ENERJİ VE HAYAT

ENERJİ VE HAYAT

ALPEREN GÜRBÜZER

Enerji nasıl oluyor sorusu insanlığın zihnini sürekli meşgul etmiş, edecekte. İnsan bu meşguliyetle düşüne dursun kendisinin bile sadece adale kuvvetine bağlı bir kuvvetin ötesinde bizatihi zihnini çalıştıracak bir mekanik enerji güce sahip olduğunu unutur gibi gözüküyor. Nitekim hafif bir şekilde olsa düğmeye parmağı ile dokunduğunda nice beygir gücüne sahip araçları harekete geçirebileceği gibi, herhangi bir yere atom bombası atarak ülkeleri altını üstüne getirip hallaç pamuğuna çevirebilmektedir. O halde insan başta olmak üzere her madde hem kinetik enerji hem de potansiyel enerji ile yüklüdür. Bu yüzden tüm kâinat var olan enerjisi ile hem kıpırdar, hem de ötelere devran olmaktadır. Demek oluyor ki enerji hem maddeye bağlı enerji ve ışın halinde enerji olmak üzere adeta iki ana kanaldan “Durmak yok yola devam” diyor. Yani maddeye bağlı enerji taşınması genel itibari ile potansiyel ve kinetik enerji olmak üzere iki ana cadde üzerinde cereyan etmektedir. Mesela herhangi bir madde kendisini doğrudan ilgilendirecek bir kuvvet alanı içerisinde ise o cisim artık potansiyel enerji konumunda demektir. Fakat herhangi bir taş cinsini elimizden bırakıverdiğimizde yer çekimin etkisi altına gireceğinden kinetik enerjiye dönüşecektir. Hakeza termik veya hararete dayalı enerjilerde molekül hareketlerine endeksli olarak enerji transferi gerçekleştirebiliyorlar.
İnsanoğlu barajları keşfetmeden önce zaten bu işi yapan kunduzlar vardı. Bu sözünü ettiğimiz hayvan usta bir oduncu olmakla meşhurdur. Öyle ki keskin sarı dişleriyle koca ağaçları devirebilmektedir. Devirirken de üstüne yıkılıp zarar görmesin diye ani dalışlarla iyi bir yüzücü olduğunu dosta düşmana gösterebiliyor. Hele bir kuyrukları var, kuyruktan ziyade sanki bir dümen. İşte bu dümen sayesinde kucak dolusu odunları taşıyıp işleme sokabiliyor. Evvela odunların kabuklarını bir testere misali soyup soğana çeviriyorlar, sonra arta kalan parçaların bir kısmıyla in (yuva) yapmaktalar, bir kısmıyla da inşa edecekleri bendin temelini atıyorlar. Zaten hayatlarını korunaklı bir evde geçirmek adına su veya suya yakın yerlerde mesken tutmak için bunu yapmaya mecburlarda. Hatta bununla da kalmayıp güven içerisinde yaşamaları için sığ dereleri ve ırmakları inşa ettikleri bentleri göl haline getirmekteler. Böylece muhtemel kuraklığa karşı hem kendilerini susuzluktan koruyorlar, hem göllerde yaşayan birçok hayvanları susuzluğa bırakmamış oluyorlar, hem de su kenarlarında bitkiler için lüzumlu olan nemi temin etmiş oluyorlar. Dahası balıkların üremesine en ideal ortamı sunmuş olmaktalar. Sadece hayvanlara mı hizmet etmiş oluyorlar, elbette ki hayır, insanları da unutmamış gözüküyorlar. Şöyle ki Amerika’nın batı bölgelerinde geçimlerini ziraattan sağlayan insanların ektikleri ekinleri kunduzların inşa ettikleri barajlarla suladıkları artık bir sır değil. Belki de kunduzların inşa ettikleri bu barajlar olmasaydı çiftçilerin yüzü hiç gülmeyecekti. İyi araştırıldığında görülecektir ki 100 ton malzemeden oluşturulmuş ve 90 metre uzunluğunda kunduzların yaptıkları bentler bugünkü modern barajcılığa ışık kaynağı olduğu anlaşılacaktır. Bu hayvanlar baraj mühendisliğinde o kadar ileri seviye durumundalar ki su kanalları bile açacak hünere sahipler. Kaldı ki kocaman ağaç kütüklerini elle taşımak mümkün değilken onlar açtıkları kanallara bu kütükleri attıkları gibi aynı zamanda yüzdürerek gemi nakliyatı görevi bile yapmaktalar. Bir de bu hayvanların su altında yaptıkları kulübeler var ki hayret etmemek elde değil. Değim yerindeyse ağaç dallarıyla istifleyip araları çamurla karılarak ördükleri mekânlar için adeta dilimiz tutulmakta. Onlar aynı zamanda tam bir inşaat ustasıdırlar. Yuvanın giriş kapısı özellikle su içerisinde yapılması bile apayrı mühendislik isteyen bir şaheser hükmünde. Nitekim giriş kapısından yüzerek girdikleri kulübenin tek odalı barınma mekânı olduğu anlaşılmaktadır. Hatta odalarının bir köşesinde ağaç kabuklarından yaptıkları yatakları bile var. Yüce Allah bu hayvanları ağız veya kulak yoluyla su dolup boğulmasınlar diye onlar için ayrıca kulak ve burunları üzerinde kapakçıklar yaratmış ve bu sayede su altında beş dakika nefes almadan kalabilmekteler. Dahası Allah (c.c) dudaklarını da esnek yaratmış ki ön dişlerini sıkı sıkıya kapatıp su altında dişlerini odun taşıma da rahatlıkla kullanabilsinler. Hakeza kalın ve cazibeli kürk ile de bedenlerini dayanıklı kılmıştır. Bu yüzden kunduzların koyu renkli derileri kürk sanayisinde çok kıymetlidir. Hatta eti de besleyicidir. Fakat tüm bu olumlu yanları başına dert olup bilinçsiz avlanmalar yüzünden neslinin tükenmesi tehlikesini beraberinde getirmektedir. Neyse ki okyanus ötesinde kunduzlar hakkında çıkan koruma kanunu sayesinde bir nebze olsun bu tehlikenin önüne geçilebilmiştir. Siz siz olun hakkında kanun olmasa bile bu baraj mühendislerine dokunmayın. Çünkü onlar çevre dostumuzdur.
11. Yüzyıl Bağdat’ta yaşayan ünlü İbni Heysem adlı bilgin duymuştu ki; Mısırda Nil Nehrinin kış sezonunun ardından ilkbaharla birlikte yatağından taşarak bağ ve bahçeleri yok ettiğini, yazın sıcaklıklarda ise nehrin adeta kuraklığa kurban gittiğini. Bunun üzerine ünlü bilgin; “Şayet Mısır'da olsaydım Nil’in önüne bent yapar hem kış, hem de yazın bu sudan faydalanmayı temin ederdim” demiş. Tabii bu fikirler Fatımi Hükümdarının kulağına gidince onu ülkesine davet etmiş. Ünlü Bilgin bu davet üzerine Nil'i yerinde tespit ettikten sonra o zamanın teknik donanımı ile bunun mümkün olmadığını dile getirmiş. Yine de düşüncelerini pratiğe dökemese bile baraj fikrinin o şartlarda söylemesi manidar olsa gerektir. Bilindiği üzere barajlarda birikmiş su başlangıçta potansiyel (durağan) enerjiye sahip. İşte bu potansiyel enerjiyi kinetik (hareket) enerjiye çevirme olayı insanoğlunun düşünce eksersizi sayesinde veya mekanik enerjiyi çoğaltıcı çalışmaları sonucu gerçekleştirilmiş, derken birikmiş suyun yüksek yerden akarak su türbinin kanatlarına çarpıp eksenini döndürmesi sonucunda elektrik elde etmenin yöntemi keşfedilmiştir. Şayet jeneratör türü cihazlar bu eksene bağlanırsa çarklarını döndüreceği muhakkak, böylece bu dönme sayesinde elektrik enerjisi gerçekleşecektir. Anlaşılan o ki insanoğlunun mekanik üretici zekâ sayesinde başlangıçtaki durağan halde barajlarda toplanan suların pekâlâ kinetik enerjiye dönüşü mümkün olabiliyormuş. Derken insanlığın muhtaç olduğu her türlü teknolojik hamle elektrik enerjisi sayesinde anlam kazanmış oluyor. Hakeza uçak bataryaları güneş enerjisiyle doldurulup elektrik ve rüzgâr yardımıyla pekâlâ yakıtsız uçak uçurulabiliyor da. Nasıl ki suyun yüksek yerden aşağıya doğru akarak su türbinin kanatlarına çarpıp eksenini döndürmesi sonucunda elektrik elde edilebiliniyorsa aynen öyle de başlangıçta elektrikle çalışıp ve sonra üzerindeki bataryanın sağladığı akımla dönen tekerlekler pekâlâ rüzgâr oluşturabiliyor. Yani uçmadan önce tekerlekler batarya sayesinde dönebilirken, uçup hız kazanınca rüzgâr enerjisi devreye girdiğinde bu sefer tekerlekler bataryayı şarj eder hale geliyor. Hakeza James Amick de önce elektrik kuvvetiyle, daha sonra rüzgâr kullanarak uçağı uçurmayı başarmış bir mühendistir. O mekanik üretici zekâsını iyi kullanıp adeta bu buluşuyla çığır açmıştır. Gerçekten de rüzgârın artmasıyla birlikte bataryaların devreden çıkıp tekerleklerin bataryayı şarj etmesi, daha sonra rüzgârın bu işi üstlenmesi gerçekten büyük bir buluş olsa gerektir. Bu yüzden rüzgâr geçmiş yıllara göre idrakimizde bir başka türlü esmekteydi, ama şimdi onu daha iyi anladıkça ondan daha çok enerji elde edebilmekteyiz. Bu yüzden rüzgârsız hayat koşmamak demek olduğunun farkına varıyoruz. Durmadan koşan bu enerji aynı zamanda vücut iklimimizde dalgalanan bir başka enerjiyi de bize hatırlatıyor. Şöyle ki; görünürde bir buluş var, ama ondan da daha mühim bir kaynak var ki her nedense çoğu bilim adamı teğet geçmektedir. Teğet geçilen şey elbette ki insan enerjisinden başkası değildir. Oysaki pek çok buluşun kaynağı insan enerjisidir. O halde zekâ enerjisi deyip geçiştiremeyiz. Çünkü her türlü enerji bağlantısı pratik zekâ ile ilintili vaziyette. Kaldı ki denizin derinliğinde bir takım balıklar bile bir yandan bir litrede milyarda bir seyreltilmiş kokulu maddeyi hissederlerken diğer yandan da amperin yüz milyarda biri kadar bir elektrik yüklü akım değişikliğini anında fark edebiliyorlar. O halde insanoğlu pratik zekâsını kullanmış çok mu? Belki de pratik zekânın yanına ruhunu da katmalı ki gerçek anlamda eşrefi mahlûkat olabilsin. Zira Hz. Süleyman (a.s) bir aylık mesafeyi rüzgârla bir günde uçabileceğinin mucizesini gösteren bir peygamber. Yine Yunus(a.s)’ın balığın karnında deniz seyahati bir peygamber kıssasının ötesinde insanoğlunun bu kıssadan hareketle deniz altı gemilerini keşfetmeye teşvik etmeye yönelik ince mesajların olabileceği seziliyor. Belli ki bu mesajlar yerini bulmuş olsa gerek ki David Sushnell 1776’da tek kişilik denizaltı gemisi, 1719’da Osmanlı mühendislerinden İbrahim Efendi ise timsah biçiminde bir denizaltı gemi inşa etmeyi başaracak isimler olarak tarihe not düşeceklerdir. Tüm bu örneklerden hareketle insanoğlu zayıf adale kuvvetini beyin enerjisi ile yıkarak teknolojinin doruğuna yükselebildiğini anlıyoruz. Bu özellik insana ait bir meziyet olsa gerektir. Diğer canlılarda dışarıdan enerji almakta, ama insan gibi enerjiye istediği şekilde yön verememektedir. Çünkü enerjiyi kontrol edebilmek pratik zekâ sahibi olmayı gerektirir. İşte bu pratik zekâ sayesinde sırlar dünyasının giriş (input) ve çıkış (output) kapıları aralanıp, ardından formüle edilerek birçok kapalı kutular problem olmaktan çıkabilmektedir. Böylece bir gemi kaptanı geminin start aldığı noktadan demirleyeceği limana kadar ulaştırabilecek bilgiler (enformasyon) sayesinde sistemin dengesini (homeostatis) kontrol etmeyi başarabilecektir. Hatta bir makinist gerektiğinde buhar valvinin kapağını lüzumu halinde açıp kapayarak hız kontrolünü ayarlamasıyla birlikte arızayı giderebilmektedir.
