İLAHİ İDRAK KAPISI

İLAHİ İDRAK KAPISI
ALPEREN GÜRBÜZER

Sahabenin ilah-i idrak kapısı açıktı. Ashabı kiram Resulüllah’ın huzurunda nefes nefese idi. Beraber solukluyorlardı aynı meclisi. Ayetlerin nuraniyetini Allah Resulünün mübarek lisanından işitiyorlar ve kalplerine kadar nakşediyorlardı. Öyle ki ayeti kerimelerin tesirinden kalan Sahabe-i Güzin’den kimi haftalarca, kimi aylarca kendilerine gelemiyorlardı, hatta düşüp bayılanlar, hasta olanlar ve cezbeye tutulanlar oluyordu. Ashabı Kiram Resulüllah’ın meclisinde fani olmuşlardı hep. Nitekim Kur’an ahlakı vücutlarını her zerresine kadar işleniyordu. Peki, Kur’an günümüz insanında niye aynı ölçüde tesir yapmıyor. Üstelik sahabenin dinlediği aynı Kur’an’ı bizler de işitiyor olduğumuz halde. Elbette ki Kur’an okuyoruz, fakat ruh iklimimizde herhangi bir kıpırtı olmuyor, neden acaba? Öyle anlaşılıyor ki ilahi idrak kapımız kapalı. Kalbimizin üzerindeki sis perdesi ayetlerin nuraniyetinden bizleri uzak kılıyormuş meğer. İlahi idrak kapısının açık olması için ihlâs, aşk ve teslimiyet gerekli. Okuduğumuz ayeti celileri bir ses, bir tılsımın ötesinde kalbimizi aydınlatan nurani bir cevhere dönüştürmediğimiz müddetçe ilahi idrak kapımız ışık görmeyecek demektir. Şayet İslam’ı hakiki manada yaşarsak, ilahi idrak penceremizin ruhumuzda açıldığını ister istemez hissedeceğimiz muhakkak.
İmam-ı Gazali Hz.leri İhya-ı Ulumiddin adlı eserinde; “Dünya halini enbiyanın ve evliyanın sırrı ile anladım” diyor.(Bkz.3.cilt Sh.500). Dikkat edin şunun ilmiyle, bunun ilmiyle demiyor, enbiya ve evliya diyor. Ashabı Kiram Resulüllah’ı görüp uyanışa geçtiler, ayetlerin tesirini tüm bedenlerinde hissettiler. Madem Sahabe Peygamberimizi görmekle ilahi uyanışa geçiyordu, o halde bugünün insanı da enbiyanın varisi hükmünde olan ilmiyle amil olmuş evliyaların dizinin önünde diz çöküp onlara sevgi duyarak içimizdeki benliği tek tek eritmemiz elbette mümkün olacaktır. Hatta ilahi idrak kapısını açabiliriz pekâlâ. Bu yüzden İmamı Rabbani (k.s) “Ne mutlu murat bir mürşit bulana” demiştir. Bakın demiyor ki; ne mutlu muradı olana, murat bir mürşit bulana diyor.
Zamanın padişahı atıyla birlikte kabristana geliyor. Atından iner bir bakar ki Beyazıd-ı Bestami Hz.lerinin mezarında bir sofi ruhuna fatiha okuyor. Padişah sofiye sorar:
—Sizin Şeyhiniz hayattayken ne derdi?
Sofi cevap verir:
—Bizim Şeyhimiz derdi ki; beni gören kurtuldu.
Padişah bu cevaptan hoşnut olmaz, der ki;
—Hadi sende öyle şey mi olur, Ebu Cehilde Peygamberimizi gördü kurtuldu mu ki?
Sofi şeyhinin mezarın başından murakabeye dalar ve şeyhinin ervahından himmet ister ve başını kaldırır:
—Ebu Cehil Peygamberimizi peygamber olarak görmedi, O’nu Abdullah’ın yetimi olarak gördü, onun için kurtulamadı diyerek son noktayı koyar.
Evet, demek ki her şey görmeden görmeye değişiyormuş. Bakış açısı çok mühimmiş meğer. Demek ki; bir insan evliyayı Allah’ın velisi veya dostu olarak görürse kurtulabiliyormuş. Ebu Cehil Abdullah’ın yetimi değil de peygamber olarak görseydi sahabe şerefine nail olacaktı. Bu yüzden Seyda (k.s) öyle der: “Millet Gavs Hz.lerini göremedi, sırtında cübbe, başında sarık molla gördü, bir çoğu hakikatini göremediler.’’
