik hamlelerle nüfus göçünün önüne geçilebilir pekâlâ. Görüyorsunuz Türkiyenin hangi yerinde ekonomik sıkıntı çeken bir vatandaşımız varsa soluğu büyük şehirlerde almakta. Hadi büyük şehirlerde soluğu almak iyi hoşta, bu kez de daha başka problemler beraberinde taşımış olunuyor. Değim yerindeyse çarpık kentleşme denen olayla karşı karşıyayız. Sadece çarpık kentleşme olsa yine gam yemeyiz, bu arada göç eden insanların geleneksel alışkanlıklarıyla şehrin normları çatıştığı içindir bir takım sosyal sancıların doğmasını kaçınılmaz kılıyor. Bu noktada hesabı kitabı iyi yapılmış planlı ekonomik politikalara ihtiyaç var. Planlı ekonomik politikalar yürürlüğe girmeli ki göç önlenebilsin. Yoksa insanlar durduk yere niye köyünden, kasabasından, yurdundan kopup büyük metropol şehirlerde uyum sancısı yaşasın ki. Hele büyük şehirlere gelen doğu ve güneydoğu insanının şehrin göbeğinde sürekli olarak ruh dünyalarında 'Kürt sayılma' ezikliğini hissedip üzerilerinden atamamaları gerçekten Türkiye açısından bir talihsizliktir. Oysa biz, tarihi süreç içerisinde hiç kimsenin diline dinine, ırkına bakmaksızın nice insanları kendi iç bünyemizde hoşgörüyle bağrına basmış bir milletiz.
Peki, bize ne oldu da bir anda farklılıklara tahammülümüz kalmaz olduk. Besbelli ki Kürtlerin iç dünyalarında yaşadığı bu eziklik duygusu, çevrenin kendilerine olumsuz yönde bakmalarının etkisi çok büyük olmuş. Dahası çevrenin onları 'Kıro-miro' yaftasına maruz kalıp ikinci sınıf vatandaş muamele yapılması ağır gelmekte. Maalesef birileri Türk-Kürt kardeşliğini sabote etmek istiyor. İşte bu noktada, bize bu oyunu bozmak düşer. Nasıl mı? Bir kere en başta bu tür çirkin yaftalamalarla dolduruşa gelmemek gerekir. Zaten Türk ve Kürt birbirimizden ayrı gayri değiliz ki. Kaldı ki, hasetlikten kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Kardeşlerimizle Rabia olmak varken bu kin ve nefret niye. Bu necip millete Rabia’ca yaşamak yakışır. Bakın Gönüller Sultanı Seyda Hz.leri ne diyor; “Biz bize iftira edenleri bile severiz.” İşte bu müthiş söz doğu ve batı insanını aynı halkada buluşturup kaynaştırmaya yeter artar da. Yeter ki, Gönüller Sultanı Seyda Hz.lerinin bu engin anlayışı bizim hareket kaynağınız olsun. Dahası Türk'ü Türk'e, Kürdü Kürde, Kürdü Türk'e ve Türk'ü Kürd’e sevdirecek bir Rabia modelini hayata geçirmek şart. Düşünsenize İslâm’da Müslüman olan bir insan derhal hukuki hüviyet kazanabiliyor. Halifeyi köleye eşit kılan bir hüviyettir bu. Hatta bir Müslüman öldüğünde ruz-i mahşerde huzura çıktığında etnik kimliğine, mevkisine ve malına bakarak muameleye tabi tutulmaz, Salih ameli var mı yok mu buna göre muamele görür. Çünkü Allah indinde üstünlük ne soyda, ne malda, ne mülkte, ne de mevkidedir, üstünlük takvadadır.
