İNSAN TOPRAKTAN YARATILDI NASIL MI?

İNSAN TOPRAKTAN YARATILDI NASIL MI?

ALPEREN GÜRBÜZER

Topraktan geldik toprağa gideceğiz hep söyler dururuz. Cansız sandığımız toprak nasıl olurda can vermeye vesile olur? Soruları öteden beri insanoğlunu düşündürmüştür hep.
Bilindiği gibi toprakta eksi değerlerde karbon ve azot molekülleri vardır. DNA’ da ise eksi azot ve karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden kurulu bir düzen vardır. Şimdi diyebilirsiniz ki ne alakası var toprağın DNA molekülleri ile ilişkisi.. Toprağı incelediğimizde oksijen, fosfor ve hidrojen molekülleri, eksi değerli karbon ve azotla birleşerek, pekâlâ insan bedenini oluşturabilirler. Yeter ki DNA’ daki şifrelere bizim bilmediğimiz metafizik ötesi âlemden ‘ol’ emrini veren ilahi güç olsun. Bakın Allah(c.c) bu konuda şöyle buyuruyor; ‘’Allah nezdinde İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona ‘ol’ dedi ve o da oluverdi’’(Müminun 23-12) Yine Ayeti Celilede ; ‘’..Biz kendilerini yapışkan cıvık bir çamurdan yarattık’’ (saffat suresi 37 ayet11) diye buyurmakta.
Ayetlerden de anlaşılacağı üzere Rabbül Âlemin Hz. Âdem’in yaratılışında eksi değerli azot ve karbon molekülünü taşıyan toprakla DNA arasında ki bağı gözler önüne seriyor. Demek ki; Cansız gibi görünen şifreler bir anda ‘ol’ emri ile canlılık kazanabiliyormuş meğer. Ateistler bildiklerini okusalar da öteden beri savundukları hep ‘canlı canlıdan çıkar’ tezini çürüten ayetler bunlar olsa gerektir.
Ateistler iddialarında bununla da sınırlı kalmazlar, zira Hava annemizin Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığını da anlayamazlar hala. Oysa moleküler biyolojinin ortaya koyduğu genetik bilgilere baktığımızda genetik şifreleri adeta okuma cihazı dediğimiz bar koddan geçirerek yazgıya çeviren tek hücrenin kemik iliği hücresi olduğu görülecektir. Nitekim genetik laboraturlarda kemik iliği hücreleri alınarak başka ortamda tekrardan üretilebiliniyor da. Hatta asıl şifreler açılabilse bir insan yazgısı kayda geçirilebilir bile. Eğe kemiği insan kaburga kemiklerini ihtiva eder çünkü. Nasıl ki artı değerli iken karbon ve azot ölü (cansız) halde ise, eksi değer haldeyken de toprak canlılık kazanabilir pekâlâ. Burdan hareketle genetik şifreleri yazgıya geçirebilen kemik hücreleri ‘ol’ emri olmaksızın cansızsa, Allah’ın ‘ol’ emri ile yazgıya geçerek Âdemin kaburga kemiğinden hayat bulan Havva neden yaratılmasın ki. Allah herşeye kadirdir çünkü. Amenna saddak.
Velhasıl; Havva’nın yaratılış sırrı işte bu derin moleküler biyolojinin ince şifrelerinde gizli...
Vesselam.

çok güzel bir yazı
insanların kimisi zenci, kimisi sarı benizli, kimisi diğerinden farklı? bu farklılığın nedenide insan yaradılırken toprağının farklı farklı yerlerden alınmış olması değilmidir? bizde bulunmayan fakat daha önceki nesillerimizde bulunan bazı özellikler bizim tarafımızdan çocuklarımıza da aktarılmıyormu?

anlamasını bilene apaçık mesajlar var.
yeterki anlamasını bilelim

ellerine sağlık kardeşim.

paylaşımlarınız için teşekkür ederim

yazıya katkı verdiğiniz için tşkler.Allah razı olsun

eline emeğine sağlık kardeşim..

