Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu (2)

Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu (2)
Öncelikle manevi yolculukta yola çıkacak kişilerin ‘hal’ ve ‘makam’ kavramlarını iyi bilmesi gerekir. Nakşibendiyye tarikatının temeli kalp ve letaif zikirlerine dayanır. Bu zikirler sırasında çeşitli ‘hal’ler yaşanır. Cezbe ve vecd eksik olmaz. Cezbe ve vecdin yüzlerce farklı çeşidi vardır. Onun için ben niçin başkaları gibi cezbe ve vecde gelemiyorum, diye kimse üzülmesin ve bunu kendisine dert edinmesin. Bu yola girmişse bu konuda mutlaka bir hissesi vardır. Fakat kendisi bunun bilincinde değildir. Yaşadığı cezbe ve vecd halleri başkasına benzemiyordur sadece. Cezbe ve vecdin ayırıcı özelliği zikir ve rabıta sırasında yaşanan duygusal ve coşkusal hallerdir. Bunlar makama işaret etmezler. Sadece zikri ve rabıtayı kolay ve zevkle yapabilmek için sunulan manevi hediyelerdir. Hallerdir.

Bir arkadaşım her gece ağladığını, kalbinin daima ilahi huzurda olduğunu anlatıyordu. Bununla üstün makamlar kazanıp kazanmadığını benden sordu. ‘Yani,’ dedim, ‘evliya olduğunu mu düşünüyorsun?’ Hâlbuki yaşadığı şeyler, kalp letaifinin halleri idi. Daha letaif zikrine geçmediği gibi bunun ilerisinde daha pek çok değişik halleri yaşayacağını, bunların da manevi makamlar karşısında hiçbir mana ifade etmediğini bilmiyordu. Gerçekten insanlar bu konuda o kadar cahiller ki… İşin iç yüzünü bilmiyorlar. Tabii bir de şeytanların onlara attırdığı taklaların farkında değiller. Şeytanlar bakarlar ki, bir insan bütün günahlara samimi bir şekilde tövbe etmişse, bu sefer ona başka türde vesveseler veremeye başlarlar. Çünkü bu tövbe işine canları sıkıldığı için kendilerine eğlence ararlar. Vesveseleri de genellikle şu konu etrafında toplanır: İşte sen büyük makamlara kazandın. Bu yolda veli oldun gibi. Tabii sofi bu tür vesveseler nefsi okşadığı için buna kanar. Bunlara inanmaya başlar. Kapıldığı gurur ve ucub (kendini büyük görme, beğenme) duygusuyla başkalarını küçük görmeye ve kendisini övmeye başlar. Şeytanlar sofiye atlattıkları bu taklalarla kıçlarıyla gülüp eğlenirler. Yani manevi yola giren bir azınlıkta değil genellikle herkeste olan temel sorun budur.

Manevi yolculuğa koyulup bir iki hal yaşayınca insanlar kendilerinde bir büyüklük görüyorlar, ermiş oldukları düşünüyorlar, daha da kötüsü nefislerini adam yaptıklarını sanıyorlar. Hâlbuki zikri ve rabıtayı bıraksalar bütün bunların kısa bir zamanda sabun köpüğü gibi söndüklerini göreceklerdir. Eskisinden de beter duruma düşeceklerdir.

Birinci yazımızda şunu ifade ettik: İnsan ahfa letaifi üzerinde zikir çekince fena hallerini yaşamakta. Fakat bu bir haldir. Fenafillâh değildir. Fenafillâh halini yaşaması için nefsin mutmainne makamında olması gerekir.

Nakşibendiyye tarikatındaki bir kişi seyr ü sülüğunu bitirse bile, daha somut konuşmak gerekirse kalp ve letaif noktalarındaki nurları müşahede etse bile, nefsi daha henüz levvamededir. Yani daha yolun başındadır. İş asıl bu nurları müşahede ettikten sonra zikir, rabıta, murakabe ile bunu nefisle yoğurmaktadır. Bu da seneleri almaktadır. Her nefis makamında elli bin perde olduğu söylenmektedir. Bunları tek tek aşmak kolay değildir.

Bazı kişiler övünerek ‘Biz kelime-i tevhit ve nefy ü ispat çekiyoruz.’ diyorlar. ‘Murakabe dersleri alıyoruz.’ diye şişiyorlar. ‘Nurları müşahede ettiniz mi?’ diye soruyoruz. ‘Yok!’ diyorlar. Tamam, şeyhiniz sizlere himmet etmiş, çok şeyi kendi üzerine almış, ama siz gerçekte letaif zikrindesiniz, bununla nurları kolay bir yolla müşahede etmeniz için size bir güzellik yapmış, ama sizden yeterli gayret olmayınca bu himmet bir işe yaramaz.’ diye nasihat ediyoruz ama onlar bu tür büyüklenmelerinden pek fedakârlık yapmıyorlar. Nurları bazı kişilerin müşahede etmeden de yüksek nefis makamlarına geçebileceğini sanıyorlar. Hâlbuki Nakşibendiyye tarikatında nurları açıkça müşahede etmedikçe nefis makamlarını aşmaları mümkün değildir.

Nakşibendiyye tarikatı diğer tarikatların sonda ulaştığı halleri başta yaşatır. Yani kalp ve letaif halleri, nurları diğer tarikatlarda sonda kendisini gösterir. Diğer tarikatlar tabiriyle kastettiğimiz tarikatlar, manevi yolculukta nefisle mücadeleyi temel alan Halvetiyye tarikatı ve onun gibilerdir. Nakşibendiyye tarikatında seyrü süluk neticesinde kalp ve letaif halleri yaşandıktan, nurlar görüldükten sonra elde edilen sonuçların hepsi birer haldir. Zikir, rabıta, murakabe kesildiği anda müthiş bir geriye dönme süreci hemen baş gösterir. Kişi nefs-i emmareye kadar düşebilir. Çünkü tövbe ile bir mürşid-i kâmilin elini tutan kişi her ne kadar nefs-i levvamede kabul edilse de aslında nefs-i emmare ile nefs-i levvame arasındadır. Levvame nefsin mülk olması için bütün perdelerinin aşılması gerekiyor. Ama nefis makamlarını kat ederek yükselen diğer tarikatlarda bu durum görülmez. Yani nefis makamından aşağı kolay kolay inilemez. Daha doğrusu en az mutmainneye ulaşan bir kişide bu durum, yani geriye dönme pek gerçekleşmez. Çünkü haller her an değişebilir ama nefis makamları kolay kolay elden çıkmaz. Onun için bu manevi yolda önemli olan usuli aşereye dikkat ederek nefis makamlarını aşmaktadır. Hallere itibar etmemek, değer vermemektir.

Nefis sabrı belli bir derecede öğrendi diyelim. O derecesini olaylar karşısında kullanmada kimse önüne geçemez. Engelleyemez de. Nefis sabrı hiçbir zaman da unutmaz. Kafamızdaki sabırla ilgili bilgiler yok olabilir ama nefis böyle değildir. Onun için nefse sabır talimini yapmak gerekiyor.

Nakşibendiyye tarikatında nefy ü ispat zikrinin ve murakabelerin temel işlevi kalp ve letaif hallerini diri ve canlı tutmak, buralarda ortaya çıkan nurları belirginleştirmek ve söndürmemektir. Çünkü gerek nefy ü ispat gerekse murakabeler nefsin ve şeytanların belini kırarlar. Nurun ve feyzin önünü açarlar. Bu açıdan nefy ü ispat zikri arabanın motoru gibi bir öneme sahiptir. Bu zikirde özellikle soluk kesmeler, nefsin letaifler üzerindeki engelleyici baskısını ortadan kaldırdığı gibi letaiflerin nurlarının belirginleşmesini önlemeye çalışan şeytanları da etkisiz hale getirirler. Bu açıdan bu zikre çok önem vermek gerekir. Özellikle vahdaniyet murakabesi de nefy ü ispat gibi bir işleve sahiptir. Onu da daimi bir hal haline getirmek lazım gelir.

Sofi nefy ü ispat ve murakabe dersleri de alsa günlük beş bin kalp zikrini asla ihmal etmemeli, ayrıca bazı günlerde letaiflerini de diri tutmak ve geliştirmek için sayısız zikirle tespihi onların üzerinde gezdirmelidir. Şayet bu noktalarda şeytanların açıkça engelleyici hücumlarını şahit olursa tespihle zikir yapma sırasında bu noktalarda küçük bir Kuran-ı Kerim de bulundurması büyük yararlar sağlayacaktır.

Elbette hiç kimse yerinde durmuyordur. Kişi sofiyse, az da olsa zikri ve rabıtası varsa, o yine ilerliyordur. Ama bu ilerleme nefis makamlarında değil kalp ve letaif hallerindedir. Bu adam akıllı tamam olduktan sonra, ki bu da letaif noktalarında nurların belli olup sofinin nurunun artmasıyla kesinleşir. Ondan sonra nefis makamlarını aşmaya sıra gelir. Bu nurlarla nefis makamları tek tek aşılır. Çünkü bu nurlarda ilk makalemizde belirttiğimiz usuli aşerenin hammaddeleri vardır. Bunlarla nefis yoğrulduktan sonra yavaş yavaş değişmeye başlar. Kısacası Nakşibendiyye tarikatında kişi kalp ve letaif noktalarında nurları görüp üzerindeki nuru artırma sürecinde iken yaşadığı bütün her şey haldir. Yani bunlar elinden her an kayıp gidebilir. Değişebilir. İlgili kişi ise henüz nefs-i levvamededir.

Elbette Halvetiyye tarikatında durum farklı olmakta. Onlar kalp ve letaif noktalarına eğilmiyorlar. Nefsi direk değiştirmek için mücahede ve riyazat yoluna koyuluyorlar. Halvet, oruç, hizmet gibi yollarla nefsin makam kazanmasına çalışıyorlar. Elbette bu yol çok zordur. Çoğu insanın bu nefis makamlarını tamamlamaya ömürleri yetmez. Ama nefisleri mutmainneye geldiğinde ancak kalbin kırmızı nurunu görebiliyorlar. Tabii bu seviyeye gelmek de çok uzun yılları almaktadır.

Nefis makamları kazanıldığında insana mülk olur. Haller ise gelip geçicidir. Buna göre bir Halveti sofisi nefsin mutmainne makamına erişip kırmızı nuru gördüğünde bu nimet kolay kolay elinden alınmaz. Ama bir Nakşibendiyye sofisi bütün letaif noktalarındaki nurları görse de şayet zikrinde ve rabıtasında bir gevşeklik söz konusu olursa çok büyük bir düşüş yaşar. Şeytan musallatları genellikle bu noktada yaşanır. Yani sofi daima ileri gidecek. Derslerini yaptığı gibi boş vakitlerinde de nafile ibadetlere önem verecek. Nurunu ve feyzini artırmaya çalışacak.

‘Kim Rahman olan Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. (Zuhruf suresi, 36).’ ayetinde şeytan musallatlarının umumi bir kanunu verilmiştir. Yani kişi zikir nimetine eriyor. İleri gideceğine nefsine uyuyor. Dersi bırakıyor. Şeytanlar atağa kalkıp sofiyi zikirden bezdirmek ve bu yolu engellemek için musallat oluyorlar. Tıpkı ülkesinin savunmasında ihmalkâr olan bir devlete düşmanlarının savaş açması gibi. Hâlbuki savunmaya büyük bir kaynak ve güç ayıran devletlere kimse kolay kolay savaş açamaz.

Bunu övünmek için anlatmıyoruz, başkalarına ibret olsun diye söylüyoruz: Şükürler olsun Allah’ın lutf u ihsanıyla, sadatların himmetiyle letaiflerdeki bütün nurları müşahede ettiğimiz bir zamanda (beş altı yıl kadar önce) üzülerek söylemek gerekirse ayaklarımız yere pek basmıyordu. Gurur kibir, ucub içerisindeydik. Hiç unutmam üç arkadaş bir iş için gittiğimiz şehrin otel odasında uyurken ben yatakta benden neş’et eden rengârenk nurları seyrederek ‘Vah zavallılar, nefislerinin karanlığında uyuyan bir şunlara bak, bir de bana sunulan şu nimete bak, vah nasipsizler…’ diye içimde bir büyüklenme hissettim. Tabii nefsi levvamede olan bir kişiden başka ne beklenebilir?.. Biraz gevşedik. Çünkü gurur, kibir, ucub ibadetteki ihlâsı, zevki alır. İbadetin miktarını da düşürür. Derken fırsat kollayan şeytanların hücumlarına uğradık. Aklımız başımıza geldi. Tabii toparlanmak kolay değil. Nefis hem ahmaktır hem de inatçıdır. Hatasını anlamak istemez. Şükür, o vartaları atlattık. Tabii bu da Allah’ın (c.c.) dilemesi, lutf u ihsanıyla, sadatların himmetiyle zikir, rabıta, murakabe ile kalp ve letaif noktalarını daha iyi çalıştırıp nur ve feyzi artırmakla oldu. Zaten bunun dışında başka bir yol yoktur.

Nur ve feyz şeytanlara karşı silah gibidir. Bunun dışında başka bir yolla onlarla mücadele etmek mümkün değildir. Pek çok sofi benim yaşadığım duruma düşüyor. Şeyhinden medet bekliyor. Derslerinde ihmalkârlığını görmüyor. Vesveselerinde boğulup kalıyor. Bela ve musibet yüce Allah’tan gelir. Aslında bu şeytan musallatları da Allah’tan (c.c.) gelen büyük bir nimettir. Tabii anlayana. Çünkü nur ve feyzi artırmada bir kamçıdır şeytan musallatları. Öyle bir kamçı ki ancak yiyen bilir…. Ama nefis ona buna içerler, kızar, öfkelenir. İster ki zahmetsizce, bir gayret sarf etmeden üzerinden bu yük kaldırılsın. Hâlbuki yüce Allah (c.c.) insanı çok üstün olarak yaratmıştır. Onun için Hz. Âdem’i (a.s) yarattıktan sonra meleklere ve şeytana ona secde etmesini emretmiştir. Şeytan hasedinden bu emri yerine getirmemiştir. İnsanın üstünlüğü ilahi nefhaya (ruha) sahip olmasıyladır. Bakara suresinde bu konu ile ilgili ayet-i kerimeleri okursanız konuya vakıf olursunuz (bk. Bakara suresi, 30-38). Yani kalp ve letaifler bu ilahi nefhanın (ruhun) manevi organlarıdır. Onlar çalışınca ortaya çıkan nur şeytanları kahrediyor. Hasetlerinden kudurtuyor. Çünkü manevi yolculuğa çıkmış bir insana tahammülleri yok. Bu insan kalbini ve letaiflerini çalıştıracak, sonra da ilerde nefis makamlarını kazanacak, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanacak, bütün bunlardan sonra insanları Allah’ın (c.c.) dinine davet edecek… Şeytanlar buna çıldırıyorlar. Ama ne yapsınlar? Sonuçta onları da yüce Allah (c.c.) yarattı. Ama asla insanları onlara oyuncak olsun diye yaratmadı. Hz. Âdem’in (a.s) kişiliğinde sunulan secde nimeti insan-ı kâmilin makamına da işarettir. İnsan-ı kâmilin himmeti ile pek çok şeytan hidayete geliyor. Çünkü şeytanın mensubu bulunduğu cinler de bizler gibi imtihandalar.

Kısacası insanlardaki şeytan musallatına dair fobiyi bir türlü anlayamıyorum. Bir de şeytan musallatına maruz kalıp da zikri, rabıtayı azaltan veya terk eden sofilere ne diyeceğimi bilemiyorum. Bazıları aman bana şeytan musallat olmasın diye az bir zikirle yetiniyorlar. Bu yüzden hiçbir zikri çekmeyen insanların varlığından da haberdarım. Ben gayr-i ihtiyari bunların saflıklarına gülüyorum. Yani şeytanlar musallat olsa ne olacak? Seni öldüremezler, buna güçleri yetmez. Ancak sinirleri sıkma teknikleri ile biraz oranı buranı hafiften rahatsız ederler. Ama nur ve feyzini artırma yolu ile onları gün be gün yenmeye, bu sıkıntıları ortadan kaldırmaya doğru yürüyüşün zevki hiç bir şeye benzemez. Peygamberimiz (s.a.s) nefis ve şeytanlarla yapılan bu savaşa ‘büyük cihat’ demiştir. Bunun mükâfatı da ona göre büyüktür. Ayrıca zaferin zevkini tatmayan da bilemez. Yüce Allah (c.c.) insanı çok üstün yaratmıştır. Bunun kadrini bilmeyip de onlara yenik düşenlere, onlardan korkanlara yazıklar olsun!

Konu gayr-i ihtiyari hiç hesapta olmayan bir noktaya kaydı. Ben de bu noktadan bir türlü çıkamadım. Yazılanları nedense silmek istemedim. Şimdi konuyu mecrasına koymak gerekiyor.

Evet, bu kalp ve letaif nurlarına ulaşamayan insanlar kendilerinde bir eksiklik mi hissetsinler? Onlara bir aşağılık kompleksi mi sundum? Gerçekten tüm samimiyetimle söylüyorum. Bu kalp ve letaif halleri gibi bunların nurları da bu manevi yolculukta nefis makamları karşısında bir hiçtir. Ahrette de bunlardan hesaba çekilmeyeceğiz. Önemli olan usuli aşeredeki hususlara ulaşmaktır. Bunlarla nefsi süslemektir. Çünkü ancak bunlar nefsi adam eder. Elbette düşünce egzersizleri ile kitaplar okuyarak usuli aşeredeki hususları nefse kazandıramayız. Ama bu yolda bilgi edinmeyi de küçük görmemeliyiz. Her ne kadar nefsimiz bu bilgilerle değişmese de bu konuda bilinçli olmak insana çok şey kazandırmaktadır. Bilinçli insan ara sıra yaptıklarını, ettiklerini muhasebe etme imkânına sahip olur. Pişmanlık ve tövbe halleri ile bunları sevaba çevirir. Bir dahaki sefere daha dikkatli olur. Aynı hataya düşmemek için nefsini biraz zorlar. Bunlar, bu konuda bilgisiz insanda olmayan nimetlerdir.

Usuli aşeredeki sabra değinerek konuyu örnekleyelim. Genel af dönemlerinde gazetelerde çok sık okuruz. Suç işleyen kişiler böyle bir afla salıverilince hemen gene aynı suçları işleyip tekrar hapse düşüyorlar. Şuna eminim ki, o kişiler hapiste iken kendilerini muhasebe etmişlerdir. Yani hapiste pek çok şeyden mahrum oldukları için içlerinde bir pişmanlık duyup bir daha o işleri yapmama konusunda bir niyet şu veya bu ölçekte içlerinde doğmuştur veya geçmiştir. Lakin bu hal bir kısmına tövbe-i nasuh sağlarken bir kısmında ise maalesef gerçek tövbeye ulaşamamıştır. Ama şu bir gerçek ki hapis hayatında sabırdan hisse almayan kişi olmamıştır. Şu veya bu oranda. Herkeste niceliği farklı da olsa hapse düşen bir insan mutlaka sabır kavramını nefsiyle yaşar. İşte böyle umumi aflardan anlaşılıyor ki, yine de sabır kavramında aldıkları bu hisse bazı kişileri nefislerinin alıştığı günahlara veya suçlara düşmelerini engelleyememektedir. Bunun gibi bizler de nefsin makamlarını iyi bilip ayrıca nefsi adam yapan usuli aşeredeki hususlarda bilinçlenip elimizden geldiğince onun ıslahına çalışmalıyız. Manevi yola giren bir kişi de tıpkı hapiste yatan kişi gibi az veya çok mutlaka usuli aşeredeki hususlardan bir hisse alır. En az bunların kokuları üzerine siner. O açıdan önemli olan şey manevi yolculuğa girmektir. Karınca karınca yola düzülmektir.

Peygamberimiz (s.a.s) ‘Oruç sabrın yarısıdır.’ buyurmuşlardır. Yani oruca devam edersek sabır karakterinin yarısına talip oluruz, diye buyuruyor sevgili peygamberimiz. Şimdi bir Nakşibendiyye sofisi düşünün, bu kişi yıllardan beri nafile oruçlarla beraber yılın en az yarısını oruçla geçiriyor. Elbette bu kişi kalp ve letaif noktalarındaki halleri yaşamasa ve nurları görmese de bu halleri yaşayan ve nurları gören kişiden çok üstün bir nefis makamında bulunacaktır. Sabrı nefsinde karakter olarak belirginleştiren kişi en az mülhimede yer alır. Hâlbuki kalp ve letaif noktalarında nurları gören normal bir Nakşibendiyye sofisi ancak levvame nefistedir.

Hâlbuki bu yola yeni giren bir sofi samimi olarak mürşid-i kâmile tövbe verince (bey’at alınca) nefsi levvamede bulunur. Nurları müşahede edince de gene bu nefis makamında bulunmaktadır. Yani nefsi yaşadığı bütün hal, cezbe, vecd, nurları müşahede halleri ile değişmemiş bulunmaktadır. Ama bu durum makam itibariyledir. Yani nefsi görünüş itibariyle değişmemiştir. Ama içten içe büyük değişimler de dikkati çeker. Çünkü nefsi-i levvamenin binlerce perdesi vardır. Bunların pek çoğu aşılmıştır. Bu itibarla her ne kadar yeni sofi ile eskisi aynı nefis makamında bulunsa da aralarında dağlar kadar fark vardır. Yani ahlakta ikisi bir olmaz. Onun için yeni olanlar eskilerden çok istifade edebilirler. Eğer saygılı olurlarsa.

