Psikoloji, Psikanaliz ile Din, Tasavvuf

Psikoloji, Psikanaliz ile Din, Tasavvuf
Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’dur (öl. 1939). Kendisi aslen Yahudi’dir. Yahudi bilgisi, kültürü içerisinde yetişmiş, daha sonra orta yaşlardan itibaren ateist bir tavır takınmıştır.

Psikanaliz’e ilgim rahmetli Ayhan Songar’ın yazılarını okuma ile başladı. Müslümanların bu sahada çekingen oluşları ile ilgim daha da arttı. Bir de bu sahayla uzaktan yakından ilgilenen veya ilgili olan insanların genellikle ateist, iman ve ibadet hayatlarında zayıf olması, psikanalize ilgimi daha da artırdı. ‘Psikanaliz neden insanları imandan yoksun kılıyor?’ sorusunun cevabını bulmak için Freud’un bütün eserlerini okuma kararı aldım. Bununla yetinmedim, ona karşı olan veya ondan farklı bir yol izleyen diğerlerini de okudum. Bunun için aşağı yukarı dört yıl kadar bir zaman harcadım. Bunları şunun için söylüyorum ki, bu yazı öyle üstünkörü, derme çatma bir psikanaliz bilgisiyle yazılmadı. Varılan kanaatler de ağır bir çalışmanın, uzun erimli bir düşünmenin sonucu elde edildi.

Öncellikle Freud’un ‘psikanaliz’ kelimesindeki yanlışlığına dikkati çekmek isterim. Türkçesi ruhçözümleme. Aslında doğrusu nefisçözümleme olmalıydı. Zira Freud ruhun değil, nefsin anatomisinin çözümlemesini yapmıştır. Nefsin de emmare (kötülüğü emredici) düzeyini temel almıştır. Hidayetten yoksun birisinden başka zaten ne beklenebilirdi? Freud sadece ruhu değil Allah’ı da açıkça inkâr etmektedir. Bilindiği üzere ruh, Allah’tan bir nefhadır (soluk). Gıdası ibadetlerdeki nur ve feyizdir. İnsan ibadetlerden uzak bir yaşam sürdüğünde ruh zayıflar, adeta söner. Böyle birisi hemen nefs-i emmaresinin boyunduruğu altına girer.

Şunu unutmayalım ki, ruh hiçbir zaman hastalanmaz. Ruh hastalığı olarak bilinen şeyler, nefisten kaynaklanır. Ruh ibadetsiz kaldığında zayıflar, bir kenara çekilir, hastalanmaz; nefis azgınlaşarak çeşitli hastalıklar baş gösterir. İnsan kötülüğü emreden nefsinin egemenliği altına girer. Bu yanlış durum karşısında hayata tutunmak, diğer insanlarla ilişkileri korumak için nefis, çok büyük sıkıntılar çekmeye başlar ve bazı ruhsal hastalıklara sığınır veya duçar kalır. İnsan iç dünyasında ruhunu hâkim kılsa idi ne herhangi bir ruhsal rahatsızlığa yakalanırdı ne de yaşam ve insan ilişkilerinde üstesinden kalkamayacağı en ufak bir sıkıntıya düşerdi.

Elbette peygamberimiz (s.a.s) hayattan ve insanlardan gelen onca sıkıntıyla boğuşmuştu. Ama o yine de şükreden bir kuldu. Halinden dolayı Allah’tan (c.c.) razı idi. Bu yüzden ruh sağlığı açısından en mükemmel insandı.

Nefis adeta bedenin atmosferidir, ruhudur. Anasır-ı erbanın (hava, su, toprak, ateş) özelliklerini taşır. Anasır-ı erba Allah’ın ‘Ol!’ emri ile yoktan yarattığı şeylerdir. Onun için nefis yokluğa iştiyak duyar. Allah’ın emrine bağlanmaktansa ölmek ister. Özgürlüğüne çok düşkündür. Ruh ise Allah’tan bir soluk olduğu için ibadetlerden haz alır. Nefsin elinde esir durumda olan bir insan, ruhunun ibadetlerden aldığı bu hazzı pek az duyumsar. Ruhun gıdası ibadetlerden gelir. Nefsin gıdası ise bedene bağlıdır. İçgüdüler nefsin gıda aldığı kapılardır. Din bunları yok farz etmemiş, ama bunların doyurulmasını belli kayıtlara ve ölçülere tabi tutmuştur. Bu kayıtlara ve ölçülere dikkat edilemediği zaman nefis azgınlaşmakta ve iç dünyada büyük bir huzursuzluk baş göstermektedir.