sizde çok sağolun.Allah razı olsun.

s.@ arkadaslar ben yaklasık 1 ayı gectı sıtenıze uyeyım ama hala bana hıcbır slayt yazı vesayır hıc bırsey gelmedı neden acaba. şimdiden tesekkurler...s.@

ve aleyküm selam
elimizden geldiğince sitemize yeni şeyler eklemeye çalışıyoruz, ama ne blog sistemimiz ne de forum sistemimiz aktif olarak kullanılmadığı için çoğu editörümüzün hevesi kırıldığından şu anda bu siteyi yönetmeye çalışan az sayıda kişi olduğu için sizlerin istediği gibi güzel şeyler ekleyemiyoruz.

Allah'ın c.c. izniyle sizler gibi değerli ziyaretçilerimizin sayesinde hevesimiz yeniden yerine gelerek istediğiniz gibi bir site olmaya çalışacağız.

Dualarınızı esirgemeyin, Allah'a emanet olun.
Selam ve Dua ile

Selam ve dualar tüm müminlerin üzerine olsun
Siteniz için dualarımız ve elimizden gelen birşeyler olursa inşç yardımcı olmak isteriz.Allah kelamı olan herşeyin devamı bizim boynumuzun borcudur.Bu yolda rabbim yar ve yardımcınız olsun.Şevkiniz ve azminiz kırılmasın selametle

ben de oldukça uzun süredir bu siteyi takip etmekteyim ;hemen hemen her gün bakıyorum desem yalan olmaz;aktifliği çok fazla değil belki ama olsun inş.zamanla çok daha güzel olacak herşey;selamlar;dualarımız sizinle

konu için de çok teşekkürler;)

Allah c.c. hepinizden razı olsun, bizlerde elimizden geleni yapmaktayız, sizlerinde desteğiyle çok daha iyi olacak herşey.