Bu noktada rabıtaya değinmememiz büyük bir eksiklik olacaktır. Rabıta nur ve feyz kaynağı olan şeyhi düşünmektir. Tabii nurdan ve feyzden haberi olmayan kişiler bunu çok saçma görüyorlar. Rabıta kesinlikle bir ibadet değildir. İbadet Kuran-ı Kerim ve peygamberimizin (s.a.s) sünneti ile kaim olur. Rabıtaya kim ibadet gözüyle bakıyorsa baştan yanılıyordur. Rabıta sevgidir. Bizim sevgiyle bir Allah dostunu düşünmemiz, hayal etmemizdir. Bunu sağa sola çekmeğe lüzum yok. İnsanlar zaten her anlarını bir şeyleri düşünerek ve hayal ederek geçiriyorlar. İşte rabıta bu tabii durumu biraz yapay bir yolla ara sıra kanalize edip mürşid-i kâmili düşünmektir.

Konu ile ilgili tasavvuf kitaplarında şunlar geçer: ‘Rabıta zikirden üstündür. Zikrin ziyası ay ise rabıtanınki güneştir…’ Tabii önceleri ben de bu tür sözleri şaşkınlıkla karşılardım. İçimden bu tür ifadelere itiraz sesleri yükselirdi. Bayağı bu vesveseler beni rabıtaya karşı engelledi de. Ama bu yolda ilerleyince, belli bir seviyeye gelince hakikatin böyle olduğunu bizzat anladık.

Rabıta ruhi bir olay. Yani insanlar ruhu tanımıyorlar. Bilmediklerini de bilmeyince zır cahil oluyorlar. Artık böylelerine de nasihat kar etmiyor. Bozuk plak gibi aynı lakırdıları ediyorlar. Kendilerini çok akıllı, dindar; bizleri de ahmak, Allah’a şirk koşan güruh olarak görüyorlar. Bundan da öte velileri, onların bu tür sözlerini inkâr yoluna gidiyorlar. Bu tür inkâr insanı imanın esaslarında, özellikle peygambere imanda da şüpheye götüreceği için çok tehlikelidir. Hâlbuki manevi yolun yolcusu temiz ve sağlam bir itikat yanında farzlarla, sünnetlerle, nafilerle, müstehaplarla gününün yarısından çoğunu ibadetlere vermezse boşa kürek çeker. Bir şey elde edemez, hiçbir hal de yaşayamaz. Tabii nefis makamları şurada dursun.

Rabıtayı inkâr edenler ruhi olan olgulara karşı çıkıyorlar. Ruhun kanunları aklın ve maddi hayatınkinden çok farklıdır. Bunu anlamak istemiyorlar. Ruh için mekân, zaman diye bir problem yoktur. Bunu insan havsalası kavrayamadığı için rabıtayı anlayamıyor, kıymetini de bilemiyor. Böyle kişilere soruyoruz. ‘Rüyayı kim görüyor?’ ‘Ruh!’ diyorlar. ‘Peki, hak rüyaya inanıyor musunuz?’ ‘İnanıyoruz.’ diyorlar. ‘Hak rüyada kişi önceden bilmediği mekânlara gidiyor, bazı kişileri görüyor. Zaman geliyor bunlar gerçekleşiyor. Bu nasıl oluyor?’ ‘Tabii ki ruhun bağlı olduğu kanunların akıl ve maddenin bağlı olduğu kanunlardan farklı olması ile. Yani ruh için zaman ve mekân kaydı yoktur. Dünyanın bir ucuna, hatta evrenin ötesinde bulunan levh-i mahfuza bir anda gidip gelebilir. Bir insan mürşid-i kâmili düşünüp hayal ettiğinde kalp ve letifleri ile mürşid-i kâmilin sahip olduğu nur ve feyzin gölgesine girer. Bu anında gerçekleşen bir olaydır. Kişi rabıtada hiçbir şey hissetmese de ruhu şeyhinin huzurundadır. Bizim gibi bu konuda ilerlemiş kişilerin yaşadığı hal budur. Biz bunu gözlerimizden daha iyi görüyoruz. Ayrıca hak rüyada nefis devre dışı olduğu için bütün bunlar yaşanabiliyor. Manevi yola giren de nefsini bir miktar günah kirlerinden temizleyip devre dışı bırakarak ruhsal olarak şeyhinden yararlanabiliyor, hatta bu yolda ilerleyen kişiler şeyhlerini rabıtada görüp konuşma imkânlarına da kavuşabiliyorlar. ’

Gerçekten zikri çekerken yaşadığımız haller, yani nurları müşahede ve feyz alma rabıta sırasında daha bir artmaktadır. Tabii bir de şu hadise rabıtayı zikirden üstün kılmaktadır: Zikir sırasında nefsin hissesini gerek bu yazımızda gerekse daha önceki yazımızda yeterince açıkladık sanırım. Rabıta sırasında ise adeta bir karakter transferi olmaktadır. Yani mürşid-i kâmilde en ideal ölçüde bulunan usuli aşere unsurları yavaş yavaş rabıta yapan sofiye yansımaktadır. Tabii bu süreç çok yavaştır. Kolay fark edilmez. Ama zikre göre çok daha bereketlidir. Rabıtanın doğrudan nefse bu tesiridir ki onu zikirden üstün kılmaktadır.

Şunu hiçbir zaman unutmamak lazımdır. Tasavvuf dar bir keçi yoludur. Allah (c.c.) üzerimize farz kılmamıştır. Bu yol, sadece meşrebi, tabiatı uygun bazı insanlara hastır. İnsanları tasavvuf yolundan ziyade İslam’a çağırmak gerekir. Peygamberimiz (s.a.s) orta bir ümmet olmak üzere gönderilmiştir (bk. Bakara suresi, 143). Peygamberimizin, sahabelerin de hayatı da buna tanıktır. Elbette ehl-i suffe ve bazı sahabeler de amelde ileri giderek tasavvuf yolunun örnekleri olmuşlardır. Bunu da görmezlikten gelmek doğru değildir. Ama bu yolu da umumileştirmek İslam’a zarar verir.

İslam’ın genele hitabı orta bir yol olmuştur. Bu da haramlardan kaçınmak, emirleri (farzları) yerine getirmektir. Bu cennete giden bir yoldur Allah’ın izniyle. Bunun için nefs-i emmareden kurtulmak yeter. Zira nefs-i emmare sahibini mutlaka cehenneme götürür. Bu yolda çok az bir nefis cihadına gerek vardır. O da yasaklardan kaçınmak ve farzları yerine getirmektir. Böyle birisi artık nefs-i levvameye yükselmiştir. Yüce Allah (c.c.) yukarıda anlattığımız kalp ve letaif hallerini bize farz kılmadığı gibi nefis makamlarını da sonuna kadar aşmayı bizden istememiştir. Bu açıdan elimizden geldiğince İslam’ı yaşayıp bütün Müslümanların kurtuluşu ve birliği için gönülden duada bulunup gayret gösterirsek dünyada ve ahrette saadete ereceğimizi düşünüyorum. Bakara suresinin son iki ayetini bu açıdan iyi mütalaa edip sırtımıza çok az bir yük vurulduğu için şükretmemiz gerekir.

Pek çok kişi elindeki tespihle yaptığı zikri gözünde büyüterek dinin gayesinin ve ruhunun dışına çıkıyorlar. İnsanlara tasavvufu tek kurtuluş yolu olarak gösteriyorlar. Tasavvufu İslam’ın önünde ve üstünde tutarak dini insanların gözünde zorlaştırıyorlar. Dini yaşanmaz ve sadece bazı kişilerin yaşayabileceği bir şekle sokuyorlar. Bu düşüncede olan insanların bu tasavvuf yolunun en büyük üstadı olan İmam-ı Rabbani’nin (k.s) Mektubat’ını okumalarını özellikle istirham ediyorum. Orada bu hususlara dair pek çok mektupta defalarca kez ifade ettiğimiz biçimde açıklamalar yapılmıştır. Hâlbuki bu yapılan tespihler yine İmam-ı Rabbaninin (k.s) ifadesiyle farz değil, sünnet değil, sadece müstahaptırlar. Bunların da temel amacının yazımızın başında da belirttiğimiz üzere nefsi değiştirmek, nefis makamlarını aşmak olduğunu da söyledik. Aslında iş burada da bitmemektedir. Peki değişen bu nefisle ne amaçlanıyor? Yüce Allah’ın (c.c.) dinini yaşamak ve yaşatmak. Başka insanlara sunmak. Tebliğ etmek. Çünkü yüce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de ‘Şüphesiz Allah, müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır (Tövbe suresi, 111)’ diye buyurmaktadır. Onun için yüce Allah’ın (c.c.) dinini yaşamak, yaşatmak her insanın üzerine farzdır. Gaye ila-yı kelimetullaha hizmettir.

Geçmişte cihat ülkeler arasında savaşla olmaktaydı, bugün pek çok değişik hizmetle bu iş gerçekleştirilmektedir. Bu konuda gafil olmak bir Müslüman’a her şeyden önce yakışmaz. Onlardan birisinde çorbada tuz misali ufacık bir katkımızın bulunması, yüce Allah’ın (c.c.) rızasının üzerimizde olmasını sağlayacaktır. Kısacası ilkyazımızın başındaki ifadeleri tekrarlarsak, manevi yolculukta çarklar dönüyor ama niçin dönüyor, bunlar hangi çarkları döndürüyor, neye hizmet ediyor, amaç ne, ona iyi bakmak gerekiyor. Yoksa şeytana ve nefse hizmet ederiz de farkında olmayız.

Pek çok kişinin tasavvuf yoluna girme nedeni hal yaşamak, üstün vasıflara sahip olup insanlara hükmetmektir. Böyleleri baştan yanlış bir yolda bulunmaktadırlar. Nefis ve şeytanlar bu yolda onları çok derin çukurlara atarlar da çıkmaları bile mümkün olmaz. Niyetimiz Allah (c.c.) rızası için İslam’ı yaşamak, örnek hayatımızla başkalarının da yaşamasına vesile olmak, bütün dünyadaki Müslümanlarla birlik olup tüm dünya insanlığının bu dine girmesine çalışmak olmalıdır. Bu görünen en büyük çarktır. Bu dönmüyorsa veya bunun dönmesi için bir niyetimiz, isteğimiz, çabamız yoksa demek ki bu dinin dışında başka bir yoldayız ve nefis ve şeytanlar bizi başka dinlerle aldatıyorlar.

Yüce Allah (c.c.) bizlere akıl ve şuur versin. Rızası istikametinde ayırmasın. Zikrini rızası yolunda kılmayı nasip eylesin. Bizi gerçek Müslüman ve müminlerden eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu(3)
Zikrin işlevi ile ilgili çeşitli tarihlerde yazdığımız iki yazıda belirgin bir eksiklik olarak zikrin ruha tesirinden gereği şekilde söz etmediğimiz ilgili yazıları bilahare okuyunca meydana çıktı.

Hâlbuki zikir önce ruha etki eder. Ruhu tasfiye (saflaştırma) ettikten sonra nefsi tezkiye (temizleme) eder. Çünkü zikir karşısında önce ruh harekete geçer. Ruh arındıktan, yani belli bir oranda saflaştıktan sonra sıra nefsin makamlarını kat etmesi için tezkiyesine gelir. Yukarıdaki adı geçen makalelerimde bunun ne şekilde olduğunu yeterince açtığımız, açıkladığımız için burada ruhun zikir karşısında aldığı vaziyete odaklanacağız.

Ruh ibadet olmadan ölü gibidir. Varlığını pek göstermez. Nefis ile ruh aynı hali alır. Onun için psikoloji, psikanaliz, psikoterapi… gibi bilimler, disiplinler ruhu tanıyamadıkları, ayırt edemedikleri için nefsi incelemişler, nefsi ruh diye ele almışlardır. Dolayısıyla bunların vardıkları kanılar da hep nefisle ilgili olmuştur. Asla da bir insana şifa kaynağı olamamışlardır.

Ruh hiçbir zaman hastalanmaz. Psikolojik rahatsızlıklar nefisten kaynaklanır. Çünkü ruh Allah’tan ilahi bir nefhadır. İnsan nefsinin bu dünyaya aşırı şekilde ve yanlış yollarla bağlı olmasından dolayı psikolojik sıkıntılar, rahatsızlıklar ve hastalıklar yaşar. İnsan günahlara tövbe ettiğinde ve ibadetlerle yaratılış amacına yöneldiğinde ruh hızla manevi âlemlere doğru yükselir, nefis bu sayede dünyaya aşırı ve yanlış yollardan bağlı bulunduğu psikolojik rahatsızlıklardan, sıkıntılardan, hastalıklardan kurtulmaya başlar. Yoksa nefsi temel alan ve ruhu görmezden gelen modern bilimlerin ve disiplinlerin insana hiçbir şekilde belirgin bir şifa vereceğine kesinlikle inanmıyorum.

Bu dünyada gurbette olan ruhun ilahi âlemlere karşı olan iştiyakı ve özlemi ancak günahlara tövbe etme ve ibadetlere yapışmakla giderilir.

Ruh yükselişle kendisini belli eder. Durağan olduğu zaman nefsin egemenliği altına girip tanınmaz olur. Ruh ibadetlerle Allah’a (c.c.) doğru, asıl vatanına yolculuğa çıktığı zaman varlığı sezilir. O zaman bir insanda ruhtan söz edilebilir.

Yoksa nefsinin esiri olup da çeşitli günahların pençesindeki insanların ruhi bir hayatı olmadığı gibi böyle bir insanın ruhunun soluklarını duyması bile imkânsızdır. Günahkâr insanın hayatında ruhun varlığı silinmiş, adeta buhar olmuştur.

Kişi ne zaman günahlara gözyaşı ile nasuh tövbesi yaparsa ve ibadetlere başlarsa ruh adeta hayat bulup kendisini gösterir. Böyle bir kişinin ruhu yükselmeye başlamıştır.

Ruh yükselmezse varlığını göstermez. Nefsin elinde yok olup gider, adeta erir.

İlahi aşk ruhun yükselmesi ile başlar. Ruhu yükselmeyen kimse dünya bataklığına saplanıp kalır. Materyalist olur. Allah’ı ve diğer inanması gereken şeyleri yavaş yavaş inkâr etmeye başlar. İnsanın inanması için bu dünyayı aşması, ruhunun ilahi âlemlere yükselmesi gerekir. Manevi yolculukta iman esasları gittikçe güçlenir. Ruh ileri manevi âlemlere yükseldikçe insanın gözünde madde düşmektedir. Onu hayal, rüya gibi bir şey olarak algılamaya başlamaktadır. Bu sayede büyük bela ve musibetleri de fazla sarsılmadan aşabilmektedir. İnsan kalbinden bu dünyayı çıkardığı oranda Allah’a karşı bir ilahi aşk duymaktadır.

Ruhun yükselmesi adeta bir el fenerinin ışıkları gibidir. Yani ruh el fenerinin elde olması gibi vücut ülkesindedir. Işık nasıl saniyede 300.000 km hızla harekete geçerse ruh da bundan daha hızlı bir şekilde letaifleri ile arş-ı alaya doğru yükselmeye başlar.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) Mektubat’ında ruhun yükselmesine dair yazıları okuyunca bunun ne şekilde olduğunu çok merak ettim. Bu yolda bir makam sahibi olmadığımız halde yüce Allah (c.c.) sadat-ı kiramın himmetiyle defalarca kez yakaza halinde gösterdi ki ruh (letaifler) çok yüksek bir hızla göğe doğru yükselmektedir. O kadar yüksek bir hız ki belki ışık hızı yanında solda sıfır kalır. Önceleri bu hızlara tahammül edemeyip yüce Allah’tan (c.c.) bu isteğimden vaz geçip tövbe ettim. Çünkü insan o sırada aklını kaybedeceği vehmine kapılmaktadır. Hâlbuki bizim yaşadığımız hız, Allah’tan (c.c.) bir rahmet olarak bizim tahammül gösterebileceğimiz şekilde ayarlanmıştı. Gerçeğini insanın kaldırması zaten mümkün değildir.

İstisnasız her Müslüman günahlardan el çektiğinde (üzerindeki kul haklarını da ödemeye çalışma kaydıyla), farz ibadetleri yerine getirdiğinde bu ruhi yükselişini gerçekleştirmektedir. Tabii bunun farkında olmamaktadır. Bu insanlara gösterilmemektedir. Ama tabii ehl-i tasavvufa göre sıradan bir Müslüman’ın letaiflerinin göğe yükselme hızı biraz düşük olabilir, varacağı yer de yani makamı da biraz aşağıda kalabilir. Ama Allah’ın (c.c.) izni ile ölümden sonra sonu cennette biten bu ruhi yükseliş maksada varıncaya kadar devam eder. Hadis-i şeriflerde belirtildiği üzere bir kişi ölmeden önce gideceği yeri görmeden ruhunu teslim etmez. Yani sadece Müslümanların ruhları cennete doğru uçmuyor, inançsız veya günahkâr insanların ruhları da cehenneme doğru düşmektedir. Tıpkı halatları kopmuş bir asansör gibi. Rüyalarda bazen görülen düşme durumları buna işaret olabilir. Tabii bunu tövbeye vesile olması ve ihtiyat için söylüyoruz. Yoksa rüyalardaki düşmenin başka nedenleri de olabilir. Bunları şimdilik bilemiyoruz. Tövbe ettikten ve günahlardan uzak durduktan sonra bunu vesvese yapmamak da gerekiyor. Şunu itiraf ediyorum ki, bu tasavvuf yoluna girdiğimden beri bir kere olsun düşme rüyası görmedim. Allah’a sonsuz şükürler olsun. Bundan önce yani namazında niyazında bir Müslümanken bu düşme rüyalarını çok görürdüm. O zamanlar her ne kadar haramlardan uzak dursak da çoğu kez elimizde olamadan veya nefsimize biraz uyarak bilerek veya bilmeyerek bazen harama veya şüpheli şeylere bulaşıyor, nefsimizde de çoğu kez harama karşı büyük bir meyil ve iştiyak duyuyorduk. Tasavvuf nefsi tezkiye ettiği için şimdi günahlardan gerçek manada uzak durmaya çalışıyoruz. Allah’ın izni ve sadatların himmetiyle çok şükür günahlara karşı nefsimizde pek bir iştah da duymuyoruz. Tabii peygamberimizin (s.a.s) dualarında buyurduğu gibi yüce Allah bizi bir göz kırpma anı kadar da olsa nefsimizle baş başa bırakmasın. Âmin. Yoksa nefsimiz son nefese kadar adam olmaz. Şeytanın telkinlerine her zaman her makamda açık olarak yaratılmıştır. Tamamen ıslahı mümkün değildir. Nefsimize bir an güvensek bile imtihanı kaybedenlerden olabiliriz. Son nefeste imansız gidebiliriz. Allah korusun.

Uçma kaçma hikâyelerine de pek bel bağlamamak gerekmektedir. Sonuçta bunlar birer haldir. Nefis makamlarına işaret etmezler. Tasavvuf yolunda amaç nefsi tezkiye etmektir. Nefis güzel ahlaklarla süslenirse meyve veren bir ağaca dönüşmüş olur. Böyle birisinin nefsinden herkes istifade eder. Böyle bir insan gerçek manada İslam’a da büyük hizmetler verir. Ama böyle uçma kaçma hikâyelerine bel bağlayıp da bu yola girenleri şeytanlar oynatıp dururlar. Onların tek derdi aslında nefislerine hizmettir. Kendisine hayrı olmayanın başkasına ne menfaati olabilir? Nefisleri onları acınacak vaziyetlere düşürür. Maalesef pek çok kişi tasavvuf yoluna nefsine hizmet için giriyor. Bazı üstün vasıflara erip keşif ve kerametlerle insanlara şov yapmak, meşhur olmak, üstünlük kurmak için yanıp tutuşuyorlar. Bir de bunun bir türlü farkına varamıyorlar. Tabii böyleleri İslam’a da çok büyük zararlar veriyorlar. Din ve tasavvuf yolunu istismar aracı olarak kullandıkları için yemedikleri nane de kalmıyor.

Yüce Allah (c.c.) hallerden asla razı olmaz. Bununla insanlara imtihan kapısı açabilir. Çünkü hallerin hiç kimseye bir faydası yoktur. Uçup kaçmışsın, cezbe ve vecd içinde zevkten dört köşe olmuşsun, keşif ve kerametle gaybı bilip suda yürümüşsün bunların kime ne hayrı olabilir?.. Allah (c.c.) bu tür halleri şeytanlarda da gösterebilir. Belli formüllerle nefislerine çile çektiren çeşitli dinlerdeki insanlara da verebilir. Ama tasavvuf yolu İslam’ın özüdür. Amacı Kuran-ı Kerim’in ve peygamberimizin (s.a.s) ahlakını elde edip insanlara hizmet etmektir. Yani tasavvuf yolunda ölçü kitap ve sünnet olmalıdır. Bunu yaşamak önemlidir. Bu olursa o zaman gerçek manada din ve tasavvuf söz konusu olur. Yoksa çeşitli hallerle yüce Allah (c.c.) bize öyle bir mekir (ilahi hile) kapısı açar ki cehennemde soluğu alırız da bundan oraya varıncaya kadar haberimiz bile olmaz.