Freud bütün ömrünü nefs-i emmareyi çözümlemeye adadı. Buluşları için çok şanslıydı. Zira çocukluğu ve gençliği ile dindar bir ailede ve muhitte büyümüştü. Tevrat ve onun tefsiri olan Talmut’u okuyarak yetişmişti. Yüce Allah (c.c.) tüm ilahi kitaplarında olduğu gibi Tevrat’ta da insana ruhsal yapısını, iç dünyasını tanıtmıştı, ayrıntılı bir şekilde anlatmıştı. Özellikle onun kötülüğe düşkün olan cephesini konu almıştı. Freud, büyüyüp olgunlaştığında ve meslek olarak ruh hekimliği branşını seçtiğinde bu küçüklüğünde ve gençlik çağında ilahi kitaplardan öğrendiği nefis kavramını seküler (din dışı) alana taşıyıp gözlem ve deneylerle onun içeriğini zenginleştirerek insanı yeniden keşfettiğini ilan etti. Bilinçdışı, biliçüstü ve bilinç kavramları ile insanı yeniden tanımladığını söyledi. Hâlbuki bütün bunlarla insanın sadece nefis yönünü gösterdi. Bulduğu yeni bir şey değildi. Bütün ilahi kitapların söylediği, açıkladığı, özelliklerini belirttiği nefis kavramı idi.

Freud insanı içgüdülerinin, özellikle cinsel içgüdüsünün emrinde bir varlık olarak gösterdi. Bu cinsel içgüdü tatmin olmadığında, istismar edildiğinde çeşitli ruhsal hastalıkların baş gösterdiğini belirtti. Ruhsal hastalıkların birinci nedeni olarak bunun üzerinde durdu.

Gerçekten nefsin en temel içgüdüsü cinselliktir. Hayatı o ayakta tuttuğu gibi toplumun temeli olan aile kurumu da ona bağlıdır. Fakat Freud bu buluşu ile insandaki iki gözden sadece birisini görmüştür. Nasıl kafamızda iki tane gözümüz varsa iç dünyamızda da iki tane farklı güç kaynağı, yani nefis ve ruh bulunmaktadır. Nefis için cinsel içgüdü adeta varlık sebebi iken ruh için bunun bir kıymeti yoktur. İnsan Allah’tan (c.c.) bir nefha olan ruhun eğilimlerini dikkate almadığı zaman hayvanlaşmakta, adeta şehvetini ilah makamına yükseltmektedir. Ruhun ızdırabı yücelere ulaşmak, bu garip dünyadan asıl vatanına hicret etmektir. Yüce Allah’ın (c.c.) ahlakı ile ahlaklanmaktır. Ruh Rabbine inanmaya, ibadetlere muhtaçtır. Bunlarsız hep bir arayış içerisinde bulunur. Ruhunu ibadetlerle tatmin etmeyen kişi, nefsinin azgınlaşmasına, hastalanmasına neden olur. Freud’un temel içgüdü olarak adlandırdığı, tatmin olmadığında kişiyi hastalandırdığını söylediği cinsel içgüdünün esiri olarak kalır. Ruhunu iç dünyasında hâkim kılan kişinin ruhaniyeti nerede, nefsini iç dünyasında hâkim kılan kişinin hayvanlığı nerede? Bunlar adeta cennet ve cehennem gibi birbirinden farklı mekânlara hitap etmektedir. Şöyle hayal dünyamızda bu iki tipi yan yana canlandırdığımızda Freud’un nefis hesabına cinsel içgüdü konusunda söylediklerinin doğru olduğunun; din ve tasavvufun ise ruh konusunda ifade ettiklerinin insanı daha kapsayıcı ve daha doğru olduğunun farkına varırız. Ruh iç dünyada hâkim olduğunda elbette cinsel içgüdü daha düzenli, daha iyi işleyecektir. Cinsel sorunlar, istismarlar nefislerine düşkün ama genellikle ruhlarının gıdalarını ihmal eden insanlarda meydana gelmektedir.