Genelde nükseden arızalar dış kaynaklı denilen kontrol edilemeyen faktörler grubuna girip, kontrol edilebilen faktörler ise makinenin işleyişinde etkisi olan buhar basıncı, buhar miktarı gibi unsurlar olarak tasnif edilirler. Günümüzde birçok işleri artık robotlar yapmaktadır. Neredeyse insan gücüne ihtiyaç hissedilmeyecek duruma gelindi. Bilindiği üzere kendi kendine iş yapma Latincede auto, kendi kendine hareket eden otomobillere automobile, endüstride kendi kendine hem kontrol eden hem de çalışan cihazlara da automatizasyon denmektedir. Bu tanımlar robot sistemini anlatmaya yeter artar bile. Otomatizasyon sisteminin en basit düzeneği feed-back mekanizmasıyla çalışmayan açık devre mekanizması olup en gelişmişi ise geri tepme sistemine ihtiyaç duyan kapalı modeldir. Nitekim en karışık makineler birden fazla bilgilerle yüklü olduğu için açığa çıkacak ürünün standartlara uygun olup olmadığı noktasında denetime tabii tutulmaktadır. Zira madeni parayı cihaza attığımızda isteğe bağlı ürünler yüklenmiş program sayesinde kontrol edilerek çay veya Coca Cola türünden içecekleri otomatik elde etmek mümkün hale gelinmiştir. Sibernetik gelişmeler hız kesmezse öyle anlaşılıyor ki gerekli analizler Computur’e yüklenip elde edilen tahlil sonuçlar vasıtasıyla hastalığa yol açan her etkenin teşhisinden tutun da UYAP sistemi sayesinde (Ulusal yargı ağı projesin) adli vakaları anında aydınlatabilen yargıçlara kadar, yani iğneden ipliğe her şey otomatizasyona bağlanarak hızla sonuca ulaşılabilmektedir. İyi ki de biyonik bilim robotlar üretilmekte. Olur ya biorobotlar sayesinde canlı ve cansız âlemin ne derece büyük bir komplike yapı olduğunun farkına varılmış olunacaktır. En azından sırlar âleminin karşısında Allah demekten başka çaremizin olmadığını anlamış olacağız.
Malum olduğu üzere atomun temel yapısını elektron, proton ve nötron oluşturur. İlk bakışta bu üçlünün durağan halde olduğunu sanırız. Oysa Zariyat süresindeki “O tozutup savuranlara” ayetinde geçen zerv ibaresi tozutup savurmak manasınadır. Zariyat ise dağılan parçacıklar ya da ufalanan parçacık kuvvetler denilen zerreler anlamındadır. Kaldı ki elektrik akımının olduğu her yerde bir manyetik alan olduğuna göre maddenin en küçük birimi atom içerisinde böyle bir yapının olması gayet tabiidir. Dolayısıyla zerre atom olarak yorumlandığında atomun içerisindeki bu üçlü kombinezonun kvant denilen enerji biriminin birer uyduları veya spini diye ilan edebiliriz. Hatta bu durum bizlere Kuran’da ki Hunnes sırrını hatırlatır. Zira kvant’ın her hareketi manyetik bir etki gücüne sahiptir. Öyle ki dağılan parçacıklar teorisine göre; kırk milyar yıl önce evren pusan’ların bir noktadan gelişmesiyle meydana geldiği ileri sürülmektedir. Dolayısıyla bu konuda Andrey Saharov; ‘Evren pusup kaybolan bir evrenin karşıt evreni olup, pusmuş haldeki evrenin bugünkü hareketli evrene nazaran daha dengelenmiş halidir’ derken, belki de Kuranı Mucizül Beyanda; “Hayır! Kasem ederim Hunnese, Künnese, akıp gidenlere” (Tekvir suresi, ayet:15–16) diye belirtilen ayetten habersizdi. Aslında Hunnes yukarıda bahsi geçen pusanlara (bağrında devasa sinerjik güç saklı pusmuş çekirdeğe), Künnes ise yörüngeye, yani orbite işarettir. Anlaşılan fiziğin en temel kanunlarına ters düşmeyecek şekilde atom çekirdeğinin patlamasından buyana devam eden galaksi ve yıldızların hem birbirlerinden uzaklaşmaları hem de genişlemelerindeki olayların arkasındaki esrarengiz sinerjik gücün sırrına akıl erdirmek mümkün olmadığı gibi, bir o kadarda yaratılış gerçeğine yönelik düşünen beyinler için nice işaret taşların varlığını ortaya koymaktadır. Hatta “Ardından kolayca akıp gidenlere” hükmü modern çağımızda gerek kara, gerek deniz ve gerekse hava taşımacılığında kullanılan tüm araçlarda bu ayetin kapsamı içerisindedir. Zira göremediğimiz hava atomlarının bir baştan bir başa koşan temsilcisi rüzgâr bu olayı doğrulamaktadır zaten.
E.P Hubble galaksilerin tıpkı arşa doğru dua edercesine kollarını açmış yıldız yüklü galaksilerin varlığını gözlemledi. George Gamow ise ışık yılı uzaklıktaki hayatı sona eren yıldızları müşahede etti. Her fani gibi enerjisi tükenen her şey göç edecektir elbet. Yıldızların da bundan nasibini alması gaye tabiidir. Nasıl ki yeryüzü hem hayat hem de mezaristan ise gökyüzü de bir gün enerjisi tükenince bu alınyazısından kaçamayacağı muhakkak. Nitekim Hidrojenleri biten yıldızların sönmüş birer kabristan taşlara dönüşmesi bunu teyit ediyor zaten. Demek ki her varlığın bir mahşer döngüsü söz konusu. Enerjisi biten her zerre ve her küre enerjisinin bitimiyle ısı kaybına uğrayacak, nihayetinde vaktini bilmesek bile o beklenen büyük kıyametin gerçekleşmesi yakın, belki de yakından da çok yakın olabilir. Zira Rabbül âlemin; “Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman, denizler kaynayıp çalkalandığı zaman.”(Tekvir,1–2–3), “O gün insanlar, çırpınıp yayılan kelebekler gibi olacak. Dağlarda atılmış renkli yünler gibi olacak”(Karia, 4–5) diye beyan buyurmakta.
Kütle ve enerjinin birbirine dönüşebilmesi olayı aslında 20. yüzyılın en büyük keşfi niteliğinde en mühim bir hadisedir. Bu buluş sayesinde maddenin enerjinin bir başka şekli olduğunu fark etmenin yanı sıra enerjiye dönüşenin bile devamlı korunmaya alındığını öğrenmiş oluyoruz. Özellikle bu konularda ün salmış olan Albert Einstein; yirminci yüzyılın bir büyük fizik dehası. O aynı zamanda; “Allah hiçbir şeyi tesadüfe bağlamaz. Çünkü Yaratıcı zar atmaz” diyerek dehalığını tevazu ile süslemiştir. Önce foto-elekrik kanunu geliştirip daha sonra kitle iletişim araçların doğmasına vesile oldu. Mesela foto-elekrik selül sisteminin sessiz sinema, televizyon ve birçok kontrol sistemlerinde kullanılması bu çalışmaların sonucudur.

ENERJİ VE HAYAT-2

ALPEREN GÜRBÜZER

Einstein’ın çalışmaları hız kesmedi, bu arada enerji ile kütlenin aynı şeyler olduğunu E= m.c² formülüyle ortaya kanun bile koyabilmiştir. Yani kütlenin aslında yoğunlaşmış enerji olduğunu ispatladı. O bulduğu bu formülle aslında Allah’tan başka hiç kimsenin maddeyi yoktan var edemeyeceğini, hakeza var olan maddenin de yok edilemeyeceğini dikkat çekmek istemiştir. İnsanoğlunun ancak ve ancak maddeyi enerjiye dönüştürebileceğine işaret etmiştir sadece. Gerçekten de onun işaret ettiği noktada rahatlıkla enerji elde edilebilmektedir. Einstein aynı zamanda Newton gibi çekim olayının bir kuvvet olduğunu düşünüyor, hatta küreler arasındaki magnetik alanların olduğu kanaatine vararak çekim sahalarının varlığını belirlemiştir. Dahası bu sahaların ışık tayflarını bile kıracak güçte olduğunu ispatladı. Nitekim güneş tam tamına 2x1030 kilogramağırlığında dev bir gaz okyanusudur. Dikkat edin gaz okyanusu diyoruz. Çünkü güneş ne katı, ne de sıvıdır. Bilakis % 81,76’sı hidrojen gazı olup geriye kalan gazın çoğu da helyum atomundan ibarettir. Hatta güneş hacim bakımdan da 1.300.000 adet dünyayı içerisine alabilecek bir mekâna sahiptir. Dahası bu rakam çok büyük kütle içermektedir. Normal bir insanın güneşte tartıldığında 2 ton ağırlığında geleceğini düşündüğümüzde bu rakamın ne büyük ölçüde olduğu daha da iyi anlaşılmış olacaktır. Elbette ki böylesine büyük bir kütleye sahip güneşin etrafında 9 gezegenle birlikte kuyruklu yıldızlar ve asteroitler pervane olup pür dikkat bu çekimin etkisi altına girerek deveran olacaklardır. Yani bu çekim döngüsü kaçınılmazdır. Hakeza Albert Einstein bundan başka zaman kavramını izafi olduğunu şöyle açıkladı: “Bugün görülen yıldız aslında uzun zaman önce orada mevcut olan yıldızdır. Belki de o biz kendisini gördüğümüz zaman o artık yok olmuştur” söyleyerek zamanın gözlemcinin bulunduğu yere ve hızına göre değiştiğini, mutlak zamanın olmadığını ileri sürmüştür. Bir başka ifadeyle zaman mekânın bir değişik boyutudur demiştir. Özetle; Einstein gerek foto-elektrik kanunu, gerek enerji kitle ilişkisi, gerek zamanın izafi değerliliği, gerekse mekânın ve bütün hareketlerin iğriliği ve ışığın evrende tek değişmeyen nicelik olduğunu izafiyet teorisiyle gündeme oturtarak birçok meseleyi açıklığa kavuşturmuştur. Hatta Ashab-ı Kehf olayı da zamanın izafi olduğuna delilidir. Çünkü yedi uyurlar mağarada en fazla bir gün uyuduklarını zannetmekteydiler. Oysa mağara dışındakilere göre tam tamına 309 gün uyumuşlardır. Üstelik uyandıklarında üzerilerinde ne yıpranmışlık ne de yaşlanmışlıktan bir eser görünüyordu. Dolayısıyla bu olay fiziğin izafiyet teorisine asla ters düşmemektedir. Zira Peygamberimiz (s.a.v); “Onlar mağaralarında 300 yıl kaldılar ve buna 9 sene daha kattılar” (Kehf, 25) ayetini okurken Necran bölgesi ahalisinden bir grup insan dediler ki:
—Ya Rasulullah! Ashabı Kehf'in 300 sene mağarada kaldığını biliyoruz bilmesine de, ama bu dokuz sene de nereden çıkıyor, onu anlayamadık?” demişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz aynı ayetin şu suresiyle;
—De ki, Allah onların ne kadar durduklarını çok iyi bilendir”( Kehf, 26) cevap verir. Tabii ki o günün insanları bunun ne manaya geldiğini bilemeyebilirlerdi. Fakat bugünün en son teknolojik gelişmelerin ışığında güneş yılının takriben 365, ay yılının ise 355 olduğunu, dolayısıyla aradaki farkın 10 gün olduğunu fark ettik. Bu 10 günlük fark her asırda 3 sene, üç asırda ise 9 sene demektir. Kaldı ki zaman gezegenler arasında da izafidir. Mesela aynı zaman dilimlerinde dünyaya gelen bir insanla, uzayda doğduğunu farz ettiğimiz bir insanı düşünelim, bu ikisinden biri genç kalabilirken diğerinin yaşlanması kaçınılmazdır. İstersek tüm bu ve buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz, ama şimdilik kısaca tayy-i mekân olayı haktır ve zaman izafidir demekle yetinelim.