Evliya-i Kiram Allahın Halilleri (dostları) olup, her devirde evliya silsilesi var olacaktır, olacakta. Yunus’u yunus yapan Tabduk’tur, Mevlana’yı da Şemsi Tebrizi terbiye etmiştir. Anlaşılan üstat talebe ilişkisi kıyamete kadar devam edecek, yani bu yol tükenmeyecek, tükenmezde. Nice insanlar üstat talebe ünsiyetiyle ilahi idrak kapısının kapılarını açmış ve nihayet okunan Kuran ayetlerinin nuraniyetini öz benliklerinde hissetmeyi başarmışlardır.
Davudi Tahi Hz.lerine bir gün gayb âleminden bir ses:
—Dünya fena, ahiret beka evidir!
Bu sesi işitir işitmez ruhunda fırtınalar kopar, can evinden vurulmuşa döner sanki.
Düşünsenize yirmi yıl bir süreyle İmamı Azam’a talebelik yapıyor, bunca sene ilim tahsil ediyor bir kez olsun rengi sararmamış, bir tek kelam işitiyor o an ne oluyorsa bir anda ilahi dirilişe geçiyor. Demek ki İmamı Azam’ın talebesi de olsan ilahi idrak kapısı açılmadıkça intibaha gelinemiyor. Nuraniyet kesp edebilmek için gönlün açılması gerekiyormuş, çünkü buradan bu anlaşılıyor.
Gönül kapılarının açılması ancak irşat sarayına dalmakla gerçekleşebilir. İrşat sarayında Sultanın huzurunda irşat olunmadan ilahi idrakimiz açılamaz, bu böyle biline.
Ayeti kerimeleri hafızlar gibi hıfzetsek dahi ruhumuzda nuraniyet peyda olmadıkça bunca çaba boşuna. Kur’an’ı Kerimi çok güzel okuyabiliriz, ama ayetlerin nuraniyetinden uzak isek okuduğumuz ayetler Yunusun dediği ‘‘İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen bu daha nice okumakla’’ kalıp kalbe inemeyecektir. Hatta Ayeti Kerimelerin ne manaya geldiğini bilsek bile, şayet bildiklerimizle amel edip hayatımıza geçiremiyorsak hiç bir fayda göremeyiz. Bir gün, S. Sıbğatullah Arvasi Hz.lerinin oğlu camii de vaaz verir. Ayet, hadis ne varsa hepsini anlatır cemaate. O sırada ezan okunur, namaza durulacağı sırada S.Sıbğatullah Arvasi (k.s) müezzine:
—Hadi kamet getirin der.
Cemaat Kamet getirin cümlesini işitir işitmez cezbeye gelir, cezbeden dolayı cami yankılanır adeta.
Bu duruma hayret eden Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hz.lerinin oğlu cami dışında sorar:
—Baba sen camiye gelmeden önce ne kadar ayet ne kadar hadis varsa aktardım milletin kılı kıpırdamadı, fakat sen müezzine ‘Kamet getirin’ der demez cemaat yerlere yıkıldı, bu ne iştir?
S.Sıbğatullah Arvasi (k.s):
—Oğul, iş lafın zahirinde değil manevi tasarruftadır diyerek manevi tasarrufatın gücünü ortaya koymuştur.
Şu halde bir insanın manevi feraset sahibi olması için Kur’an ve sünnet üzere yaşaması lazım ki, irşat edebilisin. Yani lafızların manaya, teoriğin pratiğe yansıması gerekir. İç ve dış bir bütün olmalı ki ayeti celiler başucumuzda bir nur, kalbimizde bir ışık olarak melekiyet kazanabilsin. Allah’ü Teala; “Onlar ticaretle bile meşgul olsalar dahi Allahın zikri alıkoymaz” buyruğunun ne demek olduğu böylece anlaşılmış olacaktır.
Kur’an’ı Mucizül Beyan evlerimizde duvara asmak, ya da ölülerimize okumak için nüzul olmadı. Yani Kur’an boşluğa inmemiştir. O doğrudan hayata inmiştir. Çünkü hakikat boşluk tanımaz. Madem hayatın içindeyiz, o halde hayatımızı Kuran’a göre tanzim etmek biricik vazifemiz olmalı. Kuran’ı Muciz’ül Beyan hayat dinidir. Bütün sosyal hayatın unsurlarına hitap eder, muhatabı tüm insanlık. Cat Stevens Yusuf İslam adını alıp nasıl ki kendini Kur’an’da buldu ise, bütün beşeriyette Kur’an’la hayat bulabilir pekâlâ.