Kuşkusuz Freud bulgularını çok sistematik bir tarzda ortaya koymaktadır. Ayrıca deney ve gözlem gibi bilimsel yöntem ve tekniklerle hareket etmektedir. Bilimsel ve akılcı tavrı da insanları etkisi altına almaktadır. Onun buluşlarına bir süre sonra hayran olmamak elde değildir. Fakat psikanalize kuş bakışı baktığımızda büyük bir yanılsamanın içerisinde olduğumuzu, ruhu inkâr eden Freud’un yalancı bir dünyada, hayal dünyasında gezdiğini hemen anlarız. O insanı değil nefsi konu almıştır. Nefsin bataklığında insanları kurtarmak gibi sonuçsuz bir işe girişmiştir. Çünkü psikanalizde nefsin bataklığı dışında insanın ayaklarını dosdoğru basacağı bir kara parçası bulunmamaktadır. Psikanalizde derinleştikçe insan yavaş yavaş ruhu ve Allah’ı bu yüzden inkâra başlamaktadır. Din ve tasavvufa göre nefsin dini yoktur. Nefis tamamen küfür üzere yaratılmıştır. İnsanlar ilahi tebligatla nefislerine uymamaya davet edilmişlerdir. Çünkü nefis daima kötülüğü emredicidir (bk. Yusuf suresi, 53)

Dini bütün Müslümanlar Freud’un çok büyük bir din düşmanı olduğunu bildikleri için haklı olarak her şeyine karşı çıkarlar. Ona şüpheyle yaklaşırlar. Elbette bu tavır bir reflekstir. İnsanın veya toplumun inancı uğruna kendisini savunmasıdır. Gerçekten Freud’un eserleri çok tehlikelidir. İnsanı adım adım dinsizliğe, manevi bir çıkmaza ve bunalıma götürür.

Psikanalizin dini açıdan tehlikesi, insan hakkında yanlış bilgiler vermesi değildir; hakkın bir kısmı ile insanın bütününü temsil ettiğini söylemesidir. Yani nefsi insanın tüm ruhsal yapısına teşmil etmesi ve ruhu inkâr etmesidir. Freud insana nefis hesabıyla baktı ve şeytanın insanı çamurdan yaratılan bir varlık olarak görmesi gibi onu tebcil etmedi. Oysa yüce Allah Hz. Adem’i (a.s) kurumuş balçıktan yarattıktan sonra ona ruhundan üfledi. İnsanı böylece aziz kıldı. Meleklerin ve şeytanın ona secde etmesini emretti. Şeytan bu emri dinlemedi. Oysa şeytan da (Allah’ın laneti üzerine olsun), Freud da insana sadece nefis hesabı ile baktılar, onu içgüdülerinin tutsağı bir varlık olarak kabul ettiler, değerlendirdiler. Freud ruhsal hastalıkların bu içgüdülerin tatmin olmamasından kaynaklandığını belirtti, şeytan da insanı günahları süslü gösterip bu içgüdülerle azdıracağı yönünde Allah’a yemin etti (bk. Hicr suresi, 39)

Dini açıdan Freud’a karşı çıkan yazarlar, aslında Freud’u pek incelemeden, yüzeysel bir bakış açısıyla, sığ görüşlerle, hatta sırf Freud’un her görüşüne karşı çıkmak için kitap yazmışlardır. Bunların çoğu okunmaya bile değmemektedir. Freud’un ekmeğine de yağ çalmaktadır. Aslında Freud’a karşı çıkmayan Müslüman yok gibidir. Bu karşı çıkış nedeni ile dinden haberi olmayan, belki din konusunda bir şeyler bilmeyen veya çok az şeyler bilen kişiler de olumsuz yönden etkilenip Freud hayranı olarak dine karşı farkına varmadan cephe alabilmektedirler. Evet, Freud insan hakkında doğruyu söylemiştir. Daha doğrusu insan nefsini tanımlamada, açıklamada, tahlil etmede eşsiz bir deha örneği olmuştur. Fakat zekâsını kötüye kullanmıştır. İnsanı sadece nefisten oluşan bir varlık olarak tanıtmakla, değerlendirmekle büyük bir insanlık suçu işlemiştir, insanlığa zulüm kapısını açmıştır. Onun dine yaptığı tahribatı hiç kimse o derecede gerçekleştirememiştir. İnsanları hakla dalalete (sapkınlığa) sürüklemiştir.