Selam ve Dua ile

İNSAN TOPRAKTAN MI YARATILDI?
SELİM GÜRBÜZER
İnsan vücudunda yer alan demir atomu ile kâinatın en uzak yıldızında konumlanan demir atomu hemen hemen aynıdırlar. Madem hamurumuz bir, madem mayamız bir, hem madem kâinat tek bütün olarak yaratılıp sonrasında çeşitlenmiş hale bürünmüş, o halde bu noktada insana kâinatın özü gözüyle baksak yeridir. Bakınız Mevlana bu hususta ne diyor: “Topraktan geldik toprağa gideceğiz. Mühim olan çamurlaşmamak.”
Her ne kadar Mevlana’nın bu güzel veciz sözü bazı çevreler için hiç bir anlam ifade etmese de, bu malum çevreler bir takım gerçeklerden nereye kadar kaçılabilir ki. Kaçsalar da çamurlaşmış olacaklardır zaten. Yine malumunuz cansız sanılan toprak nasıl olur da can vermeye vesile olur sorusu öteden beri beşeri sınıf içerisinde bilhassa Allah’a inanmayanlar açısından zihnini hep kurcalayan ve bir o kadar da derinden derine düşündüren bir soru olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki bu soru bugün de, yarında hatta kıyametin kopacağı güne dek bu tip insanların zihnini daha da çok meşgul edecek gibi görünüyor. Onlar nasıl olur tarzında düşüne dursun, inananlar olarak bizim için esas olan Allah’a tam bir teslimiyet içerisinde topraktan yaratıldık toprağa döneceğimize olan inancımızdan zerre miskal dahi taviz vermemek çok mühimdir. Öyle ki Allah’a tam bir teslimiyet haleti ruhiye içerisinde bir bitki çekirdeğini ölü ve karanlık toprağın bağrında filizlendiren Yaratıcı Güç’ün, hiç şüphe yoktur ki bu dünyadan göç edip toprağa karıştığımızda da ruz-i mahşerde diriliş muştusuyla birlikte yeniden naçiz bedenimizle ruhumuzu buluşturacağına inancımız tamdır. Zira iman zerre miskal şüphe kaldırmaz. Kaldı ki insanı insan yapan asıl ruhtur. Belli ki, Albert Einstein “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır” sözünü boşa söylememiş. Dolayısıyla yaratılan elementlerden ister azot, ister oksijen, isterse karbondioksit olsun her bir element canlıların can simidi görev yapan maddeler olarak dikkat çekmektelerdir. Hele oksijen sayesinde üzerindeki yoğunluğu hafifleyen bir azot gazı vardır ki, üstlendiği misyon itibariyle soluduğumuz havayı berrak bir hale getirip güzelleştirmenin yanı sıra bitkiler içinde doğal bir gübre oluşturabiliyor. Bakmayın siz onun öyle renksiz kokusuz, tatsız ve atıl bir gazmış gibi duruşuna, aslında kazın ayağı hiçte öyle değil. Hele bir havadan toprağa, topraktan da azotu bağlayan bakteriler üzerinden faaliyete geçmeye bir görsün hemen pasif halden aktif bir şekilde topraktan filizlenecek olan bitkilere besleyici gübre olmasıyla birlikte tüm canlılara bin bir çeşit lezzette gıdalar oluşunda katkı payını ve varlığını hissettirebiliyor.
Bilindiği üzere toprağın bağrında eksi (-) yüklü değere sahip karbon ve azot molekülleri vardır. DNA’da ise eksi (-) azot, karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden kurulu merdivenimsin bir molekül yapı söz konusudur. Şimdi diyebilirsiniz ki DNA ile toprağın ne ilgisi vardır ki, merak bu ya toprağı incelediğimizde oksijen, fosfor, hidrojen moleküllerinin eksi (-) değerli karbon ve azotla birleştiğinde tam da insan bedenini oluşturan bileşikler olduğunun ilgisi görülecektir. Bu durum bize Yüce Allah’ın (c.c) DNA şifrelerine ‘Ol’ kelamıyla emreylediğinde bu söz konusu bileşiklerin Hz. Adem (a.s)’ın topraktan yaratıldığını gösteren mucizevi hadisenin bileşenleri olabileceğini düşündürtmeye yetmiştir de diyebiliriz. Nitekim Yüce Allah (c.c) yaratılış hususunda şöyle beyan buyuruyor; “Allah