Bu arada ışık enerjisi ile elektron salabilen maddelere örnek olarak; sodyum, potasyum ve sezyum gibi metalleri sıralayabiliriz. Dolayısıyla güneş enerjini bu tür metaller üzerinde tutarak uzayda kullanılabilecek elektrotlar, yapay uydular, aya ulaşmak türünden skylab projesi adı altında tüm bu işlemler gerçekleştirilebilmiştir. Nitekim uzay ile ilgili tüm ölçüm aletler güneş bataryaları sayesinde şarj olabilmektedir. Yani pillerin bir anda elektrik enerjisine dönüştürülebilecek tarzda yapılabilmektedir artık. Derken astronotlar gereksiz yere akümülatör bataryaları taşımaktan kurtulabilmişlerdir. Ancak bu durum aletlerin gölgelik ortamda kaldığı durumlarda sıkıntı oluşturmaktadır. İşte bu sıkıntıyı gidermek adına yüksek düzeyde maliyeti büyük cihazların yapımı çalışmalarına geçildiği artık bir sır değil. Bilim adamları araştıra dursunlar bitkiler bir şekilde maliyetsiz güneş enerjisini kendine has yöntemlerle en iyi bir şekilde kullanıp bu işin keyfini çıkarmaktadırlar. Anlaşılan o ki makineler ve canlılar faaliyetlerini bir transformasyon (bir halden diğer hale geçiş) plan dahilinde yürütmektedirler. Ki; her yeni bir keşif aynı zamanda transformasyondur. Bir başka ifadeyle asansörün düğmesine basınca en üst kata çıkmak, ya da bir yerden bir yere yürümek, hatta kolumuzu kaldırmakta bu kabildendir.
Bir Allah dostu belli ki laf olsun diye “Hamdım, yandım, piştim” dememiş. Bu güzel gönül yanmasında bir ince mesaj söz konusudur. Anlaşılan üç aşama tamamlandıktan sonra insan-ı kâmil olunabiliyor. Düşünsenize evlatlarını kaybetmenin acısıyla yüreği alev alev yanan anneler gök kubbeyi inletiyorlar adeta. Derken onların gözyaşları sayesinde titreyip kendimize gelerek yeni medeniyet hamleleri gerçekleştirme iştiyakımız artıyor. Hep annelerin ciğeri mi yanacak, motorlarda yanmalı. Bakın patlarlı motorlarda ısı enerjisini sağlayan yakıt silindirler bile kendi içinde için için yakılmakta. İşte bu içten yanma sayesinde içten yanmalı motorlar üretimi gerçekleşiyor. Mesela doğru akım içeren jeneratörlerde kuvvetli bir manyetik alan sayesinde içerisindeki iletken hareket ettirilip elektrik akımı elde edildikten sonra çalışır vaziyete gelebilmektedir. Elektrik motoru ise kollektör, armatör ve mıknatıs donanımdan ibaret olup elektrik akımı ve manyetik alanın karşılıklı etkileri neticesinde aktiflik kazanmaktadır. Böylece sistemin tüm mekanizmaları kendi kendini kontrol edebilir hale gelebiliyor.
Madem mekanik âlemde yanma var, insan da niye olmasın ki. Şöyle ki insanın göğsünde var olan âlemi emirle bağlantılı letaifler bir takım manevi terbiye metotları sayesinde zikir alevi ile çalıştırılabilirse vücut bir anda manevi atmosfere kavuşabilmektedir. Hatta artık o vücut manevi manyetik sayesinde çekim merkezi olabiliyor da. Tabiî ki böyle bir insana ister istemez herkes saygı duyup hürmet edecektir. Demek ki yanma her alanda işlevine göre; kimin de enerji, kimin de huzur kaynağıdır diyebiliriz.
Bölünme ve birleşme kavramlarını genelde toplum ilişkileri için kullanırız. Peygamberimizin; “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap var” hadisi şerifini hep söyler dururuz, ama her nedense bu birlikteliğin ve bölünmüşlüğün insan ilişkileri dışında da cereyan ettiğini düşünmeyiz. İşte bu tür kavramları fizyon ve fisyon olayında da görürüz. Zira büyük bir çekirdeğin küçük çekirdeklere parçalanıp açığa çok fazla enerji çıkarır ki bu tip çekirdek reaksiyonuna Nükleer fisyon (Bölünme) denmektedir. Küçük çekirdeklerin büyük çekirdek oluşturmasına ise Nükleer fizyon (Birleşme) denir. Hatta atom çekirdeğinin değişmesiyle oluşan reaksiyonlar çekirdek reaksiyonu olarak nitelenir, dolayısıyla açığa çıkan enerjiye atom enerjisi deriz ki, atom bombası bunun tipik bir misalidir. Aslında atom kötü ellerde insanlığı kana bulayan bir şiddet canavarı, iyi ellerde ise nükleer enerjidir. Hele petrol kaynaklarının hızla tükenmesiyle birlikte gözler ister istemez nükleer enerjiye çevrilmiştir. Zira Allahü Teala; “De ki, O size üstünüzden veya altınızdan bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıştırıp bazınıza bazınızın hıncını tattırmaya da kadirdir. Bak, onlar anlasınlar diye, ayetleri nasıl açıklıyoruz”( En’am, 65) beyanıyla bilhassa ayette geçen “üstünüzden” ibaresi bugünkü bombardıman uçakları, füzeler, nükleer silahlar vs. her stratejik donanımı kapsadığına işaret etmekte.
Enerji sadece makro âlemde değil mikro âlemde de hızla devam etmekte. Nasıl ki aerob bakteriler hayatlarını güneşten aldıkları ışık enerjisi ile tanzim ediyorlarsa anaerob bakteriler ve mayalar gibi ilkel canlılarda oksijensiz yaşayıp enerji ihtiyacını aldıkları besinlerin parçalanması sonucu karşılamaktadırlar. Mesela glikozun sırasıyla piruvik aside, alkole veya laktik aside dönüşümüyle açığa çıkan enerji bu kabildendir. İşte glikozun oksijensiz ortamda laktik asit üretimi lehine yıkılmasıyla ortaya çıkan enerji CO2 ve H2O'ya çevrilmesi neticesinde gerçekleşmektedir. Derken bu olay sayesinde oksijenin birçok kimyasal olaylarda aktif hale gelmesi sağlanır. Hakeza hücre içerisinde besinlerin parçalanmasıyla açığa çıkan hidrojenin oksidatif fosforilasyonla yakılarak enerji elde edilmesi bir başka enerji kaynağını ortaya koymaktadır. Ki; bu mitokondrilerden başkası değildir. Yani mitokondriler hücre içerisinde solunumda aktif rol alan biyogüçlerimizdir. Nitekim mitokondrilerin iç kısmındaki krista denilen raflar oksidatif enzimlerin sıralandığı yerler olup buralarda son derece ciddi anlamda kimyasal reaksiyonlar sahne almaktadır. Özellikle buralarda Asetil Ko-enzim A’nın enzimden enzime geçtikçe yakılarak CO2 ve H2O'ya çevrilmesiyle birlikte kimyasal enerji açığa çıkmaktadır. Böylece bu enerji sayesinde protein sentezi için gerekli ATP üretilmiş olmaktadır.
Hakeza fotosentez olayında bitkiler havadan aldıkları karbondioksit, toprağın derinliklerinden kökleriyle aldıkları su ve güneşten gelen ışık vasıtasıyla yapraklarında mevcut olan klorofil sayesinde özümleyip sentez oluşturarak glikoz denilen besin kaynağı, oksijen ve enerji üretmektedirler. Derken bitkilerin oksijen üretmesiyle birlikte atmosferdeki oksijen miktarı denge kazanmaktadır. Belki de atmosferde % 21 oranındaki oksijen % 10’lara düşseydi insanın ateş sayesinde kazandığı teknolojik araçların birçoğundan yoksun kalacaktı. Dahası hayat için gerekli olan fotosentezin devreye girmesi mümkün olmayacaktı. Bundan da öte fotosentez denkleminde rol alan aktörlerden biri olmazsa ne besin kaynağından ne de oksijen ve enerjiden söz edebilecektik. Bu yüzden fotosentez olayı sıradan bir olay olmayıp bilakis yaratıcının insanlığa büyük bir ikramı olarak karşımıza çıkmaktadır. Demek ki bu ikram olmasaydı tüm insanlık beslenemeyeceği gibi temiz havayı da teneffüs edemeyecekti. Düşünebiliyor musunuz bitkisel gıdalar vücuda girip enerjiye çevrilebiliyor. Basit tatlandırıcı sandığımız şeker bile bir anda mekanik enerji kazanabiliyor. Keza yağ ve karbonhidratlarda öyledir. Böylece yağ sayesinde ısı enerjimiz gerçekleşir. Bu arada süt, yumurta, peynir, fındık, sebzeler vs gıdalar bize protein olarak yansımaktadır. Anlaşılan o ki bitkiler, hayvanlar ve mikroorganizmalar sanki kendi aralarında anlaşmışçasına fotosentez ve diğer kimyasal faaliyetlerin sinerji etkiye dayalı rüzgarını da arkalarına alarak her yıl ortalama 100 milyar ton oksijen, 200 milyar ton karbondioksit ve organik maddeler üretmektedirler. Bu söz konusu rüzgâr biyokimya düzenimize büyük bir soluk aldırmaktadır, tabii kıymetini bilene.
Ağaç gövdesinden salınan dallar arasında iletişim sanki kablosuz bağlantıyı hatırlatan bir pozisyonu andırıyor. Yine bitki köklerinin toprağın altını üstüne çevirircesine didik didik aramalar sonucunda gerekli yerlerde kullanmak üzere harcanan enerjide öyle. Belli ki tüm bunlar boşa kayd edilen türden çabalar olarak gözükmüyor. Çünkü doğurgan toprağın bağrındaki elementler veya bileşikler kök mühendislerince seçilip ölçülerek alınmakta. İşte bu ölçü sayesinde yeryüzü sathı rengârenk bir renk cümbüşüyle bezenmektedir. Dahası çeşit çeşit tatlar da meyveler ve taamlar insanoğlunun hizmetine sunulmaktadır. Belli ki bu hizmet sıradan bir hizmet değil, bilakis emek isteyen, güç isteyen bir iş. Madem ortada büyük bir çaba var o halde toprağın derinliklerinden alınan elementler, mineraller ve su önce gövdeye sonra yapraklara nasıl iletiliyor sorusu üzerinde bir değil belki bin düşünmek gerekir. Tefekkürden yoksun beynimizle iddia ediyorum ki dünyanın bütün kimya mühendislerini bir araya toplasak bir bitki kökünün ortaya koyduğu mahareti sergileyemezler. Peki, şu sondaj makinelerine taş çıkartırcasına köklerin en sert kayaları yarmasına ne dersiniz? İnsanoğlu sondaj makinelerini daha yeni keşfetmişliği ile sevine dursun, bitkiler dünyanın kurulumundan beri toprağı delme işini aralıksız sürdürmekteler zaten. Hakeza köstebeğin toprağı eşerek tünel yapmasından ilham alıp mekanik köstebeği buluşumuzda öyledir. Bazen kasıla kasıla tarihte insanlığın geçirdiği aşamalardan biri olan buhar çağından söz ederiz, bazen de buhar medeniyetinden dem vururuz, ama her ne hikmetse büyümekte olan bir kayın ağacının günde ortalama 250 litre su buharlaştırdığını, hatta yaklaşık 25 m yükseklikteki bu ağacın ortalama 20 ton su buharlaştırdığından habersiziz. Tabii bunlar olup biterken bitkilerin sessiz sedasız köklerindeki besi suyunu iletim boruları vasıtasıyla en tepe noktaya kadar osmotik basınç sistemi gibi başka metotlarla ilettiği gerçeğine de biganeyiz. Ağaçlar bunca suyu en tepe noktaya hangi emme tulumba sistemiyle iletiyor şaşmamak elde değil. Belli ki gerek biyolojik kanunlar, gerekse fizik ve kimya kanunları bu iş için kendilerini adamış durumdalar, buna mecburlar da. Çünkü ferman 18 bin âlemin padişahından gelmekte, onlar da emrin gereğini yapıyorlar. O halde tabiat kanunlarını keşfeden insan, kanun yapıcıyı da görmeli. Hatta kâinat nizamını hayretle izleyen bir astronot kâinat nizamının sahibi olan Yüce Yaratıcının gücünü de fark etmeli ki huzur bulabilsin.
