YAZAR ŞERİF BENEKÇİ NE DEDİ?

YAZAR ŞERİF BENEKÇİ NE DEDİ?

---------------------------------------------------------

SULTANIM, EFENDİM

ARAŞTIRMACI - YAZAR:ALPEREN GÜRBÜZER
1970'li yıllarda yaşadığımız yapay kutuplaşmalardan en zararlı çıkan kesim, üniversite gençliği olmuştu. Şimdi orta yaş kuşağını meydana getiren insanlarımızın, her biri ayrı ufuklarda yoğunlaşan arayış ve sancılarının bu yurda ve bu yurdun insanlarına nelere mâl olduğunu zamanla daha iyi anladık.
Basmakalıp yargılarını ve tekerlemelere dayalı suçlamalarını zaman içinde elinin tersiyle bir kenara itebilmiş olan herkes, şunu kabul eder ki, vuruşanlar bizim çocuklarımızdı. Lâkin o yıllar, böyle düşünmüyor, yahut düşünemiyorduk. Son olmasını dilediğimiz ''gece baskını'' na çeyrek kala ayılanlar, ''Ne oluyor?'' diyenler oldu. Bir yerlerde hata yaptığımızı en iyi biz -vuruşanlar- anlıyorduk; çünkü akan kan bizim kanımız, ağlayan bizim anamızdı. Yanlış yerlerde ve yanlış cephelerde saf tuttuğumuzu dramatik derinliğiyle anlamıştık. (1980 Eylül'ünde gerçekleşen askerî darbe ve çarpık uygulamalar, yanlışta ısrar eden arkadaşlarımızı da yol ayrımına getirmiş, böylece bir süreç tamamlanmıştı.)
Farklı bir sese ve farklı bir nefese duyduğumuz ihtiyaç, ekmek ve suya duyduğumuz gereksinimlden az değildi. Uğultulu tepeler ve sarp vadilerin çocuğu olan, yaratılışı iktizası uç noktalarda gezinen insanları, ancak okyanus boyutlu derinlik ve ufuk etkileyebilirdi.
O yıllarda, bir dostuma şöyle dediğimi hatırlıyorum:
''Ne bahtsız nesiliz, dostum. Bir Mevlâna'mız, bir Yunus'umuz bile yok... Hani hazret-i insan, hani Allah'ın halifesi?''
ODTÜ'den tanıştığımız dostum, ağlamaklı bir sesle şöyle demişti:
''Duyduğum doğru ise, Urfa yakınlarında bir zat varmış. Peygamberimizin soyundan, deniliyor. Bir gidelim mi ne dersin?''
Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin (k.s.) varlığından böyle haberdar olmuştum.
Uzun süre, Urfa yönüne doğru dönüp, ufka doğru baktığımı, bir çağrı beklediğimi dün gibi anımsıyorum. Aylar geçti, bir türlü o tarafa gidemedim. Derken, gün geldi, çile doldu ve yol açıldı:
Sultanım, Seyyidim, Mürşidim, Efendim;
Böyle bir sonbahar mevsimiydi; Menzil'e vasıl oldum. Sonradan romana aktardığım bir şafak yürüyüşü böyle başlamış, ben Fırat boylarından size gelmiştim.
O kerpiç duvarlı, toprak örtülü, ak badanalı evinizi görünce içim cız etmiş, 'İşte, gelmem gereken yer burası' diye mırıldanmıştım.
Derken, kutlu bir ikindi üzeriydi, siz Efendim göründünüz köy meydanında. Menzil meydanı, bir anda kâinat meydanı oluvermiş; ahşap cami, mütevazi şadırvan, duvar diplerinde gezinen birkaç insan ve bahçe duvarının üzerinde uçuşan güvercinler, birden kayboluvermişlerdi.
Sizi görmüştüm, Sultanım, Efendim: Daha ne olsundu?
Ne can, ne sıcak, ne içten bakmıştınız öyle? Nübüvvet nazarının sizden yayılan ışıltıları arasında, çörek kıvrımlı ve süt beyazı sarığınızın bir yerinde kaybolup gitmişim: Gözümün önünde fırıldak gibi dönüp duran kara delikler ve kendimle getirdiğim sorular, tanımsız tebessümünüzle yok oluvermişti.