nezdinde İsa’nın durumu Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona ‘Ol’ dedi ve o da oluverdi” (Al-i İmran suresi 59. Ayet). Yine Yüce Allah bir ayeti celile de; “Şimdi sor onlara: “Yaradılışça kendileri mi daha çetin, yoksa “Bizim yarattıklarımız mı? Biz kendilerini yapışkan cıvık bir çamurdan yarattık” (37.Saffat suresi 11. ayet) diye beyan buyurduğu gibi Kur’an’da zikrolunan diğer ayetlerde ise topraktan halk olduktan sonra anne karnında geçirdiğimiz yaratılış öykümüzü aşama aşama şöyle idrakimize sunar da:
-“ Gerçek şu ki biz insanı çamurdan alınmış bir özden yaratıyoruz” (Mü’minun suresi, ayet 12),
-“Sonra onun sağlam korunaklı nutfe haline getiriyoruz” (Mü’minun suresi, ayet 13),
-“Ardından nutfeyi (döllenmiş yumurtaya) (rahimde asılıp beslenen embriyoya) çeviriyor, alakayı şekilsiz et (görünümünde) yapıyor, bu etten kemikler yaratıyor, daha sonrada kemiklere adale giydiriyoruz; nihayet onu bambaşka bir vakit halinde inşa ediyoruz. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir” (Mü’minun suresi, ayet 14).
İşte Necip Fazıl yukarıda bahsi geçen yaratılışla ilgili ayetlerden ilham almış olsa gerek ki, iç dünyasında kopan sonsuzluğa vurgun bir halet-i ruhiye içerisinde bu hususu ‘Bir adam Yaratmak’ adlı eseriyle varlığın ve yokluğun öyküsünü kendince ‘hayat-ölüm-kader’ çizgisi ekseninde irdeleyebilmiştir. Tabii irdelemek iyi hoşta, bu arada asıl irdelenmesi gereken bir husus daha vardır ki, o da malum insanın topraktan nasıl yaratıldığının biyolojik yönden irdelenmesinin gerektiği hususudur. Hele yukarıda bahsi geçen ayetlere birde bu gözle, yani biyolojik pencereden bakılmaya çalışıldığında Hz. Âdem’in yaratılışında eksi (-) değerli azot ve karbon molekülünü taşıyan toprakla DNA arasında çok yakından ilgi bağının olduğu görülecektir. Nitekim bir bitki için doğurgan toprak neyse, bir çocuk içinde anne rahmi doğurgan toprak olarak anlam ifade eder. Hele bir tohum toprağa düşmeye görsün bir bakıyorsun toprağın bağrına gömülüp bir anda neşvünema buluyorsa bir blastula da aynen bir tohum misali rahme tutunup (gömülüp) 16.cı güne geldiğinde üç extraembriyonal kesenin (amnion-vitellus-allontios) oluşumuyla insan taslağı denen embriyo şeklinde gelişim kaydedip dünyaya nur topu çocuk olarak gelebiliyor. Öyle ki anne karnında embriyoyu oluşturan keseler bir yandan insan organlarının oluşturan yapılara dönüşürken diğer yandan da vitellüs kesesi allontois sayesinde sıvı kan ve lökosit, eritrosit ve trombosit gibi kan hücrelerine dönüşebiliyor. Derken bu söz konusu değişim ve dönüşüm aşamalarında aktif rol oynayan extraembriyonal keselerden vitellüs’ün ceninin beşinci haftasına kadar hem embriyonun kan hücrelerini hem de cinsiyet hücrelerini ürettikten sonra görevini karaciğere devredip köreldiğini, allontois’in ise ikinci ayın sonunda köreldiğini ve böylece körelmeyle birlikte görevlerini nihayete erdirmiş olurlar. Bu arada trofoblast hücreleri tarafından oluşturulan saçaklar da kökleriyle rahmin içine kanca atıp anne karnındaki ceninin hayat bulmasında, besin ve gaz alışverişi temininde aktif görev üstlenmiş olurlar. Ki, Allah Teâlâ bu hususta; “Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde bir yaratılıştan öbür yaratılışlara halk edip duruyor” (Zümer,6) diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle ceninin üç katmanla çepeçevre sarıldığına işaret ediyor. Zira bu üç katman amniyon zarının dış kısmını içine alan karyon ve rahim duvarından başkası değildir. Ki, amniyon ve karyon zarları cenini