Yüce Allah (c.c.) engin rahmetiyle ruhumuzun nefsin egemenliği altına girip hastalanmaması için ilahi kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiştir. İlahi kanunlarla ve ibadetlerle ruhumuzu harekete geçirmiştir. Ruhun harekete geçmesi demek, manevi âlemlere doğru yükselmesidir. İbadetlerin ruha dönük temel işlevi, bu uçuşu gerçekleştirme, bir nevi bu manevi uçuşta enerji kaynağı görevi yapmaktadır. Namaz peygamberimizin (s.a.s) tarifi ile müminin miracıdır. Yani bu tarifte bir benzetme yapılmamıştır. Bir gerçek dile getirilmiştir. Müminin ruhu namaz sırasında manevi âlemlere doğru sonsuz bir hızla yükselmektedir. Oruç içgüdülerimizle bağlı olduğumuz masivadan (dünyadan) nefsin bağlarını çözmektir. O da ruhun manevi yolculuğunda ayak bağı olan nefsi belli bir zamanda belli bir derecede devre dışı bırakmaktadır. Zekât nefsimizin dünyaya en sıkı bir şekilde bağlandığı paranın esaretinden bir derece kurtulmasıdır. Bu bir derece kurtulma ruhun manevi yolculuğunda büyük bir ivme kazandırmaktadır. Onun için üzerine zekât düşmeyen kişilerin sadakayı asla ihmal etmemesi gerekir. Hac ise hem görünüşte gerçek bir yolculuktur hem de ruhun manevi bir yolculuğudur. Turistik bir gezi değildir. Hacdan gelenler ruhlarının tattığı manevi yolculuktan ötürü imanları daha bir güçlenmiş olarak dönerler. Gördükleri şeylerin ötesinde ruhlarının manevi yolculuğu sırasında yaşadıklarını kelimelere dökemezler. Onun için çok büyük bir ibadeti yapmış olurlar. Peygamberimiz (s.a.s) kabul edilmiş bir haccın karşılığının cennet olduğunu bildirmiştir.

Kısacası haramlardan kaçınma ve ibadetleri yapma ruha bir anlam verir. Onu nefsin egemenliği altında kurtarır. Asli vatanına doğru bir manevi yolculuğa çıkartır. Tabii bu noktada ruhun yükselişi zikir ehline göre yavaştır. Kişinin bunun farkına varması adeta imkânsızdır. Ama bu yol kişiyi eninde sonunda Allah’ın rızasına ve cennete ulaştırır Allah’ın izniyle.

Kişinin haramlara tövbe etmeden, İslam’ın şartlarına yapışmadan cennete gireceğini düşünmesi boş bir hayaldir, şeytanın insanı Allah’ın (c.c.) rahmeti ile kandırmasıdır. İsterse bu kişiler her gün rüyalarında uçup kaçsınlar, cezbe ve vecd, keşf ve keramet ehli olsunlar. Kitap ve sünnet ölçü olmadan kişinin nefsini tezkiye etmesi, Allah’ın rızasına ermesi mümkün değildir.

Ruhun yükselmesi gerçek anlamıyla zikirle olur. Onun için zikrin en temel işlevi; ruhu, yani onun manevi organları olan letaifleri manevi âlemlere doğru yükseltmesidir. Ruh yükseldiği zaman kişide cezbe ve vecd halleri görülür. Cezbe ve vecd halleri ruhun yükselmesi ile buna karşı koyan nefsin etkileşimi sonucu meydana gelir. Yani iki zıt gücün, itme ve çekim güçlerinin etkisi altında kalan ruhun hallerine cezbe ve vecd denmektedir. Tabii ruhun, nefsin özellikleri birbirinden farklı olduğu için cezbe ve vecd halleri de birbirinden farklı olmakta, bunların yüzlerce çeşidi bulunmaktadır. Cezbe ve vecdin ayırıcı ve ortak özelliği zikir sırasında duyulan aşırı duygusal ve coşkusal hallerdir. Her ne kadar bu hallere pek fazla kafayı takmamayı, bunlara takılmamayı önersek de, bunlar aslında büyük sermayelerdir. Zira cezbe ve vecd ruhun sonsuz bir hızla manevi yolculuğunda olduğunun işaretidir. Haller nefis makamları karşısında o kadar önemli olmasa da sonuçta nefis makamları bu hallerle aşılmaktadır. Hele Nakşibendiyye tarikatında cezbe ve vecd olmadığı zaman işler daha bir zorlaşmaktadır.

Nakşibendiyye tarikatında nefse yüklenilmemektedir. Halvet olmadığı gibi nafile oruçlar konusunda da müritler pek teşvik edilmez. Dolayısıyla Nakşibendiyye tarikatında rabıta ve zikir ile sofiler manevi yolculukta gıdalarını alırlar. Zikir ise cezbe ve vecd olamadığında kolay çekilmez. Hele sofi letaif zikrine geçtiğinde bu zikir zamanı bir iki saati bulacak, belki duruma göre daha da artırılacaktır. Onun için bu zikrin cezbe ve vecd halleri olmadan çekilmesi kolay olmayacaktır. Zira cezbe ve vecd halleri zikre doyulmaz bir tat katarlar. Ama bunun, yani cezbe ve vecdin bir insanda, zikir ehlinde olmaması çok enderdir. Çoğu kişide farklı bir nitelikte olsa da vardır. Bu cezbe ve vecd halleri zamanla da ortaya çıkabilir. Onun için zikre biraz sabretmek gerekir. Ne zaman zikirden az da olsa zevk almaya başlamışsak demek ki bizde bir çeşit cezbe ve vecd hali başlamış demektir. Buna da çok şükretmek gerekir. Çünkü büyük bir devlettir.

Ruh önce zulmani perdeleri, sonra da nurani perdeleri aşar. Yani sofi letaif nurlarını gördüğünde aslında bunlar da manevi yolculukta aşılması gereken perdelerdir. Bir son olamadığı gibi işe daha yeni koyulmak sayılsa yeridir.

Ruh yükselince pek çok âlemi geçer. Misal âlemine ulaştığında rüyalarının büyük kısmı hak olmaya başlar. Daha doğrusu burada hak rüyaları görme oranı sıklaşır.

Cinler âlemi de Misal âlemine yakındır. Ruh belli bir makam elde edince şeytanlarla imtihan edilebilir. Tabii şeytanlar her sofiye musallat olmazlar. Ama şunu unutmamak gerekir ki, insanlar şeytanlardan çok üstün olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla sofiler feyz ve nur kaynaklarına çokça yapışarak; yani zikir, rabıta ve murakabe ile bunları perişan ederler.

Tarih boyunca hiçbir sofinin bu şeytan musallatları yüzünden tımarhaneye (akıl hastanesine) düştüğünü sanmıyorum. Çünkü sofi biraz sıkıştı mı zikri, rabıtayı, murakabeyi artırarak rahatlama yoluna gider. Zaten şeytanların elindeki tek koz karşı cinsten olanları ile sofiyi zinaya düşürüp üzerindeki nur ve feyzi azaltmak, manevi yükselmesini önlemektir. Bunun için olmadık yalanlara başvururlar. Özellikle bu âlemde evlendin, çocukların oldu, şeyhülislamımızsın, liderimizsin… yalanları ile sofileri kendilerine bağlamaya çalışırlar. Bütün bunların nedeni de şeytanların insan soyuna olan amansız düşmanlıkları, kinleri ve kıskançlıklarıdır. Çünkü bir insanın Allah (c.c.) yolunda yürümesi, yükselmesi onları çıldırmaktadır.

Elbette cin ve şeytan musallatları ile tımarhaneye düşmüş insanlar vardır. Ama bunlar genellikle namazdan niyazdan uzak kimselerdir. Yani ellerinde zikir, rabıta, murakabe gibi nur ve feyz kaynakları olmadığı gibi dinden diyanetten uzak oldukları için çaresizlikle onların elinde oyuncak olurlar. Şeytanlar cinlerin inançsızlarına denir. Şeytanlar kesinlikle bir insanı öldüremezler. Sadece sinirler üzerinde yaptıkları etkilerle bazı organlarda ağırlık ve acı uyandırabilirler. Tabii böyle namazdan niyazdan uzak insanlar çok çaresiz oldukları için bu yükü kaldıramazlar, delirebilirler. Bunların onların ellerine düşmeleri de genellikle dayak, boşanma, yakınların kaybı… gibi büyük travmatik acılardır. Kişi kaldıramayacağı büyük bir psikolojik sıkıntı yaşadığı zaman genellikle şeytanlar onun bu çaresizliği üzerine musallat olabilmektedirler. Ama sofide ise durum tamamen farklıdır. Şeytanlar onu günaha düşüremedikleri için yani bu konuda yaşadıkları çaresizlikten dolayı sofiye musallat olurlar. Bu musallatları sırasında sofi uçkuruna sahip çıkarsa onları hezimete uğratır. Böylece daha yukarı manevi âlemlere ve makamlara yükselir. Yoksa zinaya düşerse manevi olarak olduğu yerde saymaya, gün be gün gerilemeye başlar. Yani şeytanlar sofiye musallat oldukları zaman sofi bunlar üzerine zaten galip durumdadır. Sofinin sürçmeleri zina ile meydana gelmektedir.

Şayet bir kişi şeytan musallatlarına maruz kalmadan veli olmuşsa derecesi hiçbir zaman şeytan musallatına maruz olanlar kadar olamaz. Bu da tabii işin ayrı bir yönüdür. Şer olarak gördüğümüz bir durum büyük makamlara vesile olmaktadır.

Yüce Allah (c.c.) manevi yolculukta taşıyamayacağımız yüklerle bizleri imtihan etmez. Nefsimizi imtihan için bazı yollar açar. Biz biraz gayret gösterdik mi yüce Allah (c.c.) üzerimizdeki ağırlığı kaldırır, bu sefer başka bir şeyle imtihan eder. Çünkü bu dünya imtihan yurdudur. Ahret için sermaye biriktirme yeridir. Ödül ve ceza yurdu değildir. Sermaye de imtihanlarla elde edilmektedir. Elbette O’nun rızasını kazanmak kolay değildir. Şairin de dediği gibi herkes haddini bilmelidir:

‘Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?’

Rıza biliyorsunuz usul-i aşerede en yüksek makam. Allah’tan iyi imtihanda olduğu gibi başımıza gelen bela ve musibetten de razı olmaktır. Oysa bizler bela ve musibetlere sabır bile gösterememekteyiz. Nerede kaldı bunlardan razı olmak… İnsan manevi âlemlerde uçar kaçar ama nefsi böyle rıza lokmasında tıkanır kalır. Bela ve musibet lokmaları bir türlü boğazından aşağı inmez. Son nefeste Allah’a (c.c.) isyan bile edebilir.

Melekût ve Ruhlar âlemi ise ruhun dünyaya gönderilmeden önce Allah’ın (c.c.) hitabına mazhar olduğu, biraz eğleştiği, büyük hazları yaşadığı yerlerdir. Buralar ruhun asli mekânları olduğu için ruh bu makamlara ulaştığında büyük bir huzur ve sevinç duyar. Bu âlemlerde türlü zevklerin yanında melekleri görmek ve onların Kuran-ı Kerim’i okumalarına şahit olmak gibi türlü zevkler de vardır. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah’ın (c.c.) ruhlara bu dünyaya inmeden önce ilgili mekânda yaptığı sözleşme şöyle geçmektedir: ‘Hani Rabb’in (yaratılmazdan önce) Âdemoğullarının soy soplarını (n ruhlarını) almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin.)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü ‘Biz bundan habersizdik.’ dememeniz içindir (A’raf suresi, 172). İşte bu öyle bir hitap ki bunu hiçbir insan hatırlamasa da ruhu Allah’ın (c.c.) bu hitabıyla mest olmuş, dünyada hep bu ilahi âleme karşı bir özlem ve aşk içerisinde olmuştur. Ruhun tövbe etme ile ibadetlerle yükselmesinde bu aşk ve özlem birinci derecede rol oynamaktadır.

Bu sözleşmeden çıkan bir sonuç da hiçbir insanın ruh boyutunda Allah’ı inkâr edememesidir. Madde bataklığına batmış insanlar, ancak günahları daha bir rahat şekilde işlemek için büyük bir enerji ile ruhlarının bu seslerine kulaklarını tıkarlar. Fakat büyük bir sıkıntı ile karşılaştıklarında ruhlarının sesine uyarak gizlice Allah’a (c.c.) dua ederler. O zor durumdan kurtulunca bunu unuturlar. Genellikle eski yaşantılarına dönerler.

Allah’tan (c.c.) daima kolay bir imtihan istemeliyiz. Dini kendimize zorlaştırmamalıyız. Kitap ve sünnet dışına çıkmamalıyız. Tasavvuf yoluna girmişsek gayemizin de kitap ve sünnet olduğunu unutmamak gerekir. İslam’ın da tasavvufun da gayesi aynıdır. Kitap ve sünneti yaşamaktır. Tabii ehl-i tasavvuf bu konuda daha bir itina göstermelidir. Uçmanın kaçmanın ne tasavvufun gayesiyle ne de İslam’la bir ilgisi yoktur.

Tasavvuf yolu Allah (c.c.) rızası için nefsimizin şerrinden insanları kurtarmaktır. Kendimizi ıslah etmek, tasavvufun en temel davasıdır. Çünkü haller nefsin makamlarına hizmet ediyorsa bir işleve sahiptir. Yoksa çekilen şeyler, verilen emekler boştur. O zaman yaşanan haller de havaya gider. Bir şeye yaramaz.

Vahdet-i vücut ruhun yükselmesi, manevi âlemleri geçmesi üzerine duyulan, yaşanılan bir haldir. Bu dünyayı ve nefsi hiç olarak görmedir. Allah’tan başka tüm varlık âlemini ve nefsi yok saymaktır.

Allah’ın (c.c.) zatının ne varlık âlemi ile ne de kişinin varlığı ile bir ilgisi yoktur. Allah (c.c.) her şeyi ilim sıfatı ile yoktan var kılmıştır. Büyük velilerin ağzından ilahi sarhoşluk eseri çıkan sözlerde kesinlikle yüce Allah’ın (c.c.) zatının varlık âlemi ile veya kendileri ile bir ilgisinin oldukları söylenilmemiş, kendilerini ve varlık âlemini yokluğa verip yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği duygusu anlatılmak istenmiştir.

Vahdet vücut hali çok mübarek bir haldir. Tasavvufun kalbi, ideolojisidir. Tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat konularına vakıf olmak bir sofi için şarttır. Bunlar hakkında yazılarımız sitede vardır. Ama özellikle her halde nefsini ve dünyayı yok kılmak, özellikle tevhit ve nefy ü ispat zikrinde bu düşünceyle ve duyguyla zikretmek büyük yararlar sağlar. Ruhu sonsuz bir hızla istikamete doğru yükseltir.

Bir insan ibadetlerini fena hali ile (kendisini sanki yok kılarak) yaparsa ruhu daimi zikirde olduğu gibi yükselir.

Letaifler Emir (Ceberut) âlemindeki yerlerine vardıktan sonra ruh ayan-ı sabitesine (varlık nedeni, değişmez varoluşuna) ulaşır. Bu nefsin fenafillâh mertebesine işarettir. Kişi bu sırada zikirde Allah dışında bütün varlık âlemini ve kendisini yok hükmünde sayar. Böyle bir halet-i ruhiyeye bürünür. Bundan sonra Allah’ın (c.c.) isimlerinde ve sıfatlarında seyir başlar. Nefsin bekabillah ile şereflendiği yani üstün ahlaki özellikler kazandığı dönemdir bu. Bu dönemde usul-i aşeredeki hususlar nefiste karakter olarak kendisini gösterir. Velilik bu aşamadan sonra söz konusu olur.

Yüce Allah (c.c.), İslam’ı yaşamayı, bu sayede başkalarına örnek olarak yaşatmayı nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

Tevekkül, Tevekkül Nedir, Allah’a Tevekkül Nasıl Edilir
Nefsin Allah’a (c.c.) isyan noktaları vardır. Bunların başlıcası haramlardır. İnsan haramlara tövbe edince şeytanları kahreder. Çünkü şeytanlar insanları bunlarla oynatırlar, aldatırlar. Nefsin haramlara tövbe etmesi demek, bir zaman zevk aldığı şeyleri terk etmesidir. Bu çok zor bir durumdur. Genellikle başa gelen bela ve musibetlerle insanlara tövbe nasip olmaktadır. Yoksa nefis alıştığı, zevk aldığı şeylerden kolay kolay vazgeçemez. Kul, bela ve musibetin Allah’tan geldiğini bildiği, Allah’tan gelen bu bela ve musibetin de nedensiz olmadığını, bunun günahlarının neticesi olduğunu kavradığı zaman Allah’ın inayetiyle tövbe nimetine erişebilmektedir. Tövbe ettikten sonra önceki günahları için yüreğinde büyük bir pişmanlık duyup bunları tamir yoluna gidenler, yüce Allah’ın (c.c.) mağfiretine ve rızasına doğru bir yol tutmuşlardır.

Şeytanlar insanları haramlara teşvik hususunda büyük bir acizlik yaşadıkları zaman bu sefer onun Allah’a tevekküldeki açık noktalarına yüklenirler. Bu noktalarda her birimizin kaygıları vardır. Dünyada kaygısı olmayan insan yoktur. Dolayısıyla müminler de bazı kaygılara sahiptirler.

Şeytanlar insanların ruhsal dünyasına girip düşüncelerini, duygularını takip edebildikleri için kaygılarını çok iyi bilirler. Bu konuda raporlar tutarlar. İnsanın üzerindeki şeytanlar değiştiği zaman bu bilgiler yeni görevlilere aktarılır.

Şeytanların kaygı konuları ile ilgili sözleri, vesveseleri özellikle namaz, zikir gibi ibadetler sırasında çok olur. Böylelikle kişinin namazlarını ve zikirlerini ifsat ederler. Ayrıca insanların aralarının bozulmasında, Müslüman’ın diğer Müslümanlara güven duygusunun zedelenmesinde bu kaygıları çok istismar ederler.

Tevekkül bizde kaygı oluşturan hususlarda yüce Allah’a (c.c.) güvenmek, ilgili kaygı konusunda bütün olumsuz düşünce ve duyguları içimizden atmaktır. Öyle ki tevekkül ilgili kaygı durumu gerçekleşse bile bunun ancak yüce Allah’ın (c.c.) izni ile ve bizim yararımıza uygun olduğu için yüce Allah (c.c.) tarafından yaratıldığını kabul etmektir. Kadere iman, bu inancı zaten bizden istemektedir. Ama nefsimiz tevekkülü kabul etmemektedir. Dolayısıyla nefis, kader inancını inkâr etmektedir; hayır (iyilik) ve şerrin (kötülüğün) ancak kulun filleri ile meydana geldiğine inanmaktadır.

Nefsimizin tevekkülü kabul etmemesi, yüce Allah’a (c.c.) güvenmemesi anlamına gelmektedir. Nefis haddizatında küfür üzere yaratılmıştır. İnsan nefsine uyduğunda kâfir olur. Mümin olması mümkün değildir. Nefse göre her şey sebepler dairesinde meydana gelir. Allah’ın (c.c.) bunlara müdahalesi yoktur. Zaten mümin kelimesinin anlamında da Allah’a (c.c.) güven duymak anlaşılmaktadır.

Bir insan Müslüman da olsa biraz nefsine uyduğunda hemen tevekküle itiraz edip kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmayacaktır.

Tevekkülde sebepler dairesine dikkat ettikten ve kaygı duyduğumuz hususlarda elimizden geleni yaptıktan sonra Allah’a (c.c.) güvenmek hadis-i şeriflerde özellikle belirtilmiştir. Hatta bunu formüle eden bir hadis-i şerif pek meşhurdur: ‘Deveni bağla, ondan sonra Allah’a tevekkül et!’ Mescid-i Nebevi’ye gelen bir bedevinin devesini bağlamadan Allah Resulü (s.a.s) ile konuşmaya başlaması üzerine bedevi bu hadis-i şerifle ikaz edilmiştir.

İnsanlar develerini bağlayıp yani ilgili konuda ellerinden geleni yaptıkları halde yine kaygı duyarlar. Namaz ve zikirleri bu aşamada da genellikle kaygılarla ifsat olunmaktadır. İşte yüce Allah (c.c.) kulundan bu noktada razı olmamaktadır.

Müminin devesini bağladıktan sonra bu konuda kaygı duyması Allah’ın kaderine itiraz anlamı taşımaktadır. Allah’ın (c.c.) kaderine itirazda ise küfür kokusu vardır. Allah’ın (c.c.) pek çok sıfatı ve güzel ismi farkına varılmadan inkâr edilmiş olur.

Allah El-Alîm’dir. O her şeyi bilir. O’nun izni olmadan bir yaprak bile ağacından düşmez (bk. En’am suresi, 59). Allah her şeyin yaratıcısıdır (bk. Zümer suresi, 62). İnsanı ve yaptıklarını Allah yarattı (bk. Saffat suresi, 96). “Vekil olarak Allah yeter (Nisa suresi, 81).”, “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir (Âl-i İmrân suresi, 173).”, “Kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter (Talak suresi, 3).”

Tevekküle itirazın nedeni nefsin benlik taslamasıdır. Allah’ı tanımamasıdır. Yüce Allah’ın gücünü, kudretini, ilmini, bu dünyaya ve insanlara tasarrufunu bilen bir insanın tevekkül hususunda sıkıntı yaşaması mümkün değildir.