Bitkilerin marifeti bu kadarıyla sınırlı değil tabii. Bakın bilim adamlarının petrol konusundaki ağırlık verdiği düşünceye göre; alg ve eğrelti otlarının ayrışmasıyla birlikte yeraltı katmanlarına sızarak gölcükleri oluşturduğu, böylece bu gölcüklerin petrol gibi büyük bir enerji kaynağının oluşumunu gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Tabir caizse her yıl deniz yosunları total ağırlıklarının üç bin katını, yani takriben 60 milyar ton ham maddeyi başka bir maddeye dönüştürmekteler. Şu bir gerçek siyah cevher hangi tezlerle açıklanırsa açıklansın, sonuçta petrol milyonlarca yıl öncesinde Allah tarafından insanın hizmetine sunulmak için hazırlandığı gerçeğini değiştiremeyecektir. Gerçekten de bilim adamlarımızın açıklamalarını destekleyecek en büyük destek Kuran’dan geliyor. Nitekim Allah-ü Teala : “O (Rabbiniz ki) merayı çıkardı. Sonra da onu siyah bir gussaya (sel suyu) çevirdi” (Ala suresi ayet 4–5) diye beyan buyurmakta. Galiba “Aman petrol canım petrol” diye sevinenlerin niyetleri bu mucizevî ayetin sırrında gizli.
Velhasıl, tüm tabiat kanunlarında olduğu gibi madde ve enerjinin de ilk yaratılışındaki mükemmeliyeti, şekli ve şemalı tamamlanmış olup, bugün bile hala enerjinin korunumu kanunu gereği kâinatta var olan denge kanunu değişmeden yoluna devam etmektedir.

ENERJİ MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Enerji oluşumu tarihten bugüne insanlığın zihnini sürekli meşgul etmeye yetmiştir. İnsanoğlu dünden bugüne enerji oluşumunu düşüne dursun, oysaki düşündüğü enerji oluşumunu bizatihi kendi vücut ikliminde yaşıyor zaten. Her ne kadar insanoğlu şimdiye kadar enerji deyince ya sırf adale kuvvetine bağlı enerji olarak algılamış ya da barajlardan, petrolden, rüzgârdan, güneşten vs. üretilen enerjiler olarak algılamıştır. İşte bu noktada enerji nasıl algılanırsa algılansın sonuçta algıladığı tüm enerji oluşumları insanın kendisiyle anlam kazanıyor olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Mesela insan vücut hücrelerindeki mitokondri gibi enerji ocakları sayesinde akıl denen melekenin anlam kazandığını pekâlâ söyleyebiliriz de. Ki, aklın anlam kazanması demek insanın hem kendi iç enerjisini keşfetmesi demek hem de kendi dışındaki dış dünyaya ait enerjileri keşfetmesi demektir. Nitekim insanoğlu aklıyla keşfettiği teknolojik araçların butonlarına parmağıyla dokunduğunda nice beygir gücüne sahip araçları insanlığın faydasına olacak bir şekilde harekete geçirebilecek donanıma sahip olduğunu gösterebiliyor. İcabında yine aklıyla keşfettiği atom bombasıyla da tüm canlı cansız varlıkların zararına ve nice devletleri haritadan silme donanıma sahip olduğunu da gösterebilmekte. Tabii ki bizim tercihimiz birincisinden yanadır, zaten eşref-i mahlûkat olarak ilan edilen insana da enerjisini tüm canlı cansız varlıkların yararına harcamak yaraşır. Zira Yüce Allah Âdemi yarattığında akıl melekesiyle donatmasındaki hikmetlerden biride hiç kuşkusuz iyiyi kötüden, kötüyü iyiden ayırması içindir. Madem öyle, insanoğlunun bu hususta yapacağı tek şey içinde yüklü olan akıl melekesini iyi yönde başta kendisinden başlayarak etrafına enerjik olarak yansıtmak olmalıdır. Biyoteknolojide ki hızlı gelişmeler bakımdan ise hem madem yaratılan hemen her şeyin özünde potansiyel enerji mevcut, o halde insanoğlu aklıyla canlı cansız varlıklarda var olan potansiyel enerjiyi eşrefi mahlûkat olmanın bir gereği olarak iyi yönde kinetik enerjiye çevirecek hamlelerde bulunmak konumda olmalıdır. Bu konumda olmaya mecbur da. Hele ki insanoğlunun aklı melekeleri enerjiyle yüklü olmasaydı tarihi süreç içerisinde keşfettiği onca teknolojik gelişmelere ne mümkündü ki damgasını vurabiliyor olsundu. Hem hele ki insanoğlunun vücut ikliminde aklı melekelerine enerji sağlayacak mitokondri gibi enerji ocaklarından yoksun olsaydı ne zihin eksersizi yapmaya takati ve dermanı olurdu ne de keşfe zaman ayıracak vakit bulabilirdi.
Evet, hiç şüphe yoktur ki; tüm kâinat potansiyel enerjiyle yüklüdür. Nitekim yüklenmiş bu potansiyel enerjiler sayesinde mesela bir bakıyorsun dünyamız hem kendi ekseni etrafında hem yörüngesinde dönmekte hem de vega burcuna doğru yol almakla üç deveranı birden gerçekleştirebiliyor. Derken dünyamız hem maddeye bağlı enerji olarak hem de ışık enerjisi olarak iki ana kanaldan bitip tükenmeksizin deveranını sürdürmekte. Nitekim maddeye bağlı enerji taşınması genel itibariyle potansiyel ve kinetik enerji olmak üzere iki ana eksen üzerinde cereyan etmektedir. Mesela bir madde düşününki durağan halde bir konumdaysa bu demek değildir ki enerjiden mahrum durumda, bilakis kendi çekim gücü alanı içerisinde potansiyel enerji konumunda durağanlıktır bu. Mesela herhangi bir taşı elimizden bırakıverdiğimizde, o durağan sandığımız taş bir bakıyorsun yer çekim kuvveti etkisi alanına girerekten bir anda kinetik enerjiye dönüşebiliyor. Hakeza termik veya hararete dayalı enerjilerde potansiyel enerjiden kinetik enerjiye dönüşecekleri zaman ısı moleküllerinin hareketlerine endeksli olarak enerji transferini gerçekleştirdiğin müşahede etmekteyiz.
Bu arada hazır enerji santrallerinden söz etmişken bikere bu işin mucidi olarak insanoğlundan önce kunduzlar başarmıştır. Yani insanoğlu daha barajları inşa etmeden önce bu işi bizatihi yapan kunduzlar vardı zaten. Ve bu sözünü ettiğimiz hayvan usta bir oduncu olmakla meşhurdur. Öyle ki, keskin sarı dişleriyle koca ağaçları devirebildiği gibi devirirken de üstüne yıkılmasın diye ani dalışlarla iyi bir yüzücü olduklarını dosta düşmana gösterebilmişlerdir. Hele bir de kunduzların insanı hayretler içerisinde bırakacak tek bir kuyrukta on marifet diyebileceğimiz türden hünerleri vardır ki, kuyruk demeye bin şahit ister dersek yeridir. Baksanıza nasıl bir kuyruksa çok işlevli özelliği sayesinde bir anda kucak dolusu odunları taşıyıp yapacağı inşa faaliyetleri için gerekli işlemleri halledebiliyor. Nasıl mı? Girişimde bulunacağı işler için ilk evvela odunların kabuklarını bir testere misali soyup soğana çeviriyor, sonra arta kalan parçaların bir kısmıyla da kendine in (yuva) yapmakta, bir kısmıyla da inşa edeceği bendin temellerini atmış oluyor. Zaten hayatlarını korunaklı bir evde geçirmek adına su veya suya yakın yerlerde mesken tutmak için bunu yapmaya mecburlarda. Hatta bununla da kalmayıp güven içerisinde yaşamaları için sığ dereleri ve ırmakları inşa ettikleri bentleri göl haline getirmekteler. Böylece muhtemel kuraklığa karşı hem kendilerini susuzluktan koruyorlar, hem göllerde yaşayan birçok hayvanları susuzluğa bırakmamış oluyorlar, hem de su kenarlarında bitkiler için lüzumlu olan nemi temin etmiş oluyorlar. Dahası balıkların üremesine en ideal ortamı sunmuş olmaktalar. Sadece hayvanlara mı hizmet etmiş oluyorlar, elbette ki bunun yanı sıra insanlara hizmet etmeyi de da ihmal etmemiş gözüküyorlar. Şöyle ki; Amerika’nın batı bölgelerinde geçimlerini ziraattan sağlayan insanların ektikleri ekinleri kunduzların inşa ettikleri barajlarla suladıkları artık bir sır değil. Belki de kunduzların inşa ettikleri bu barajlar olmasaydı çiftçilerin yüzü hiç gülmeyecekti. Hele bu durum daha çok yönlü iyi araştırıldığında görülecektir ki 100 ton malzemeden oluşturulmuş ve 90 metre uzunluğunda kunduzların yaptıkları bentler bugünkü modern barajcılığa ışık kaynağı olduğu anlaşılacaktır. Bu hayvanlar baraj mühendisliğinde o kadar ileri seviyeleri yakalamış durumdalar ki kendince su kanalları bile açacak hünere sahiplerdir. Kaldı ki kocaman ağaç kütüklerini insanın bile elle taşıması mümkün gözükmezken bir bakıyorsun kunduzlar açtıkları kanallara bu kütükleri salıvererekten yüzdürüp gemi nakliyatı görevi bile yapabiliyorlar. Hele bir de bu hayvanların su altında inşa ettikleri kulübeleri bir görün, hiç kuşkusuz bizatihi kendilerinin ağaç dallarıyla istifleyip araları çamurla karılarak ördükleri mekânlar karşısında hayratı şayan içerisinde kalacağımız muhakkak. Bu yüzden haklarında tam inşaat ustasıdırlar dersek yeridir. Yuvanın giriş kapısının su içerisinde yapılması hem meziyet gerektirir hem de marangozluk isteyen şahika ustalık gerektirir. Nitekim kendi ustalıklarını kullanarak inşa ettikleri giriş kapısından yüzerek girdikleri kulübenin mimarine baktığımızda ise tek odalı barınma mekânı olduğu anlaşılmaktadır. Hatta odalarının bir köşesinde dinlenme maksatlı ağaç kabuklarından yaptıkları yatakları da var. Belli ki, Yüce Allah (c.c) bu hayvanları ağız veya kulak yoluyla su dolup boğulmasınlar diye onlar için ayrıca kulak ve burunları üzerinde kapakçıklar yaratmış ve bu sayede su altında beş dakika nefes almadan kalabilmekteler. Dahası Yüce Allah (c.c) dudaklarını bilhassa esnek yaratmış ki ön dişlerini sıkı sıkıya kapatıp su altında dişlerini odun taşıma da rahatlıkla kullanabilsinler. Yetmedi yaratılışta kendilerine kalın ve cazibeli kürkte giydirilmiş ki iç ve dış faktörlere karşı her daim bedenleri dayanıklı ve korunaklı kılınmış olsun. Dayanıklı ve korunaklı olduğunu kunduzların koyu renkli derileri kürk sanayisinde değerinin çok kıymetli olmasından anlayabiliyoruz da. Hatta eti de enerji verici besleyici kıymet değerdir. Ancak ne var ki, tüm bu kıymet değerliliği başına dert açıp insafsız avcılar yüzünden neslinin tükenme eşiğine gelen bir riski beraberinde getirmiştir. Neyse ki okyanus ötesinde geçte olsa kunduzlar hakkında çıkarılan koruma kanunla bir nebze olsun bu riskin önüne geçilebilmiştir. Kaldı ki hakkında kanun filan çıkmasa da her bir kunduzun değim yerindeyse baraj mühendisleri olmaları hasebiyle insafsız avcıların insafına terk etmek ahmaklık olurdu. Kelimenin tam anlamıyla kunduzlar tam manasıyla donatılmış çevre dostudurlar.