Aradan tam on altı yıl geçti. Anlamsız beklentiler, nankörlükler, ''akıl'' ve ''ben'' merkezli saplantılarla geçen tam otuz üç mevsim.
Sizi gereği gibi değerlendiremediğim için ruhaniyyetinizden bir kez daha özür diliyorum; Mürşidim, Efendim.
Sizden bahsetmek benim ne haddime. Yapmaya çalıştığım, bazı ayrıntıların altını çizmekten ve onları, çok sevdiğiniz Müslümanlara duyurmaktan ibarettir.
Has bir bendeniz anlatmıştı; bir bağ bozumu mevsiminde ondan dinlemiştim: Siz, bahçenizdeki ağaçların arasından süzülerek gelmiş, orada bel belleyen bir sofiyi bir süre seyrettikten sonra, tebessüm ederek yanından ayrılmıştınız. Bahçıvan Nuri edep sınırları içinde size yaklaşmış, öyle masum ve sevimli tebessümünüzün sebebini sormuş. ''Gurban, o sofinin neyine tebessüm ettiniz, sorabilir miyim efendim?'' demiş.
Siz efendimizi baharlar açan tebessümünüzü şöyle izah buyurmuşsunuz:
''Gülmem şu ki, sofi var gücüyle bele vuruyor. Bütün iradesiyle bele yükleniyor. Bunun sonucu olarak bel toprağa batıyor, belleme gerçekleşiyor. İşte insan, sofinin bütün gücüyle bele bastığı gibi, nefsine bir defa vursa, başka bir hamleye gerek kalmadan, ikinci adımda Allah'ı bulur.''
Biz, ağır rayihalı hacı kokularının mâbedde bile insanı bunalttığı ve güzel koku sevgisinin bile çarpık algılandığı bir zaman diliminde, siz Efendimizi mihrapta gül koklarken görmekten hoşnuttuk.
Gülü mabedimize soktuğunuz, onu mihrapta kokladığınız, güvercinler için saçak otlarına özel aşiyanlar yaptırdığınız, toprakla yürüttüğünüz ve toprağa oturduğunuz için; şehirlerden, kasaba ve diğer karyelerden fevç fevç size geliyorduk.
Anadolu ve diğer uzak iklimlerde yaşayan insanların, küçük gece kelebekleri gibi size yönelişleri, devletlilerde endişe, sıradan insanlarda ''acaba'' ve Müslüman entellerde burun kıvırma sebebi olurken, neslimin ve ben-i Adem'in ak bahtlı insanları ''Menzil= Rahmet Üçgeni'' nin girdabına yakalanıyordu.
''Bermuda= Şeytan Üçgeni'' merak ve ilgi konusu olmaya daha lâyık görülürken, ilahi rahmet ve Rabbani esintinin böylesi, insanları şaşkına çevirmiş, kimilerinin de hafsala duvarlarını yerle bir etmişti. Bundandı, kimi bilimsel ve acül kafalı zevatın ''Güneyli esinti'' ye soğuk bakışı.
Siz, toprak örtülü evlerin tehlike addedilerek kuşatılması, sürgünlere ve herşeye rağmen, pâk ceddinizin açtığı aydınlık çizgiyi sürdürdünüz. Horlanmış bir ümmet, itilip kakılmış bir millet ve kimlik bunalımına sürüklenen gençlik, sizi bulmakta ve benimsemekte gecikmedi. Ateşin ortasında oluşturduğunuz bahçede, renkler ve ırklar yan yana oturmanın, zikir halkası oluşturmanın ve Müslüman kardeşi olmanın doyumsuz keyfini yaşadı. Toprağa ilk tohumun atıldığı Harran Ovası'na el sallayan çıplak bozkır tepelerinde Rabbanî tecellilerin ve Samedanî istihzaların binlercesi mevsimler boyu uçuştu, durdu. Herkes, gönlünce ve nasibince bir hoşluk yaşadı, âlî himmetinizle.
Siz, ''vaktin iyice daraldığı'', karaların ve denizlerin bile kirlendiği bir zamanda
geldiniz. Rabbim sizi, insanlık erdemlerinin dağ doruklarına kaçırıldığı, kalplerin darmadağin olduğu, şaşmaz ve değişmez ölçülerin bile makam ve mevki uğruna akademik tartışmalara mevzu edildiği bir zamanda, âhir zamanda göndermişti.