Kişinin farz-ı muhal devesi çalınsa buna asıl karar veren merci kimdir? Elbette yüce Allah’tır. Kul kaygısıyla yüce Allah’ın (c.c.) bu konudaki iradesine itiraz etmektedir. Güya insan küçük aklı, sınırlı tedbiri ve gücüyle bu kötü kaderi engelleyebileceğini varsayarak yüce Allah’a (c.c.) kendi iradesini, tedbirlerini, gücünü şirk koşmaktadır.

Tevekkül imanda derinleşmeyi meydana getirir. Allah’ı sıfatları ve güzel isimleri ile tanımayı sağlar. Allah ile kul arasında sevgi oluşturur.

Günahlarına tövbe eden, belli bir derece dünyayı gönlünden çıkaran bir mümin hemen tevekkülle imtihan edilmeye başlar. Bunun için yüce Allah (c.c.) ona şeytanların vesveselerini musallat eder. Şeytanlar gece gündüz mümini kaygılandıracak konuları vesvese yaparlar. Mümin kişi bu vesveseleri bilinçaltından algıladığı için sanki kendi düşünceleri imiş gibi değer verir. Bunlar üzerine kafa yorar. İbadetlerinden zevk almaz. Soğumaya başlar.

Bir insan kaygıların kıskacına düştüğü zaman şeytanların ellerinde oyuncak olur. Manevi ilerlemesi düşer ve geriye gitmeye başlar.

Şeytanlar kaygılarla insanlara egemen olurlar. Onları araba kullanır gibi bir makineye dönüştürürler.

Nefis tevekkül bahsinde okuma yazma bilmeyen bir insan gibidir. Bu konuda o kadar cahildir ki, cahilliğini de kabul etmez.

Tevekkül bahsini nefse öğretmek o kadar basit değildir. Zira nefis bu konuda kitaplar okuyarak, sohbetler dinleyerek eğitilemez. Elbette bunların insanda hiç etkileri olmadığını iddia etmiyoruz. Neticede yüce Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmuyor mu: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? (Zümer suresi, 9)’ Elbette bu konuda bilinçli bir insan, bilinçsize göre daha ileridedir. Ama yalnızca bu konuda bilinç sahibi olmak nefsin eğitiminde yetmemektedir.

Nefis kitaplardaki ve sohbetlerdeki öğretici bilgilerle değişmemektedir. Nefis ibadetlerle hizaya gelmektedir. Bu açıdan tevekkül de böyledir. Nefis tevekkülü ibadetlerle kazanmaktadır.

Tevekkülü kazanmada en etkili ibadetler, temeli Allah (c.c.) yolunda para vermeye dayanan zekât, sadaka, hac gibi ibadetlerdir. Nefis bu ibadetler sırasında verilen para ile maddi varlığının azalmadığını, bilakis arttığını görerek materyalist olmaktan, dolayısıyla sebeplere bağlanmaktan kurtulmaktadır. Allah’a güvenmeyi öğrenmektedir. Zira nefis yaşantıyla öğrenir; ayrıca imtihan gereği karşılıksız olarak hiçbir şey vermemek üzere yaratılmıştır, programlanmıştır. O açıdan çok cimridir. Bu yüzden Allah’a (c.c.) tevekkül etmesi çok zordur.

‘Allah tevekkül edenleri sever (Al-i İmran suresi, 159).’ Niçin yüce Allah (c.c.), tevekkül edenleri sevmektedir? Çünkü tevekkül edenler bu dünyaya değer vermemektedirler. Kaygıları gerçekleşse bile bundan dolayı yüce Allah’a (c.c.) karşı olan duygu ve düşüncelerinde bir değişiklik olmamakta, yine de Allah’tan razı olmaktadırlar.

Sabır ve rıza tevekkülün bir sonucu olarak doğmaktadırlar. Bilindiği üzere sabır ve rıza usul-i aşerede en yüksek makamlardır. İmanda ve manevi yolculukta ulaşılmak istenen en büyük lütuflardır. Sıkıntılar karşısında kimseye şikâyet etmemek, güzel sabrın (sabr-ı cemil) tarifidir. Rıza ise başa gelen iyi durumlara olduğu gibi bela ve musibetlerden de Allah’tan razı olmaktır.

Tevekkülün sonucu sabır ve rızadır, tevekkülün sebebi ise usul-i aşeredeki tövbe, zühd makamlarıdır. Bunlar birer merdiven basamağı gibidir. Tövbede kul günahlardan uzaklaşır. Nefsin, çok önem verdiği günahlardan vazgeçmesi sanki onun ölümü gibidir. Yüce Allah (c.c.) tövbe eden bir kulu adeta imanla yeniden diriltmiştir. Günahlardan vazgeçtiği için de ona ibadetlerden zevk alma nimetini bahşeder. Çok kimsenin namaz kılmak istedikleri halde buna muvaffak olamamalarının gerçek nedeni günahlara tam manasıyla tövbe edememeleridir. Yüce Allah (c.c.) günahlarla kirlenen insanlara tövbe etmedikçe ibadet kapısını açmamaktadır. Böyleleri namaz kılmak için kendilerini zorlasalar bile namaz onlar için çok sıkıcı bir ibadet olmaktadır. Tövbe eden kişiler ise namazdan çok büyük bir zevk alırlar, bir zamanlar nefislerinin zevk aldığı günahların yerine ruhları namazlarda sonsuz bir huzur bulur. İşte tevekkül için bu tövbe birinci basamaktır. Yani tövbe nasip olmadan tevekkülden söz etmek mümkün değildir. Ondan sonra zühd gelmektedir. Zühd dünyayı kalpten çıkarmaktır. Günahkâr bir insan adeta dünyaya taparken tövbe sayesinde yüce Yaratıcısı ile kendi arasında bir sözleşme imzalamaktadır. Zühd ise yüce Allah karşında dünyanın mubah olan şeylerinin de kalpten çıkarılmasıdır. İnsanın gerçek anlamıyla zühde ermesi için ibadetlerden zevk alan bir hale erişmesi gerekir.

Elbette zühdde herkesin bir derecesi vardır. Herkes aynı olamaz. Sonuçta yaşamak ve ailemizi geçindirmek için dünyaya bağlı olmak zorundayız. Dünyadan tamamen kopmak İslam dinine de aykırıdır. Çünkü sorumluluklarımız bizi belli derecede de olsa dünyaya bağlı olarak yaşamayı gerekli kılmaktadır. Bu konuda ‘El kârda, gönül yarda’ atasözü düsturumuz olmalıdır. Yüce Allah (c.c.) dünyanın gönülde yer almasından asla razı olmamaktadır.

Zühd tevekkülü doğurmaktadır. Gönlünde dünyaya değer vermeyenin kaygıları da yok olmaktadır. Çünkü her kaygı mutlaka dünyaya değer vermekten ve onu kaybetmek endişesinden kaynaklanmaktadır. Şeytanlar bunlardan yoksunluğu vesvese konusu yaparak insanları kaygıya sevk etmektedir.

Allah’a tevekkülü artmış bir insan karşısında şeytanlar büyük bir hezimete uğrarlar. Zira şeytanlar böyle bir müminin namazını ve zikrini ifsat etmek için yol bulamazlar. O zaman teslim bayrağını çekmiş düşman askerleri gibi bir hal yaşarlar. Hatta bu şeytanların bazıları bu yüzden Müslüman olup hatalarını bile anlarlar.

Evet, tevekkülü yeterli derecede kazanan bir mümin namazında ve zikrinde huşuya da erer. Böylelikle bu ibadetleri pek feyizli ve nurlu geçer.

Allah tevekkül sahibi kimseden hoşnut olur. Ona manevi yolda yüce makamlar ve haller nasip eder.

Veli kişinin en birinci vasfı, Allah’a tevekkül etmesidir.

Nefis tevekküle ermeden mutmainne makamına ulaşamaz. Tevekkül makamına eren nefis artık kaygılardan uzaklaştığı için Allah’a (c.c.) güvenir, itminana erer.

Çağımızda panik atak, stres, depresyon, melankoli gibi pek çok psikolojik hastalığın ve durumun nedeni kişide yeterli ölçüde Allah’a tevekkülün bulunmamasıdır. Sürekli kaygı hali hayatı çekilmez kılmakta, intiharları da teşvik etmektedir. Hâlbuki kişiler tevekkül halini bir doktor veya ilaç gibi görüp bu konuda bir arayış içerisine girseler elbette yüce Allah (c.c.) fazl u keremiyle bu konuda ikramda bulunacaktır. Onlara büyük ihsanlar gösterecektir.

Küçük bir çocuk anne ve babasına tevekkül eder, bu sayede hayatın sıkıntılarını pek görmez. Onun gözü hep oyundadır. Keyfine bakar. İnançlı bir insan da çocuk gibidir. Kendisine sunulan tevekkül hali ile bela ve musibetler karşısında yüce Allah’a sığınır, pek strese girmez, sıkıntıya da düşmez. Allah’ın üzerindeki nimetlerini düşünerek haline her daim şükreder. Hem dünya hayatı hem ahret hayatı mutlulukla geçer.

Allah’a (c.c.) tevekkül etmeyen kişi adeta sırtı ile dünyayı taşıyormuş gibi büyük bir manevi yükün altına girer. Hâlbuki atasözünde belirtildiği gibi kişi elinden geleni yaptıktan sonra ‘İş olacağına varır.’ Her şey yüce Allah’ın tasarrufu altındadır. Bu açıdan kula öncelikli olarak düşen vazifeler temiz niyet ve duadır. Yüce Allah (c.c.) işleri takdir ederken kulların kalplerine ve samimi dualarına bakmaktadır.

Tevekkül hali tek kelime bir ‘psikoterapi’dir. Kişinin ruh sağlığını koruyan ve onu yaşamda mutlu ve huzurlu kılan eşi bulunmaz bir iksirdir.

Tevekkül hali kişiyi kimseye muhtaç kılmaz, özgür ve bağımsız kılar. İnsanın kişiliğini de güçlendirir. Bir insan Allah’a (c.c.) gerçek manasıyla tevekkül ederse diğer insanların kendi yanında ne hükmü kalır ki?..

Manevi yolculukta zikir sayesinde ruh letaifleri ile manevi âlemlere doğru yükselirken bu dünyanın değeri gözünde düşer. Allah’a karşı bir aşk ve iştiyak duyar. Ruhun bu hali nefsin benliğini olumsuz yönde etkiler. Nefsin benliğini kırmaya başlar. Bu, yavaş yavaş nefiste zühd halini meydana getirir. Dünyaya karşı bu olumsuz tavır yanında benliğin kırılması ile tevekkül hali de kendisini gösterir. Nefis şeytanların vesveseleri ile meydana gelen kaygılara tepki göstermemeye, Allah’a dayanmaya başlar.

Nefis tevekkül nimetini elde edince insan büyük bir hazla ‘Hasbünallahu ve Ni’melvekil (Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir) der. Bu nefsin ve şeytanların belini kıran büyük zikirlerdendir.

Allah (c.c.) bizlere ‘Hasbünallahu ve Ni’melvekil (Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir)’ zikrini daima söylemeyi, bundan zevk almayı nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