Kuranı sırf lafız olarak algılamayıp ruhumuza da emdirerek ancak kurtuluşa erebiliriz. Sözün özü ilah idrak kapımızın açılması Kur’an’ı hayatımıza tatbik etmekle mümkün, gerisi laf-ı güzaf.
Vesselam.

İLAHİ İDRAK
SELİM GÜRBÜZER
Hiç kuşku yoktur ki, sahabenin bilinç algısı ilahi idrakle beslenmiş bilinç algısıdır. Bu gayet tabii durumdur elbet. Çünkü Resulüllah (s.a.v)’in dizinin dibinde aynı meclisi soluklamışlar. Düşünsenize aynı mecliste Allah Resulünün dilinden işittikleri her bir ayet-i celile kendilerinden geçip kendilerine gelmelerine yettiği gibi bu arada ilahi idrak bilinç kazanmalarını da beraberinde getiriyordu. Böylece sahabeden kimi haftalarca, kimi aylarca, kimi de senelerce Ayet-i Celilelerin tesirinden kendine gelememe hali cezbe olarak karşılık bulurken kendine gelme hali de ilahi idrak bilinçlenmesi olarak karşılık bulur. Hani kimileri cezbede neyin nesi diyorlar ya, şimdi tamda sırası gelmişken buna cevaben tıpkı sahabenin ruh ikliminde yaşadığı kendinde geçme halinin adıdır dersek yeridir. Ancak bu ruhi dalgalanma (cezbe hali) geçici olup devamlılık arz etmez. Tâ ki ruhi dalgalanmalar durulur hale gelir, işte o zaman cezbe halinin yerini ilahi idrak bilinci alması mukadderdir. Tabii ilahi idrak bilincinden kastımız had hududu aşmayan ilahi idrak bilincidir. Nitekim Yüce Allah (c.c) ilahi idrak bilincin hudutlarını şöyle çizmiş bile: “Gözler onu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder. O en gizli şeyleri bilendir (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır” (Enam suresi, ayet 103). İşte ayetten de anlaşıldığı üzere çıplak gözle Yüce Allah’ın zâtî ve subûti sıfatlarının asli asla idrak edilemez. Malumunuz, İlahi idrak bilinçlenmeyle sadece zâtî ve subûti sıfatların ancak nurani tecelli daireleri idrak edilebilir. Bunun dışında idrak edilir iddiasında bulunmak tamamen haddi aşmak olur. İşte Kur’an ayetlerinin tecelli daireleri etki yaptığı içindir, Sahabe bu sayede Peygamber kavlince ilahi idrak bilincine yelken açmış oluyorlardı.
Peki, Kur’an ayetlerinin nurani tecellileri sahabenin ruh iklimine doğrudan etki yaparda, aynı ayet-i celileler bize niye acaba aynı ölçüde tesir etmez ki? Tabii bu sorunun cevabı için bir değil belki bin düşünmek gerekir ki, neyin doğrudan etken olup olmadığının sırrına vakıf olabilelim. Öyle ya, Sahabe-i Kiram Kur’an ayetlerini işittiğinde halden hale girip uyanışa geçerken, biz ayetleri işittiğimizde tam aksine sadece bir ses ve bir tılsım olarak algılamaktayız. Keza Kur’an okurken de aynı durum söz konusu, maalesef ruh iklimimizde herhangi bir kıpırdanma olmuyor. Neden acaba dediğimizde, şöyle kendimize baktığımızda ilahi idrak bilincimiz açık değil ki kıpırdanma olsun. Değim yerindeyse Allah’ı zikretmeye zikretmeye kalbimizin üzerini zift bağlamış durumda. Anlaşılan kalbin üzerini kaplayan ziftten arınmadıkça daha çok ilahi idrak bilincimiz kapalı kalacak demektir.