11. yüzyıl Bağdat’ta yaşayan ünlü İbni Heysem adlı bilgin duymuştu ki; Mısırda Nil Nehrinin kış sezonunun ardından ilkbaharla birlikte yatağından taşarak bağ ve bahçeleri yok ettiğini, yazın sıcaklıklarda ise nehrin adeta kuraklığa kurban gittiğini. Derken bu duyum karşısında; “Şayet Mısır'da olsaydım Nil’in önüne bent yapar hem kış, hem de yazın bu sudan faydalanmayı temin ederdim” demekten kendini alamamıştır. Tabii bu söylediği fikir Fatımi Hükümdarının kulağına gidince kendisi bizatihi huzura davet edilir. Ünlü Bilgin aldığı bu davet üzerine Nil’e yol alıp ilk iş olarak durumu yerinde tespit etmek olur. Akabinde huzura çıkıp o günün imkânları ölçüsünde, yani teknik donanım şartlarının buna elverişli olmayacağından bu işin mümkün olmayacağını dile getirir de. Her ne kadar dile getirmekle yetinip çare olamasa da sonuçta o günün şartlarında baraj fikrini akıllara düşürmesi ve ilerisini görebilecek bir ufku ortaya koyması başlı başına hiçte hafife alınmayacak mühim bir hadisedir. Kelimenin tam anlamıyla o günün imkân ve şartlarında ilerisini görecek bir ufuk sahibi olmanın göstergesi bir durumdur bu. Ki, baraj sadece su biriktirmek için değil, pek çok işlevleri bir arada yürütecek projenin adı bir keşiftir. Siz barajlarda birikmiş olan suyun öyle durgun halde görünümüne bakıp da sakın ola ki ne işe yarar demeyesiniz, oysaki barajlarda birikmiş su bağrında büyük bir potansiyel (durağan) enerjiyi taşımaktadır. Ta ki o potansiyel enerji harekete geçirilir bir bakmışsın insanoğlunun keşfettiği diğer baraj ünitelerinin devreye girmesiyle birlikte kinetik (hareket) enerjiye dönüştürüldüğünü görürsün. Başlangıçta durağan sandığımız birikmiş suyun tüm üniteleriyle inşa edilen barajlar sayesinde gerçek anlamda sulamadan tutunda elektrik üretimi gibi bir dizi alanlarda istifade edilen enerji deposu olarak karşımıza çıkar. Düşünsenize enerjice yüksüz sandığımız birikmiş suyun barajın tepesinden akıtmaya bırakıldığında su türbinin kanatlarına çarpıp eksenini döndürmesiyle birlikte bir anda elektrik üretimine geçtiğini keşfedebiliyoruz. Gerçekten de bu keşif insanoğlunun şimdiye kadar keşfettiklerinin en gözdesidir dersek yeridir. Hele bu keşifle birlikte birde tüm baraj ünitelerine jeneratör gibi bir takım cihazları da bu eksene dâhil edildiğinde ortaya çok büyük devasa boyutta enerji üreten elektrik santrali çıkacağından söz edeceğiz demektir. İşte böylesi müthiş buluşlar sayesinde başlangıçta barajlarda birikmiş durağan halde sanılan suların bir anda nasıl kinetik enerjiye dönüştüğünü görmüş olduk. Ki, bu görmüş olduklarımız sadece bunlarla sınırlı değil, baksanıza her türlü teknolojik hamle elektrik enerjisi sayesinde günbegün kendini yenileyerekten yaşadığımız çağı dijital çağın eşiğine geldiğine de artık tanıklık eder haldeyiz. Öyle ki bir bakıyorsun uçak bataryalarının güneş enerjisiyle doldurulup elektrik ve rüzgâr yardımıyla da yakıtsız uçak uçurulabiliyor artık. Bu arada hazır rüzgârdan söz etmişken rüzgârı es geçmek olmaz elbet. Bakınız nasıl ki suyun yüksek yerden aşağıya doğru akarak su türbinin kanatlarına çarpıp eksenini döndürmesi sonucunda elektrik elde edilebiliniyorsa aynen öyle de başlangıçta elektrikle çalışıp ve daha sonrasında üzerindeki bataryanın sağladığı akımla dönen tekerlekler bile rüzgâr oluşturabiliyor. Yani uçmadan önce tekerlekler şarj dolu batarya sayesinde dönebilirken uçup hız kazanınca da bu kez rüzgâr enerjisi devreye girip dönen tekerlekler tüketilen bataryayı şarj eder konumda gelmekte. Ki, malumunuz James Amick de önce elektrik kuvvetiyle uçağın uçmasına start verip sonrasında da rüzgâr enerjisini kullanaraktan uçağı uçurmayı başarmış bir mühendistir. Ne diyelim, işte mühendislik zekâsı bu ya, derken bu buluşuyla birlikte gelecek kuşak mühendislere de ufuk açmış oldu. Gerçekten de rüzgâr enerjisinin kullanımıyla bataryalar devreden çıktığı gibi bu arada rüzgâr enerjisiyle dönen tekerleklerinde bataryayı şarj eder oluşu gerçekten de kayda değer büyük bir buluştur. Bilindiği üzere eskiden rüzgâr deyince kasırga, fırtına, esinti vs. akla gelirdi hep, ancak teknolojilerde ilerlemeler kaydedildikçe şimdilerde enerji yüklü yel değirmeni olarak aklımıza düşmekte. Peki, sadece aklımıza takılan rüzgâr enerjisi mi, mikroskobun keşfiyle birlikte kendi vücut iklimimizde gözlemleme imkânı bulabildiğimiz enerji ocakları da aklımıza düşer elbet. Bu demektir ki vücut iklimimizin dışında cereyan eden pek çok enerjilere şahit olunabileceği gibi vücut için enerjilere de pekâlâ şahit olunabiliyor. Tabi kendi iç enerjimiz görünür olmadığı için olsa gerek, pek üzerinde durmamışız. Oysaki pek çok buluşa ilham kaynağı olan iç enerji ocaklarımızdır. Üstelik iç enerji ocaklarımız sayesinde tabiatta ne olup bitiyor bunu beyin süzgecinden geçirip aklımızla kritiğin yapabilmekteyiz de. Belli ki iç enerji ocaklarımızın doğrudan pratik zekâyla yakın ilişkisi de söz konusudur. Kelimenin tam anlamıyla insan zekâsı yeni keşiflere yelken açabilecek donanımda yaratılmıştır.
Malumunuz pratik zekâdan yoksun olarak yaratılmış mahlûkattan bitki âlemine baktığımızda tropizmle hareket ederekten enerjik olduklarını gözlemlerken hayvanlar âlemine baktığımızda ise içgüdüleriyle hareket ederekten enerjik olduklarını gözlemekteyiz. Örnek mi? Mesela denizin derinliğinde öyle balık türleri vardır ki, pratik zekâdan yoksun olmalarına rağmen bir bakıyorsun bir litrelik milyarda bir seyreltilmiş kokulu maddeyi içgüdü enerjileriyle hissedebiliyorlar. Hatta Yüce Allah (c.c) bu söz konusu balık türlerini öyle mükemmel donanımda yaratmış ki, bir bakıyorsun amperin yüz milyarda biri kadar elektrik yüklü akım değişikliğini bile anında fark edecek derecede enerjik canlılar olduğunu görebiliyoruz. Hiç kuşkusuz insanoğlunun da diğer canlılardan en belirgin enerjik yönü ise pratik zekâ donanıma sahip olmasıdır. Ayrıca pratik zekâsının yanına ruhunu da katan canlı varlıkta. Nitekim insanoğlu aklına ve zekâsına ruhunu kattığı içindir Yüce Allah tarafından tüm yaratılmışlar içerisinde eşrefi mahlûkat olarak ilan edilen tek canlı varlık olmuştur. Yetmedi topraktan yaratılan ben-i âdemin yaratılışındaki eşref-i mahlûkat şerefine leke sürmemesi içinde her kavme rehber olarak gönderilen Peygamberlerle destelenmişte. Ki, gelmiş geçmiş her bir mucizeleriyle ve yaşantılarıyla tüm insanlığa ilham kaynağı olmuşlar bile. Nitekim Peygamber kıssalarına baktığımızda mesela:
-Hz. Süleyman (a.s)’ın bir aylık mesafeyi rüzgârla bir günde uçabileceğinin göstergesi diyebileceğimiz mucize-i rabbaniye ile hem rüzgâr enerjisi teknolojisine ilham olduğunu görürüz hem de normal bildik hava araçlarının ve insansız hava uçaklarının yapımına ilham olduğunu.
-Yunus (a.s)’ın balığın karnında deniz seyahati yapılacağının göstergesi diyebileceğimiz mucize-i rabbaniye ile de deniz altı gemilerinin yapımına ilham kaynağı olduğunu görürüz. Nitekim Yunus (a.s) kıssası insan zihninde ufuk açmış olsa gerek ki; tarihler 1719’u gösterdiğinde Osmanlı mühendislerinden İbrahim Efendi timsah biçiminde denizaltı gemiyi icat ederekten tarihe not düştüğünü görürüz. Yine tarihler 1776 yıllarını gösterdiğinde ise bu kez David Sushnell’in tek kişilik denizaltı gemisi icad ederekten tarihe not düştüğünü görürüz.
Tabii tüm bu örnekler bize gösteriyor ki; bilek gücü günü geldiğinde yerini beyin gücüne bırakabiliyor. Nitekim gelinen noktada teknolojik doruğa ulaşmanın arka planında yatan güç bilek gücü değil tam aksine beyin ve zekâ gücüdür. Bu nedenledir ki beyin gücüne beyin enerjisi gözüyle bakmakta fayda vardır dersek yeridir. Ki, bu özellik insana özgü bir enerji türüdür. Elbette ki diğer canlı cansız varlıklarda enerjik durum söz konusudur, amma velakin tüm yaratılan varlıkların insandan tek farklı yönleri enerjiye yön verememeleridir. Enerjiyi kontrol edebilme veya yönlendirebilme inisiyatifini ortaya koyabilme becerisi pratik zekâ sahibi olmayı gerektirir. İşte insanoğlu bu noktada diğer yaratılmış tüm mahlûkattan farklı olarak pratik zekâsıyla teknolojik dünyanın giriş (input) ve çıkış (output) kapılarını kontrol edebildiği gibi ardı ardına geliştirdiği pek çok yazılım programlarıyla birçok kapalı kapıların şifrelerini çözebiliyor olmasıdır. Mesela bir gemi kaptanı düşünün ki, geminin start aldığı noktadan demirleyeceği limana kadar tüm bilgiler (enformasyon) ışığında kumanda ettiği geminin rotasını kumanda sistemi sayesinde ayarlayabildiği gibi gerektiğinde azgın dalgalar karşısında geminin alabora olmasını önleyecek denge ayarını da (homeostatis) ayarlayabiliyor. Hatta bir makinist gerektiğinde buhar valfinin kapağını elindeki yazılım programın tuşlarına dokunaraktan otomatik olarak açıp kapayıp hız kontrolünü ayarlayabileceği gibi yine elinin altındaki kumanda yazılım tuşlarına basaraktan olası karşısına çıkabilecek arızaları da giderebiliyor.