Tevhid, Tevhit Nedir, Tevhidin Anlamı, Tevhidin Sırları
İslamiyet’in apaçık davası, tevhittir. Yüce Allah (c.c.) peygamberleri bu dava için göndermiştir. Tevhidin pek çok sırrı vardır.
İslami hayatta tevhidin sırrı, Allah’tan başka ilah yoktur, gerçeğinde gizlidir.
İslamiyet, insanların temel hak ve özgürlüklerini bu tevhit davası ile karşılar. İnsanları bir ana ve babanın evlatları gibi toplumda, kanunlar karşısında bir ve eşit tutar. Tevhit nurunun çözemeyeceği toplumsal bir sorun yoktur. Toplumda gerçek manasıyla huzur ve sükûn tevhit nuruyla sağlanır.
Kuran-ı Kerim’in hükümlerine tam olarak bağlanmadan İslami tevhidin gerçekleşmesi mümkün değildir.
Tevhidin sırları tasavvufi hayatla başlar.
Tasavvufi hayatta tevhidin sırrı, Allah’tan başka varlık yoktur, gerçeğinde gizlidir.
Nefis, başlangıçta Allah’ın varlığını kabul etmez, inkâr eder. Tasavvuf yolundaki sofi ise kelime-i tevhit zikrine Allah’tan başka varlık yoktur anlamını yerleştirir. Böylece nefis yavaş yavaş değişmeye başlar. Kişi Allah’ın varlığı dışında başka bir varlık kabul etmez hale gelir. Kendi varlığı da fena yolunu tutar.
Fenafillâh, tasavvufi hayattaki tevhitle meydana gelir.
Bir insan bin yıl boyunca kelime-i tevhidi zikretse ama tasavvufi anlamını gözetmese nefsini fenaya ulaştıramayacaktır, dolayısıyla nefsinde pek az bir değişiklik olacaktır. Nefsi hiçbir zaman fenafillâha eremeyecektir.
Nefy ü ispat zikri, kelime-i tevhidi tasavvufi anlamına uygun olarak zikretmekten ibarettir. Bu zikirde nefes tutmanın, kafayla vücut üzerinde ters lam harfi çizip başı kalbe vurmanın anlamı, Allah dışında bütün varlık âlemini ve kendi nefsini yok kılıp Allah’ın (c.c.) varlığını ispat etmektir.
Vahdaniyet murakabesi ise, kısacası nefy ü ispat zikrini, dolayısıyla kelime-i tevhidi düşünce ve duygu boyutuyla yaşamaktır. Bu murakabe nefsi yağ gibi eritir, kısa zamanda dönüştürür. Ondaki kötü huyları yok kılıp Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmasını sağlar.
Nasıl mecazi bir aşkın kıskacındaki bir kişi aşkını ispat sadedinde canına kıyabiliyorsa ilahi aşkta da durum böyledir. Nefisten geçmek ancak kelime-i tevhide tasavvufi anlamı vermekle, bu yöntemle zikretmekle olur.
Yüce Allah (c.c.), bütün varlık âlemini Kendi güzel isim ve sıfatlarının tecellisine bir ayna olarak yaratmıştır. Her şey, yüce Allah’ı (c.c.) bize tanıtmaktadır. O’nu tanıtmayan hiçbir şey yoktur. Bahçedeki çiçek, O’nun güzel olduğuna ve güzeli sevdiğine bir işarettir. Zalimin zulmü yüce Allah’ın (c.c.) ahrette kâfirlere büyük bir ceza vereceğine küçük bir misaldir.
Bizler dünyaya geldiğimizde dünyanın nimetlerine çok bağlıyızdır. Nefis on iki yaşlarına kadar, yenilen nimetlere çok büyük önem verir. Bunlarsız hayatı düşünemez. Bu yaşlarda meyvelerin, yemeklerin tadı üst seviyede algılanır. Sonra buluğ çağından itibaren karşı cins gözde büyür. İnsanlar genellikle bu noktada takılıp kalırlar. Çok güzel, zengin, iyi karakterli birisi ile evlenmek için yanıp tutuşurlar. Hayatın en birinci hedefinin bu olduğunu düşünürler. Şehvet iptilası bazılarını yoldan çıkararak hak yolu görmesine mani olur. Orta yaşlardan sonra para, makam, şöhret tutkuları değer kazanır. İnsanlar genellikle bu putların esaretine girerler. Ölünceye kadar da bunlardan kurtulamazlar. İşte tevhit bütün bunlarla mücadele etmeyi, nefsi bu tuzaklara saplanıp kalmaktan kurtarmayı sağlar. İnsan nefsine uyduğunda hayvanlar gibi bir hayata razı olur. Tevhit aydınlığında ise tüm bu nimetler birer araca dönüşür. Amaç yüce Allah’ın rahmetine ve rızasına ermektir.
Elbette yüce Allah (c.c.) nefsi bu dünya nimetlerden haz alacak bir şekilde yaratmıştır. Bunlarda helal haram çizgisi belirlemiştir. Bizim üzerinde durduğumuz husus, bunlara saplanıp kalmadır. Bunlara saplanıp kalma Allah’ın rızasına aykırıdır. Yüce Allah (c.c.) insanların bu nimetlerle Kendisini tanımasını murat etmiştir. En azından ahret hayatlarını cennette geçirmelerini istemiştir.
Meyveler ve yiyecekler üzerinde yüce Allah’ın (c.c.) pek çok güzel ismi ve sıfatı tecelli eder. O Rezzak’tır (Kişiyi besleyen, yediren, içirendir). Kerim’dir (cömerttir).
Karşı cinsi yaratmakla ve onunla helal yoldan birlikte olmakla yüce Allah’ın (c.c.) pek çok güzel ismi ve sıfatı tecelli eder. Yüce Allah (c.c.) el-Vedud’dur (seven). Kul da eşini bu sıfatın tecellisi ile sever. El-Cemil (güzel) güzel ismi en çok karşı cinsin güzelliğinde insanı hayranlığa sevk eder. Yüce Allah (c.c.) insana eşini yardımcı olarak yaratmıştır: El-Muin. İnsan evlenmekle eşi ile bir sözleşme yapar ve hayatı boyunca da buna uymak zorundadır: es-Sadıku’l-Va’d. Eşlerin birbirlerine hastalıkta, kötü zamanlarda destek olmaları Allah’ın er-Rahman, er-Rahim (acıma, esirgeme) ve er-Rauf (şefkat duyma) güzel isimlerini düşündürür. Çocuklar, yüce Allah’ın (c.c.) yaratma ile ilgili güzel isimlerini tefekkür ettirir: El-Halık, el-Bari, el-Musavvir. Kısacası evlilikte Allah’ın pek çok güzel ismi ve sıfatı tecelli eder. Onun için evlilik hadis-i şerifte belirtildiği üzere en büyük salih ameldir. Kişi evlilikle dinini tamamlar. Evlilik yüce Allah’ı (c.c.) yakinen tanımayı sağlar.
Para, makam, şöhret de haddizatında büyük nimetlerdir. Para aşağı yukarı her nimeti satın alır. Onun için nimetlerin nimetidir. Onda yüce Allah’ın (c.c.) en bariz görülen güzel ismi el-Malikü’l-Mülk’tür (malın mülkün sahibi). Ayrıca para yüce Allah’ın pek çok güzel ismine ve sıfatına da tercümanlık yapar. Makam ve şöhret, Allah yolunda pek çok hizmete kapı açabilir. Bunlarda Allah’ın (c.c.) pek çok büyüklük, yücelik sıfatları ve güzel isimleri tecelli eder.
Koca koca insanlar oldukları halde yeme içmeye, aşka, paraya, makama, şöhrete hayatlarının en birinci meselesi gibi önem veren çevremizdeki pek çok kişi hemen gözlerinizin önüme gelecektir. Hâlbuki hayatın amacı ölümdür. Ölümden sonraki hayattır. Çünkü istesek de istemesek de öleceğiz. Öyle ise ölümden sonraki hayata hazırlık yapmak akıl ve mantığın gereğidir.
Ölümden sonraki hayata ise tevhit nuru ile hazırlık yapılır. Kabir ancak tevhit nuru ile aydınlanıp huzur veren bir köşk haline gelebilir. Nefsin bu tür tuzaklarına takılıp kalma kabir azabına, hadis-i şerifte belirtildiği üzere kabrin cehennem çukurlarından bir çukur olmasına neden olabilir. Allah (c.c.), bizleri bundan korusun. Âmin.
Tevhit İslami boyutu ile tüm insanları Allah’ın dini ile kardeş yapmak üzere gelmiştir. Bu kardeşlikte ehl-i kitaba özgürlük de tanınmıştır.
Tevhit tasavvufi boyutu ile insana özünü aydınlatır. Ona gerçek manası ile özgür olma yolunu gösterir. Nefis ve şeytanla mücadelesini gösterir. Ruhunun özgür olabilmesi için insanı büyük bir savaşıma çağırır.
Her insanın içerisinde en az bir şeytan vardır. Bu husus hadis-i şerifle sabittir. Bu şeytanlar nefsin eğilimlerini ve içgüdülerini kullanarak insanları günahlara, dolayısıyla Allah’a (c.c.) isyana sürüklerler. Tasavvufi anlamdaki kelime-i tevhit hem nefsin hem de şeytanların üzerine bir kılıç gibi iner. Onlara adeta savaş açar. İşte tam bu sırada bazı insanlar ‘Eyvah benim içime cin, şeytan girdi!..’ diye bir yaygaraya başlarlar. Hâlbuki girenler zaten eskiden beri oradaydı ama şimdi tevhit kelimesinin nurundan rahatsız olmaya başladılar. Eskiden çobanın koyunları güttüğü gibi insanları nefsinin elinde oyuncak kılmışlardı. Tövbe edip günahlardan uzaklaşıp ibadet hayatına sahip olduktan sonra bu kişi bir de bir Allah dostundan zikir ve rabıta dersleri almışsa şeytanlar şimdi bundan büyük bir rahatsızlık duymaya başlamışlardır. Temel problem budur. Şeytanlar insanlara sonsuz bir kinle, hasetle düşmandırlar. Bir insanın cenneti ve Allah rızasını kazanmasına veya bu yola girmesine hiç tahammülleri yoktur.
Yüce Allah (c.c.), insanı öyle güçlü kılmış ki onlardan zerre kadar korkmaya gerek yoktur.
Tevhit nuru ruhun gelişmesine büyük bir katkı sağlar. Ruh nur ve feyz ile olgunlaşır. İnsan günahlarının kıskacında iken ruhu nefsin elinde esirdir. Günahlara tövbe edip hak yola girince ruhun varlığı sezilmeye başlar. Ama normal bir Müslüman’ın ruhu daha çok zayıftır. Tabiri caizse bir ot gibidir. Meyvesi olmadığı gibi bir insanın eli ile koparacağı bir şey kadar zayıftır. Mürşid-i kâmilin ruhu ise çok olgunlaşmıştır. Tıpkı bir ceviz ağacı gibidir. Yani hem güçlü kuvvetli hem de meyve gibi faydalı bir şeye de sahiptir. İşte rabıtanın sırrı da bunda gizlidir. Yani kimse alınmasın diye ben kendi hesabıma benzetmeyi yapıyorum. Rabıta sayesinde kendi ot mesabesindeki ruhumu mürşid-i kâmili hayal yolu ile bir ceviz ağacı gibi büyütüp meyveli bir hale getirmem mümkündür. Rabıtada mürşidden gelen feyz, kalp ve letaif bölgelerinde hissedilince ruhun suyunu ve yemeğini aldığı anlaşılmış olur.
Rabıtaya karşı olanlar şu gerçeği anlamak istemiyorlar: Her insanın ruhu aynı oranda ve nitelikte değildir. Bazı insanların ruhları olgunlaşmıştır. Bu olgunlaşma ancak tasavvuf yolu ile mümkündür. Onlar bu olgun ruhları ile başkalarına büyük bir yardımda bulunabilirler. İnsanların ruhlarını kendi ruhlarına benzetebilirler. Mürşid-i kâmilin temel vazifesi de budur.
İnsan kendi başına zikir yolu ile yani kelime-i tevhidi tasavvufi anlamıyla zikrederek seyr ü suluğunu gerçekleştiremez mi? Tasavvuf yolu çok çetin ve zorludur. İş sadece zikirle bitmemektedir. Nefsin makamları aşması kolay bir şey değildir. Rabıta bu yolda önemsenmezse nefsi çilelerle kırmak gerekir. Bu da yalnız başına olacak bir iş değildir. Başta bir mürşid-i kâmili yine gerekli kılmaktadır. Zira yolda nefis ve şeytanlar kol gezmekte, en ufak bir açıklıkta kişiyi uçuruma düşürmektedirler.
Çocuk oyunlarında çok büyük hikmetler vardır. İlginç olanı dünyadaki bütün çocuk oyunlarının birbirine benzemesidir. Çocuklara bu oyunları Hz. Hızır Aleyhisselam mı öğretti? Yoksa onlara bu oyunlar, bozulmamış fıtratları ve temiz ruhları ile yüce Allah’ın (c.c.) Elest bezminde içlerine koyduğu yaratılış amacından mı mülhem oldu bilemiyorum. Ama çocuk oyunları çok büyük ilahi mesajlar içermektedir. Bu oyunlarda tevhit nuru hemen kendisini göstermektedir.
Körebeyi misal olarak veriyorum: Körebe olarak adlandırılan oyuncunun gözleri bir mendil veya eşarpla bağlanır. Ebe etrafını göremez hale gelir. Diğer oyuncular körebenin etrafında dolaşırlar. Ona dokunurlar. Körebe onları yakalamaya çalışır. Körebe birini yakalarsa hemen adını söylemelidir. Eğer yanlış ad söylerse oyun tekrar başlar ve körebenin ebeliği devam eder. Şayet yakaladığının adını doğru söylerse yakalanan ebe olur.
Körebe olmak, hem gözlerin bağlı olması hem de insanların dokunmaları ile rahatsız edici bir durumdur. Bir çeşit cezadır. Kimse körebe olmak istemez. Körebenin yakaladığı kişinin adını doğru söylemesi bir iç görüdür. Bizler ruhlar âleminden bu dünyaya imanla imtihana tabi tutulmak üzere gönderildik. Aslında iç gözlerimiz (basiretimiz) kapalıdır. Her birimiz birer körebe durumundayız. Körebenin gözlerinin mendil veya eşarpla kapanması gibi basiretimiz de dünya imtihanı gereği böyle bir bağlanma hadisesi nedeniyle imani mevzuları ilk anda algılayamamaktadır. Hâlbuki yeryüzünde yaratılan veya insanların icat ettikleri her şey imani mevzulara açıklık getirmek, onlara işaret etmek üzere yüce Allah (c.c.) tarafından halk edilmiştir. İman konularına hizmet etmeyen hiçbir şey yoktur. Yaratılmamıştır. Çünkü yüce Allah (c.c.) abes şeyleri yaratmaktan uzaktır. Daha doğrusu insanların abes olarak niteledikleri şeyler de imani konulara hizmet etmek için yoktan yaratılmıştır. Ama bizler elimize ‘ekmeği’ alırız ve yanlış bir ad söyleyen bir körebe gibi ona sadece ‘ekmek’ deriz. Ekmeği yüce Allah’ın (c.c.) bir nimeti olarak algılamayınca oyunu kaybetmiş oluruz. Körebeliğimiz sürer gider. İnsanların büyük çoğunluğu, işte böyledir. Her gün üç öğün yüce Allah’ın (c.c.) ekmek nimetini yer de bir gün bile basiret gözü ile onu göremez ve yüce Allah (c.c.) ile irtibatlayamaz. Bu kadar nankördürler.
Çağımızda insanların büyük çoğunluğu farkına varmadan hak mezhepler karşısında sapkın bir fırkanın kurucusu olan Mutezile gibi düşünürler: İnsanları eylemlerinin yaratıcısı olarak görürler. Dolayısıyla böylelerinin kadere inançları da yoktur. Bir körebe gibi yakaladığı her olayın yaratıcısını insanlara atfederler. Yüce Allah’ın (c.c.) gizli elini göremedikleri için olaylar karşısında derin bir hikmete de ulaşamazlar. Olaylar onlara bir şeyler anlatamaz. Her şey bir tesadüf olarak değerlendirilir. Böyleleri ömür boyu körebe rolünde kalıp olayların, insanların maskarası olup giderler. Yüce Allah’ın (c.c.) nimetlerle, bela ve musibetlerle onlara verdikleri mesajları bir türlü algılayamazlar. Hayır ve şerri hep insanlardan bilirler. Bu yüzden insanlara sonsuz teşekkür ederler, yine insanlara sonsuz kin duyarlar. Bir gün şapkayı önlerine koyup da hadiselerin, insanların üzerine çıkıp hayrı ve şerri asıl yaratanın, yüce Allah’ın gözlerden az çok gizli olan kader sırrını görmek, tanımak istemezler. Böylelikle yüce Allah’ın (c.c.) onlar sağırdırlar, kördürler, dilsizdirler sınıfına girerler (bk. Bakara suresi,18).
Hâlbuki hak mezheplere göre her olayın yaratıcısı yüce Allah’tır. Güç ve kuvvet sadece yüce Allah’ındır. İnsanlarda herhangi bir güç kuvvet, yaratma olayı yoktur. İnsanlar örfe göre şunu yaptım, bunu ettim derler, ama gerçekte yapan, eden yüce Allah’tır. İnsanlar niyetleri nedeni ile yaptıklarını, ettiklerini sandıkları şeylerden hem şeriat önünde hem de ahrette mesul tutulurlar. Bu tevhit nurunun anlaşılması ve insanların basiretlerinin açılması için bilinmesi ve inanılması gereken temel itikadi bir bilgidir. Maalesef çağımızda nefsi şişiren hayat felsefeleri, bu itikadi bilgiyi gözlerden saklamakta, insanların imanlarına olumsuz yönde tesirler kılmaktadır.
Süpermen, Örümcek Adam gibi çocukların severek izledikleri filmlerde işlenen temel konu, nefsin ilah sıfatını kazanmasıdır. Normalde insanların yaptığı günlük hareketleri bile yüce Allah’ın yarattığına inanmak gerekirken bu filmlerde ancak yüce Allah’ın (c.c.) yapabileceği işleri bir insan nefsi yüklenmektedir: Yıkılmakta olan bir köprüden geçen treni kurtarmak için film kahramanı köprüyü sırtıyla kaldırır, devrilmek üzere olan bir apartmanı elleriyle düzeltir. Bunlarla saf çocukların beyinleri yıkanarak kahramanların birer ilah oldukları fikri aşılanır. Çocuklar bu filmlerin tesirleri ile nefislerini şişirmeye başlarlar. Küçük birer ilah olarak büyürler.
Körebe oyununun verdiği saf ve güzel mesaj nerede, bu tür filmlerdeki insanın itikadını bozan felsefi mesaj nerede… Bu tür filmlerin felsefeleri ile büyüyen çocukların hakkı kavramaları, tevhidin nuruna ulaşmaları ise pek güçtür. Çocuğu hastalanmasın diye ağza takılan ve mikroptan koruyan şeyleri çok görmeye başladık sokaklarda ama bu filmlerdeki itikada dönük tehlikelerden dolayı çocuklarını koruyan ebeveyn yoktur sanırım.
Tevhit bir nurdur. Işık gibi sönebilir. Onu korumak gerekir. Hele çocukların dünyasında bu iş daha büyük önem arz etmektedir.
Sonu iyilik ve güzelliklerle biten masallar geride kaldı. Bu masalların sonunda iyiler mükâfat alırdı, kötüler de cezalandırılırdı. Bu ilahi bir yasadır. Kuran-ı Kerim özellikle kıssaları ile hep bu ilahi yasayı işlemiştir. İnsanlara bu konuda ikazlar yapmıştır. Elbette bu dünyada kötülerin cezası bazen ahrete tehir edilebilmektedir. Ama yüce Allah (c.c.) hikmeti gereği kötülere bu dünyada da çoğu kez ceza vermekte, ilgili ilahi yasasını bu dünyada da genellikle tecelli ettirmektedir. Bunu insanların, özellikle çocukların iyi bilmeleri gerekmektedir. Doğru eğitilmeleri için bu şarttır. Yoksa günahlarda, kötülüklerde bir güç tasavvuru, tevhit nurunu söndürebilir. Hele çocukların buna çok yakinen inanmaları gerekir. Aksi taktirde hayata yanlış bir düşünce ve felsefe ile başlayarak kötülükleri işleyenlerin yaptığının yanına kar kaldığını sanabilirler. Maalesef masalların yerini dolduran çizgi filmler, bu konuda çok yanlış bir düşünce ve felsefe ile çocukları eğitmektedir. Hayatı bir mücadeleden ibaret göstermektedirler. Akıllı ve zeki olanın, güçlü olanı yenebileceği düşüncesi bu çizgi filmlerde özellikle işlenmektedirler. Bu da tabii Darwinist, Durkheimci bir yaklaşımın ürünüdür. Oysa İslam’a ve tevhit düşüncesine göre bizler hayata birbirimizle savaşmak ve mücadele etmek için değil imtihan için gönderildik. Zeki veya güçlü olmak sadece birer imtihan konusudur. Önemli olan hakka uygun olarak yaşayıp Allah’ın rahmetine ve rızasına ulaşmaktır. Kötüler muhakkak cezalandırılacaktır. İyiler de ödüllendirilecektir. Bu ilahi yasa imtihan gereği bu dünyada kısmen gözlerden saklı bir şekilde işlerken ahrette her şey meydan çıkacaktır. İnsanlar bu ilahi yasayla ebedi hayatlarını cennet veya cehennemde geçireceklerdir.
Çizgi filmlerle büyüyen çocuklar anne babalarına, öğretmenlerine adeta savaş açmaktadırlar, büyüdüklerinde de topluma, millete karşı gelmekte, sürekli çatışma halinde bulunmaktadırlar. Oysa edep ilimden önce gelir. İnsan insanlığını edeple elde eder. Çocukların İslami bir ruhla, tevhit nuru ile yetişmeleri için tekrar masallar dünyasına döndüremiyorsak bari çizgi filmlere bir çeki düzen vermek, toplum ve devlet olarak bunlara el atmak gerekir.
İslam dünyası o kadar gasp edilmiş, ezilmiş, yağma edilmiş, sömürülmüş ki işler, içler acısı bir durum arz etmektedir. Tevhit nuru çocukların dünyalarında söndürülmüştür. Bir ebeveynin bunun için bu konularda çok ciddi bir şekilde bazı tedbirleri almasını gerekli kılmaktadır. Aslında sorun toplumsal bir hale ulaştığı için devlet çapında tedbirlere gerek duyulmaktadır.
Tevhit nuru çocukken sönerse ileriki yaşlarda onun tekrar canlanması çok zordur.
Yüce Allah (c.c.) bizlere, evlatlarımıza tevhit nuru ve iman nasip eylesin. Küfrün karanlıklarından korusun. Âmin.
Muhsin İyi

Tevhid, Tevhit Nedir, Tevhidin Anlamı, Tevhidin Sırları (2)
Tevhit bir bilgi olarak yüce Allah (c.c.) tarafından insanların ruhsal dünyalarında içselleştirilmiştir. Küçük bir çocuk büyüklere tevhit dersi verecek ruhsal bir olgunluğa sahiptir. Ama bunu ifade edecek durumda değildir. Dil ve mantık dünyası henüz yeterince gelişmemiştir. İnsanlar büyüdükçe ruhsal dünyalarındaki safiyetlerini yitirirler, ilgili tevhit bilgisi gittikçe silikleşmeye başlar. Günahlar ve masiva (dünya nimetleri) kalbi ve ruhu karartır, tevhit nurunu da olumsuz yönde etkiler, hatta söndürebilir.

Çocukların ruhsal dünyalarında anne ve babalarından birisine veya ikisine büyük bir yöneliş vardır. Onlardan sevgi, merhamet ve şefkat beklerler. Bu bekleyiş duygusu yüce Allah’a (c.c.) iman etmede çok büyük bir öneme sahiptir. Küçük bir çocuğun bu fıtri yapısı tevhit akidesini ve iman esaslarını kabul etmede büyük bir altyapı sağlar.

İlk yazımızda çocuk oyunlarının iman esaslarını kabul etmede ve tevhit nurunu algılamada önemli semboller içerdiğini belirtmiştik.

Çocuk oyunlarının iman esaslarına ve tevhide hizmet etmesinin nedenini elbette fıtri yapıda ve ruhsal eğiliminde aranmalıdır. Bu konuda insanlara verilen ilk ders, Elest bezminde olmuştur. Bu ders insan yaratılmadan önce ruhlar âleminde iken gerçekleşmiştir. Bu dersi insanlara yüce Allah (c.c.) bizzat Kendisi vermiştir. Yüce Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bu konuya şöyle değinmektedir: “Rabb’inin Âdem oğullarından söz aldığını da düşünün: Rabb’in onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onların Kendi hakkındaki şahitliklerini isteyerek ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ buyurunca onlar da ‘Elbette!’ diye kabul etmişlerdi. Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ veya ‘Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batılı başlatanlar nedeniyle bizi imha mı edeceksin?’ gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu sözü sizden aldı (A’raf suresi, ayet 172-173).”

Elest bezminde yüce Allah (c.c.) tarafından verilen bu tevhit ve iman dersi dünyaya geldiğimizde unutturulmaktadır. Fakat ruhsal dünyada güçlü bir eğilim olarak bu ders kendisini göstermektedir. Onun için ilgili ayette ‘’Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ veya ‘Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batılı başlatanlar nedeniyle bizi imha mı edeceksin?’ gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu sözü sizden aldı’’ denilmektedir. Şayet Elest bezminde ruhlara verilen tevhit ve iman dersi bu dünyada etkili olmasaydı yüce Allah Elest bezmini kurmazdı, ilgili ayette de bu ifadelere yer vermezdi.

Ruhsal dünyada tevhide ve imana olan eğilimi nefsin içgüdüleri ile kıyaslayabiliriz. İnsan nasıl aç ve susuz duramıyorsa tevhit ve iman olmadan da ruhu büyük bir ıstırap çekmektedir. Ruh hiçbir zaman ölmez. Kişi ölse bile o sağ kalmaktadır. Tevhit ve imanla hayat bulur. Yoksa zayıflar, cılızlaşır. Hayat bulmasındaki sır da onun manevi organları olan letaiflerinin yükselmesidir. Tevhit ve iman, ruhun letaiflerini arşa doğru kutsal bir yolculuğa çıkarmaktadır. Tabii herkesin ameline göre letaifleri belli bir hıza ve yükselişe sahiptir. Ruhları tevhit ve imandan uzak olan kişiler, bundan mahrumdurlar. Letaifleri bu dünyaya tabiri caizse çakılıp kalmışlardır. Onlar haramlardan, bu dünyadan zevk alma yolundadırlar. Tabii bu dünyadan, haramlardan alınan nefsani hazlar hiçbir zaman ruhu tatmin etmez. Hayat felsefesi, yaşam tarzı itibariyle günahlara, bu dünyaya batmış insanların yüzlerinde hemen kendisini gösteren zulumat (karanlık), uğursuz ifadelerin nedeni ruhlarının, hususiyle letaiflerinin yükselememeleri, bu dünyaya çakılıp kalmalarıdır. Bir müminin yüzündeki nur, ruhunun ve letaiflerinin yükseldiğine bir işarettir. Yüzdeki nurun asıl nedeni budur. Tevhit ve imanla ruh bu dünyanın günahlarına, masivaya saplanıp kalmaz, yükselir, bu sırada yüzü kısmen nurlanır. Tabii ibadetler bu etkiyi çok daha kesif ve somut olarak gerçekleştirirler. Tevhit ve iman nuruna sahip olup da çeşitli nedenlerle ibadetlerden biraz uzak olan veya istenilen düzeyde bir ibadet hayatı olmayan insanların yüzlerinde nur olmasa da pozitif enerji olarak adlandırabileceğimiz bir aydınlık vardır. Kısacası bakmasını bilen bir göz tevhit ve imanın bir nur ve aydınlık kaynağı olduğunu kısa zamanda keşfeder; inkârın, günahların, dünyaya saplanıp kalmanın da yüzdeki zulumatın, uğursuzluğun nedeni olduğunu anlar.

Elest bezminde tevhit ve iman dersi ile bu dünyaya imtihan için gönderilen bir çocukta görülen bütün etkinlikler ve özellikle çocuk oyunları büyük hikmetler ve derin manalar ihtiva eder. Bu açıdan hemen tüm dünyada çocukların birbiriyle sözleşmiş gibi aynı oyunları oynamaları da manidardır. Saklambaç bu türde bir oyundur. Çocukların saklanmaları, ebenin onları bulması basit bir oyun değildir. Bu, tevhit ve iman mücadelesini sembolize etmektedir. Çünkü yüce Allah (c.c.) dünya imtihanı gereği tevhidi ve iman esaslarını eşyanın, kişilerin, varlıkların ardına saklamıştır. Onu bulmak için bu dünyada bir ebe olduğumuzu, yani imtihana tabi tutulduğumuzu kabul etmek gerekir.

Eşyanın, kişilerin ismini bilmenin önemini kavramak için Kuran-ı Kerim’e kulak verelim: ‘’Hani, Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti. Onlar, ‘Orda bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz Sana hamd ederek daima Seni tespih ve takdis ediyoruz.’ dediler. Allah da ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim.’ dedi. Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Bana bunların isimlerini bildirin.’ dedi. Melekler, ‘Seni bütün eksiklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin.’ dediler. Allah, şöyle dedi: ‘Ey Âdem, onlara bunların isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki Ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da Ben bilirim demedim mi?’ dedi. (Bakara suresi, 30-33)’’

Allah’ın (c.c.) insana verdiği kabiliyet, dil yapmadır. Eşyaya, varlıklara, olaylara, olgulara isim vermedir. Konuya bu açıdan bakmak çok yüzeyseldir. Bunu akıl sahibi meleklerin gerçekleştirememesi düşünülemez. Hz. Âdem’in (a.s) meleklere verdiği ders, varlıkların, olay ve olguların isimlerini etiketlemesi ve bunlarla tevhit ve imani konular arasında ilgi kurmasıdır. Yeryüzünde mevcut olan ve insanların icat ettikleri her şey, tevhit ve iman esaslarına açıklık getirmek, yorumlanmak için yüce Allah (c.c.) tarafından yoktan yaratılmıştır. Her eşyaya, varlığa, olay ve olguya bu gözle bakmak ancak insana özgüdür. Meleklerin eşya ile bir münasebeti yoktur. Onlar yemez içmez varlıklardır. Nurla, feyizle gıdalanırlar. Dolayısıyla bizler gibi imana da ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlara gayb hazineleri açıktır. Gören birisi için iman mevzu bahis olamaz. Oysa mümin eşya ve varlıklar karşısında Hz. Âdem (a.s) gibidir. Onları Allah’ın verdiği tevhit ve iman nuru ile keşfetmeye çalışır. Tıpkı saklambaç oyununda olduğu gibi izlere ve işaretlere çok dikkat eder. Her eşya ve varlık aslında gerçekliğiyle gözlerden saklanmış durumdadır. Onun arkasındaki tevhit ve iman gerçekliğini görmek, bilmek veya öğrenmek her insanın üzerine farzdır. Yüce Allah (c.c.) insan ruhunu buna uygun olarak yaratmıştır. Fıtratını günahlarla, dünya hayatına razı olmak ile bozmamış bir insan eşya ve varlıklar karşısında mutlaka bir arayışa girer, tevhit ve iman esaslarını ders olarak okumaya çalışır.

İşte saklambaç oyunundaki ebenin rolü, aslında insanın bu dünyadaki yaratılış amacını simgelemektedir. Her insan eşyanın, varlıkların, olayların ve olguların arkasındaki tevhit ve iman sırlarını bulmakla mükellef tutulmuştur. Bunu da rahatlıkla gerçekleştirebilecek durumdadır. Yeter ki, insanlar fıtratlarını günahlarla masivaya çokça dalmakla bozmasınlar.