çepeçevre sarıp onu korumakla yükümlüdür. Keza amnion sıvısının 31 santigrat derecelik sabit sıcaklıkta olması cenini belli bir ısı ayarında tutmanın yanı sıra sıvı içerisinde rahatça yüzmesini de sağlar. Derken böylesi ideal sıvı ortamı sayesinde doğumun gerçekleşmesi kolay hale gelir. İşte görüyorsunuz başlangıçta cansız gibi görünen hücreler Yüce Allah’ın ‘Ol’ emri doğrultusunda canlılık kazanıp anne karnında embriyolojik gelişmeyle birlikte dünyaya nur topu bebek olarak gelmektelerdir. Kelimenin tam anlamıyla başlangıçta su iken bir anda ete kemiğe bürünmüş bir canlı olarak dünyaya gelmiş olmaktayız. Ve Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle beyan buyurur da: “İnkâr edenle, gökler ve yer bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yaratığımız görmezler mi? Hala inanmayacaklar mı?” (Enbiya, 30). İşte bu gerçeği inkâr eden ateistlerin görmedikleri şundan besbellidir ki hala bugün olmuş gelinen noktada inadım inat ileri sürdükleri ‘canlı canlıdan çıkar’ tezinden geri adım atmış değillerdir. Ama şu da var ki ateistler yaratılış gerçeğini ne kadar inkâr ederseler etsinler, şunu iyi bilinsinler ki yaratılışla ilgili bu ayetler camilerde ve evlerde hatim olarak, okullarda, medreselerde ve üniversitelerde ders müfredatı olarak okunmaya devam ettiği sürece bu dünyada düştükleri şüphe girdabından çıkamayıp tedirginlikten rahat uyuyamayacaklardır. Oysa onların şüphe girdabında göremedikleri şu bir gerçek vardır ki; Yüce Allah’ın birçok ayette geçen “Ol” emri ibaresi hücre yönetimi için ferman niteliğinde bir buyruk olduğu gibi hücre içerisinde birçok kimyasal reaksiyonların, protein sentezi ve enzimlerin işleyişini de kapsayan bir buyruk fermandır. Onlar şüphe girdabında boğularaktan bu gerçekleri bilmezlikten gelseler de hücreler kendilerine yüklenmiş “Ol” kodunu biliyor ya, bu kod onlara düğün bayram olurda. Ki, bu noktada hücre içi faaliyetlerde “Haktan gelen ferman başım gözüm üstüne” diyen, aynı zamanda hücre içi hiyerarşik düzenin işleyişinin komite kademesinin en tepe noktasında bulunup ne yapacağını bilen DNA vardır. Nitekim yaratılışla ilgili tüm bilgiler “Ol” emriyle DNA'ya kodlanmış olduğundan tüm hücresel faaliyetler DNA’nın başkanlığında işlevlik kazanmaktadır. Bu demektir ki, canlının en temel birimi olan hücre içi hiyerarşik düzenin koordinasyonunda birinci derecede sorumlu DNA olup, bu kademenin ikinci alt basamağında ise DNA’dan gelen talimatları gerekli yerlere iletmekle yükümlü mRNA (haberci RNA) vardır. Bunun altında da gelen mesajları uygulayıcısı olarak protein sentezinde görev yapan ribozom ve biyolojik katalizör olarak rol alan enzim dünyası vardır. Öyle ya, madem ortada hücre içerisinde böylesi muazzam bir hiyerarşik bir düzenin varlığı söz konusu, o halde bu kurulu düzen hakkında günlük hayattan örnekler vermemiz gerekir ki böylesi mükemmel bir düzenin nasıl işlediğini daha iyi anlayabilmiş olalım. Nasıl mı? Mesela nasıl ki bir buhar makinesiyle çalışan bir lokomotif mühendisin programladığı bir plan dâhilinde hızlandıkça yavaşlayan ya da yavaşladıkça hızlanan (negatif geri tepme-feed back) bir ayar sistemi söz konusuysa, aynı şekilde yaratılan canlı cansız her varlığın işleyişinde de külli iradenin cüzi irade üzerinde yaradılış ayarları söz konusudur. Nitekim canlı âlemin en küçük varlıklarından bakteri ya da virüs genomunda bile bir bakıyorsun baskılayıcı proteini bağlayan ve aynı zamanda hemen yanı başında genin transkripsiyonunu kontrol eden operatör gen vardır. Üstelik