Genellikle olası karşısına çıkabilecek arızalar dış kaynaklı kontrol edilemeyen faktörler grubuna girebilecek türden arızalardır. Kontrol edilebilen faktörler grubuna giren arızalar ise malum makinenin işleyişinde etkisi olan buhar basıncı arızaları veya buhar miktarının alarm vermesi türü arızalar olarak bilinir. Neyse ki günümüzde pek çok işleri artık robotlar yapmakta olup neredeyse bilek gücüne ihtiyaç kalmayacak duruma geldik diyebiliriz de. Bilindiği üzere kendi kendine iş yapma yetisine Latincede ‘auto’ denmektedir. İşte bu tanımlamadan hareketle kendi kendine hareket eden otomobiller ‘automobile’ kavramıyla ifade edilirken, hele bilhassa endüstri alanında kullanılan kendi kendine kontrol edebilen ve çalışıyor halde olabilen cihazlar da ‘automatizasyon’ kavramıyla ifade edilir. İşte bu kavramsal tanımlamalar robot sistemi hakkında meramımızı açıklık kazandırmaya ziyadesiyle yetiyor dersek yeridir. Otomatizasyon sisteminin en basit düzeneğini açık devre usulüyle çalışan cihazlar oluştururken en gelişmiş olanlarını ise malum feed-back sistemi denen kapalı devre usulüyle çalışan geri bildirimli, geri beslemeli ve geri tepmeli cihazlar oluşturmakta. Her neyse ister kapalı devre usulü çalışan otomatizasyon sistemler olsun, ister açık sistem üzere çalışan otomatizasyon sistemler olsun, sonuçta her iki sisteme de yüklenen yazılım programları sayesinde bir takım cihaz veya makinelerin pek çok işi bir arada yürüttüklerini gözlemleyebiliyoruz. Daha da yetmedi günümüz bilgi teknolojileri alanında öyle yazılım programları geliştirilmiş ki, hangi cihaz veya makineden açığa çıkacak olan ürünlerin standartlara uygun olup olmadığını adeta denetleyici rolde üstlenip kullanıcısına rapor halinde sunmakta da. Örnek mi? İşte en basitinden mesela metro istasyonlarında sıkça karşılaştığımız akıllı robotik cihazlara madeni parayı attığımızda, cihaz bir bakıyorsun hangi ürünümüzün alacağımızın kendi iç kontrol denetiminden geçirerekten talebe göre çaysa çay, kolaysa kola, meyve suyuysa meyve suyu envaı tür içecekleri anında otomatik olarak bize sunmaları bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Hem kaldı ki Sibernetik âlemde öylesine hızlı baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor ki, baksanıza gelinen noktada insansız hava araçlarından, insansız deniz altı araçlarından, hatta ve hatta uçan arabalardan söz eder hale gelmiş durumdayız. Şayet teknoloji alanında bu tür baş döndürücü gelişmeler hız kesmeyip böylesi bir devam ederse yediden yetmişe hemen herkes yapacağı hemen her işi yani işin özelliğine göre Computur’e yüklenen programların ışığında ve bilgi ağları kanalıyla halledecek demektir. Nasıl mı? Mesela hastasını muayene eden doktorun bilgisayar ekranına düşen laboratuvar tahlil sonuçlarına bakaraktan hızla hastalığın teşhisini koyduğu gibi adli vakaları araştıran hâkim veya savcının ekranına Adli Tıp raporunun UYAP sistemi (Ulusal yargı ağı projesi) bilişim ağı kanalıyla düşmesiyle birlikte pek çok adli vaka bir çırpıda aydınlığa kavuşturulabiliyor artık. Tabi tüm bu gelişmeler sadece sağlık ve adli alanlarıyla sınırlı değil elbet, hemen hemen tüm kurum ve kuruluşlarda yapılacak olan pek çok işin artık evrak üzerinden değil sistem üzerinden yürütülüyor olması ve aynı zamanda iğneden ipliğe hemen her şeyin otomasyona bağlanarak hızla sonuca ulaşıldığının bir göstergesidir bu. Şayet teknolojik alanda gelişmeler hız kesmezse gelecekte tüm sektörlerde A’dan Z’ye işleri biyonik robotlara gördüreceğiz gibi gözüküyor. Elbette biorobot üretimine karşı değiliz, ama burada çok üzerinde durulması gereken bir husus var ki, o da aşırı derecede mekaniğin kollarına kaptıran insanoğlunun sonunda varacağı noktanın kendi ürettiği biorobotlar gibi ruhsuz bir robotik kişiliğe dönüşme riskidir. Hele bilhassa yaşadığımız bu bilgi çağda insanoğlunun bir elinde bilgisayar, diğer elinde Kur’an olmadığı müddetçe biliniz ki her bir ürettiği mekanik mamul onu ruhsuz kılacaktır. Dahası makine bizim kontrolümüzde değil, biz makinenin kontrolünde birer mekanik köle olacağız demektir. Zaten beşeri sınıf içerisinde aklı başında inanmış bir insanın biorobotların emrine girmemesi icab eder. Hele ki inanmış bir insanın biorobotun kumandası kendi elinde olacak şekilde hareket etmesi gerekir. Sonuçta değim yerindeyse biorobot dediğimiz altı üstü teneke parçasıdır, dolayısıyla teneke parçaları nasıl olurda inanan insanı ‘Allah’ demekten alıkoyabilir ki. Müslümanlar olarak tam aksine eşyanın sırrına vakıf oldukça inancımız daha da kökleşmesi icab eder. Baksanıza bilim dünyasında gelinen noktada artık maddenin en küçük birimi atomun içine bile girmiş durumdayız, şimdi gel de atomun içindeki protonları nötronların sırrına vakıf olduğumuz da ‘Ya Hak’, ‘Ya Allah’ deme, ne mümkün.
Evet, tüm Müslümanlar olarak canlı ve cansız âlemde yaratılan tüm tabiat kanunlarının kaynağının Yüce Allah (c.c) olduğunun idrakiyle her ortaya çıkan teknolojik gelişme karşısında ‘Allah’ demekten kendimizi alamıyor olmamız icab eder. Bilindiği üzere atomun temel yapısını elektron, proton ve nötron oluşturur. İlk bakışta bu üçlünün durağan halde olduğunu sanırız. Oysaki Yüce Allah’ın zariyat süresinde beyan buyurduğu veçhiyle “O tozutup savuranlara” ayetinde geçen ‘zerv’ ifadesi tozutup savurmak manasına bir ibaredir. Zariyat ifadesi ise malumunuz dağılan parçacıklardan oluşan bir güç kaynağı ya da ufalmış parçacık zerre kuvvetler manasına bir ibaredir. Siz siz olun sakın ola ki “zerreden de güç mü doğar” deyip işi hafife almayasınız, bikere elektrik akımının olduğu her yerde manyetik alan olacağına göre maddenin en küçük birimi atom içerisinde konumlanmış manyetik zerrelerin kuvveden fiile geçmesi an meselesi diyebiliriz. Zira eskilerin zerre dediği şey aslında bugünkü literatürde adında sıkça sözü edilen maddenin en küçük temel birimi olan atomdan başkası değildir elbet. İşte o atomdur ki; yapısında elektron, proton ve nötron denen üçlü kombinezonun kvant denilen enerji biriminin birer uyduları, spinleri ve/veya öncü zerre-i kuvvetleri olarak adından söz ettirmekte. Ki, bu öncü zerre-i kuvvetler Kuran’da ki Hunnes sırrına işaret kuvvetlerdir. Zira kvant’ın her hareketi manyetik bir etki gücüne sahiptir. Öyle ki dağılan parçacıklar teorisine göre kırk milyar yıl öncesinde evrenin pusan’ların bir noktasından başlayıp gelişmesiyle meydana geldiği ileri sürülmektedir. Dolayısıyla bu konuda Andrey Saharov; ‘Evren pusup kaybolan bir evrenin karşıt evreni olup, pusmuş haldeki evrenin bugünkü hareketli evrene nazaran daha dengelenmiş halidir’ şeklinde görüş belirtmekle bilerek ya da bilmeyerek, farkında ya da farkında olmayarak aslında doğrudan Kur’an-ı Mucizül Beyanda zikredilen “Hayır! Kasem ederim Hunnese, Künnese, akıp gidenlere” (Tekvir suresi, ayet:15–16) ayetinin mana ve ruhunu ortaya koymuş oluyordu. Nitekim Kur’an’da geçen ‘Hunnes’ yukarıda bahsi geçen pusmuş çekirdeğe (bağrında devasa sinerjik güç saklı pusmuş haldeki çekirdeğe) işaret eden bir ibaredir. Künnes ise yörüngeye, yani orbite işaret bir ibaredir. Zaten insanoğlunun atom bombasını keşfetmesiyle birlikte atom içerisinde ki çekirdeğin ne denli büyük bir güç kaynağı olduğunu geçte olsa fark etmiş oldu. Ancak fark etmekle bundan insanoğlunun yaratılış kanunlarının sırrına vakıf oldu diyemeyiz. Nasıl mı? Mesela yine atoma benzer yapılardan galaksi ve yıldızların yörüngelerinde seyir halindeki döngülerine baktığımızda ne birbirlerinden uzaklaşmalarına akıl sır erdirebiliyoruz, ne de genişlemelerindeki olayların arkasındaki esrarengiz sinerjik gücün varlığına akıl sır erdirebiliyoruz. Her şeye rağmen yine de zerre-i âlemden kürre-i âleme uzanan halkada güç kaynağı olacak enerjinin sırrına vakıf olmaya çalıştığımızda hem yeniden doğuşun muştusu denen varoluş hadisesi gerçeği ile yüzleşmiş oluruz, hem de kıyamet saati yaklaştığında batış muştusu denen yok oluş hadisesiyle yüzleşmiş oluruz. Aslında her iki durumda inananlar açısından diriliş muştusudur. Zira ‘Yok’ olmaktan maksat bir anlamında hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışmamız gerektiğinin bir diriliş muştusudur. Öyle ki kâinatta cereyan eden her var oluş ve yok oluş dönüşümleri bizlere aynı zamanda ayetin devamında “Ardından kolayca akıp gidenlere” şeklinde zikredilen hükmün tecellisini hatırlatmakta. Nitekim şuan yaşadığımız dünyevi hayatımızda gerek kara, gerek deniz ve gerekse hava taşımacılığında ve tüm kullanılan araçların tüketilip yenilemesinde de bu tecelli dairelerinin tezahürlerini görebiliyoruz pekâlâ. Mesela rüzgârın esintisini hissederiz ancak çıplak gözle enerjisini göremeyiz, illa ki varlığını rüzgâr tribünün rüzgârdaki kinetik enerjiyi mekanik enerjiye çevirip sonrasında elektrik enerjisine dönüştürdüğünce ancak anlayabiliyoruz. Bir başka ifadeyle dünyevi hayatımızda çıplak göremediğimiz sandığımız hava akımlarının içerisinde yüklü atomların tecellisi olan kuzeyden güneye, güneyden kuzeye hemen her yönden esen rüzgârların her birinin bünyelerinde enerji taşıdığının varlığına işaret eden tezahürlerdir zaten.
E.P Hubble yaptığı çalışmalarla yıldız yüklü galaksilerin varlığını gözlemledi. Hakeza George Gamow ise yaptığı çalışmalarla ışık yılı uzaklıktaki hayatı sona eren yıldızların varlığını gözlemledi. Tabii ki galaksilerin ve yıldızların varlıklarını tespit edip gözlemek hoş elbet, ama şu da var ki her gözlenen her bir varlığın enerjisi tükendiğinde her fani gibi ömrünün tamamlayacağını da unutmamak gerekir. Nitekim Hidrojenleri biten yıldızların her birinin tıpkı dünyadaki mezar taşları gibi sönüp kül olmaları bunun bariz bir göstergesidir. Bu demektir ki; her varlığın bir mahşer döngüsü söz konusudur. Dahası zerreden küreye enerjisi biten her varlık adeta ecel terleri dökerekten kendi kıyametini yaşamakta. Zira Rabb’ül âlemin bu hususta; “Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman, denizler kaynayıp çalkalandığı zaman” (Tekvir,1-2-3), “O gün insanlar, çırpınıp yayılan kelebekler gibi olacak. Dağlarda atılmış renkli yünler gibi olacak”(Karia, 4-5) diye beyan buyurmakta da.
Kütle ve enerjinin birbirine dönüştüğünün keşfi 20. yüzyılın en önemli keşfidir dersek yeridir. Bu buluşla birlikte maddenin aslında enerjinin bir başka değişik hali olduğunu fark edilmenin yanı sıra enerjiye dönüşen herhangi bir maddenin de aslında buharlaşıp yok olmadığını, bilakis korunmaya alındığının keşfi hadisesidir bu. Malumunuz Albert Einstein; yirminci yüzyılın en önemli fizik dehalarından biri olarak şöyle der: “Allah hiçbir şeyi tesadüfe bağlamaz. Çünkü Yaratıcı zar atmaz.” Hatta ünlü bilgin bunu demekle kalmaz adeta insanların belleğine kazıyaraktan foto-elektrik kanununu geliştirmekle hiçbir şeyin tesadüf eseri ortaya çıkamayacağını ispatlayarak kitle iletişim araçların doğuşuna vesile oldu. Nasıl mı? İşte üretilen fotosel-elektrik sistemlerin sessiz sinema, televizyon ve birçok kontrol sistemlerinde kullanılması bu çalışmaların sonucu ortaya çıkmış sistemlerdir.