Dindar insanlar onun en çok oedipus kompleksine içerlerler. Hâlbuki küçük yaşlardaki çocuklarda bu tür bir kompleksin varlığını dini bilgiler yok saymamaktadır. İslam inancına göre çocuklar buluğ çağına kadar masumdurlar. Yani günahları meleklerce yazılmaz. Fakat nefis sahibidirler. Yani küçük çocukların bazı günah sayabileceğimiz eğilimleri, nefsanî temayülleri olabilir. Ama akli yetenekleri gelişmediği ve yeterli düzeyde olmadığı için onlar bunlardan dince ve hukuk karşısında sorumlu tutulamazlar. Bu açıdan buluğ çağı günah yaşının girmesinde bir milattır. Hâlbuki biz din ve tasavvuf bilgileri sayesinde şunu biliyoruz ki, Freud’un bulduğu oedipus kompleksi şurada dursun, her insanın nefsinde insanların sahip olduğu, yaşamda gösterdiği bütün kötü huylar, ahlaksızlıklar, haramlar, zulümler tohum halinde yani potansiyel olarak mevcuttur. Bu nedenle Allah dostları manevi eğitimde bir Müslüman’a, hususiyle bir sofiye nefsini Firavun’un, Nemrut’un, Karun’un, kısacası kötülük timsali olarak tanınan herkesin nefsinden daha aşağı görmesini özellikle tavsiye ederler. Zira her insan taşıdığı nefisle bu insanlardan daha zalim ve daha sapık olabilir. Kısacası Freud’un oedipus kompleksi aslında çocukluğun çok masum bir nefsanî eğilimini ortaya çıkaran bir bulgudan öteye bir şey değildir.

Freud’un dine en büyük darbesi ise, psikanaliz denilen sistemin bütünlüğündedir. Psikanaliz nefsi çok mükemmel bir şekilde çözümlemektedir. Yani insanın bir yarımının anatomisini en iyi şekilde vermektedir. Ama psikanaliz nefsi insanın bütününe teşmil etmektedir. Yani insanı sadece nefisten ibaret saymaktadır. Bu yönü ile psikanaliz, nefsi insan yerine koymaktadır. Dolayısıyla psikanaliz hakkın bir yönünü tanımlamaktadır. Diğer ruh yönünü ise inkâr etmektedir. Bu ise insanı öldürmekle eşanlamlıdır. Çünkü insan ruh yönünü canlı tutarak bu dünyada ruh sağlığını korumaktadır. İbadetler ruha nur ve feyz vermektedirler. Ruh ibadetlerden uzaklaşınca nefis dayanaksız kalarak dünyaya ve içgüdülerinin tatminine aşırı derecede meyletmekte, bu sırada bazı engellemelerle veya doyumsuzluklarla karşılaşınca ruhsal hastalıklara yakalanmaktadır. Psikanalizin hastaları sağaltımda sunduğu yöntem şuna benzemektedir: Labirentte bir fare düşünün. Onlarca çıkmaz yolla önüne seçenekler sunulmuş. Fare bir yola giriyor, sonra başka bir yol deniyor. Ama hiçbir yol onu labirentten dışarı çıkarmıyor. Hep içeride bırakıyor. İşte Freud’un psikanalizi hatta ona karşı olan veya alternatif olarak sunulan bütün psikoloji ve psikanaliz, psikoterapi ekolleri de böyledir. Çünkü hepsi de insanları nefis hesabıyla ele almakta ve ruhsal yönlerini inkâr etmektedirler. Sadece nefsanî yönlerini hesaba katan çözümleme ve sağaltım yönleri ile hastaları iyileştirmeleri ise, asla mümkün değildir. Bu büyük bir aldanıştır. Nefis ancak ruhun olgunlaşması ve tatmini ile huzura erer. Ruhun tatmini, olgunlaşması, nefsin sağlığını koruması ise ancak haramlardan uzaklaşma ve ibadetlere yönelme ile mümkündür. İnsanın nefsini ruhundan bağımsız olarak iyileştirmek mümkün değildir. Ruh ve nefis birbirine uyum içerisinde yaratılmıştır. Aralarında rekabet, birbirini alt etme olsa da bunların biri olmadan diğerinin de yaşaması mümkün değildir.

Yüce Allah (c.c.) insanı en güzel bir şekilde yaratmıştır. Yarattıktan sonra da yalnız bırakmamıştır. Allah (c.c.) tarafından gönderilen dinler, tıpkı çamaşır makinesi üreten bir fabrikanın, bozulan makinelerin tamir edilmesi için servisler kurması gibi bir vazifeye de sahiptirler. Yüce Allah insanların ruhsal yönden sağlıklarını koruması veya bozulan ruh sağlıklarının iyileştirilmesi için peygamberler ve ilahi kitaplar göndermiştir. Günahların hepsi insan nefsini çeşitli hastalıklara uğratır. Farzlar, ibadetler ise insanı ruhsal olarak geliştirir. Özellikle namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerin insanı ruhen, sosyal yönden, bedenen ne derece sağlıklı kıldığını açıklamaya bile gerek yoktur sanırım. Allah’ın (c.c.) ibadetlere ise hiç ihtiyacı yoktur. İbadetler sadece bizlerin ebedi ahret yurdumuzu bayındır kılmazlar, onların ayrıca bu dünyaya bakan tarafları da vardır. En başta ruh sağlığımızın korunmasına hizmet ederler. Tıpkı gıdasız kalan bir vücudun en sonunda zayıf düşerek hastalanması gibi ibadetten uzak olan bir insanın da ruhsal yönden hastalanmak dışında başka bir seçeneği yoktur.