Şahsiyetli bir dış politika
Artık bir saniye bile olsun kaybedecek zamanımız yok. Hele 2023’ü kendine hedef edinmiş Türkiye’nin tez elden doğu ve batı insanını kaynaştıracak tek tip projeye değil, çok tip projelere ihtiyacı var. Öyle projeler geliştirmeliyiz ki, doğulunun batılıya, batılının doğuluya muhabbet beslediği bir anlayışı hâkim kılıp tüm fitne odaklarının uykusunu kaçırmaya yetsin. Tıpkı Çanakkale ve Kıbrıs’ta yedi düvele karşı Türk, Kürt, Laz, Çerkez demeden omuz omuza verip aynı cephede Rabia’ca 'Bir' olduğumuz gibi bugünde "Ölürüm Türkiye” uğruna yine aynı ruhla canla başla Rabia’ca 'Bir' olup modern çağın en üst seviyelerine sıçramak gerekir. Hiç kuşkusuz Haçlı zihniyet, bizim can yürek olup 'Rabia' olmamızı istemez, onların arzusu bölünüp, parçalanıp yutulmaktır. O haçlı zihniyeti değil midir ki, tarih boyunca ne Anadolu coğrafyasında, ne Avrupa’da varlığımıza tahammül edememişlerdir. Günümüzde de yine aynı husumetle bir yandan Rusya, İngiltere ve Fransa, öte yandan ABD boş durmamakta. Hani şu 2002 öncesi PKK ile olan mücadelemizde güya bize destek babında bizim coğrafyada Çekiç Güç konuşlandırılmıştılar ya, hiçte kazın ayağı öyle değilmiş, meğer destek değilmiş köstek olarak konuşlandırılmış çekiç güçmüş. Besbelli ki İsrail lobi faaliyetleriyle Beyaz Sarayda etkinliğini artırdıkça bu ve buna benzer köstek manzaralarıyla karşı karşıya kalacağız demektir. Baksanıza adamlar kapalı kapılar ardında kendi kendilerine belirledikleri gizli haritalarda ve gizli gündemlerinde bizi hedef tahtasına oturtmuşlar bile, dahası bize Doğu ve Güneydoğu’da ikinci bir "Sevr" yaşatmak peşindeler. Onlar iz peşinde koşa dursunlar biz bu arada ne yapıyoruz asıl ona bakmak gerekir. Tanzimattan bu yana yaşadığımız tüm ayar çekmelerden vardığımız sonuç şudur ki, kurtlar sofrasında dengeleri ülkemizin lehine çevirecek Sultan Abdülhamit Han, Özal, Erdoğan ve Davutoğlu tarzında usta dehalara ihtiyaç var. Nitekim Ulu Hakan Abdülhamit Han, tahta geçtiğinde tüm diplomatik kanalları akıl dolu hamlelerle lehimize işletip Osmanlının yıkılışını 33 yıl geciktirmesini bilmiştir. Peki ya Ulu Hakanın İstanbul’da aşiret çocuklarına yönelik açtığı mekteplere ne demeli, gerçekten bu çocuklar aşiret mekteplerinde kendi kimlik ve kültürleri doğrultusunda eğitilip topluma kazandırılmışta. Hakeza yine onun kurup faaliyete geçirdiği Hamidiye alayları da kayda değer bir hadisedir. Bu sayede nizami ordu ve aşiret milisleri oluşturulmak suretiyle Ermeni, Rus her ne varsa tüm heveslerini kursağında bırakacak bir örgütlenme modeli ortaya konulmuş oldu. İşte bu yüzden Ulu Hakan Abdülhamit Han Kürtler nezdinde Kürtlerin babası olarak yâd edilir. Aslında ‘Devlet baba’ denen şefkat bu olmalıydı. Dahası engin tarihi birikimimizden daha bizim nice almamız gereken ibretlik dersler var, ama gel gör ki ortada yeterince bu birikimlerimizi analiz edip pratiğe dökecek pek gayret gözükmüyor. Başka ne diyelim, atalarımız aşiret, cemaat, vakıf her ne yapılanma varsa bütün organize olmuş teşekkülleri ülkenin yararına hizmet etmelerini sağlarken, bizler bu ecdadın torunları olarak tam aksine bilhassa 2002 öncesi Türkiye’sinde bu tür sivil organizasyonlara mesafeli kalmışız.