Evet, kalben kirlenmişlik ayetlerin nuraniyet tecellilerinden istifade etmemize mani olabiliyor. O halde neydik edip İlahi idrak bilincimizin açılması için Allah adını kalbimizde zikretmekte çok fayda var. Hele hele Allah’ın zikrine ilk başta ihlâs ve teslimiyetle kalpte çekmeye başlarsak gerisi gelir elbet. Şayet ilahi idrak bilinç sahibi bir mümin olmak diye bir dert davamız varsa buna mecburuz da. Yeter ki, İslam’ı hakkıyla yaşayalım, bak o zaman ruhumuzda ilahi idrak pencerenin perde perde açıldığını görmek an be an mümkün diyebiliriz. Bakın, İmam-ı Gazali Hz.leri İhya-ı Ulumiddin adlı eserinde bu hususta ne diyor: “Dünya halini enbiyanın ve evliyanın sırrı ile anladım” (Bkz.3.cilt Sh.500). Dikkat edin şunun ilmiyle bunun ilmiyle demiyor, bilakis enbiya ve evliya sırrı diyor.
Şurası muhakkak, Ashab-ı Kiram Resulüllah (s.a.v)’i görmenin avantajıyla ilahi idrak uyanışına geçtiler, madem bizler bu avantajdan mahrumuz, o halde bizlerde son ümmet olarak Peygamberimizin varisi hükmünde ilmiyle amil olmuş evliyaların kapısını aşındıraraktan ilahi idrak uyanışına geçebiliriz pekâlâ. Düşünsenize İmam-ı Rabbânî (k.s) gibi çok büyük müceddid bir âlim zat olmasına rağmen “Ne mutlu murat bir mürşit bulana” demekten kendini alamamıştır. Niye derseniz gayet net açık; enbiyanın ve evliyanın ilahi idrak bilincinin açık olduğunun farkında olduğu için böyle deme ihtiyacı duymuştur. Hatta sözlerine dikkat ettiyseniz üstüne basa basa ‘Ne mutlu murat bir mürşit bulana’ diyor. Yani ‘Ne mutlu muradı olana’ demiyor, ilahi idrak nazar sahibi murat mürşit diyor. Çünkü İmam-ı Gazali Hz.leri de gayet iyi biliyordu ki; murat mürşitler bir şeye baktıklarında Allah’ın nuruyla nazar ederler hep. Nasıl mı? İşte aşağıda anlatacağımız şu kıssaya göz attığımızda ne demek istediğimizin meramı daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Bakın, zamanın birinde bir padişah atıyla birlikte kabristana yol alırken birde ne görsün oracıkta Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’in mezarı başında ruhuna fatiha okuyan bir sofi var. Atından inip yanına sokulduğunda sofiye sorar:
-Sizin Şeyhiniz hayattayken ne derdi?
Sofi cevaben:
-Bizim Şeyhimiz derdi ki; beni gören kurtuldu der.
Tabii, padişah bu cevaptan hoşnut olmaz ve şöyle itiraz eder:
-Hadi sende öyle şey mi olur, Ebu Cehilde Peygamberimiz (s.a.v)’i gördü kurtuldu mu ki, onu da gören kurtulsun.
Bunun üzerin Sofi şeyhinin mezarı başında tekrar murakabeye dalıp başını kaldırdığında şöyle der:
-Ebu Cehil, Peygamberimiz(s.a.v)’i peygamber olarak görmedi, tam aksine Abdullah’ın yetimi olarak gördü, bundan dolayı kurtulmadı.
İşte bu müthiş cevap karşısında padişah daha ne diyeceğini bilemez olup adeta bumbuz kesilip dona kalır. Böylece o sofi murakabe sonrası ilahi idrak bilincin de ne demek olduğunu ortaya koşmuş olur.
Besbelli ki, bir görmek var, birde ilahi idrak bilinç gözüyle görmek var. Bizim tercihimiz ikincisinden yana elbet. Öyle ya, madem görmeden görmeye her şey değişiyor, o halde bize yüzeysel görmek yaraşmaz, derinlemesine görmek yaraşır. Ebu Cehil eğer ki, Peygamberimizi Abdullah’ın yetimi olarak değil peygamber gözüyle görseydi hiç kuşku yoktur ki o da sahabe şerefine nail olacaktı. Aynen öyle de günümüzde de evliyaya bakış gözden göze değişebiliyor. Nitekim Seyda (k.s) bu hususta şöyle der:“Gavs Hz.lerini görenler daha çok, sırtında cübbe, başında sarık molla gördü, hakikatini gören ise pek olmadı.’’ Bu müthiş sözlerden öyle anlaşılıyor ki, ilahi idrak bilinci hakikati görebilen gözlerde gizli.