İyi ki göndermiş. Yoksa bizim halimiz nice olurdu? Hamdimiz, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
Sizin amacınız insanoğlunu kurtarmaktı. Öğretiniz sadelik ve derinlik esasına dayanıyor; ve siz, sözün ayağa düştüğü bir zamanda, sükûtun zirvesinde kalmayı yeğliyordunuz.
Siz, Âhir Zaman Sultanı, ''şartsız icazet'' veriyordunuz (x). Bizler, Hâtem'ün Nebi'nin (s.a.v.) ifadeleriyle ''döküntü insanlar''dık. Bir ömrü, gecesi ve gündüzüyle, bizleri toplamakla geçirdiniz. Bizleri çer çöp gibi toplayıp, yer ve gönül sofranıza kabul ettiniz. Yolu Menzil'e düşen âhir zaman gariplerinin eline ağaç kaşık ve arpa unu karıştırılmış kepekli ekmek tutuşturdunuz. Büyük cedleriniz ''Halil''ler ve ''Habib''ler gib olmak, size gerçekten yakışıyor ve siz Efendimiz, koluydu-bacağıydı, gömleğiydi-entarisiydi demeden, yangından ve bulanık selden, kim neresinden tuttuysanız çekip çıkarıyor, kıyıya alıyordunuz.
Yer dolusu hatalarla geldiğimiz Fırat kıyısındaki köyde, gene yer dolusu mağfiret buluyorduk. Orada tövbe etmenin, ''yitik develer''i bulmanın Mevlâlar Mevlâsı'nı sevindirmenin doğal sonucuydu bu (xx).
Hac vakfesi için bulunduğunuz dağlar güzeli Arafat'ta, daha önce hiç görmediğiniz bir çocuğun karpuz kabuğuna ip bağlamasına yardım etmiş, ''Haydi birlikte oynayalım'' teklifini kırmayıp, çocuğa oyun arkadaşı olmuş, Arafat handiyse boşaldığı halde, siz alacakaranlığa dek onunla oynamış, çocuk nihayet oyuna doyunca Arafat'tan ayrılmıştınız.
Siz ne ince ruhlu, ne asil soylu, ne güzel insandınız Efendim?
''Doğrusu dünya hayatı oyun ve oyalanmadır'' buyuruyor, Hazret-i Kur'an. Biz bu 'oyun ve oyalanma'nın kural ve işlerliğini, incelik ve estetiğini siz Efendimizden öğrendik.
Seyyidim, Efendim; Siz, 1414 Hicrî yılının hazan mevsiminde fâni varlığınızla görüş ufkumuzun dışına çıktınız, yeni bir dünyaya doğdunuz. Şuna yürekten inanıyorum ki, ruhaniyyetiniz ve hoş esintiniz hemen daima bizimle olacak. Yazlık mescitteki dut ağaçlarının altında kıldığımız sabah namazları ile, ikindi sonları gene sizinle yaptığımız hatmeler, 'yalan dünya'nın hoş lezzetleri olarak belleğimizde daima yaşayacak.
İnsanın, şu dünyadan güzel hatıralarla dönmesi ne güzel!
Biz seni sevenler, her mevsim Menzil'deyiz: Bahar gelirken, nar çiçekleri açarken, bağ bozumu ve harman zamanı... Senin üzümünü, aşını, ekmeğini yemeye; dergâhın çorbasını ve ayranını içmeye devam edeceğiz. Hiçbir şey yapamaz isek bunları yapacak, hiçbir şey olamaz isek, gene Menzil'de olacağız. Zira sen bizim 'yol' babamızdın... Seyyidim, Güzel Efendim, Gül Şeyhim, Sultanım; Vasiyyetin ve devrettiğin miras başımıza taçtır; zira bizler 'Ehl-i beyt' sevgisini kendimize sermaye bilmişizdir.
Bir Şafak Yürüyüşü'nün şanlı başlatıcısı! Me'va Cennetleri'nden bize, bu ümmete gülümse. Yüce Rabbim, sizin ve diğer ulu Sadâtların yüksek sırlarının kudsiyyetini artırsın ve bizleri, şefaatlerinizden mahrum eylemesin. (Âmin, bihürmet-i Seyyid'il Mürselîn, velhamdülillahi Rabb'il âlemin).