Yine engin tarihi birikimimizin ortaya koyduğu bir başka örnek model ise Yavuz’un uygulamalarında görürüz. Şeref Han'ın Şerefname’sine baktığımızda Yavuz Sultan Selim'in, 16 aşiret reisini ustaca teşkilatlandırmak suretiyle Doğu ve Güneydoğu sahasını Osmanlı’nın hizmetine sunmuşluğuna şahit oluruz. Zaten bugün İdris-i Bitlisi ve Mirdesi aşiret reisi Cemşit Beyden övgüyle söz ediliyorsa bunu büyük ölçüde Yavuz Sultan Selim Han'a borçluyuz. İşte bu gerçeklerden hareketle Ahmed-i Hani ‘Mem u Zin’ adlı eserinde; Şayet Kürtler arasında birlikteliği ve dayanışması sekteye uğramasaydı Rum, Acem ve Arap bize hizmetkâr olurdu demekten kendini alamamıştır. Çünkü Ahmed-i Hani biliyordu ki Kürt aşiretleri arasında uzlaşmazlık birtakım sancıları beraberinde getirmiştir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; Ahmed-i Hani, Kürt kavramını bizim düşündüğümüz manada soy sop faslı şeklinde algılamamış, bilakis bu kavramı birleştirici unsur olarak görmüştür. Hiç kuşkusuz etnik ve siyasi Kürtlük meselesi günümüze has bir hastalık tablosudur.
Anlaşılan o ki, dünya dengelerini iyi lehimize çevirecek sürekli çözüm üretip strateji belirleyecek dış politika ortaya koymak elzem ve zaruridir. Peki, bir dış politikanın stratejik olup olmadığı nasıl anlaşılır derseniz, gayet basit: şöyle başımızı kumdan çıkarıp dünyada ne oluyor ne bitiyor diye baktığımızda; şayet dünyada gündem oluşturamamış ya da kabına çekilmişlik halimiz varsa biliniz ki içe kapanık bir dış politika yürütüyoruz demektir. Yok, eğer gündem belirleyen ve atak durumda bir haldeysek biliniz ki dışa açık bir dış politikamız söz konusudur.
Her ne kadar batı dünyası Ortadoğu’da kimlikler üzerinde siyaset üretip keyif çatsalar da bir gün gelecek kimlikler üzerinde izledikleri bu çirkin siyaset ters tepip kendi çan evinden vuracaktır. Zira etnik siyaset öyle başa bela bir virüs ki önlem alınmazsa gittiği ülkeyle sınırlı kalmaz, metastaz etki yapıp tüm dünyayı kuşatan habis ur olur da. Bakın, imparatorluklar çöktü diye keyif çatanlar şimdilerde ulus devlet projesinin ürettiği bölünmüşlük ve parçalanmışlığın pençesiyle boğuşur haldeler. Öyle ki ortada savaşan devletler değil, ülke halkları vardır. Dahası ülke halkları içerisinde etnik, mezhebi ve ideolojik farklılıkların yansıması diyebileceğimiz kimi zaman üniformalılarla sivil arasında, kimi zaman politikacılarla sivil halk arasında, kimi zamanda her üçü arasında cereyan eden savaştır bu. İşte bu yeni savaş modeli başta Ortadoğu olmak üzere Kafkasya, Afrika, Endonezya, Hindistan, İran, Pakistan, Balkanları etkisi altına alacak derecede kendini göstermekte. Böyle giderse bu yeni savaş modeli daha çok can yakacak gibi. Şayet ortalığı derleyip toparlayacak Abdülhamit Han varı ufku geniş dehalar evreye girmezse birçok tehlike unsurları bizim kapımızı da çalabilir. Dileriz kaynayan Ortadoğu kazanı taştığında bizim üzerimize değil Ortadoğu ve tüm mazlum hakların başında boza pişiren vahşi baronların tepesine taşsın, Taşsın ki bu kez kaynar kazan olmak neymiş sızısını çekmiş olsunlar.