Einstein’ın çalışmaları hız kesmedi, bu arada enerji ile kütlenin aynı şeyler olduğunu e= m.c² formüle ederek ortaya kanun koyar da. Yani kütlenin aslında yoğunlaşmış enerji olduğunu ispatladı. O bulduğu bu formülle aslında Allah’tan başka hiç kimsenin maddeyi yoktan var edemeyeceğini, hakeza var olan maddenin de yok edilemeyeceğini dikkat çekmek istemiştir. İnsanoğlunun ancak ve ancak maddeyi enerjiye dönüştürebileceğine işaret etmiştir sadece. Gerçekten de onun işaret ettiği noktada rahatlıkla enerji elde edilebilmektedir. Einstein aynı zamanda Newton gibi çekim olayının bir kuvvet olduğunu düşünüyor, hatta küreler arasındaki manyetik alanların olduğu kanaatine vararak çekim sahalarının varlığını belirlemiştir. Dahası bu sahaların ışık tayflarını bile kıracak güçte olduğunu ispatladı. Nitekim güneş tam tamına 2x1030 kg ağırlığında dev bir gaz okyanusudur. Dikkat edin gaz okyanusu diyoruz. Çünkü güneş ne katı, ne de sıvıdır. Bilakis % 81,76’sı hidrojen gazı olup geriye kalan gazın çoğu da helyum atomundan ibarettir. Hatta güneş hacim bakımdan da 1.300.000 adet dünyayı içerisine alabilecek bir mekâna sahiptir. Dahası bu rakam çok büyük kütle içermektedir. Normal bir insanın güneşte tartıldığında 2 ton ağırlığında geleceğini düşündüğümüzde bu rakamın ne büyük ölçüde olduğu daha da iyi anlaşılmış olacaktır. Elbette ki böylesine büyük bir kütleye sahip güneşin etrafında 9 gezegenle birlikte kuyruklu yıldızlar ve asteroitler pervane olup pür dikkat bu çekimin etkisi altına girerek deveran olacaklardır. Yani bu çekim döngüsü kaçınılmazdır. Albert Einstein, izafiyet teorisini ortaya koymakla yetinmez zaman kavramını da izafi olduğunu şöyle dile getirir de:
-“Bugün görülen yıldız aslında uzun zaman önce orada mevcut olan yıldızdır. Belki de o biz kendisini gördüğümüz zaman o artık yok olmuştur.”
Böylece Albert Einstein bu tespitiyle zamanın gözlemcinin bulunduğu yere ve hızına göre değiştiğini, mutlak zamanın olmadığını ileri sürmüştür. Bir başka ifadeyle zaman mekânın bir değişik boyutudur demiştir. Özetle; Einstein gerek foto-elektrik kanunu, gerek enerji kitle ilişkisi, gerek zamanın izafi değerliliği, gerekse mekânın ve bütün hareketlerin iğriliği ve ışığın evrende tek değişmeyen nicelik olduğunu izafiyet teorisiyle gündeme oturtarak birçok meseleyi açıklığa kavuşturmuştur. İşte buradan hareketle çok rahatlıkla Ashab-ı Kehf olayı da zamanın izafi olduğuna dair bir karine teşkil eder diyebiliriz. Karine teşkil ettiği şundan besbellidir ki, yedi uyurlar mağarada uyandıklarında en fazla bir gün uyuduklarını zannetmişlerdi. Oysa tam tamına 309 gün uyumuşlardılar. Üstelik onca yılın sonrasında uyandıklarında ne yıpranmışlıkları söz konusuydu ne de yaşanmışlıkları. Madem öyle, bu yaşanan olayı fiziğin izafiyet teorisini destekleyen bir hadise olarak niteleyebiliriz pekâlâ. Zira Peygamberimiz (s.a.v); “Onlar mağaralarında 300 yıl kaldılar ve buna 9 sene daha kattılar” (Kehf, 25) ayetini okurken Necran bölgesi ahalisinden bir grup insan gelip huzurunda şöyle der:
-Ya Rasulullah! Ashabı Kehf'in 300 sene mağarada kalması iyi hoşta ayette geçen “… .buna dokuz sene daha kattı” ifadesini doğrusu pek anlayamadık.”
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v) bu kez nüzul olan şu ayet-i kerimeyle meseleye şöyle açıklık getirir:
-De ki, Allah onların ne kadar durduklarını çok iyi bilendir” (Kehf, 26).
Şu da bir gerçek, Kur’an’da ayetlerinde geçen bazı öyle kavramlar var ki, o günün gelişmişlik düzeyi şartlarını göz önüne aldığımızda insan idrakinde pek netlik kazanmazken bugünkü dünyanın gelişmişlik düzeyinde bir bakıyorsun pek çok kavram anlamca karşılık bulabiliyor. Hele yıllar yılları, günler günleri kovaladıkça, yani bilimde, fende, teknikte ilerlemeler kaydedildikçe ayetlerin mana ve ruhu daha da bir netlik kazanabiliyor. Nitekim bugün gelinen teknolojik gelişmelerin ışığında güneş yılının takriben 365, ay yılının ise 355 olduğu, yani aradaki farkın 10 gün olduğu açıklık kazanmış oldu. Ki, bu 10 günlük fark her asırda 3 yıla tekabül ettiğine göre, bu demektir ki aradan üç asır geçtiğinde ise bu rakam 9 seneye tekabül edecek bir izafi kavram olacaktır. Keza zaman mefhumu gezegenler içinde izafi bir kavramdır. Örnek mi? Mesela aynı zaman diliminde dünyada ve uzayda doğmuş iki bebeğin varlığını düşünelim ve bu ikisinin yaşadıkları süreçte görülecektir ki biri genç kalabilirken, diğerinin yaşlanması kaçınılmaz olacaktır. Tabii bu ve buna benzer örnekler daha verilebilir pekâlâ, ama şimdilik bizim için tayy-i mekânın hak olduğunu bilmek ve zamanın izafi bir kavram olduğunu bilmek kâfidir.
Bu arada soru olarak ışık enerjisiyle elektron salabilen maddeler hangi maddeler örnek gösterilebilir dendiğinde cevaben sodyum, potasyum ve sezyum gibi elementler bunun en bariz örnekleridir diyebiliriz pekâlâ. Ki, bu maksatla Amerikan uzay ajansı tarafından güneş enerjini bu tür metaller üzerinde absorbe ettirerekten uzayda kullanmak üzere elektrotlardan yapay uydulara, hatta ay’a ulaşmak türünden skylab projesi kapsam altında tüm bu işlemler gerçekleştirilebiliyor. Nitekim bu kapsamda uzayla ilgili araştırmalara dayanak teşkil edecek ölçüm aletlerinin ve güneş bataryalarının şarj edilirliğini gösteren teknolojinin sahne aldığını görebiliyoruz. Derken astronotlar yeni teknolojik donanımlarıyla birlikte gelinen noktada pillerin bir anda elektrik enerjisine dönüştürülebilecek tarzda kullanılması sayesinde, öyle ya hiç gereği yokken durduk yere akümülatör bataryalarını üzerlerinde taşımaktan kurtulmuş oldular. Ancak şu da var ki; şarjlı aletlerin gölgelik ortamda kaldığı durumlarda sıkıntı oluşturduğu da bilinen bir gerçekliktir. Neyse ki bu sıkıntıyı gidermek adına yüksek düzeyde maliyeti büyük cihazların yapımı çalışmalarına geçilmiş durumda. Bilim adamları bu meseleyi araştıra dursunlar bitkiler bir şekilde güneş enerjisini kendine has yöntemlerle en iyi bir şekilde kullanıp maliyetsiz bu işin keyfini çıkarmaktalar. Keza makineler ve canlılar da faaliyetlerini belli bir transformasyon (bir halden diğer hale geçiş) plan dahilinde yürütmektedirler. Ki; her yeni bir keşif aynı zamanda transformasyon dönüşümü demektir. Nasıl ki asansöre bindiğimizde istediğimiz katın düğmesine basınca istediğimiz kata çıkıyor veya iniyorsak ya da bir yerden bir yere yürüyor ya da gittiğimiz yerden geri dönüyorsak, istediğimiz de kolumuzu kaldırıp istediğimizde indiriyorsak tüm bu yaptığımız eylemler bir halden diğer hale geçişin ta kendisi transformasyon dönüşümleridir.
Belli ki; Mevlana Hz.leri Mesnevisinde “Hamdım, piştim yandım” derken laf olsun diye söylememiş, bilakis bir halden diye hallere geçişin ifadesi veciz sözlerdir bu deyişler. Evrenin görünen yüzünde değişimler söz konusu olduğu gibi görünmeyen insanın iç âleminde de transformasyonlar söz konusudur. Nitekim züht hayatı yaşayanlar iç âleminde bu üç aşamayı geçtikten sonra insan-ı kâmil mertebesine yükselmeleri an meselesidir diyebiliriz.
Züht hayatı ile İnsan-ı kâmil olunurken, Allah için eli pusat tutan Alp’lerde pekâlâ kükremiş aslanlar gibi enginlere sığmaz bir halden diğer hale geçerekten mücahitlik makamına erişebiliyor. Yine bir anne düşünün ki evlatlarını kaybetmenin acısıyla yüreği alev alev yanaraktan feryad figanıyla patlamış bir volkan misali bir gök kubbeyi inletebiliyor. Aslında ciğeri yanan sadece anneler değil, meseleye birde konu başlığımız enerji bakımdan baktığımızda motorlarda içte içe yanmakta. Örnek mi? İşte patlar motorlarda bir bakıyorsun ısı enerjisini sağlayan yakıt silindirlerde kendi içinde yanmakta zaten. Derken içten yanma bir sonraki gelişmeye ön ayak olup beraberinde içten yanmalı motorların seri üretimini getirmiş olmakta. Yine örnek olarak gösterebileceğimiz doğrudan akım içeren jeneratörlerde kuvvetli bir manyetik alan sayesinde bir bakıyorsun içerisindeki iletken hareket ettirilip elektrik akımı elde edilmenin akabinde çalışır konuma geçtiğini görmekteyiz. Keza elektrik motorları da öyledir. Bir bakıyorsun kolektör, armatör ve mıknatıs donanımları sayesinde elektrik akımı ve manyetik alanın karşılıklı etkileri neticesinde aktiflik kazanıp böylece sistem tüm üniteleriyle kendi kendini kontrol edebilir bir halde çalışır konuma geçebiliyor.
Madem mekanik âlemde yanma var, insanın iç âleminde de niye olmasın ki. Şöyle ki insanın göğsünde var olan âlemi emirle bağlantılı letaifler bir takım manevi terbiye metotları sayesinde zikir alevi ile çalıştırılabilirse vücut bir anda manevi atmosfere kavuşabilmektedir. Hatta artık o vücut manevi atmosfere kavuşmanın sayesinde çekim merkezi olabiliyor da. Tabiî ki böyle bir insana ister istemez herkes saygı duyup hürmet edecektir. Demek ki yanma her alanda işlevine göre; kimin de enerji, kimin de huzur kaynağı güç olarak karşımıza çıkabiliyor.
Bölünme ve birleşme kavramlarını genelde toplum ilişkileri için kullanırız. Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu; “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap var” hadis-i şerifini hep söyler dururuz, ama her nedense bu birlikteliğin ve bölünmüşlüğün insan ilişkileri dışında da cereyan ettiğini pek düşünmeyiz. Hatta bu tür kavramları fizyon ve fisyon olayında da görürüz. Zira büyük bir çekirdeğin küçük çekirdeklere parçalanıp çok fazlaca yüklü enerji açığa çıkarır ki; bilim adamlarınca bu tip çekirdek reaksiyonuna nükleer fisyon (Bölünme) denmektedir. Bu arada küçük çekirdeklerin büyük çekirdek oluşturması da nükleer fizyon (Birleşme) olarak tanımlanır. Hatta atom çekirdeğinin değişmesiyle oluşan reaksiyonlar ise çekirdek reaksiyonu olarak nitelenir. Dahası tüm bu tanımlamalar eşliğinde açığa çıkan bir takım enerji oluşumları atom enerjisi olarak karşılık bulur ki, işte atom bombası bunun en tipik bir misalini teşkil eder zaten. Nitekim atom içerisindeki moleküller çarpışarak ısı oluşturmaktadır. İşte bu bilinen gerçeklikten hareketle bir bakıyorsun atom kötü ellerde insanlığı kana bulayan bir şiddet canavarı, iyi ellerde ise enerji üretimine yönelik nükleer enerji olabiliyor. Hele petrol kaynaklarının hızla tükenmesiyle birlikte gözler ister istemez nükleer enerjiye çevrilmiştir. Zira Allah Teâlâ Kur’an’da “De ki, O size üstünüzden veya altınızdan bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıştırıp bazınıza bazınızın hıncını tattırmaya da kadirdir. Bak, onlar anlasınlar diye, ayetleri nasıl açıklıyoruz” (En’am, 65) diye beyan buyurduğu ayette geçen hele bilhassa “üstünüzden” ibaresi bugünkü bombardıman uçakları, füzeler, nükleer silahlar vs. her stratejik donanımı kapsadığına işarettir.