(x) Bkz. Mektûbat-ı Rabbânî, 211, 455 ve 459. mektuplar.
(xx) Bkz. Buhari ve Müslim, Tövbe Bahisleri.

Şerif BENEKÇİ

Bir şafak yürüyüşü
SELİM GÜRBÜZER
Şerif Benekçi ortaya koyduğu romanlarıyla dikkat çekmiş bir yazar. Dahası romanlarını akıcı bir üslupla okurlarına ispatlamış bir duygu selidir o. Nitekim o duygu yürekli kalemini Seyda’ya olan derin aşkı muhabbetinde de görüyoruz. Zira kaleminden dökülen o muhabbet seli tüm çarpan gönüllerde yankı bulur da. Şayet o sevgi selinin içerisinde bir katre damla olup istifade edebilirsek ne mutlu bizlere. Bakın Seyda’ya olan muhabbetini nasıl dile getiriyor bir görelim:

SULTANIM, EFENDİM

1970'li yıllarda yaşadığımız yapay kutuplaşmalardan en zararlı çıkan kesim, üniversite gençliği olmuştu. Şimdi orta yaş kuşağını meydana getiren insanlarımızın, her biri ayrı ufuklarda yoğunlaşan arayış ve sancılarının bu yurda ve bu yurdun insanlarına nelere mal olduğunu zamanla daha iyi anladık.

Basmakalıp yargılarını ve tekerlemelere dayalı suçlamalarını zaman içinde elinin tersiyle bir kenara itebilmiş olan herkes şunu kabul eder ki, vuruşanlar bizim çocuklarımızdı. Lâkin o yıllar, böyle düşünmüyor yahut düşünemiyorduk. Son olmasını dilediğimiz ''gece baskını'' na çeyrek kala ayılanlar, ''Ne oluyor?'' diyenler oldu. Bir yerlerde hata yaptığımızı en iyi biz -vuruşanlar- anlıyorduk; çünkü akan kan bizim kanımız, ağlayan bizim anamızdı. Yanlış yerlerde ve yanlış cephelerde saf tuttuğumuzu dramatik derinliğiyle anlamıştık. (1980 Eylül'ünde gerçekleşen askerî darbe ve çarpık uygulamalar, yanlışta ısrar eden arkadaşlarımızı da yol ayrımına getirmiş, böylece bir süreç tamamlanmıştı.)

Farklı bir sese ve farklı bir nefese duyduğumuz ihtiyaç, ekmek ve suya duyduğumuz gereksinimden az değildi. Uğultulu tepeler ve sarp vadilerin çocuğu olan, yaratılışı iktizası uç noktalarda gezinen insanları, ancak okyanus boyutlu derinlik ve ufuk etkileyebilirdi.

O yıllarda, bir dostuma şöyle dediğimi hatırlıyorum:

''-Ne bahtsız nesiliz, dostum. Bir Mevlâna'mız, bir Yunus'umuz bile yok... Hani Hazret-i insan, hani Allah'ın halifesi?''

ODTÜ'den tanıştığımız dostum, ağlamaklı bir sesle şöyle demişti:

''-Duyduğum doğru ise, Urfa yakınlarında bir zat varmış. Peygamberimizin soyundan, deniliyor. Bir gidelim mi ne dersin?''

Seyyid Muhammed Raşid Efendi'nin (k.s) varlığından böyle haberdar olmuştum.

Uzun süre, Urfa yönüne doğru dönüp, ufka doğru baktığımı, bir çağrı beklediğimi dün gibi anımsıyorum. Aylar geçti, bir türlü o tarafa gidemedim. Derken, gün geldi, çile doldu ve yol açıldı:

Sultanım, Seyyidim, Mürşidim, Efendim;

Böyle bir sonbahar mevsimiydi; Menzil'e vasıl oldum. Sonradan romana aktardığım bir şafak yürüyüşü böyle başlamış, ben Fırat boylarından size gelmiştim.

O kerpiç duvarlı, toprak örtülü, ak badanalı evinizi görünce içim cız etmiş, 'İşte, gelmem gereken yer burası' diye mırıldanmıştım.

Derken, kutlu bir ikindi üzeriydi, siz Efendim göründünüz köy meydanında. Menzil meydanı, bir anda kâinat meydanı oluvermiş; ahşap cami, mütevazı şadırvan, duvar diplerinde gezinen birkaç insan ve bahçe duvarının üzerinde uçuşan güvercinler, birden kayboluvermişlerdi.

Sizi görmüştüm, Sultanım, Efendim: Daha ne olsundu?

Ne can, ne sıcak, ne içten bakmıştınız öyle? Nübüvvet nazarının sizden yayılan ışıltıları arasında, çörek kıvrımlı ve süt beyazı sarığınızın bir yerinde kaybolup gitmişim: Gözümün önünde fırıldak gibi dönüp duran kara delikler ve kendimle getirdiğim sorular, tanımsız tebessümünüzle yok oluvermişti.

Aradan tam on altı yıl geçti. Anlamsız beklentiler, nankörlükler, ''akıl'' ve ''ben'' merkezli saplantılarla geçen tam otuz üç mevsim.