Yeni bir Anayasa ihtiyacı
Öyle anlaşılıyor ki 1924 Anayasasının 88. maddesinde yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” anlayışından epey zamandır uzak kalmışız. Sadece uzak kalsak yine gam yemeyiz, bu anayasanın gerisine düşmüşüz. Nasıl mı? İşte 12 Eylül Anayasası bunun en tipik misali. 12 Eylül anayasası bu ülkeye dar gelmekte ve artık mızrak çuvala sığmaz durumda. O halde neydip edip bir an evvel 2023 Yeni Türkiye’ye giden yolda yeni anayasa çalışmalarını neticelendirmek gerekir. Öyle bir Anayasamız olmalı ki, bu coğrafyada soluklayan her vatandaşımızın görüşü, dini, mezhebi, kültürü, ırkı ne olursa olsun bu ülkenin ‘Rabia’ unsuru olarak addedilebilsin. Keza öyle bir Anayasamız olmalı ki, yedi düvele karşı göğsümüzü gere gere gururla bu bizim toplumsal sözleşmemizdir diyebilelim.
Hiç kuşkusuz geçmişten bugüne yaşadığımız sıkıntıların temelinde toplumsal sözleşmeden mahrum kalışımız yatmaktadır. Zaten gerçek anlamda özde ve sözde toplumsal sözleşmemiz olsaydı her on yılda bir darbelere maruz kalıp Türkiye parti kapatma mezarlığına dönüşmezdi. İşte bu güne dek darbe mamulü anayasalardır ki milli irademizi askıya alabiliyor, yetmedi milli irademizle seçtiğimiz TBMM üyelerin vekâletleri yok sayılıp bizden kopartılabiliyor. Gerçek şu ki; milli iradeyi hiçe saymak Türkiye'yi hiçe saymaktır. Derken bu hiçe saymışlık vatandaşla devlet arasında derin güven bunalımına yol açmakta. Hele Ankara’nın derin koridorlarında tek tip insan üretme modeline yönelik girişimler Diyarbakır’ı ötekileştir bir kentmiş gibi karşımıza çıkabiliyor. Oysa tek tipleştirici politikalarla oyalanacağımıza her dilden, her mezhepten, her renkten her kültürden insana beşiklik eden İstanbul’un o ufku geniş penceresinden bakmayı bilseydik kendi iç meselelerimizi bir çırpıda halledebilirdik. Olaylara hep Rabia ufkundan bakıp kesretten vahdete bir yol izleyebilseydik bu noktalara gelmezdik. Evet, İstanbul’un o çok kültürlü demografik yapısı içerisinde ne zaman ki kesretten vahdete, yani çokluk içinde birlik rolü gerçekleştiğinde biliniz ki pembe şafakların doğması belki yarın, belki yarından da yakın olacaktır.
Bu arada kültür deyince Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun kültürel anlamda bütünleşmesinde rol oynamış şair ve liderleri de unutmamak gerekir. Hatta unutmakta ne söz, onları her mekân ve zamanda anmak boynumuzun borcu da. İşte halk şairi Ercişli Emrah, din ve dil âlimi Vankulu Mehmet Efendi, müfessir Vani Mehmet Efendi, araştırmacı Ali Emiri Efendi, İbrahim Hakkı Bitlisi, Akbıyık Mehmet Efendi ve Kıbrıs çıkarmasında canla başla mücadele eden her etnik unsurdan kahramanlarımız ve daha niceleri bizim birlik abidelerimizdir. Nasıl ki bir Türk için Ergenekon ne kadar çok mühim hürriyet destanı bir abide ise, bir Kürt içinde Şerefname'ye konu olan Dahhâk zulmünden kurtuluşu temsil eden efsane de bir o kadar mühim mitoloji abidesidir. Madem öyle şimdi yeni bir abideden söz etmek zamanıdır. Evet, bu abide Kürtlerin sahiplendiği Demirci Kava efsanesi ile Türklerin Türeyiş destanını ortak payda da buluşturabilmek abidesidir.