Eşya, varlık, olay ve olguların arkasından tevhit ve iman dersi çıkarmak için çokça akıllı ve zeki olmak gerekmez. Günahlardan uzak durmak ve dünyaya çokça bağlanmamak insanlarda tevhit ve iman dersleri için hikmet kapılarını açar.

Tehvit ve imanın dünyadaki işlevi insanları kardeş yapmaktır. Bu kardeşlik, kan bağındaki kardeşlikten daha üstündür. Zira biliyoruz ki kan bağı ile olan kardeşlik çoğu zaman insanları aynı görüşte, düşüncede, inançta tutamamaktadır. İnsanın insanlığı ise kan gibi maddi bir şeyden ziyade görüş, düşünce ve inançta kendisini göstermektedir. Dünyada kardeş olan pek çok kişi ahrette aynı mekâna düşemeyebilir, biri cehenneme girebilecekken diğeri cennete gidebilir. Demek ki, aslolan din kardeşliğidir. İnsanların gönüllerinin, tevhit ve iman esaslarında birleşmesidir, aynı anne babanın evlatları gibi yüce Allah’a (c.c.) kullukta toplanmasıdır.

Allah’ı inkâr edip de maddi olanaklarımızı paylaşarak kardeş olalım düşüncesi dünyada tutmadı. Büyük acılar getirdi. Komünizm ancak polis devletlerini türetti. Bunlar da yıkılınca ortaya büyük sefalet tabloları çıktı.

Tevhit ve iman kardeşliği, dünyadaki tüm insanların aradığı ve temel sorunları olan eşitlik ve özgürlük demektir. Yüce Allah (c.c.) kulluğunda onlara bu nimetleri sunmaktadır. Yoksa nefsinin ve şeytanların kulları olan insanların eşitlik ve özgürlük adına söyledikleri her söz birer yalan ve aldatmacadan başka bir şey değildir.

Bütün dünya tevhit ve iman kardeşliğine adeta susamış durumdadır. Zira aşağı yukarı her ülkede yaşanan temel sorunların çözümü ancak tevhit ve iman kardeşliği ile mümkündür. Dünyada barış, kardeşlik; eşitlik, özgürlük ancak tevhit ve iman nuru ile gerçekleştirilebilir. Çünkü yüce Allah (c.c.) bizleri yarattığına göre bizlerin dünya ve ahrette mutlu olabilmemiz için gerekli olan şeyleri de bilendir. Ayrıca bizlere bunları sunandır.

Tevhit ve iman nuru bizlerin hem bireysel hem toplumsal temel sorunlarımıza devadır.

Tasavvufun temeli, özü vahdet-i vücuttur. Vahdet-i vücut, yüce Allah (c.c.) dışında başka gerçek varlık kabul etmemek demektir. Dolayısıyla bu düşünce tevhidin en son noktasıdır.

Yüce Allah (c.c.) her şeyi yoktan yaratmıştır. Varlık sahasına çıkan her şey yüce Allah (c.c.) karşısında gerçek bir varlığa sahip değildir.

Elbette yaratılan varlıkların bir gerçekliği vardır. Bunu inkâr edemeyiz. Çünkü duyu organları ile bunları algılamaktayız. Ama bu gerçeklik uykuda iken görülen düşe benzer bir yapıdadır. Kendi vücudumuz dahil bütün varlıklar fanidir. Yüce Allah’ın (c.c.) varlığı karşısında adeta yok hükmündedirler. Yüce Allah (c.c.) varlık âlemini Kendi güzel isimlerini ve sıfatlarını tecelli ettirmek için yoktan yaratmıştır. Bu tecelli tıpkı aynadaki suretler gibidir. Bütün varlık âlemi, yüce Allah’ın isimleri ve sıfatları karşısında aynadaki suretler gibi bir gerçekliğe sahiptirler. Nasıl insan aynadaki suretlere el atıp yakalamak istediğinde hiçbir şey eline geçemiyorsa gerçeklik düzleminde Allah’ın isim ve sıfatları ile bunların tecellileri olan suretleri arasındaki ilişki de bu şekildedir. Onları birbiriyle karşılaştırmak, birbirine benzetmek büyük bir hatadır. Aynı kabul etmek ise büyük bir sapkınlıktır. İnsanlar açık olarak değil de sezgileri ile varlık âlemi ile yüce Allah’ın isim ve sıfatları arasında bir ilgi kurup tevhit ve iman hakikatlerine ulaşabilmektedirler.

Dünyadaki bütün ağaç yaprakları renkleri ve şekilleri itibarı ile birbirine benzer. Bu, onların yaratıcısının Bir (el-Vahid) olduğunu gösterir. Yine aynı ağaçtan da olsa birbirinin aynı olan iki yaprağa tesadüf edilemez. Bu da eşsiz, benzersiz olan yüce Allah’ın (c.c.) bir başka güzel isminin tecellisine işarettir (el-Ahad).

İnsan ve hayvan yüzlerinde, yapraklarda, çiçeklerde görülen simetri, yüce Allah’ın (c.c.) sanatsal bir mührüdür. Farz-ı muhal bir insanı ortadan ikiye bölsek bir yarımı ile diğer yarımı birbirine benzer şekilde ikiye ayrılacaktır. Tek organlar insan vücudunda tam ortaya gelecek şekilde yerleştirilmiştir: Alın, burun, dudak, çene, karın gibi. Ortada olmayan organlar ise ikişer tane yaratılmıştır: Kaşlar, gözler, kulaklar, yanaklar, eller, göğüsler, kalçalar, ayaklar gibi. İşte insan üzerinde böyle muhteşem bir simetrik yapı bulunmaktadır.

Simetri güzelliğin evrensel bir biçimi ve ifadesidir. Simetride insan ruhunu çeken bir cazibe vardır. Yüce Allah (c.c.) dünya imtihanı gereği bu dünyada zıtları yaratmıştır: Gece gündüz, iyilik kötülük, kadın erkek, eksi artı, barış savaş, iman küfür gibi. Aslında simetrik olan şeyler de böyledir. Her ne kadar parçaları birbirinin aynı gibi görünseler de bunlardan birisi sağda diğeri solda bulundukları için ayrı ayrıdır. Birbirinin aynı değildir. Görünüşteki benzerliklerin altında mana yönüyle tam bir zıtlık vardır. Bu zıtlık ile büyük bir hikmeti kucaklarlar, barındırırlar. Örneğin sağ el hayırlı işlerde kullanılır, sol elle bayağı işler yapılır. Hâlbuki yaratılışta her iki el de birbirine benzer. Bu münasebetle simetri bir semboldür. Hayrı ve şerri yaratan yüce Allah’ın (c.c.) gücüne işaret eder. Hadis-i şerifte ifade edildiği üzere kar ve ateşi biraya getirip bunlardan bazı melekleri yaratan yüce Allah (c.c.), her şeye kadirdir. İyilik ve kötülük O’na zarar veremez. Dilerse bunları birarada uyumlu bir şekilde yanyana getirip hayra hizmetçi kılabilir. Güzellik kaynağı yapabilir. Simetrideki cazibe mana yönüyle iki zıddın bir araya gelmesinden kaynaklanmaktadır. Simetrinin dayandığı felsefi ve düşünsel temel de budur: Hayır ve şerri yaratan yüce Allah (c.c.), bazı maksatlar için bunları sanki aynı şeylermiş gibi biraraya getirebilir. İnsanların simetri karşısındaki hayranlığa kapılıp kendisinden geçmesi, âşık olması, şevke gelmesi bu zıtlıktan kaynaklanır.

Kelime-i tevhitteki sırda da bu zıtlık yatar: İlk kısmı ‘la-ilahe’ nefy (ilahları ortadan kaldırma), ikinci kısmı ‘illallah’ (ancak Allah vardır) ise ispattır. Kelime-i tevhit bu açıdan simetrik bir yapıdadır.

Şayet insan üzerinde simetri olmasaydı sağ ve sol kavramları kesin çizgilerle ayrılmayacaktı. Dolayısıyla dünyadaki imtihanın kıstasları da söz konusu olmayacaktı. Hak ve batıl birbirine karışacaktı.

İnsanın manevi yaratılışındaki nefis ve ruh gerçekliği adeta bu simetri ile simgelenmiş gibidir. Sol tarafındaki organlar onun nefsi yapısını, sağ tarafındakiler ise ruhunu sembolize etmektedirler. Nefis olanca gücüyle kötülüğü emrederken ruh yüce Allah’tan (c.c.) bir ilahi soluktur. İnsan bu iki zıt kutbun altında varoluşunu gerçekleştirmektedir.

Yüce Allah (c.c.), simetriyi sanatının en temel motifi yapmış, onu adeta sanatsal bir mühür gibi her canlı varlıkta belirgin kılmıştır. Tüm yarattığı canlı varlıkları bu mühürle damgalamıştır. Bununla hayır ve şerrin yaratıcısı olduğunu, bunların zat-ı kudretinde bulunduğunu, gücünün her şeye yettiğini herkese ilan etmektedir.

Celal ve cemal sahibi yüce Allah’ın (c.c.) birbirine zıt olan sıfatları simetri sayesinde biraraya gelince bu insanı büyük bir hayranlığa, acze, şevke, aşka düşürebilmektedir. Bu simetriye dikkat ederek, bu simetriyi göz önünde bulundurarak yüce Allah’ın (c.c.) varlığını inkâr etmek mümkün değildir. Simetriye rağmen her şeyin bir tesadüf sonucu oluştuğunu, insanların, bütün canlı varlıkların böyle meydana geldiğini iddia etmek insanın psikolojik dünyasının yıkılmasına, hatta onu deliliğe bile sürükleyebilir. Çünkü akıl ve mantık simetrinin muhteşem kompozisyonu, uyumu, estetiği karşısında hayranlıkla kendisinden geçer; bunun alelade bir tasarım, plan ve uygulayım sonucu olamadığını, âlemlerin Rabbi tarafından ona has güzellik ve cazibe kaynağı bir mühürle yoktan yaratıldığını kabul eder. Bu açıdan simetri dehşetli bir etkiye sahiptir. Adeta helal olan bir büyü, sihir gibi karanlık bir yönü vardır. İnkârcıların aklını başından alır. Onların akıl ve mantıklarını iptal eder. Onlara deli divane olmak dışında başka bir seçenek bırakmaz. Simetri müminlerin ise hidayetlerini ve irşatlarını artırır. İmanlarını yakinleştirir.

Simetri adeta iman ve tevhit kaynağıdır. Namahrem olmamak şartıyla insanların birbirlerinin yüzlerine bakıp simetriye dikkat ederek ‘Maşaallah’ demeleri tevhit ve iman nurunu ziyadeleştirir. Güzelliği O’nu yaratanla tebcil etmek, Allah’ın rızasına daha uygundur. Bu durum, gözlerdeki nazarı da alır.

İnsan nefis hesabıyla güzelliğe baktığında onu yıkabilmektedir. Bu, gözdeki kötü ışınlardan kaynaklanmaktadır. Buna halk arasında ‘nazar’ denir. Ama tevhit ve iman nazarıyla baktığında bu olmamaktadır. Onun için Maşaallah sözü tevhit ve iman gözlüğü ile bakmaya bir davetiyedir. Unutanlara hatırlatmakta yarar vardır.

Mecazi aşkın oluşumunda güzellik ve cazibe kaynağı olan simetrinin büyük bir payı vardır. Genel anlamda simetri bir güzellik ve cazibe kaynağı olarak ruhu kendisine doğru çeker. Aciz bırakır. Tutsak eder.

Simetride bir de şu düşünce vardır: Bazı zamanlar hayır ve şer, eksi ve negatif kutuplar, şeytan ve melek o kadar birbirine benzer ki, tıpkı simetrideki iki şekil gibi olurlar. Bu haliyle insanın ayağını kaydırabilirler. Bunları ancak vahiyle ve peygamberin (s.a.s) adımlarını takip ederek ayırabiliriz. Bir mümin, şeytanların ve nefsin bazen hayır kapısıyla kendisine yaklaşacağını hiçbir zaman unutmamalıdır. Daima temkinli ve dikkatli olmalıdır. Simetri ona bu dersi de vermelidir. Hatırlatmalıdır.

Allah (c.c.), bizlere son nefeste iman ve Kuran nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

Tevhid, Tevhit Nedir, Tevhidin Anlamı, Tevhidin Sırları (3)
Tevhidin kıymetini anlamamız için bazı temel kavramları, terimleri iyi bilmek ve göz önünde bulundurmak gerekir. Bunlardan ikisi çok önemlidir: Putperestlik ve hac.

İslam’ın bir şartı olduğu ve aşağı yukarı herkes tarafından tevhitle alakasının bilindiği için hac üzerinde fazla durmayacağız. Tüm dünya Müslümanlarının aynı giysilerle bir araya gelip anlamlı bazı hareketleri, ziyaretleri yaptığı hac baştan sona tevhit akidesinin hal dili ile yaşandığı büyük bir ibadettir.

Putperestliğin mahiyeti, anlamı ise öyle insanlar, özellikle Müslümanlar tarafından pek bilinmiyor. Tabii bu konudaki bilgi ve bilinç eksikliği Kuran-ı Kerim’in de gereğince anlaşılmasını engelliyor. Zira Kuran-ı Kerim’in ayetlerinin büyük çoğunluğu putperestlere (müşriklere) hitap etmektedir. Putperestliğin anlamı ve mahiyeti yeterince kavranamadığı için bu yüzden Kuran-ı Kerim’in ruhu ve derinliği de tam manasıyla anlaşılamamaktadır.

Şayet putperestlik ümmet-i Muhammed’i, hususiyle bugünkü çağdaş insanları ilgilendirmemiş olsaydı yüce Allah sevgili peygamberini (s.a.s) böyle bir ortamdan seçmemiş olacaktı. Demek ki, putperestlik evrensel bir olgudur ve insan doğasından kaynaklanmaktadır. Tarih boyunca putperestlik tehlikesi her zaman söz konusudur. Ayrıca insan doğasında putperestlik zafiyeti de her zaman vardır. Onun için putperestliğin mahiyetini ve anlamını iyi bilmek gerekir. Bu çağda insanların hangi noktalarda şirk bataklığına kapıldığını, çağdaş putların neler olduğunu iyi tanımak her insanın üzerine farzdır.

Terimleri, kavramları eksiksiz ve tam olarak tanımanın en kolay ve verimli yolu, zıtlarını bilmekle olur. Putperestlik kavramının karşıtı tevhittir.

Tevhit, bütün Müslümanların, insanların inandıkları taktirde Allah ve toplumda bir ve eşit olmasıdır. Putperestlik ise insanların birbirine sevgisiz ve düşman olmasıdır. Kalplerin, toplumun tefrikaya düşüp parçalanması, birbirinden uzaklaşmasıdır.

İnsanlık tarihinin birinci mücadelesi, tevhit ve putperestlik olguları arasında olmuştur. Peygamberler getirdikleri tevhit akidesi ile insanları birbirine kardeş yaparken putperestlik buna karşı mücadele etmiştir. Toplumda kardeşliği, sevgiyi sabote etmiş, ortadan kaldırmıştır. Bazen peygamberlerin getirdiği tevhit akidesi toplumlarda egemen olmuş, bazen de insanların nefislerinden ve şeytanların propagandalarından güç alan putperestlik güç kazanmış, tevhit akidesini söndürmüştür.

Putperestliğin dünya tarihi boyunca insanlığın en büyük sorunu ve tehlikesi olmasının en başlıca nedeni, insan doğasından kaynaklanmasıdır. Nefsin eğiliminden güç almasıdır.

Yüce Allah (c.c.), insanı iki asıldan yaratmıştır: Ruh, yüce Allah’tan ilahi bir soluk olduğu için ibadetlerden ve faziletlerden büyük bir haz alır. Dolayısıyla tevhit akidesi ruhu huzura sevk eder. Lakin nefis, anasır-ı erbanın (toprak, ateş, su, hava) özünü, tabiri caizse kaymağını temsil eder. Anasır-ı erba ise Allah’ın emri ile yoktan yaratılmıştır. Dolayısıyla nefis, anası yokluğun temsil ettiği bütün şerlerin, kötülüklerin kaynağıdır. Putperestlik nefsin olanca gücüyle kötülüğü emretmesinin tabii bir sonucu doğmuştur.

Daha önceki tevhit konulu iki yazımızda çocuk oyunlarının büyük hikmetler içerdiğini; saklambaç, körebe gibi oyunlarda ruhsal bazı sırların, özellikle Elest Bezminden bazı esintilerin sakladığını ifade etmiştik.

Büyüklerin çocuklar konusunda en büyük yanılgıları, onların sadece ruhtan oluştuklarını, dolayısıyla günahsız, temiz ve melek gibi varlıklar olduğunu sanmalarıdır. Oysa çocuklar da nefis sahibidirler. Yani onlarda da biz yetişkinler gibi günah işleme eğilimi söz konusudur. Fakat akılları ve bilgileri biz yetişkinler derecesinde gelişmediği için hem şeriat hem de kanun önünde masumdurlar. Cezalandırılamazlar. İşledikleri suçlardan dolayı da günaha girmezler. Buluğ çağı ile sorumluluk yaşına ererler.

İşte bu masum çocukların nefsani yanları da tatmin olmak ister. Bunun için de oyuncaklara başvururlar.

En başta hatırlatayım ki, burada oyuncakları yasaklamak, onları zararlı göstermek gibi bir niyetimiz ve kastımız yoktur. Bilakis bunları teşvik ediyoruz. Zira her ne kadar onlarda insanların putperestliğe olan bir eğilimi harekete geçiyor, küçük bir örneği, daha doğrusu nüvesi canlandırılıyor görünse de çocukluk çağında nefsin bu yönünün de canlı tutulmasının, meşgul edilmesinin büyük yararları ve hikmetleri söz konusudur. Eğer bunda bir mahzur söz konusu olsaydı dinimiz, en azından peygamberimiz (s.a.s) bu konuda yasaklamalar getirirdi. Hâlbuki kimi hadis-i şeriflerde dolaylı bir biçimde çocukların oyuncaklarla oynamalarına cevaz verildiği anlaşılmaktadır.

Evet, putperestlik nefsin eğiliminden ortaya çıkmış, bunun da küçük örneklerini çocuk oyuncaklarında görmekteyiz. Çocuklar oyuncaklarını ellerine aldıklarında onlara roller, anlamlar yüklerler. Örneğin çocuk elindeki oyuncağı annesi, babası, kız kardeşi, doktoru, öğretmeni, öğrencisi yapar, sonra da onları konuşturur. Onlarla mini bir tiyatro oynar. Günlük hayatta öğretmenine kızmışsa oyuncağını öğretmen yapar, kendisinden özür diletir. Böylece nefsi büyük bir rahatlama yoluna gider. Bir başka seferinde elindeki oyuncağı annesi olarak düşünür, onu hasta kılar, biraz sonra öldüğünü söyleyip gömer. Böylece gerçek hayatta az önce annesinin kendisini paylamasını, cezalandırmasını nefsani boyutta sindirmiş olur, rahatlar. Kız kardeşini doktorun karşında ölümcül bir hastalıkla ahirete yolar. Arkasından da ağlar. Böylece kıskandığı kardeşinden kendince öcünü alır. Kısacası çocuk oyuncakları ile yapılan bu mini oyunlar, çocukların ruhsal gelişmesinde, terapisinde eşsizdirler. Büyük yararları vardır. Çocukların ilgili yaşlarda oyuncaklarla oynamaları onların sağlıklı bir şekilde büyümelerini, an azından zararlı olan nefsani duygularını içlerine atmamalarını sağlar. İçe atılan olumsuz duygular çocukları hasta kılabileceği gibi sağlıklı bir kişilik oluşturmalarını da engelleyecektir.

İşte nasıl bir çocuk oyuncakları ile böyle oynuyorsa bir putperestte bu şekildedir. O da putuna kendince bir anlam ve rol verir.

Putperestler (müşrikler) hakkında en büyük yanılgı, onların Allah’ı inkâr ettiklerini sanmaktır. Oysa putperestler Allah’ın varlığını inkâr etmezler. Allah’ı pek çok sıfatı ile tanırlar. Yalnız kendilerini Allah’a ulaştırsın, ettikleri dua Allah indinde kabul görsün diye putlara taparlar. Allah’a şirk koşarlar. Bu yüzden müşrik diye de adlandırlırlar. Bu açıdan konu ile ilgili Kuran-ı Kerim’deki şu ayetleri okumakta büyük fayda vardır: “Yemin olsun ki, o putperestlere (Mekkeli müşriklere) kendilerinin kimin yarattığını sorsan mutlaka ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyle ise nasıl oluyor da dönüyorlar? (Ez-Zuhruf suresi, 87).”, “(Putperestlere hitaben) De ki: ‘Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Yahut kulaklara ve gözlere kim malik bulunuyor? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor?’ Hemen, ‘Allah’ diyeceklerdir. Sen de ki: ‘O halde sakınmaz mısınız?’ (Yunus suresi, 31)”.

Çocuğun oyuncakları ile oynaması son derce narsist, bencil bir karakter arz eder. Yani çocuk nefsani hazlarını birinci plana alır. Onları tatmin etmek ister. Özellikle intikam ve kin duyguları bunda en birinci rolü oynarlar. Bunun örneklerini yukarıda vermiştik. Bir putperest de böyledir. Putuyla ilişkisi son derce narsisttir. Bencildir. Çoğu kez intikam ve kin duygularını tatmin etmek için onları kullanır. Bunun için onların önünde bir inanmış gibi diz çöker, onlara tazimde bulunur, onlara dua eder. Nefsani eğilimlerini, davranışlarını, özellikle intikamlarını ve bir kısım insanlara karşı kinini gerçek hayatta gerçekleştirmek için meşru bir zemin bulur. Böylece vicdanını da devre dışında bırakmış olur.