operatör gende kendi başına buyruk değildir, o da “Ol” emri doğrultusunda tüm hücre içi faaliyetleri idare etmekle vazife almış bir amirdir. Hakeza operatör genin kontrolündeki yapısal işlev gören genlerde öyle olup amirinden gelen talimatların dışında kendi başına asla buyruk kesilmezler, mutlaka vazifelerini operatör genin kontrolünde yürütmek durumundadırlar. Birde hiyerarşik bir yapılanma içerisinde meseleye bütünüyle baktığımızda operatör genin yönetiminde belli bir görev dağılımı çerçevesinde bir araya gelen genler topluluğu adeta bir şemsiye altında ‘operon genler’ olarak vazife yüklendiklerini görürüz. Bu demektir ki genler topluğu operatör genden gelen talimatlar doğrultusunda hareket etmektedirler, İşte bu noktada hücre içerisinde silsile varı şeklinde cereyan eden talimatlar harfi harfine uyulup karşılık bulmalı ki idari amir pozisyonunda bulunan regülatör genin direktifleri doğrultusunda protein yapımı gerçekleşebilsin. Böylece alt birim genler üst amirlerin talimatları doğrultusunda pasif halden eylemli gen haline gelmiş olurlar. Aksi halde, yani gelen talimatların dışına çıkıldığında eylemsiz halde kala kalacaklardır.
Öyle anlaşılıyor ki, omurgalı ya da omurgasız olsun hiç fark etmez yaratılan her varlığın biyolojik fonksiyonlarının işleyiş sisteminde başıboşluğa asla yer yoktur, her şey bir plan dâhilinde her daim kontrol altında işlevsellik kazanmaktadır. Aksi halde kalp, mide, kan, dalak gibi nice dokular içerisinde görev almış hücreler mesken tuttukları organlara işlerlik kazandıramayacaktır. Kelimenin tam anlamıyla genler arası koordinasyonda strüktürel genlerin (yapısal genlerin) bir operatör gene bağlı kalarak, operatör genlerinde bir başka düzenleyici gene bağlı kalarak gerçekleşen böylesi müthiş bir sistem karşısında adeta dilimiz tutulup ‘Allah” demekten başka diyecek bir kelam bulamıyoruz desek yeridir. Ama gel gör ki, bizler böylesi mükemmel bir hiyerarşik düzen karşısında dilimiz tutulup hayretler içerisinde kalırken, birileri de malum tam aksine “tesadüfi düzen” deme pişkinliğini gösterebiliyor. Hele bilhassa ateistler Hava annemizin Âdem’in eğe kemiğinden yaratılış mucizesine bile bir türlü akıl sır erdiremezler de. Oysa moleküler biyolojinin ortaya koyduğu verilerden hareketle genetik dünyasına daldığımızda genetik şifreleri bir barkot cihazından geçirircesine kendini okutturup yazgıya çeviren tek hücrenin “kemik iliği hücresi” olduğu görülecektir. Nitekim bilim dünyasında hızlı gelişmelerle birlikte bu gün gelinen noktada artık genetik laboratuvarlarda kemik iliği hücreleri alınarak başka ortamda tekrardan üretilebiliyor. Bu demek oluyor ki yaratılışla asıl şifreler açılabilse bir insan yazgısının kayda alınabileceğini gösteriyor. Zira eğe kemiği insan kaburga kemiklerini içermektedir. Nasıl ki karbon ve azot artı (+) değerli iken toprak ölü (cansız) halde oluyorsa aynen öyle de eksi (-) değerli iken de bir anda toprak canlılık kazanabiliyor. İşte buna benzer konumda genetik şifreleri yazgıya geçirebilecek donanımla donatılmış kemik hücreleri de ‘Ol’ emriyle diriliş moduna geçebileceği gibi yine “Ol” emriyle cansız halde, yani ölü kemikler olarak nötr kalabiliyor. Ta ki kıyamet günü dirileceğimiz zaman “Ol” emri gelir ancak o zaman dirilişe geçebilmekteyiz. Dolayısıyla bu noktada Âdem (a.s)’ın kaburga kemiğinden “Ol” fermanıyla Havva anamızın hayat bulmasına şaşmamak gerekir. Hiç şüphe yoktur ki Allah (c.c) her şeyi yaratmaya kadirdir. Öyle ya, madem Allah (c.c) kudret sahibidir, o halde Adem (a.s) ve Havva anamızın yaratılış mucizesi karşısında “Amenna ve Saddakna” demek düşer bize.