Enerji sadece makro âlemde değil mikro âlemde de hızla devam etmektedir. Nasıl ki aerobik bakteriler hayatlarını güneşten aldıkları ışık enerjisi ile tanzim ediyorlarsa anaerobik bakteriler ve mayalar gibi ilkel canlılarda oksijensiz yaşayıp enerji ihtiyacını aldıkları besinlerin parçalanması sonucu karşılamaktadırlar. Mesela glikozun sırasıyla pirüvik aside, alkole veya laktik aside dönüşümüyle açığa çıkan enerji bu kabildendir. İşte glikozun oksijensiz ortamda laktik asit üretimi lehine yıkılmasıyla ortaya çıkan enerji CO2 ve H2O'ya (karbondioksit ve suya) çevrilmesi neticesinde gerçekleşmektedir. Derken bu olay sayesinde oksijenin birçok kimyasal olaylarda aktif hale gelmesi sağlanır. Hakeza hücre içerisinde besinlerin parçalanmasıyla açığa çıkan hidrojenin oksidatif fosforilasyonla yakılarak enerji elde edilmesi bir başka enerji kaynağını ortaya koymaktadır. Ki; bu söz konusu enerji kaynağı mitokondrilerden başkası değildir. Yani mitokondriler hücre içerisinde solunumda aktif rol alan enerji ocaklarımızdır. Nitekim mitokondrilerin iç kısmındaki krista denilen raflar oksidatif enzimlerin sıralandığı yerler olup buralarda son derece ciddi anlamda kimyasal reaksiyonlar sahne almaktadır. Özellikle buralarda Asetil Ko-enzim A’nın enzimden enzime geçtikçe yakılarak CO2 ve H2O'ya çevrilmesiyle birlikte kimyasal enerji açığa çıkmaktadır. Derken müthiş böylesi bu enerji sayesinde protein sentezi için gerekli ATP oluşumu gerçekleştirilmiş olur.
Hakeza fotosentez olayında bitkiler havadan aldıkları karbondioksiti, toprağın derinliklerinden kökleriyle aldıkları suyu ve güneşten gelen ışığı yapraklarında veya bünyelerinde mevcut olan klorofil sayesinde özümleyip sentez oluşturarak glikoz denilen besin kaynağı, oksijen ve enerji üretmektedirler. Derken bitkilerin oksijen üretmesiyle birlikte atmosferdeki oksijen miktarı dengelenmiş olmaktadır. Düşünsenize atmosferde % 21 oranındaki oksijen kaynağı % 10’lara düşseydi insanın ateş sayesinde kazandığı teknolojik araçların birçoğundan yoksun kalacaktı. Dahası hayat için gerekli olan fotosentezin devreye girmesi mümkün olmayacaktı. Bundan daha da öte fotosentez denkleminde rol alan aktörlerden biri olmazsa ne besin kaynağından ne de oksijen ve enerjiden söz edebilecektik. Bu yüzden fotosentez olayı sıradan bir olay olmayıp bilakis yaratıcının insanlığa büyük bir ikramı bir hadisedir. Demek oluyor ki, bu söz konusu ikram olmasaydı tüm insanlık beslenemeyeceği gibi temiz havayı da teneffüs edemeyecekti. Düşünebiliyor musunuz bitkisel gıdalar vücuda girip enerjiye çevrilebiliyor. Basit tatlandırıcı sandığımız şeker bile bir anda mekanik enerji kazanabiliyor. Yağ ve karbonhidratlarda keza öyledir. Böylece yağ sayesinde ısı enerjimiz gerçekleşir. Bu arada süt, yumurta, peynir, fındık, sebzeler vs. gibi gıdalar bize protein olarak yansımaktadır. Anlaşılan o ki; bitkiler, hayvanlar ve mikroorganizmalar sanki kendi aralarında anlaşmışçasına fotosentez ve diğer kimyasal faaliyetlerin sonucunda birde sinerjik etki oluşturacak rüzgârı da arkalarına alaraktan her yıl ortalama 100 milyar ton oksijen, 200 milyar ton karbondioksit ve organik madde üretmektedirler. Hele polenlerin taşınmasında çok büyük rol oynayan rüzgârlar bunla da kalmayıp biyokimya düzenimize çok büyük bir soluk aldırdığı da muhakkak, tabii kıymet bilene.
Ağaç gövdesinden salınan dallar arasında iletişim sanki bilgisayarlardaki gibi kablosuz ağ bağlantısını hatırlatan bir pozisyonu andırıyor. Hakeza bitki köklerinin toprağın altını üstüne çevirircesine didik didik aramaları sonucunda gerekli yerlerde kullanmak üzere harcanan enerjide öyledir. Belli ki tüm bunlar boşa efor sarf edilen türden çabalar olarak gözükmüyor. Bilakis doğurgan toprağın bağrındaki elementler veya bileşikler kök mühendislerince ölçüp biçilip işleme alınmak suretiyle efor sarf ediliyor. Derken bu milimetrik ölçümler sayesinde yeryüzü sathı rengârenk çiçeklerle, değişik türden ağaçlarla, yeşil örtüyle kaplı hale gelebiliyor. Böylece çeşit çeşit meyveler, sebzeler vs. insanoğlunun hizmetine sunulmuş olur. Hiç kuşkusuz bu hizmet sıradan bir hizmet değil, bilakis emek isteyen, güç isteyen bir hizmet işidir. Madem ortada büyük bir hizmet çabası varlığını müşahede ediyoruz, o halde toprağın derinliklerinden alınan elementler, mineraller ve su önce gövdeye sonra yapraklara nasıl iletiliyor sorusu üzerinde bir değil bin düşünmemiz lazım gelir. Hem nasıl düşünmeyelim ki, baksanıza öyle anlaşılıyor ki, dünyanın bütün kimya mühendislerini bir araya toplamaya kalkışsak bir bitki kökünün ortaya koyduğu mahareti sergileyemeyecekleri çok açık bir gerçek olarak karşımıza çıkacağı muhakkak.
Peki, gerçeklerle karşılaşmak iyi hoşta, şu sondaj makinelerine taş çıkartırcasına köklerin en sert kayaları yarmasını nasıl yorumlamalı? Baksanıza tüm insanlık sondaj makinelerini daha yeni keşfetmenin sevinciyle sevine dursunlar, oysaki bitkiler dünyanın yaratılışından bugüne toprağı delme işini aralıksız bir şekilde halen sürdürmekteler de zaten. Neyse ki insanoğlu da bu arada tabiatta olan bitene bakaraktan boş durmayıp mesela köstebeğin toprağı eşerek tünel yapmasından ilham alarak dağları taşları delecek hale gelip tünel yapma teknolojisini gerçekleştirebilmiştir. Tabii insanoğlu tüm bunları yaparken kendine örnek alıp ilham aldığı kaynakları unuttuğu da apayrı açmaz yanıdır. Öyle ki, insanoğlu bir bakıyorsun kimi zaman tarihi süreç içerisinde tarımdan buhar çağına geçişini övünerek söz eder durur, bir bakıyorsun kimi zamanda buhar medeniyetinden bilgi ve teknoloji çağına geçişini övünerek dem vurur, ama her nedense tüm bunları neye borçlu olduğundan hiç söz etmez.
İşte insanoğlu bu ya, mesela ne hikmetse büyümekte olan bir kayın ağacının günde ortalama 250 litre su buharlaştırdığını, yetmedi yaklaşık 25 metre yükseklikteki bu ağacın ortalama 20 ton su buharlaştırdığından bihabermiş gibi bir tutum sergileyebiliyor. Keza bir bakıyorsun bitkilerin sessiz sedasız köklerindeki besi suyunu iletim boruları vasıtasıyla difüzyon, osmotik ve turgor basıncı gibi bir dizi daha birçok basınç sistemleri eşliğinde en tepe noktalara ilettiği gerçeği görmezden gelinebiliyor.
Her neyse, kimileri görmezden gele dursunlar, biz inananlar açısından hiç şüphe yoktur ki, Yüce Yaratıcının yarattığı kanunlar doğrultusunda bitkilerden bilhassa ağaçların kökleriyle suyu en tepe noktaya hangi emme tulumba sistemiyle iletiyor olması kayda değer bir hadisedir. Belli ki Allah’ın ‘Ol’ emri doğrultusunda tabiatta misyon yüklenmiş gerek biyolojik kanunlar, gerekse fizik ve kimya kanunları bu iş için kendilerini adamış durumdalardır, adamaya mecburlar da zaten. Zira 18 bin âlemi yoktan var eden Yüce Allah böyle emretmiş, bu nedenle de tüm yaratılış kanunları fermanın gereğini yerine getirmekle mükelleftirler. O halde tabiat kanunlarını keşfeden insanoğlu, kanunu yaratan Yüce Allah’a ne kadar şükretse azdır. Hele ki bu işlere kendini adamış bir astronot kâinat nizamının yaratıcısı Yüce Yaratıcının gücünü fark etmeli ki her şeyi kendinden bilmeyip huzur bulabilsin.
Bitkilerin marifeti bu kadarıyla sınırlı değil elbet, dahası var. Şöyle ki; bilim adamlarının petrol konusundaki ağırlıklı olarak dile getirdikleri bir düşünceye göre alg ve eğrelti otlarının ayrışmasıyla oluşa gelen maddeler yeraltına sızıp büyük çapta enerji kaynaklarını oluşumunu gerçekleştirdiğidir. Öyle ki her yıl deniz yosunlarının total ağırlıklarının üç bin katı diyebileceğimiz oluşagelen maddenin zamanla takriben 60 milyar ton enerji üretecek maddeye dönüşebiliyor. Bu dönüşen madde hiç kuşku yoktur ki sanayi çağına girdiğimizden bugüne hemen herkesin bildiği siyah cevher denen petrolden başkası değildir elbet. Her ne kadar tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişe kadar insanlık bu siyah cevherden bihaber olsa da Yüce Allah-u Teâlâ Kur’an’da “O (Rabbiniz ki) merayı çıkardı. Sonra da onu siyah bir gussaya (sel suyuna) çevirdi” (A’la suresi 87/4-5) diye beyan buyurduğu veçhiyle ta asırlar öncesinden çoktan duyurmuştu bile. Değim yerindeyse bugün adına petrol denilen siyah cevherin dünyanın yaratılışıyla birlikte Yüce Allah’ın (c.c) yaratıcı kudretiyle arz kabuğunun altında çeşitli aşamalardan geçirilerek enerji çağının eşiğine gelen insanın hizmetine sunulmak için mayalandırılıp saklı tutulduğunu, dolayısıyla bu noktada insana sadece saklı tutulan petrolü çıkarmak düştüğünü çok rahatlıkla söyleyebiliriz de. Hatta yine çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki “Aman petrol canım petrol” naraları ile sanayi çarklarının döndürmenin sevincini yaşayanlar hiç bilmiyorlar ki sanayi çarklarının döndürmenin mutluluk getirisini bu söz konusu mucizevî ayetin sırrına borçlulardırlar. Tabii kıymet bilene.
Velhasıl-ı kelam; tüm tabiat kanunlarında olduğu gibi enerjinin de ilk yaratılışındaki mükemmeliyeti kâinatta var olan denge kanunları çerçevesinde enerjinin korunumu kanunu gereği bugünde yoluna devam etmektedir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/enerji-mucizesi-5354-kose-yazisi