Din faktörü
Hiç kuşkusuz bölge halkının hayatında dinin çok büyük ehemmiyeti var. Güneydoğuda yer yer geleneksel medrese eğitiminin devam etmesi bunu teyit ediyor. Ne var ki geleneksel medrese öğretisinden El-Kaide, Hizbullah, IŞİD gibi terör örgütleri son derece rahatsızlardır. Öyle ki, gerektiğinde o bölge halkının değer verdiği birçok medrese âlimin rahleyi tedrisatından geçmiş birçok insanı hunharca katledebiliyorlar. Sanki katlediyorlar da ne oluyor icabında onca insan denize düşen yılana sarılır misali PKK’nın kucağına düşmekte. Bakın, 28 Şubat Postmodern Darbe zihniyeti de öyle değil miydi? Onlarda kendi ürettikleri irtica paranoyasını birinci tehdit kapsamına almışlardı. Böylece Kur’an kurslarını kapısına kilit vurmaya yönelik 16 yaş sınırlaması getirilmesi gibi uygulamalarla kardeşliği linç etmişlerdir. Linç ettiler de ne oldu, bu uygulamaların neticesinde 11–16 yaşlarında gencecik teröristleri biranda karşımızda bulduk. Hele zinde zihniyetler mevcut kültür dokusuyla uğraşmaya dursunlar, bir bakmışsın ardından onarılması zor ağır zayiatlarla baş başa kalabiliyoruz. Tabii bu arada bizi teselli edecek güzellikler yaşandı. Şöyle ki 1993 yılında aramızdan ayrılan sevilmişlerin sevilmişi, seçilmişlerin seçilmişi, işaret olunanların işaretçisi Sultan Seyyid Muhammed Raşid (k.s.)'in doğu ve batı insanını kaynaştıran irşad faaliyetleri kayda değer hadisedir. Allah’tan onun irşad halkası yediden yetmişe herkese yetişti de o bölgede kangrenleşmiş birçok problemler bir nebze olsun dindirilebilmiştir. Nasıl mı? İşte, Hekimoğlu İsmail bu hususta şöyle der: "Raşid Efendi Arapça, Kürtçe ve Türkçe bilirdi. Menzil'de Kürd'ü, Türk'ü ve Arab’ı kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermanı idi. Bir kısım bürokratlar kıymetini bilemedi. Osmanlı Devleti'ni asırlarca ayakta tutanlar Raşid Efendiler gibi kimselerdi. Türkiye bunların kıymetini bilmediği için şimdi başımıza PKK olayları çıktı. Çünkü İslâmiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Raşid Efendi ve O'nun gibiler sürekli gözetim altında bulunduruldu, sürgün edildi, ifadesi alındı, kısaca rahat bırakılmadı ve olaylar PKK'lılara malzeme oldu. İslâmiyet her ırkı, her mezhebi kısaca Müslümanları kardeş eder. Bugünkü kavmiyetçilik kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi gibilere imkân tanınsaydı Güneydoğu hadiseleri olmazdı."
Vehbi Vakkasoğlu ise; "...Şeyh Muhammed Raşit Hazretleri'nin mensup olduğu manevi silsile, iman ve irşat sahasının en parlak ve etkili yollarındandır. Öyle ki, bir zamanların eşkıyaları olan Hamido ve Celilo dahi, Gavs Hazretleri'nin (Seyda Hz.lerinin babası) sohbet halkasında yepyeni bir şahsiyet haline gelmişler, eski hayatlarından tamamen çekilerek temiz bir ömür yaşamışlardır. Bunun binlerce örneği o mütevazı Menzil'de halen yaşamaktadır" demekten kendini alamamıştır.