Bizler nefsaniyetten de oluştuğumuz için bazen düşmanlarımıza karşı çok acımasız fanteziler kurabiliriz. Onları öldürmek isteriz. Onlar için aklımıza çeşitli işkenceler, bin çeşit kötülükler gelebilir. Ama bunları vicdan terazisine vurduğumuz zaman çoğu kez geri adım atarız. Bunları gerçekleştiremeyiz. Bir putperest bu noktada bu vicdan terazisinden yoksun kalmaktadır. Yani putu vicdanının önüne geçerek onu devre dışı bırakabilmektedir. Çünkü putu ilahi bir anlam kazanmıştır. Dolayısıyla vicdanının üzerine çıkmıştır. Putun Allah indinde bir yeri vardır yanılsaması vicdanları işlevsiz kılmaktadır. Onun için putperestlik bir insanlık suçudur. Çünkü bir putperestin işlemeyeceği hiçbir suç yoktur. Putu elinde bir oyuncak gibidir. Putu önünde işleyeceği her suçu meşru kıldığı için bundan zerre kadar bir pişmanlık, vicdan rahatsızlığı da duymaz.

Tabii putperestlik toplumlarda, kişilerde vicdan olmadığı gibi bir hak ve hukuk da söz konusu değildir. Güçlü olan hak sahibidir. Çünkü onun putu daha büyüktür anlayışı hakimdir. Kişilerin özel putları olduğu gibi ailelerin, sülalelerin, toplumların da değer verdikleri başka putları olabilir. Kişiler özel putları ile başka insanlara karşı her türlü kötülüğü işleyebildikleri gibi aileler, sülaleler, toplumlar da başka ailelere, sülalelere, toplumlara karşı her türlü kötülüğü, şerri işleyebilecek bir zemin bulabilirler. Hak, hukuk kavramı ilahlaştırılan put veya putlarla ortadan kaldırıldığından sonu gelmeyen savaşlar, zulümler, katliamlar putperest toplumlarda eksik olmaz.

Şeytanlar insanların birbirini sevmemesi, aralarında düşmanlıkların artması ve yayılması için tarih boyunca insanların putperestliğe olan eğilimini canlı tutmak istemişlerdir. Çünkü bu sayede insanları büyük günahlara teşvik etmek daha kolay olmuştur. Putperstlik her türlü büyük günahın ana yatağıdır.

Bir putperestin işlediği bir günahtan dolayı pişman olması, kendisini ıslah etmesi mümkün değildir. Zira ona göre putunun Allah yanında bir değeri vardır. Her şey onun müsaadesi ve gücüyle meydana gelmiştir. Ortada bir hata ve günah söz konusu değildir. Dolayısıyla kendisi haklıdır.

Peygamberlerin getirdiği tevhit akidesinde ise büyük bir rahmet vardır. Zira tevhit, insanların Allah’ın (c.c.) dini karşısında bir ve eşit olması demektir. Dolayısıyla insanların eylemleri hak ve hukukla ölçülmektedir. Zulmeden, şer işleyen, kardeşine kötülük yapan kişi, Allah’ın hukuku karşısında yargılanmakta ve bir yaptırıma uğramaktadır. Bu süreç gerçekleşirken insanların vicdanları harekete geçmekte, toplumun huzuru, saadeti ön planda tutulmaktadır. İnsanlar, hak ve hukuklarını arayabilmektedirler. Mazlum ile zalim birbirinden ayrılmakta, mazlumun hakkı zalimden alınmaktadır.

Tevhidin en büyük nimeti hiçbir insanın diğer bir insandan ayrıcalıklı olmamasıdır. İnsanların hak ve hukukta eşit olmasıdır. Bu sayede toplumda barış ve kardeşliğin gerçekleşmesidir. Onun içindir ki, peygamberlerin tevhit çağrılarına öncelikle toplumda ezilen, hiçbir hakkı olmayan, zulmedilen insanlar, kesimler olumlu cevap vermiştir. Bunlar peygamberlerin etrafında toplanmışlardır. Genellikle zenginler, çarpık düzenden nemalan kesimler, bu çağrıya olumsuz yanıt verdikleri gibi inananlarla da mücadele etmişlerdir. Kısacası tevhit davası, tarih boyunca ezilenlerin bayrağı olmuş, putperestlik de ayrıcalıklı sınıfın kavgası halinde tezahür etmiştir.

Putperest toplumlarda insanlar arasında müthiş bir sevgisizlik vardır. Dostluklar hep menfaat ve siyaset üzerine kuruludur. Böyle bir düzende insanların tek emelleri nefsaniyetlerini tatmin etmektir. Zayıflar her zaman ezilir. Onların haklı oldukları konuda zerre kadar bir hakları yoktur. Putperest bir insan, her saniye diğer insanların zayıf anlarını kollar. Ufacık bir bahaneyle her türlü zulmü işleyebilir. Böyle anlarda ise hiçbir kimse en küçük bir suçluluk duygusu veya vicdani bir rahatsızlık bile duymaz. Tevhit akidesinin hakim olduğu toplumlarda ise, herkes Allah’ın kuludur. Toplumda hakim olan duygu, sevgi ve saygıdır. İnsanlar Allah tarafından bir ve eşit yaratıldığı için her türlü sevgiye ve saygıya layıktır. Zayıf ve çaresiz insanlara yardım etmek, Allah’ın çok sevdiği bir iş olduğu için böylelerini ezmek, onlara zulmetmek doğru değildir. Düşmanlığa değil kardeşliğe bahaneler aranır. Barış ve huzur, tevhit akidesine sahip bir toplumun tabii manevi havasıdır.

Toplumda meydana gelen terör ve anarşinin arkasında mutlaka şeytanlar bulunduğu gibi terör ve anarşinin dayanağı da kesinlikle putperest bir mantıktır.

Bugün insanlar taştan, ağaçtan yapılmış putlara tapmıyorlar ama putperest eğilimler yine de söz konusudur. Özellikle para, daha doğrusu ekonomi konusundaki yanlış hareketler, toplumdaki birlik ve beraberliği bozmakta, insanları, halkları putperest toplumlarda olduğu gibi birbirine düşman haline getirebilmektedir. Sadaka, zekât; faiz yasağı, borç para verme teşviki gibi olumlu şeylerle insanlar arasındaki gelir dağılımını yoksul kişiler lehine ayarlamaya çalışan İslam dini, paranın bir put olarak toplumdaki insanlar ve halklar arasında bir ayrımlaşma ve kutuplaşma olmasının önüne geçmektedir.

Kuşkusuz çağımızın en büyük putçuluğu, ırkçılıktır (faşizm). Irkçılığın dayandığı mantık ve hedef ile putperestlik aynıdır. Irkçılık da putperestlik de sevgisizliğe, düşmanlığa, bölücülüğe, ayrımcılığa, savaşa dayanır. Bu yüzden ırkçılıktan yara almamış, ekonomisinin büyük gücünü bu yaranın tedavisi için harcamayan İslam ülkesi yok gibidir.

Temeli tevhide dayalı İslam’ın, ırkçılığa deva bulmaması ise mümkün değildir.

Kısacası İslam dini her şeyi ile özellikle hac emri ve putperestliğe karşı olması ile tüm insanlığı birbirini sevmeye, kardeşlik duygusuna, barışa, huzura çağırmaktadır.

Tevhit akidesinin hedefi, tüm dünya Müslümanlarını biraya getirip her yönüyle bir ve kardeş kılmaktır.

Bir de bazı insanların tasavvufta rabıtaya şirk demelerini açıklığa kavuşturmak gerekir. Elbette bir fotoğrafa bakıp da mürşitlerini hayalinde canlandıranlara en azından mürşitlerini canlı bir formda hayal etmelerini tavsiye ediyoruz. Rabıta sırasında put gibi cansız bir form uygun değildir. Canlı form derken bunu da yanlış anlamamak gerekir. Örneğin ışıl ışıl bakan bir göz, güler bir yüz v.s gibi canlılığa delil olan küçük şeyleri kasdediyoruz.

Şayet ölmüş bir şeyhe bağlı iseler veya böyle bir şeyhten istifade etmek istiyorlarsa ellerinde de ancak bir fotoğraf varsa o zaman o fotoğraftan esinlenerek hayalinde ilgili şeyhe hayat vermeleri, sanki yanlarında yaşıyormuş gibi düşünmeleri daha doğru bir hareket olacaktır.

Şu bilinen bir gerçektir ki, veli olan zat öldüğünde daha bir güçlenmektedir. Nefisten soyunduğu ve sadece ruhtan ibaret olduğu için rabıtası daha bir tesirli olmaktadır.

Rabıta yaşayan bir mürşide yapılır. Yani veli zat ölmüş de olsa o yaşıyormuş gibi telakki edilir. Putperest ise böyle değildir. Belki mübarek bir insanın ismi bir zamanlar ilgili puta verilmiş olabilir. O mübarek zat da yüzyıllar önce ölmüş olabilir. Ama put aracılığı ile o kişi cansız bir nesne ile forma kavuşturulduğu gibi onun davası ve tevhitle alakası da artık kopmuştur. Yok olmuştur. Yani putperestin elinde o bir oyuncağa dönmüştür. Çoğu zaman, yıkıcı duygularının, gayr-i meşru isteklerinin dışavurumu için hizmet görmeye başlamıştır. Oysa rabıtası yapılan kişi, Allah dostudur. Ona rabıta yapan kişi asla kötü duygularını meşru kılmak gibi bir amaç gütmediği gibi bilakis onunla Allah’a (c.c.) daha çok yaklaşmaya çalışır. Amaç rabıta vesilesi ile Allah’a, dolayısıyla Allah’ın Kuran-ı Kerim, peygamberin sünneti gibi hukuk kaynağı araçlarına ulaşmaktır. Onları yaşamaktır. Yaşantıya sokmaktır. Ahlak edinmektir. Rabıtası yapılan Allah dostu Kuran-ı Kerim’in ve peygamberimizin (s.a.s) sünnetinin adeta yaşayan halidir. Varisidir. Dolayısıyla rabıtası yapılan Allah dostundan adeta bunların transferi gerçekleştirilir. Üstün ahlak elde edilmeye çalışılır. Putperest ise narsist, bencil bir anlayışla putuna yaklaşır. Nefsine uyarak her türlü rezilliği, kötülüğü işleyebilir. Put adeta her türlü şerrin kaynağı gibidir. Rabıta yapan kişi, veli zatın kişiliğinde büyük erdemlere ulaşmaya, dolayısıyla topluma yararlı ve Allah’ın rızasına uygun bir kul olmaya çalışır. Putperest ise nefsine ayna görevi gören putunun etkisiyle her türlü kötü ahlakı kazanabilir; topluma, insanlığa büyük zararlar verebilir; bu yüzden Allah’tan uzaklaşır.

Rabıta olayının temeli ruhsaldır. Veli zat letaifleri yüce âlemlere ulaştığı için nur ve feyz kaynağıdır. Rabıta yolu ile mürit bunları üzerine almaya, mürşidindeki feyzden ve nurdan yararlanmaya çalışır. Bundan sonra kalp, letaifler harekete geçer. Mürit, mürşidindeki gelen nurdan ve feyizden somut olarak haberdar olur. Böylece rabıtanın en önemli amacı da gerçekleşmiş olur. Putperestin putu ile böyle bir ilişkisi yoktur. Zaten putperest bin yıl da karşısında beklese puttan ne feyiz ne de nur kalbine, letaiflerine gelir. Putperest sadece narsist, bencil, yıkıcı duygularını ve içgüdülerini tatmin etmek için putunu kullanır. Bunlar için putunun önünde ibadet ve dua eder.

Rabıtada veli zattan bir şey istenmez. Daha doğrusu ona dua edilmez. Yalnız ondan himmet beklenir. Himmet manevi yardımdır. Bu manevi yardım da Allah’ın izni ve yaratması ile ancak yapılır diye itikat edilir.

Dua yalnız Allah’a yapılır. Yalnız veli zatın yüzü suyu hürmetine; Allah indindeki yerine, hürmetine dayanarak Allah’a dua edilebilir. Buna tevessül denir. Bu meşrudur. Çünkü istek, dua Allah’a (c.c.) yapılmaktadır. Veli zat ise vesile kılınmaktadır.

Rabıtaya, tevessüle karşı olanlar genellikle şu ayet-i kerimeyi davalarına ispat için hep ortaya atarlar: ‘’ İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar (putlar) edinenler, ‘Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez (Zümer suresi, 3)’’

Rabıtada kişi nasıl asıl amaç olarak Allah’a yakınlaşmayı hedefliyorsa güya putperestlerin de putlarına taparken böyle bir iddiaları var. Şimdi size soruyorum, her iddia gerçek midir? Putperestler tevhit akidesini savunan kişilere karşı kendilerini savunmak, güya tevhit akidesine olan yakınlıklarını vurgulamak için bu iddiayı söylüyorlar. Hâlbuki biz bu yazı boyunca anlattık ve açıkladık ki, putperestlerin asla böyle bir hedefleri yoktur. Bu, büyük bir yalandır. Putperestin tek gayesi nefsani duygularını tatmin etmektir. Onlar Allah’tan uzaktırlar. Oysa rabıta yapan kişi için bu bir iddia değil gerçektir. Zira gerek şeyhin gerekse müridin şeriata, peygamberimizin (s.a.s) sünnetine aykırı davranışları kabul görmez ve itibar da edilmez.

Aslında rabıtaya ibadet olarak bakmak ile hata başlanıyor. Hâlbuki rabıta doğal bir olgudur. İnsanın sevdiğini düşünmesidir. Tarikatta de bir usuldür. Nur ve feyz kaynağı mürşid-i kâmilden istifade etmekte kullanılan bir araçtır. Bunun için en kestirme bir yoldur.

Kaldı ki, tasavvuf farz değildir, herkese de hitap etmez. İmanı geliştirmede, onu tahkiki seviyeye ulaştırmada sadece bir yoldur.

Kısacası rabıtanın, tevessülün şirkle, putperestlikle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Bilakis bunlar tevhide, tevhidin nuruna ve feyzine hizmet eden araçlardır.

Yüce Allah (c.c.) tevhit akidesini dosdoğru anlamayı, rızası istikametinde yaşamayı, ölmeyi nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

Letaif Nedir, Letaiflerin Anlamı, İşlevi, Görevleri Nelerdir?
-Letaif nedir?
Ruh bedeni baştan aşağı kaplar. Ruhun bazı manevi organları vardır. Bunlar bedende bazı yerlerde bulunurlar. Yerleri sabittir. Bunlara letaif noktaları denir. Yani letaifler ruhun manevi organlarıdır. Bunlar da bedende bazı yerlerde bulunur.

-Letaifler nelerdir, ne işe yararlar?
Tasavvufta başlıca letaif noktaları şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Ayrıca iki kaş arasında bulunan nefis, kafanın üst kısmında bulunan letaif-i küll.

Kalp sol memenin dört parmak kadar altında, ruh (Bu, terminolojide bildiğimiz ruhtan farklıdır, sadece aralarında isim benzerliği vardır. Bu, ruhun manevi bir organıdır. Kendisi değildir.) sağ memenin dört parmak kadar altında, sır sol memenin iki parmak kadar üstünde, hafi sağ memenin iki parmak kadar üstünde, ahfa boğazın altındaki çukurundan iki parmak kadar aşağıda bulunur.

Kalp letaifi, bildiğimiz kalple alakalı değildir. Bildiğimiz kalbin altında asıl manevi kalp bulunur. Kalp, letaiflerin birinci basamağıdır. Nurunun rengi kırmızıdır. İlahi huzur yeridir.

Ruh, genel anlamı ile bildiğimiz ruh değildir. Buradaki ruh letaifi, genel anlamı ile bildiğimiz ruhun sadece manevi bir organıdır. Yani onun bir latifesidir. Bütün letaifler genel anlamı ile bildiğimiz ruhu meydana getirirler. Burada manevi bir organ ve bir letaif olan ruh, ilahi muhabbet ve sevgi merkezidir. Nuru sarıdır.

Sır ilahi vahdet (birlik) merkezidir. Nurunun rengi beyazdır.

Hafi ilahi istiğrak (boğulma, gark olma) merkezidir. Nurunun rengi yeşildir.

Ahfa ilahi izmihlal (yok olma, kaybolma) merkezidir. Nurunun rengi siyahtır.

Zikir ve rabıta ile bu letaif noktaları çalışmaya başladığında iman konusundaki işlevleri de kendisini göstermeye, taklidi iman yavaş yavaş tahkiki seviyeye ulaşmaya başlar. İman edilecek şeyler bellidir. Sınırlıdır. Ama onlara iman etme gücü ve niteliği değişebilir. İşte bu noktada letaiflerin çalışması ve yükselmesi belirleyici bir rol oynamaktadır.

Kişi kalp letaifi ile Allah’ın huzurunda olma duygusu ile ibadet edebilmekte, ruh letaifi ile O’na karşı muhabbet duymakta, sır letaifi ile bu muhabbet derinleşip başka şeylere olan bağlılıklardan azade kılınmakta, tek bir Allah’a yönelinmekte, hafi letaifinde bu ilahi muhabbet kişinin bütün varlığını kaplamakta, adeta kara sevdaya dönüşmekte, ahfa letaifinde ise ilahi aşk tamamen karşılıksız, nefsin hiç bir hazzı düşünülmeksizin ve pay almaksızın gerçekleşmektedir.

Şayet bir kişi letaiflerini yukarıda ifade ettiğimiz ilahi aşk yolunda kullanmazsa büyük bir sapkınlığa düşebilir. Zira letaiflerde ilahi bir güç ve cezbe vardır. Nereye yönlendirilirse oraya doğru akarlar. Örneğin bir insan parayı hayatında temel alır, bütün ruhsal gücüyle ona yönelirse, letaifleri de ona göre çalışmaya başlar, paraya büyük bir değer verirler. Kalbi daima paranın huzurunda yer alır. Ruhu bütün muhabbetini ona verir. Sırrı tek gerçek olarak parayı görür. Hafi letaifi paranın aşkına gark olur. Ahfa letaifi ile kişi para için her şeyini feda edebilir. Böyle birisi artık parayı ilah yerine koymuştur ve ona tapmak afatına düşmüştür. Böyle birisine nasihat da kar etmez. Hidayetin ulaşması ise çok zordur. Bütün diğer putlar da böyledir.

Şöyle bir çevrenize baktığınızda insanların letaiflerini nasıl değişik putların hizmetinde kullandıklarını görürsünüz.

İnsanların büyük kısmının günahlara tövbe etmesinde ve hak yola girmesinde engel olan en etkili şeyin karşı cinse karşı olan gayr-i meşru arzu, zina isteği olduğu kolaylıkla müşahede edilebilir. Zina yapmak isteği manevi hayatta çok büyük tahribatlar yapar. Letaifleri adeta dumura uğratır. Şayet bu ilgi ve arzu sır letaifine kadar ulaşırsa kişinin hidayete ulaşmasını daha çok zorlaştırabilir. Beri yanda bu vaziyet dinde, imani konularda şüphe ve inkâr oluşturmaya da başlar.

Mecazi aşk da letaifler ile oluşmaktadır. Eskilerin kara sevda diye adlandırdıkları mecazi aşk çeşidi, bütün letaiflerin karşı cinse yönelmesi ile meydana gelmektedir. Tasavvuf ehli kişiler bu çeşit aşkı ilahi aşka bir köprü olarak değerlendirip ona pek hor nazarla bakmamışlardır. Çünkü insanda yüce Allah’ın (c.c.) pek çok sıfatı ve güzel ismi tecelli etmektedir. Nihayetinde bu çeşit bir aşk her an ilahi aşka dönüşebilir. Elbette yarı yolda kalanlar da bulunabilir. Bu da acınacak bir vaziyettir.

-Letaiflerin nurları hakkında kaynak kitaplar neden çelişkili bilgiler vermektedir?
İlahi nurları görme nimetini yüce Allah, sadatların himmeti ile bize nasip etmeden önce bu konu kafama çok takılıyordu: Allah dostları bu ilahi nurları istedikleri zaman görebildikleri halde niçin bu konuda çelişkili bilgiler vermekte idiler? Bu soruyu kendime çok soruyordum. Örneğin biri hafinin nuruna ‘yeşil’ derken diğeri niçin ‘siyah’ olarak adlandırmaktaydı? Doğrusu hangisiydi? Daha sonra kendi tecrübemle anladım ki, bu nurlar her bir letaif yerinde toplu olarak görülmektedir. Yani kişi eline tespih alıp bir letaif noktasında zikretmeye başladığında değişik renklerdeki nurların hepsi orada cevelan etmeye başlamakta, birbiri içerisinde dönmektedirler. Dolayısıyla bu durumda ilgili letaif noktasının nuru tam olarak tespit edilememekte, bu konuda farklı yaklaşımlar olabilmektedir.

Ben yukarıda letaif noktalarındaki nurlar üzerine doğru bilgileri verdiğime inanmaktayım. Zira kendime göre uyguladığım bir takım özel tekniklerle bunun sağlamasını çok kez yaptım. Tabii doğrusunu ancak yüce Allah (c.c.) bilir.