Evliya-i Kiram’a Halilullah ve Allah’ın veli kulları gözüyle bakmakta asla hiçbir beis durum yoktur. Yeter ki, o gözle bakacağımız evliyanın dayandığı bir Meşâyih halkasının zincirinde adını yazdırıp tasdik ettirmiş olsun, öyle bir evliyanın önünde diz çöküp sofisi olmaya talip olunurda. Şu bir gerçek Allah’ın hazinesi bolca olduğundan hiç gereksiz yere ‘Bu zamanda acaba evliya var mıdır?’ türünden zihinlerde kuşku oluşturacak suallere aldırış etmeksizin bize düşen dünde vardılar bugünde varlar, kıyamete dek var olacaklarına da inancımızın tam olmasıdır. Hem biz biliyoruz ki, Yunus’u ‘Bizim Yunus’ eyleyen Tabduk’tur, Mevlana’yı da ‘Mevlana’ eyleyen Şems-i Tebriz’idir. Belli ki bu mürşit- mürit ikili bağ münasebeti dünya döndükçe hiç tükenmeyecek, tükenmezde. Nasıl tükenebilir ki, bakın Davudi Tahi Hz.leri bir gün gayb âleminden;
-Dünya fena, ahiret beka evidir diye bir ses işittiğinde ruhunun derinliklerinde fırtınalar kopup adeta can evinden vurulur bile. Düşünsenize yirmi yıl bir süreyle İmamı Azam’a talebelik ediyor, yani onca seneler ilim tahsil ediyor bir kez olsun renkten renge girememiş, ama bir gün gaybdan bir tek ses işittiğinde, işte o an ne oluyorsa bir anda ilahi idrak bilinçle şerefleniyor. Bu demektir ki; bir insan İmamı Azam’ın talebesi de olsa uyanışa geçmeden ilahi idrak bilincine erişilemiyor. İlla ki Yunus’un “Bu yol bir gönlün içine girmektir” dediği bir Gönül Sultanının gönlüne girmek gerekir ki ilahi idrak bilincine mazhar olunabile. Öyle ya, gönül kapısına varıp dizinin dibinde diz çöküp huzurunda irşad olmadan ilahi idrak bilinci durduk yere nasıl açılsın ki.
Sakın ola ki, ilahi idrak şuuru da neyin nesi deyip geçmeyelim, bakın tüm insanlığa nüzul olan ayet-i kerimeleri hafızlar gibi hıfz etsek bile ruhumuzda ilahi feyiz ve nuraniyet oluşmadıkça, biliniz ki tüm hıfz etmeler ilahi idrak bilincimizin açılmasına yetmeyecektir. İlla ki, okunan ayetler kalbe inmeli ki, ilahi idrak bilinci de beraberinde gelsin. Aksi halde okuduğumuz ayetler Yunus’un ‘‘İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen bu daha nice okumak” safhasından öteye geçmeyip kalbe inmeyecektir. Hatta ayet-i kerimelerin manalarını biliyor olmak da buna dâhildir. Öyle ya, sen kendini bilmedikten sonra ayetlerin anlamlarını bilsen ne, bilmesen ne, asla irşad olmadan ilahi idrak bilinci gerçekleşemez. İsterseniz bunu da şu kıssa ile meramımızı anlatmaya çalışalım:
Bakınız, Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hz.lerinin oğlu bir gün cami’de cemaate vaaz veriyormuş. O sırada ezan okunduğunda Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (k.s)’de içeriye girer ve namaza durur. Akabinde kamet getirileceği zaman müezzine dönüp:
-Haydi, kamet getirin der demez adeta cami yer yerinden oynar, yani cemaat cezbeden yerlere yıkılır adeta..
Tabii bu duruma oğlu ilk etapta bir anlam veremez. Merak bu ya, cami dışında babasına sual edemeden duramaz da:
-Babacığım sen camiye gelmezden önce aklıma gelen ayet, hadis ne varsa vaazda hepsini döktürdüm milletin kılı kıpırdamadı, ama sen müezzine ‘kamet getirin’ der demez cemaat yerlere yıkıldı, bu ne iştir?
Seyyid Sıbğatullah Arvasi (k.s) cevaben:
-Bak oğul, iş lafın zahirinde değil manevi tasarruftadır der. Böylece manevi tasarrufun etkisine dikkat çeker.