Prof. Dr. Haydar Baş'ta bu anlamda şu tespitte bulunmuştur: "Bugün millet olarak içimizde kanayan bir yara hükmündeki terör belasından kurtuluşun yolu, bu zatın (Seyda Hz.) ve onun gibi ehli maneviyatın hizmetlerine ağırlık vermektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da böyle maneviyat ehli insanların faydalı hizmet yaptıkları yerlerde insanların huzur içinde oldukları ve devlet-milliyet kaynaşmasının gerçekleştiğini görüyoruz. Zira kalbinde Allah korkusu olanların milletine zarar veremeyecekleri açık bir gerçektir."
Evet, Seyda Hz.leri gibi daha nice gönül sultanlarının kıymetini bilmek gerek. Şayet kıymet bilip doğu ve güneydoğuya yönelik tam manasıyla kalıcı kültürel, iktisadi, sosyal ve sivil politikalar ortaya koyabilseydik belki de bunca zamandır Kuzey Irak tarafına, Kandile, Cudiye bomba yağdırmaya gerek kalmayacaktı. Doğrusu bir ara çözüm sürecinden bayağı bir umutlanmıştık, ama gel gör ki Türk Kürt kardeşliğini çekemeyenler bu süreci provoke edip umutlarımızı sele verdiler. Umutlarımıza gölge düşürdüler de ne oldu, onların anladığı dilden bu kez hükümetimizin ve Türk Silahlı Kuvvetlerin güçlü iradesi ve kararlılığıyla inlerine girildi de. Öyle ki kaçacak delik aradılar. Derken çözüm süreci şimdilik buzdolabına alınmış oldu. Ne zaman ki bölücü terör örgütü silahları bırakır, ne zaman ki toprağa gömüp, işte o zaman çözüm süreci buzdolabından çıkıp çözüme kavuşur diye umut ediyoruz.
Evet, bizde biliyoruz teröre karşı askeri ve polisiye tedbirler sadece kısa vadede işe yaramakta. Asıl bize lazım olan uzun vadeli çözümlerdir. Yani bizim ihtiyacımız olan kültürel, sosyal ve ekonomik reçetelerle kalıcı çözüm elde etmek esas olmalı. Yeter ki, bu hususta başkaldıranlar pişman olup ‘Rabia olmak’ için samimiyetlerini ortaya koysunlar bak o zaman kardeşlik neymiş tüm dünyaya göstermiş oluruz da. Zaten Kürt halkını, hiç bir zaman bizden ayrı gayrı görmedik. Sadece bizi ayrıymış gibi düşündürtmeye çabalayanlar oldu. Allaha şükür ki; artık 2002 öncesi Türkiye'sinin o eskimiş zihniyeti iş başında değil, şimdi bizim candan kardeş olmamızı arzulayan bir zihniyet iş başında. İşte milletin reyleriyle seçilen Cumhurbaşkanının meydan meydan Rabia işaretiyle bu coğrafyada yaşayan her etnik unsuru “Tek Millet, Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Devlet” çatısı altında bir olmaya ve diri olmaya çağrı yapması bizim için yeniden umutlarımızın yeşerdiği bir gün dönümü olmuştur. Öyle ya, madem Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan devletin adına 'Türkiye Cumhuriyeti' demişiz, hem madem Meclisine de 'Türkiye Büyük Millet Meclisi' demişiz, o halde bağrımızda taşıdığımız hangi etnik unsur olursa olsun hep birlikte ‘Can Rabiam Türkiyem’ demek zamanıdır. Şayet söz konusu Güneydoğu halkı ise, ister adına muhtelif Türk Uruğlarına mensup zümrelerin karışmasından doğan bir Türk zenginliği denilsin, ister Kard-ukh-i, ister Kürt denilsin fark etmez, sonuçta bu coğrafyada bizimle beraber nefes tüketen, bizimle beraber hemhal olan her etnik unsur bu ülkenin asli Rabia’sıdır. Türkiye kilimi zengin bir kilim, her deseni kaldıracak güçte bir kilim. Ve bu kilimde Kürt deseni de var. Ne var ki şimdilerde bu desen ilmek atmış durumda, şimdilerde bu ilmeği örecek mahir eller devreye girmeli ki çözüm süreci bir hayal değil hakikat olsun. Keza Ziya Gökalp’ın şu ifadelere yer vermiştir; “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa, Türk değildir, Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir..” (Bkz. 1922 Haziran - Küçük Mecmua) sözlerini yediden yetmişe herkesin beynine işleyecek bir el devreye girmeli ki bu ilmek dikiş tutsun. Yetmedi Ziya Gökalp’ın “Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler” adlı eserine bakmak gerek. Hatta satır satır okumalı ki Ziya Gökalp’in Kürtleri hakir gören Türkçü Nihal Atsız’dan farklı bir kulvarda yer aldığını fark edilmiş olsun. Fark edilsin ki, Kürtler nasıl Türk olur hesabı yapmak yerine Türk-Kürt yeniden nasıl kardeş olur onun hesabını yapmak daha kolay olsun. Hem bize mi kalmış soy sop belirlemek, destur deyup Türkiye Sevdası Kilimi her deseni bağrına basmaya yeter artar da. Zira hepimiz aynı kilimin ayrılmaz desenleri Rabia’yız.