Sizi gereği gibi değerlendiremediğim için ruhaniyetinizden bir kez daha özür diliyorum; Mürşidim, Efendim.

Sizden bahsetmek benim ne haddime. Yapmaya çalıştığım, bazı ayrıntıların altını çizmekten ve onları, çok sevdiğiniz Müslümanlara duyurmaktan ibarettir.

Has bir bendeniz anlatmıştı; bir bağ bozumu mevsiminde ondan dinlemiştim: Siz, bahçenizdeki ağaçların arasından süzülerek gelmiş, orada bel belleyen bir sofiyi bir süre seyrettikten sonra, tebessüm ederek yanından ayrılmıştınız. Bahçıvan Nuri edep sınırları içinde size yaklaşmış, öyle masum ve sevimli tebessümünüzün sebebini sormuş. ''Gurban, o sofinin neyine tebessüm ettiniz, sorabilir miyim efendim?'' demiş.

Siz efendimizi baharlar açan tebessümünüzü şöyle izah buyurmuşsunuz:

''Gülmem şu ki, sofi var gücüyle bele vuruyor. Bütün iradesiyle bele yükleniyor. Bunun sonucu olarak bel toprağa batıyor, belleme gerçekleşiyor. İşte insan, sofinin bütün gücüyle bele bastığı gibi, nefsine bir defa vursa, başka bir hamleye gerek kalmadan, ikinci adımda Allah'ı bulur.''

Biz, ağır rayihalı hacı kokularının mâbedde bile insanı bunalttığı ve güzel koku sevgisinin bile çarpık algılandığı bir zaman diliminde, siz Efendimizi mihrapta gül koklarken görmekten hoşnuttuk.

Gülü mabedimize soktuğunuz, onu mihrapta kokladığınız, güvercinler için saçak otlarına özel aşiyanlar yaptırdığınız, toprakla yürüttüğünüz ve toprağa oturduğunuz için; şehirlerden, kasaba ve diğer karyelerden fevç fevç size geliyorduk.

Anadolu ve diğer uzak iklimlerde yaşayan insanların, küçük gece kelebekleri gibi size yönelişleri, devletlilerde endişe, sıradan insanlarda ''acaba'' ve Müslüman entellerde burun kıvırma sebebi olurken, neslimin ve ben-i Âdem’in ak bahtlı insanları ‘Menzil=Rahmet Üçgeni'nin girdabına yakalanıyordu.

''Bermuda=Şeytan Üçgeni'' merak ve ilgi konusu olmaya daha lâyık görülürken, ilahi rahmet ve Rabbani esintinin böylesi, insanları şaşkına çevirmiş, kimilerinin de hafsala duvarlarını yerle bir etmişti. Bundandı, kimi bilimsel ve acül kafalı zevatın ''Güneyli esinti'' ye soğuk bakışı.

Siz, toprak örtülü evlerin tehlike addedilerek kuşatılması, sürgünlere ve her şeye rağmen, pâk ceddinizin açtığı aydınlık çizgiyi sürdürdünüz. Horlanmış bir ümmet, itilip kakılmış bir millet ve kimlik bunalımına sürüklenen gençlik, sizi bulmakta ve benimsemekte gecikmedi. Ateşin ortasında oluşturduğunuz bahçede, renkler ve ırklar yan yana oturmanın, zikir halkası oluşturmanın ve Müslüman kardeşi olmanın doyumsuz keyfini yaşadı. Toprağa ilk tohumun atıldığı Harran Ovası'na el sallayan çıplak bozkır tepelerinde Rabbanî tecellilerin ve Samedanî istihzaların binlercesi mevsimler boyu uçuştu, durdu. Herkes, gönlünce ve nasibince bir hoşluk yaşadı, âli himmetinizle.

Siz, ''vaktin iyice daraldığı'', karaların ve denizlerin bile kirlendiği bir zamanda geldiniz. Rabbim sizi, insanlık erdemlerinin dağ doruklarına kaçırıldığı, kalplerin darmadağın olduğu, şaşmaz ve değişmez ölçülerin bile makam ve mevki uğruna akademik tartışmalara mevzu edildiği bir zamanda, ahir zamanda göndermişti.

İyi ki göndermiş. Yoksa bizim halimiz nice olurdu? Hamdımız, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Sizin amacınız insanoğlunu kurtarmaktı. Öğretiniz sadelik ve derinlik esasına dayanıyor ve siz, sözün ayağa düştüğü bir zamanda, sükûtun zirvesinde kalmayı yeğliyordunuz.