O halde manevi tasarruf sahibi, yani ilahi idrak bilincine sahip zatların şemsiyesi altında bulunmalı ki, tüm müminlerin fıtratında var olan feraset hissiyatı ziyadeleşebilsin. Ki, feraseti ziyadeleşen bir müminin gönlü açık olacağı gibi hem zihnen hem de kalben ilahi idrak bilincine ereceği muhakkak. Zaten bu bilince ermiş insana denk gelen kim olursa olsun diriliş muştusuna geçer de. Nasıl dirilişe geçmesin ki Kur’an ve sünnet üzere yaşamanın neticesi bir diriliştir bu. Dolayısıyla böylesi bir diriliş muştusu vuku bulmadan, değil insanların hidayetine vesile olmak, kendine bile herhangi bir hayrı dokunmayacaktır. İlla ki lafzın manaya, teoriğin pratiğe dönüşmesi gerekir ki, diriliş muştusu olunabile. Yetmedi içimiz ve dışımız bir bütünlük içerisinde uyum halinde olmalı ki her okuduğumuz ve hıfz ettiğimiz ayet-i celiler nurani tecellilerine ilahi idrak bilincine erebilelim. Derken bu diriliş bilinçlenmesi sayesinde Allah Teâlâ’nın “Onlar ticaretle bile meşgul olsalar dahi Allah'ın zikri alıkoymaz” beyan buyurduğu ilahi idrak bilinci lafta değil özde gerçekleşmiş olacaktır. Hiç kuşkusuz suretten ziyade siret daha çok mühimdir. Siretin önemi şundan belli, Kur’an’ın asıl geliş gayesinin evlerimizin duvarlarına asmak ya da sırf ölülerimizin ruhuna okumak için olmayışıdır, bilakis hayatımızı ilahi idrak bilinciyle anlamlandırmak ve güzel ahlakı tamamlamak için nüzul olmuştur. Nitekim Kur’an’ı Mucizül Beyan boşluğa değil doğrudan hayata nüzul oldu. Zaten hakikat boşluk tanımaz, doğrudan hayatı anlamlandırmak için vardır. Madem öyle, daha ne duruyoruz, hakikat deryasında bir katre damla olmak için Kuran’ı Muciz’ül Beyanı hayatımıza tatbik etmek tamda zamanı. Baksanıza etrafımız çepeçevre şer odaklarıyla tamamen kuşatılmış durumda, kurtuluş için Allah’ın ipine sarılmaktan başkada çaremiz yoktur. Zira Yüce Allah’ın ipine sarıldığımız da Kuran’ı sadece lafız olarak değil ruhumuzu aydınlatacak ilahi tecelli daireleri olarak da algılayacağız demektir. Aksi halde Kur’an’da geçen ayetleri sadece bir ses olarak algılayıp kalben ilahi feyze kör ve kapalı kalırız da.
Peki, etrafımızın onca şer odaklarınca kuşatılmışlığımızın farkında olmamıza rağmen bu kör düğümü aşacak bir çözüm arayışına niye girmeyiz ki? Nedendir bilinmez ama doğrusu bu da ayrı bir mesele olarak önümüzde duruyor. Sadece bu mesele bizim mesele mi, istisna ve müstesna şahsiyetler hariç, elbette ki tüm insanlığı ilgilendiren mesele olarak önünde duruyor. Tarihe şöyle bir bakın nice zamandır çözüm arayışına giremeyişinin sancılarını yaşıyor tüm insanlık. İstisna ve müstesna olandan kastımız ise malum onca kalabalıklar arasında pek gözükmeseler de toplum nezdinde akil ve pirifâni zat olarak kabul gören mümtaz şahsiyetlerdir elbet. Nitekim toplum nezdinde müstesna yeri olan öyle mümtaz zatlar vardır ki, gerçektende onlar aklı, fikri ve gözü gönlü hep ayet-i celilerin nurani tecellilerine mazhar olmaktan başka derdi davası olmayan zatlardır. Dert davaları İlahi idrakle boyanmak olunca da varmak istedikleri tek hedef ise fenafillâh halinden bekabillah’a yol alıp Hakka vasıl olmaktır. Ki; bu ulvi amaç doğrultusunda hayatını tanzim eden her Salih kul kendini bilmek ilmine vakıf olur da. Dolayısıyla Salih kullar kendini bildikleri içindir, Rabbini bu arada ilahi tecelliler ışığında bilmiş olur. Derken ilahi idrak bilinçleri her daim açık hale gelir de. Ne diyelim, işte görüyorsunuz, ne mutlu böylesi ilahi idrak bilinci açık olanlara Salih kullara ki, Allah’a olan yakinliklerini adım adım ilerleyerekten artırabilmişler. O halde biz aciz kullarında Allah’a yakin olması icab eder, ama nasıl? Sırasıyla; ilmel yakin, aynel yakin ve hakkel yakin basamaklarından bir bir geçerek elbet. Öyle ya, bir insan düşünün ki, zahiri ilmi öğrenmekle ilmel yakin idrak bilincine vakıf olabiliyor, bu ilmi tatbik ettiğinde ise aynel yakin idrak bilincine vakıf olmakta. Artık bu noktadan sonra her iki vukufiyet tüm benliğini sardığında da elbette ki o insanda Allah’ın izniyle hakkel yakin idrak bilincin açılacağı bir hayal değil gerçek olacağı muhakkak.