Hani Mevlana’ca sıkça “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” deriz ya hep, gerçekten de Termodinamiğin ikinci kanunu bu sözün doğruluğunu teyid eden bir kanundur. Nasıl mı? Malumunuz bu kanun; evrende tüm yaratılmış varlıkların zamanla bozulmaya doğru yüz tutacağını, en nihayetinde tüm canlı canız varlıkların mutlak sonla buluşacağını bildiriyor bize. Hakeza fizikte geçen meşhur entropi kanunu da bu yöne işaret etmekte olup başlangıçtaki evrende var olan mevcut nizami sistemin zaman içerisinde orijinalliğini yitirip dağınık veya plansız bir gayri nizama dönüşeceğini bildirmekte bize. Böylece entropi kanunun bir gereği olarak sistem git gide bozulmaya yüz tuttukça entropisini artırıp bunun neticesinde kıyametin kopması kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkacaktır. Nitekim Sir Arthur Eddington, entropi gerçeğinden hareketle termodinamiğin ikinci kanununu evrenin en büyük metafizik kanunu olarak nitelemiştir. Değim yerindeyse tabiat kanunları bu noktada bizim için “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” sözünü birinci elden kendi hal lisanıyla dile getiren en canlı şahitlerimizdir dersek yeridir. Toprağın bir özelliği daha vardır ki bozulmuş olanı bağrına basıp koruma altına alabiliyor. Zira evlerde kullandığımız toprak hattı hem elektrik cihazlarını korumaya yönelik hattır hem de elektrikli ev aletlerini kullanan insanı da korumaya yönelik toprak hattıdır. Farzımuhal oldu ya, çamaşır makinesinde elektrik kaçağı var diyelim, bu durumda hiç endişelenmeye gerek yoktur, şayet toprak hattı varsa çarpmayıp elektrik akımı direk toprağa akacaktır. Şayet bir insanın vücudunda fazladan elektrik yüklüyse yine bu durumda da hiç endişelenmeye gerek yoktur, yalın ayakla toprak üzerinde birkaç kez dolaşıldığında o insanın vücudunda fazladan olan elektriği toprağa boşaltmış olacaktır. İşte bu noktada düşünsenize, şayet statik elektrik vücudumuzda hep kalıcı halde kalmış olsaydı elektronik şoklarla kim bilir halimiz nice olurdu, iyi ki de toprak ana var da bu sayede vücudumuzda fazladan olan elektriği boşaltmış olmaktayız. Dolayısıyla toprağa çok şey borçluyuz. Elektrikçiler çok iyi bilir ki, nötr yıldız noktasına ve toprağa bağlı olması hasebiyle yüksüzdür ve nötrün sıfır volt potansiyelliyi sayesinde faz ister pozitif ister negatif halde olsun hiç fark etmez arada potansiyel fark oluşacağından devreden akım olarak geçecektir. Örnek mi? İşte sıfır elektrik nötr halde televizyon, priz, lamba gibi yıldız noktalarda potansiyeli alıcı olarak konumlanırken faz da bu konumlanmadan istifadeyle gerektiğinde tüm devreleriyle birlikte akım olarak sahne alarak işlevlik kazanır. Derken nötr ve faz arasında oluşan potansiyel farkından oluşumundan doğan elektriklenmeyle birlikte toprak hattı adeta bizim hayat sigortamız olur. Madem öyle, toprak hattı deyip geçmemek gerekir. Zira o bizim hem yaşarken hem de ölürken beraber olacağımız toprak hattımızdır. Nitekim toprağın bağrında yer alan A ve B mukopolisakkaritler ve ona ait kristallerin insan kanında anti-AB serumuyla birlikte reaksiyona girip aglütinasyona (çökme) uğraması kanımızın toprakla doğrudan ilişkili olabileceğinin kuvvetle ihtimal dahilinde bir göstergedir.
Velhasıl-ı kelam Havva’nın yaratılış sırrı işte bu derin moleküler biyolojinin ince şifrelerinde kodludur.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/insan-topraktan-mi-yaratildi-5630-kose-yazisi