-Letaiflerin en temel işlevi ve görevi nedir?
Yüce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de Hz. Âdem’i (a.s) yarattıktan sonra ona ruhundan üflediğini belirtmektedir (bk. Secde suresi,9). Yani letaifler ruhun manevi organları olduğuna göre çok büyük birer emanettir. Allah’tan insana verilmişlerdir. Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle bu emanet yerlere, dağlara, göklere tevdi edilmiş, fakat onlar kabul etmemişlerdir. İnsanoğlu cahilliği ve zalimliği nedeni ile bu emaneti kabul etmiştir (bk. Ahzab suresi, 72).

Letaiflerin temel işlevi, bu yaratılış gerçeğinde gizlidir ve insanı Allah’a ulaştırmaktır. İnsan bu dünyada hiçbir surette Allah’ı göremez. Bunu büyük evliyalar, hususiyle İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s) Mektubat’ında defalarca kez beyan etmişlerdir. Müşahade, Allah’ın cemalini seyretme ahrette gerçekleşecektir. Yalnız imanı geliştirme, tahkiki seviyeye ulaştırma yolu ile bazı ilahi tecellilere insan ulaşabilir. Fakat bunlar hiç bir suretle Allah değildirler. Zat tecellisi sırasında görülenler de bu cümledendir.

Letaifler Allah’a iman etmek için yaratılmışlardır. Temel vazifeleri budur. İmana hizmet etmektir. Taklidi imanı tahkiki seviyeye yükseltmektir.

Günahlar neticesinde bu vazifelerinde bazı aksaklıklar yaşanabilir. Günahlar letaifleri asli vazifelerinden uzaklaştırabilirler. Onları başka mecralara sokabilirler.

Letaiflerin asli vazifelerinden başka yollara sapması, insanı büyük buhranlara, sapkınlıklara, imansızlığa, küfre sokar.

Letaifler İslami bir yaşantıyla, zikir ve rabıta ile uyarıldıklarında asli vazifelerine dönerler. Asıl yerleri olan emir âlemine doğru yükselirler. Bu yükselme çok korkunç bir hızla gerçekleşmektedir. Tabii bu yükselmeyi yanlış anlamamak gerekir. Bu, bir el lambasındaki ışık huzmesinin hareketi gibidir. Yani letaifler, içindeki nurları ile emir âlemine doğru bir yolculuğa çıkarlar. İnsandan kopmazlar. Ama insanlar bunun farkında pek olamazlar.

‘Testi içindekini sızdırır.’ diye çok güzel bir atasözümüz vardır. Yani bir kişinin letaifleri yükseliyorsa bu az çok yüzüne, ellerine akseder. Bu organları nurlanır. Yüzdeki nurun temel nedeni budur. İslami bir yaşantıdan uzak kimselerin yüzlerinde görülen aydınlık ve parlaklık da bundandır. Onların da bazı iyi niyetleri, iyilikleri ruhlarında böyle olumlu bir durum arz eder. Fakat tavşanın koşması ile kaplumbağanın yürümesi birbiriyle karşılaştırılamaz bile. Kaldı ki letaiflerin belli bir hızla da olsa yükselmesi o kişinin Allah’ın azabından emin olması, cehennemden kurtulması anlamına gelmez. Elbette letaifleri yükselen insan bir şeyler kazanıyordur ama bir de bu işin harcamaları vardır. İnsanın kazandığının harcamalarına yetip yetmeyeceği ayrı bir konudur. Harcamalarla kastettiğimiz şeyin günahlar olduğunu açıklamaya gerek yoktur sanırım. Onun için insanların yüzlerine bakıp da hüküm vermek doğru değildir. İmtihan sırrı tamamen gizlenmiştir.

Çeşitli günahların etkisiyle letaifleri yükselmeyen insanların yüzlerinde ise zulümat görülür. Zulümat nur gibi maddi bir şeydir. Yani soyut bir düşünce değildir. Demir pasını andırır. Kişi şayet günahlara içten bir şekilde gözyaşları ile tövbe edip hak yola girerse, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye başlarsa bu zulümat, rüzgârın etkisiyle bulutların dağılması gibi yok olur. Yüzü hemen nurlanmaya başlar. İnanılmaz bir mucize gerçekleşir.

Biz bu dünyaya imtihan için gönderildik. Üzerimizdeki emanet ise ruhtur. Daha doğrusu, ruhumuzu, letaiflerimizi yüce âlemlere yükseltmektir. Bu da ancak haramlardan kaçınmakla ve Allah’ın emirlerini yerine getirmekle olur. Sonuçta emanet olarak değerlendirilecek olan şeyin ibadetler olduğu anlaşılır. Nitekim Hz. Ali (r.a) de emaneti ibadetler olarak tefsir etmiştir.

-İnsanlar letaifler hakkında neden çok az şey biliyorlar?
Çünkü bunu yüce Allah (c.c.) böyle murat etmiştir. Ayet-i celilede bu konu böyle hükme bağlanmıştır. ‘Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki, Ruh Rabbimin emrindedir. Size bu konuda çok az bilgi verilmiştir (İsra suresi, 85)’

İnsanlar çağımızda genellikle bir ruhlarının olduğundan bile kuşku duymaktadırlar. Psikoloji, psikanaliz, psikoterapi gibi bilimler, disiplinler her ne kadar ruh terimini kullansalar da ruhtan bi-haberdirler. İncelediği, hakkında bilgi verdikleri şeyler, tamamen nefse aittir. Maalesef bu bilimler ve disiplinler ruhu, onun manevi organları olan letaifleri tanımadığı gibi tamamen de inkâr etmektedirler. Bu bilimlerle, disiplinlerle çokça uğraşanların genellikle materyalist, ateist olmalarının temel nedeni de budur. Ruhu inkâr eden Allah’ı da tanıyamaz ve inkâr eder. Bu durum birbirine sebep sonuç gibi bağlıdır.

Nefis bir manyetik güçtür. Dünyaya bağlıdır. Temel içgüdüler (susama, acıkma, cinsel dürtü …) nefsin kendisini gösterdiği alanlardır. Bunlar hayatta birinci plana alındığında insanoğlu hayvanlaşmaktadır. O zaman insanın ruhu zayıflamakta, letaifleri asli işlevlerinden uzaklaşmaktadır.

Nefis kişinin iç dünyasında hakim duruma geçtiğinde ruh ve dolayısıyla letaifler onun emrine girmektedirler. Nefse hizmet etmektedirler. Kişi o zaman imani konularda tereddütçü, kuşkucu, inkârcı bir tavır takınabilmektedir.

İnsanların genelinin sandığı gibi imansızlık, dini konularda inkâr ve kuşku, bilgi ve bilinç eksikliğinden kaynaklanmaz. Günahlardan meydana gelir. Günahlar insanı bu dünyaya bağlar. Kişinin ruhunu, dolayısıyla letaiflerini etkisiz kılar. Onların yükselmelerini engeller. Bu yüzden kişi yavaş yavaş imani konulara şüphe ile bakmaya başlar. Onları kolaylıkla inkâr eder.

Aslında ruh ve onun manevi organları letaifler, hiçbir zaman Allah’ı ve iman esaslarını tamamen inkâr edemezler. Bu durum kişinin iç dünyasında günahlarla çatıştığı için büyük bir sıkıntı ve bunalım meydana getirebilir. Kişi günahları daha rahat bir şekilde işlemek ve onlardan tam bir haz almak için ruhunun ve onun manevi organları olan letaiflerinin sesini susturma yoluna gidebilir. İmani konularda kuşku ve inkâra sapabilir. Bu yönde çevresindeki insanlara çeşitli konuşmalar ve sohbetler yapabilir. Yani kısacası, imani konularda kuşku ve inkâr, bir kendini savunma psikolojisidir. Günahları meşru hale getirmek için iç dünyada yapılan bir düzenlemedir, savunmadır.

Hiçbir insan % 100 bir oranla ve kesinlikle iç dünyasında Allah’ı ve iman esaslarını inkar edemez.
-Letaiflerin çalıştığı nasıl anlaşılır?
Bir mürşid-i kâmile başvuran sofiye günahlara tövbe etme ve biat merasiminden sonra genellikle iki vazife verilir: Zikir ve rabıta. Şayet sofi tövbesinde samimi ise ve Allah’ın emirlerini yerine getirmeye başlamışsa bu iki vazife hemen kalp bölgesinde etkisini göstermeye başlar. İki üç ay kadar sonra bu bölgede bazı emareler yaşanır. Karnının, hamile bir kadının içindeki bebeğin oynaması gibi, hareket ettiğini müşahede edebilir. Kalp ve letaif noktalarında sertleşme, batma, yanma, acı gibi duyumlar almaya başlayabilir. Ayrıca feyzi hissetme nimetine erişebilir.

Feyz, manevi enerji olarak tarif edilebilir. Rabıtanın amacı buna erişmektir. Mürşid-i kâmil adeta bir enerji kaynağıdır. Rabıta sırasında ondan gelen feyz, kalp bölgesinde somut olarak hissedilir. Yani bu somutluk bir hoş baskı, çekim gibi şeylerle açıklanabilir.

Kalp bölgesi harekete geçtikten sonra zamanla diğer letaif noktalarında sertlik, batma, yanma, acı gibi duyumlar alınır. Bunlar zikrin ve rabıtanın arttırılmasını gerekli kılan işaretleri sayılır. Ayrıca bunlar kalp letaifinden diğer letaifler üzerinde zikre geçmenin belirtisi olarak da düşünülebilir.

Kalp zikrinden sonra gelen letaif zikrini ancak mürşidi kâmil verir.

Bir insanın yalnız başına, mürşitsiz letaif zikrine geçmesi doğru değildir. Zira şeytanların musallatlarına maruz kalabileceği gibi bu tür durumlarda onların oyuncağı da olabilir, ne yapacağını da bilemez.

-Bazı kişiler seneler geçtiği halde neden kalp veya letaif zikrinde bir ilerleme kaydedememekte, herhangi bir hal yaşamamaktadırlar?
Kalp ve letaif noktalarında söylenen ‘Allah’ kelimesinin tesir etmesi, günahlara çokça içten tövbe etmekle mümkündür. Günahların ve onlara tövbe etmenin sonu sınırı ise yoktur. Bir de nefiste yer alan kötü ahlaklara çok dikkat etmek lazımdır. Onları içten çekilecek estağfirullahlarla her zaman temizleme yoluna gitmelidir. Bunlar kibir, ucup, haset, haksız yere öfke (kin), cimrilik, korkaklık, dünyaya ve şöhrete tutku düzeyinde bağlılık gibi şeylerdir. İnsan bunların belirtilerini, kıpırtılarını nefsinde hissettiği zaman zıtları ile hemen onların önünü tıkamalı ve pişmanlık hali ile estağfirullah çekmelidir. Bunlar nefs-i emmarenin huyları olduğu için kolay kolay temizlenemezler. Temizlendiği sanılsa bile mutlaka insan nefsinde izleri her zaman bulunur. İşte bu kötü huylar zikrin kalbe ve letaif noktalarına işlemesine çokça engel olurlar. Senelerce kalp zikri çekip de hiçbir hal yaşamamış kişilerin temel handikabı bu noktalardadır. Bu kötü huyları kalplerinden atamamalarıdır.

Aslında çekilen zikir ile bu kötü huylar eritilir. Ama bu kötü huyların giderilmesi için başka gayretlerin de olması gerekir. Yoksa zikrin kalbe tesiri çok gecikir. Çokça zaman alır.

Tabii günah sayılan her fiil de kalp ve letaif noktalarında çok olumsuz etkilerde bulunur. Bunların çalışmalarını engellerler. Ama sofiler genellikle açıkça yapılan günahlardan uzak yaşarlar, fakat nefislerindeki söz konusu ettiğimiz kötü huyları genellikle unuturlar. Bunların neden olduğu olumsuz etkiyi pek düşünmezler. Ayrıca ileri zikirlerde bulunup da manevi ilerlemesi yavaş olanların da temel eksikliği de bu noktadadır. Tasavvuf yolu daimi tövbe ve istiğfar halini gerekli kılmaktadır. Öyle ki, yapılan ibadetler bile bu cümleden kabul edilmeli, ibadetlerin arkalarından mutlaka Allah’ın (c.c.) şanına yakışmadığı için samimi bir şekilde tövbe ve istiğfar yapılmalıdır. Yoksa bu yolda ilerlemek, istenilen düzeye ulaşmak mümkün değildir.

-Evliya kerametleri nasıl meydana gelir ve neden kaynaklanır?
Bazı insanlar vücutlarını geliştirmek için onca para ve emek harcarlar. Hâlbuki o gelişen vücut ona insani bir meziyet kazandırmaz. Bir gün de ölüp toprak olacaktır. Ruhu geliştirmek ancak onun manevi organları olan letaifleri zikir ve rabıta sayesinde nur ve feyizle beslemekle mümkündür. Normalde her insanın ruhu çok zayıftır. Kendisini nefsin gölgesinde saklar. Pek belli etmez. Yukarıda sözünü ettiğimiz kara sevda örneğinde olduğu gibi durumlarda belli eder. Aşk ruhsal bir olaydır. Şehvet nefsanidir. Bu iki olguyu karşılaştırdığımızda ruh ile nefsi daha yakından tanımış oluruz.

Evliya menkıbelerine baktığınız zaman akıl almaz, gerçeklik ötesi olaylara tanık olursunuz. Bunlara keramet denir. Bazı insanlar gerçeklikle çatışan bu kerametleri inkâr yoluna giderler. Oysa Allah dostları hayatlarında yalan söylemedikleri gibi kendileri hakkında yalan söylenmesine de asla izin vermezler. Bu bakımdan kerametler haktır. Amacı da insanları hak yola çağırmaktır.

Elbette kerameti yaratan yüce Allah’tır. Ama yüce Allah (c.c.) her şeyi bir sünnetullaha göre yaratmaktadır. Sünnetullah ilahi yasalar demektir.

Kerametler velilerin olgunlaşan ruhlarıyla meydana gelmektedir. Dolayısıyla kerametlerin meydana gelmesinde letaiflerin birinci derecede rolleri bulunmaktadır.

Ruh, Allah’tan ilahi bir soluk olduğu için yüce Allah’ın (c.c.) izni ve taktiriyle letaifleri aracılığı ile kerametler gerçekleşmektedir. Kerametlerdeki sır letaiflerde gizlidir.

Letaifler Lahut âlemine yükselip de Allah’ın sıfatları ve güzel isimlerinin gölgelerine ulaştığında çeşitli kerametler için gerekli olan güç ve kudrete sahip olmaktadırlar.

Kalplerde olanı keşfetme, kabirdekilerin ahvalini bilmek, hastalara şifa vermek, suda yürümek, aynı anda değişik yerlerde bulunmak hep Lahut âlemine, yüce Allah’ın sıfat ve güzel isimlerinin gölgesine yükselmiş olan ruh, dolayısıyla letaifler aracılığı ile gerçekleşen ve bilinen belli başlı kerametlerdir.

Tasavvuf yoluna keramet sahibi olmak için değil Allah rızasına ermek için girilir.

-Çakralar ile letaifler arasında bir ilgi var mı?
Budizm, Hinduizm gibi dinlerin başlangıçta hak temele dayanıp daha sonra tıpkı Hıristiyanlık ve Yahudi dinlerinde olduğu gibi bozulduğundan Kuran-ı Kerim söz etmese de akıl ve mantıkla olaya yaklaştığımızda bu dinlerin de temelinin tevhide ve ilahi kitaplara dayanıp daha sonra tahrif edildiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Çakralar ile letaifler aynı konudan söz etmektedirler. Ruhun temel organlarını konu almaktadırlar.

Meditasyon adı altında yapılan uygulamalar ise büyük sıkıntıları ve tehlikeleri taşımaktadırlar. Zira bu uygulamalar şeytanlara davetiye çıkarmaktadırlar. İnsanların itikatlarını bozan pek çok yanlış bilgi bu meditasyonlarda zihinlere farkına varılmadan yerleşmektedir. Daha da kötüsü bir şeytan musallatında bu insanların sığınacağı bir limanlarının bulunamaması, kendilerini savunamamalarıdır. Onların ellerinde oyuncak olup kalmalarıdır.

Bir mürşid-i kamile bağlı bilgili ve bilinçli bir zikir ehlinin, bilgi ve kültürünü artırmak için meditasyon uygulamalarını, çakraları, söz konusu ettiğimiz dinleri incelemesini ve tanımasını tavsiye ederim. Bu, ona ufuk açacaktır. Ama tabii bu da ancak kendi yolunu iyice öğrendikten ve belli bir seviyeye geldikten sonra mümkün olacaktır.

-Nefis letaifinin ve letaif-i küllün vazifeleri nelerdir?
Nefis letaifinin içerisinde insanın halk âlemindeki aslı olan dört unsur (anasır-ı erba) bulunur: toprak, hava, su, ateş. Nefis letaifi aslında bunlardan meydana gelir. Sütün üzerindeki kaymak gibi nefis de anasır-ı erbanın bir çeşit özüdür, bileşkesidir.

Zikir, rabıta, murakabe nefis letaifine de tesir eder. Yerinin iki kaş arası olduğunu yukarıda söyledik. İnsanın beşeri vasıfları, zaafları, günahları hep nefisten kaynaklanır. Nefsi tezkiye etmek, ruhu saflaştırmaktan daha zordur.

Nefis en esaslı şekilde oruç, erbain, hizmet etme gibi ibadetlerle tezkiye olunur.

Nefis genellikle kişinin şahsiyetinde anasır-ı erbasından bir unsurunu belli etmesiyle kendisini gösterir. Tabii herkesin yaratılışı birbirinden farklıdır. Bunda etken olan şey, bu unsurlardan birisinin diğerine göre daha ağır basmasıdır. Tabiatında toprak öğesi ağır basan kişi tembeldir. Çalışma ve ibadet ağırına gider. Korkaktır. Asalaktır. Rahatına ve keyfine düşkündür. Muhafazakârlar genellikle toprak öğesi ağır basan cinstendir. Su öğesi ağırsa dönektir. Verdiği sözleri çabuk bozar. Her renge girer. Kolayca yalan söyler. Münafık tabiatlıdır. Dedikoduya düşkündür. Her devrin adamı genellikle bunlardan çıkar. Hava öğesi ağır basan kişi çok duygusaldır. Hemen kanar. Duygu ve coşkuları ile hareket eder. Hayatı ciddiye almaz. Değişkendir. Dünyasını şarkılar, aşklar oluşturur. Arzularına göre yaşamak ister. Sanatçılar genellikle bunlardan çıkar. Bunların siyasetle hiç alakaları yoktur. Ateş öğesi öfke, hırs, kibir, kin, şehvet gibi durumlara karşılık gelir ki bunlar sahibini cehenneme götürecek kadar tehlikelidirler. Hayatı çok ciddiye alırlar. Daha doğrusu dünya hayatı dışında başka bir yaşamın, ebedi hayatın olacağını pek düşünmezler. Dava adamları genellikle bunlardan çıkar. Yani her insanın yaratılışında bulunan nefis, evrenimizin de, dünyamızın da temelini oluşturan bu dört öğeden oluşmaktadır. Adeta bunların ruhuna nefis denir. Yani toprak, ateş, hava, su kendi doğalarını, özelliklerini insana vererek onda nefis dediğimiz varlığı meydana getirmişlerdir. Bu dört öğe bizi dünyaya, insanlara ve evrene bağlamaktadır. Kişiliğimizin çekirdeğini oluşturmaktadır. Her insanın nefsinde bu dört öğeden bir öğe diğerlerine göre biraz ağır bassa da aslında insan nefsinde bunların her biri belli oranda da bulunmaktadır. Başkalarında gördüğümüz her olumsuz ahlak, davranış bizlerde de tohum olarak mevcuttur. Uygun şartlar bulduğunda hemen nefis içerisinde kendisini göstererek yeşerir, boy atar. Onun için nefis küfür üzere yaratılmıştır. Onun İslam’a girmesi, hidayeti kabul etmesi düşünülemez. Nefis ancak bir mürşid-i kâmilin elinde tövbe alarak zikir ve rabıta ile değişebilir. Mutmainne makamına çıkarak ilahi kanunlara boyun eğebilir. Yoksa düşünce egzersizleri ile kendi ilahlığından asla vazgeçmez.

Nefis zikir, rabıta, murakabe gibi yöntemlerle tezkiye olduktan sonra insanda iyi vasıflar, faziletler görülmeye başlar. Toprak öğesi ağır basan kişide ağırbaşlılık, mülayimlik görülür. Su öğesi ağır basan kişi uyumlu, hoş görülü, anlayışlı bir karakter sergiler. Hava öğesi ağır basan kişiler ise duygusal, empati kabiliyeti güçlü kişiler olarak dikkati çeker. Ateş unsuru ağırlıklı olan kişiler ise hizmet ve dava adamları olarak hayırlara vesile olurlar. Önde koşarlar.

İleri derecede rabıtaya sahip olanların sadatların ruhlarını görmeleri ve onlarla konuşmaları nefis letaifinin tamamen tezkiye edilmesinden sonra gerçekleşmektedir.

Şeytanları görmek ve onlarla konuşmak, nefis letaifinin altındaki letaiflerle (kalp, ruh, sır…) mümkündür.

Letaif-i küll pek çok kerametin, daha doğrusu büyük kerametlerin gerçekleşmesinde rol oynar. Yerinin başın üstü olduğunu yukarıda söyledik.

Allah (c.c.) her birimize son nefese kadar rızası yolunda zikir yapmayı nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

Uzun yazılarınız çok uzun olsada hepsini okudum çok güzel yazmışsınız ellerinize sağlık