Evet, insan zahiri ilimden ‘fikri idrak bilinç’ kazanımı, batını ilimden de ‘zikri idrak bilinci’ kazanımı elde edebilmeli ki, ‘ilahi idrak bilinç’ kazanımına erişilebilsin. Anlaşılan, ne tek başına zahiri ilmi bitirmekle ilahi idrak bilinci kemal bulabiliyor, ne de tek başına batini ilmi bitirmekle. Mutlaka her iki ilmede vakıf olmak gerekir ki, tasavvufi manada fenafillâh ve bekabillah mertebelerin akabinde her daim ilahi idrak bilinç açık olsun. Bu demektir ki, bir insanın zahir idrak bilinci tam olsa da batini idrak bilincinden mahrumsa ilahi idrak bilinç penceresi açılmayabilir. Bakınız, Hz. Ömer (r.a) hutbe irad ettiğinde tâ bulunduğu yerden Nihavendi görmesi, hiç şüphe yoktur ki o’nun ilahi idrak bilincinin açık olduğuna işarettir. Hakeza İstanbul fethinin müteakip Akşemseddin Hz.lerinin Fatih’in ricası üzerine Allah’tan medet dileyerek sahabeden Ebu Eyyûb El-Ensari (r.a)’ın kabrini belirlemesi ilah-i idrak penceresinin açık olduğunun bariz göstergesidir. Öyle anlaşılıyor ki, İslam tarihinden hangi örnekleri verirsek verelim karşımıza hep 'İlahi idrak bilinç' gerçeği çıkıyor. İlahi idrak bilinç gerçeği zahiri ilmin zirvesine çıkmış bilge zatlar içinde gereklidir elbet. Nasıl gerekli olmasın ki, baksanıza biri Müceddid-i Elfisani adıyla meşhur İmam-ı Rabbani Hz.leri, diğeri de Hüccetü’l İslam adıyla meşhur İmam-ı Gazali Hz.leri. İşte bu noktada her ikisinin de hayatları incelendiğinde görülecektir ki; önce ilmel yakin idrak, sonra aynel yakin idrak ve en nihayetinde hakkel yakin idrak ilmine vakıf olaraktan ancak ilahi idrak bilincine vakıf olabilmişlerdir. Hatta şöyle kitapları karıştırıp iyice dikkat kesilin İmam-ı Gazali Hz.leri ilahi idrak bilincin mertebesine eriştiğinde şunun ilmiyle bunun ilmiyle ilahi idrak bilincim açıldı demiyor, ne diyor enbiya ve evliya ilmiyle eriştim diyor. Demek ki, bir insan iki bin yılının müceddidi de olsa, İslam’ın delili manasına Hüccetül İslam bir âlim zatta olsa tüm enbiya ve tüm rabbani evliyalarda görülen ilahi idrak ilmine muhtaç olabiliyor. Bu muhtaçlık giderilmeden Hakkel yakin ilmine vakıf olmak çok zor gözüküyor.