KÜRTÇÜLÜK
Evet, Siyasi Kürtçülük can evimizden vuran yumuşak karnımızdır. Keza Siyasi Türkçülükte özünden uzaklaşması itibariyle öyledir. Her ikisi de tez antitez halde birbirinden beslenmekteler. Beslenmelerine beslensinler de, şu iyi bilinsin ki 'ci' veya 'çi', 'cu' veya 'çü', 'cilik' veya 'çilik', 'culuk' veya 'çülük' eki alan her bir akım asla bu topraklarda neşvünema bulmaz. Nasıl bulsun ki, bir kere Kürtçülük kan dökmek ve yakıp yıkmanın ötesinde bir anlam ifade etmez. Kan döktükten sonra ha ırkçılığa soyunmuşsun, ha Kürtçülüğe. Ne fark eder ki, sonuçta her iki kavramla da kan dökülmekte, üstelik kendi dışındakilerin kanını kendilerine helal görmekteler de. Yakıp yıkmakla ellerine ne geçiyor doğrusu anlamak mümkün değil, ateş olsalar sadece cirmi kadar yer yakacakları malum, dolayısıyla cirmin ötesine boşa heveslenmesinler. Çünkü yeryüzünde bugüne dek hiç bir terör örgütü devlet olamadı ki, onlarda olsun.
Peki ya bizim akıl tutulmamıza ne demeli? Onları gereğinden fazla gözümüzde büyütmüş olmuyor muyuz? Adı üzerinde ırkçı cereyan, büyüte büyüte PKK şer örgütü haline geldi de. Artık karşımızda şişirilmiş korku imparatorcuğu var o kadar. Aslında bu şişirilen balonun arka bahçesine baktığımızda ortada ne doğru dürüst ortak bir dili var, ne devlet geleneği var, ne doğru dürüst edebi eseri var, hiç bir şeyleri yok ki. O halde ne diye kendilerini dev aynasında gören bu korku imparatorcuğunu muhatap alıp ta durduk yere kendi elimizle büyütelim ki. Aklın yolu birdir, şayet dağdan ovaya inip devletin şefkat ellerine teslim olurlarsa ne ala, yok eğer yakıp yıkmaya devam edeceklerse bilsinler ki bu topraklarda Rabia’mıza dokunan elleri kırmasını biliriz. Zira bizim Rabia’mız “Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Millet ve Tek Devlettir”, bundan gayrisine asla yer yoktur. O halde gelin hep birlikte yeniden fabrika ayarlarımıza dönüp Rabia olalım. Bakın bu coğrafyada tarihten bu yana Türk’üyle, Kürdi’yle, Çerkez’iyle ve Laz’ıyla vs. birbirimizi ayrı gayrı görmemişiz, görmeyiz de, ne zaman ki kendi dışımızdakileri öteki gördük, işte o zaman Kürtçülük başa bela kanayan yara olarak karşımıza çıkıverdi. Oysa Kürt dedikleri insanlar bu coğrafyada profesör, asker, müzisyen, yazar olmuşlar, bizden birileri görmüşüz hep. Üstelik böyle yapmakla gök kubbe başımıza geçmedi ki şimdi de geçsin. Bırakın her şey kendi doğal akışında seyretsin. Müdahale edilmesin ki ayrılık gayrilik kendiliğinden çözülsün. Kutuplaşmakla nereye varılır ki. Sanki herkes kin kışkırtıcılığına soyunmuş durumda. Batıdan ithal ettiğimiz milliyetçilik kavramını bile rayından çıkartılıp ırkçılığa dönüştürmekte pekte mahiriz. Oysa tarih boyunca birlikte yaşadığımız her etnik unsurla ilişkilerimizi ne ırk, ne nesep, ne mezhep, ne de meşrep belirlerdi. Sadece Osmanlı şemsiyesi altında Müslim ve gayrimüslim tasnifi vardı. Kaldı ki bu da ayırımcılık anlamında bir tasnif değildi, sadece