Siz, Ahir zaman Sultanı, ''şartsız icazet'' veriyordunuz (x). Bizler, Hâtem'ün Nebi'nin (s.a.v.) ifadeleriyle ''döküntü insanlar''dık. Bir ömrü, gecesi ve gündüzüyle, bizleri toplamakla geçirdiniz. Bizleri çer çöp gibi toplayıp, yer ve gönül sofranıza kabul ettiniz. Yolu Menzil'e düşen ahir zaman gariplerinin eline ağaç kaşık ve arpa unu karıştırılmış kepekli ekmek tutuşturdunuz. Büyük cedleriniz ''Halil''ler ve ''Habib''ler gibi olmak, size gerçekten yakışıyor ve siz Efendimiz, koluydu-bacağıydı, gömleğiydi-entarisiydi demeden, yangından ve bulanık selden, kim neresinden tuttuysanız çekip çıkarıyor, kıyıya alıyordunuz.

Yer dolusu hatalarla geldiğimiz Fırat kıyısındaki köyde, gene yer dolusu mağfiret buluyorduk. Orada tövbe etmenin, ''Yitik develer''i bulmanın Mevlâlar Mevlâsı'nı sevindirmenin doğal sonucuydu bu .(x)

Hac vakfesi için bulunduğunuz dağlar güzeli Arafat'ta, daha önce hiç görmediğiniz bir çocuğun karpuz kabuğuna ip bağlamasına yardım etmiş, ''Haydi birlikte oynayalım'' teklifini kırmayıp, çocuğa oyun arkadaşı olmuş, Arafat handiyse boşaldığı halde, siz alacakaranlığa dek onunla oynamış, çocuk nihayet oyuna doyunca Arafat'tan ayrılmıştınız.

Siz ne ince ruhlu, ne asil soylu, ne güzel insandınız Efendim?

''Doğrusu dünya hayatı oyun ve oyalanmadır'' buyuruyor; Hazret-i Kur'an. Biz bu 'oyun ve oyalanmanın kural ve işlerliğini, incelik ve estetiğini siz Efendimizden öğrendik.

Seyyidim, Efendim; Siz, 1414 Hicrî yılının hazan mevsiminde fâni varlığınızla görüş ufkumuzun dışına çıktınız, yeni bir dünyaya doğdunuz. Şuna yürekten inanıyorum ki, ruhaniyyetiniz ve hoş esintiniz hemen daima bizimle olacak. Yazlık mescitteki dut ağaçlarının altında kıldığımız sabah namazları ile ikindi sonları gene sizinle yaptığımız hatmeler, 'yalan dünya'nın hoş lezzetleri olarak belleğimizde daima yaşayacak.

İnsanın, şu dünyadan güzel hatıralarla dönmesi ne güzel!

Biz seni sevenler, her mevsim Menzil'deyiz: Bahar gelirken, narçiçekleri açarken, bağ bozumu ve harman zamanı... Senin üzümünü, aşını, ekmeğini yemeye; dergâhın çorbasını ve ayranını içmeye devam edeceğiz. Hiçbir şey yapamaz isek bunları yapacak, hiçbir şey olamaz isek, gene Menzil'de olacağız. Zira sen bizim 'yol' babamızdın... Seyyidim, Güzel Efendim, Gül Şeyhim, Sultanım; Vasiyyetin ve devrettiğin miras başımıza taçtır; zira bizler 'Ehl-i beyt' sevgisini kendimize sermaye bilmişizdir.

Bir Şafak Yürüyüşü'nün şanlı başlatıcısı! Me'va Cennetleri'nden bize, bu ümmete gülümse. Yüce Rabbim, sizin ve diğer ulu Sadâtların yüksek sırlarının kudsiyyetini artırsın ve bizleri, şefaatlerinizden mahrum eylemesin. (Âmin, bihürmet-i Seyyid'il Mürselîn, velhamdülillahi Rabb'il âlemin).

(x) Bkz. Mektûbat-ı Rabbanî, 211, 455 ve 459. mektuplar.

(xx) Bkz. Buhari ve Müslim, Tövbe Bahisleri.

Velhasıl, bu güzel duygular eşliğinde gün gelir Şerif Benekçi kardeşimiz de ebediyete kanatlanır.. Bize ise ‘Allah onu sevdikleriyle beraber eylesin’ demek düşer.

Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2650/bir-safak-yuruyusu.html