Belki, zihnen şöyle de düşünebiliyor olabiliriz, acaba insanların kaçta kaçı ilahi idrak bilincine ermiş durumda ki? Aslında hiç de böyle düşünmeye gerek yoktur. Çünkü boşa zaman kaybıdır bu. Bakın şöyle etrafımıza, ilmel yakin idrak sahibi insanların sayıca çok olma ihtimali muhtemelken, aynı ihtimali aynel yakin ve hakkel yakin idrak bilinç sahibi insanlar için söylemek pek mümkün gözükmüyor. Belki aynel yakin bilinç sahibi insanlar için vasat sayıda demek mümkünken hakkel yakin bilinç sahipleri içinse ne az, ne de vasat diyebiliriz. Yani hiç denecek kadar kıt dersek yeridir. Hele birde bunun üzerine ahır zamanda olduğumuzu hesaba kattığımızda vay halimize. Maalesef içinde bulunduğumuz hal ve ahval ‘manen kıtlık’ zamanı olduğunu gösteriyor, habire ibremiz kıtlık ekseni etrafında seyrediyor. Gel de bu duruma eseflenme, baksanıza İlahi idrak bilincinden yoksunluk ve manen kıtlık hali Ümmet-i Muhammed’i zeril perişan hallere düşürmüş durumda. Öyle ki, idraksizliğin her türlüsü şeytan, nefis ve uluslararası sömürgeci emperyalist devletlerin elinde birer oyuncak maşa olmamıza yetebiliyor. Derken Ümmet olarak yediden yetmişe her birimizin idrakine giydirilen deli gömlekler ve tasmalar bizi zıvanadan çıkaracak hale getirebiliyor. Madem idraksizlik hali tüm Ümmet-i Muhammed’i zıvanadan çıkarır hale getirecek kadar çok ciddi boyutlarda bir mesele, o halde hiç olmazsa ayakta durmamızı sağlayacak şu üç sacayağı idrak bilinçlenmelerinden bari ilki için adım atalım ki, şer odaklarının elinde oyuncak olmaktan çıkıp prangalardan kurtulabilelim. Yeter ki, ilk idrak bilinçlenme aşaması için ‘Haydi Bismillah’ deme yürekliliğini gösterebilelim, bak o zaman bu yürekli gayretimiz karşısında büyük-küçük her ne tür şeytan varsa hepsi kaçıp tüyer de. Böylece şeytanlar kaçıp tüydüğünde tünelin ucunda görünen ilk ışık üzerimize doğduğunda zihni idrakimiz açılmış olacaktır. Malum, ışık git gide ziyadeleşip ikinci ışık üzerimize doğduğunda bu kez kalbi idrakimiz açılacaktır. En nihayetinde tepe noktasında gölgesiz üçüncü ışık üzerimize doğduğunda da tüm benliğimiz nurlanıp ilahi idrak penceremiz açılır bile. Derken son nefeste vuslat hâsıl olur da. Hele vuslat yolunda bir de kendimize rehber edindiğimizi düşünün, bak o zaman değme keyfine yol kısalır da. Zaten yol ancak bir bilenle kat edilebiliyor. Aksi halde yerimizde habire hep sayar durup bir bakmışsın daha yola çıkmadan kurda kuşa yem olmuş halde kendimizi buluruz. İdraksizliğin her türlüsü o kadar başa bela bir şey ki, düşünsene daha yola çıkmadan en ufak bir hadise karşısında hemen yelkenler fora deyip pes edebiliyoruz. Hem kaldı ki biz, ilahi idrak bilincine ermiş Derviş Yunus değiliz ki 'kahrında hoş, lütfün de hoş' deme yürekliliğini ve erdemliliğini gösterebilelim. Hiç kendimizi temize çıkartmaya çalışmayalım, baştan kabul etmemiz gerekir ki her birimizin zayıf ruhlu oluşu idraksizliğimizin bir neticesi Dolayısıyla hiç bahane aramayalım, suçu bizatihi kendimizde arayalım. Baksanıza şu halimize şeytani ve nefsanî kuvvetler hafif üflediğinde bile hemen devrilebiliyoruz. Oysa iç dünyamızı meleki kuvvetlerin üflemesiyle besleseydik böyle en ufak esen bir rüzgârda savrulur muyduk? Besbelli ki zayıf ruhlu oluşumuz zikirsizlikten kaynaklanan bir ruh halidir. Peki, bu zayıf ruh halinden nasıl çıkabiliriz derseniz yapmamız gereken şey fikir, zikir ve şükür ekseni üzerinde ruhumuzu beslememiz gerekiyor. Nasıl ki bilgisayarın beyni hükmünde olan hard diske program yüklendiğinde o bilgisayarın monitörü (ekranı) işlerlik kazanıyorsa, aynen öylede insanda zihin dağarcığına, kalbine ve letaiflerine fikir, zikir ve şükür programları yüklediğinde seyr-i süluk yolunda tüm idrak bilinçlenmeler işlerlik kazanacak demektir. Yeter ki, zihin ufkumuzu ve gönül dünyamızı Allah’a doğru çevirelim, bak göreceksiniz nefsin ve şeytanın baskısından kurtulup ilahi idrak bilincimiz açılır da. Böylece gerçek manada kalbimiz huzura ermiş olur..
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3453/ilahi-idrak.html