dini mensubiyeti belirlemeye yönelik hukuki bir tasnifti. Besbelli ki Osmanlı Müslim olanlarla birliği ve dirliği ‘İnananlar kardeştir’ buyruğu düsturunca hallederken, gayrimüslimlerle olan ilişkileri de; ‘Dinde zorlama yok’ ilahi prensibi düsturunca çözüme kavuşturmuştur. Derken gayrimüslimler Osmanlı şemsiyesi altında özgürce yaşama şansını elde etmişlerdir. Ne zaman ki; Fransız ihtilalinden sonra menfi milliyetçilik akımları toprağımıza sıçrayıverdi, işte o gün bugündür Prof. Dr. İlber Oltaylı’nın da belirttiği üzere Türklük öz itibariyle değil bir Truva atı olarak koynumuza giriverdi. Menfi milliyetçilik rüzgârları hele topraklarımızda esmeye dursun bağımsızlıklarını ilan eden edene. Derken bir zaman beraberce yaşadığımız unsurların sürüsüne bereket, şimdi her biri ayrı coğrafyalarda darmadağınık halde yaşamaktalar. Onlardan geriye sadece misak-i milli hudutları ile belirlenen Can Türkiye’miz kaldı. Ne var ki bu cennet vatanımızı bile bize çok görenler var. Yetmedi Güneydoğu’yu bize zindan etmek için pusuya yatanlar var. Onların hesabı varsa, Allah’ında değişmez nihai hesabı var elbet. Ama bugün, ama yarın, bir gün gelecek yaşadığımız şu dünya sathı bu necip milletin yeniden dirilişine sahne olacaktır, buna inancımız tam da.
Bakın, Ahmet Selçuk Özdağ ülkü yolunun çilesini çekmiş aynı zamanda 12 Eylül sonrası MHP davasında düştüğü Yusufiye mahpus hayatında Kürtçülük konusunda bir hatırasını nasıl dile getiriyor:
“Medrese-i Yusufiye'de iken Adıyaman'da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ''Sen Menzil'e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste...'' Arkadaşım gitmişti Menzil'e... Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ''Menzil'e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabalıktı fakat kardeşi Seyyid Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler...''
Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idraki ile Allah'tan, Resulullah'tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (k.s.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden Muhammed Raşid (k.s.) Hazretleri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere duçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslam’ı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman Allah'ım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürdür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... dualar... dualar... ediyorlardı.
O, Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet'e ittiba etti, saadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüz binlerce insanı dünyadan ahrete bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi.
Allah rahmet eylesin...”
İşte görüyorsunuz, bilmem bu güzel hatıraya ne eklenebilir ki. Belki tek şunu diyebiliriz; ‘çülük’, ‘cülük’, ‘çilik’ ve ‘cilik’ ibaresi alan her kavramla içimizi karartıp ırkçılık yapmak yerine kardeş olup Rabia olsak ne kaybederiz ki.
Vesselam.