Freud’un psikanalizinin (tabii diğer tüm psikoloji ve psikanaliz, psikoterapi ekollerinin) en büyük eksikliği ise, insanın ruhsal etkileşiminde şeytanlara yer vermemeleridir. Bugün artık bilimsel bir olgu olarak cinler âlemi keşfedilmiş, parapsikoloji adı altında da onlar pek çok üniversitelerde bilimsel araştırmalara bile konu olmuştur. Cinlerin inanmayanlarına şeytan denir. Şeytanlar insan soyuna karşı amansız düşmandırlar. Hadislerde ifade edildiği üzere yanında kötü yola düşürmek üzere görevli şeytanı olmayan Müslüman yoktur. Şeytanlar sürekli vesvese verirler. Bu vesveseler bilince sanki kişinin kendi özgün düşünceleriymiş gibi gelirler. Oysa şeytanlardan kaynaklanırlar. Bu tür olumsuz düşünceler şeytanlar tarafından bilinçdışında işlenirler. Buradan bilince yükselirler. Amaçları insanları kötülüklere yönlendirmektir. İnsan ilişkilerinde aklımıza gelen bütün olumsuz düşünceler, hep onlardan kaynaklanır. Yüce Allah (c.c.) Müslümanlara karşı suizanı, gıybeti yasaklayarak şeytanların bu yollarını tıkasa da maalesef şeytanlar bu konuda yine de büyük başarılar kazanmaktadırlar.

Bekârları evlendirmemek, evlileri boşandırmak için şeytanların yapmadıkları oyun yoktur. Mesailerinin büyük çoğunluğu bununla geçer, vesveselerinin en başlıca konusunu bunlar teşkil eder. Çünkü bekâr veya boşanan bir insanın zinaya düşmesi çok kolaydır. Zina ise çok büyük günahlardandır. Zinaya düşen bir insanda ne akıl kalır, ne din. Böyle birisi dünya ve ahret mutluluğundan mahrum kaldığı gibi –tabii şayet tövbe nasip olmazsa- büyük bir belaya da düşer. Evinde, işinde bet bereket kalkar. Nurdan, feyizden mahrum kalır. Allah’ın, meleklerin lanetine müstahak olarak büyük bir uğursuzluk çukuruna düşer. Bu büyük günahın ağırlığından kurtulmak için yavaş yavaş iman mevzularını (ahret gününü, kitabı, peygamberleri …) inkâra başlar veya bu tür inkâr düşüncelerine meyleder. Çok insanın ateizme meyletmesinde nefsin zina isteğinde vicdani rahatsızlığı devre dışı bırakma isteği önemli bir rol oynar. Çünkü sonuçta annesinin, kız kardeşlerinin, varsa kızlarının böyle bir zina fiilini işlemesine vicdanı şiddetle karşı çıkarken kendisinin bunu yapması ona çok büyük bir ruhsal rahatsızlık vermektedir. Bütün bunlardan kurtulmak için iman konularından uzaklaşmak veya onları inkâr etmek kendisini biraz da olsa yatıştıracaktır, rahatlatacaktır.

Freud’un bir buluşuna Kuran-ı Kerim’in dikkat çekmesi ise beni çok şaşırtmıştır. Freud’un psikanalizinin kilit kavramlarından birisi de ‘hadım edilme kompleksi’dir. Buna göre 3-5 yaşları arasındaki erkek çocuklar oedipus kompleksi etkisi altında iken birdenbire hadım (iğdiş) edilme kompleksinin etkisi altına girerler. Bunda en temel etmen karşı cinsin (kadının) erkek cinsel organından yoksun olduğunu keşfetmeleridir. Çocuklar bu yaşa değin bu organın erkek ve kadın bütün insanlarda olduklarını varsayarlar. Eksikliğini düşünmek bile istemezler. Hatta kızları, annelerini çıplak bile görseler onlarda da bu organın küçük olarak (klitorisin) var olduğunu ve büyüyeceğini varsayarlar. İşte bir gün artık erkek çocuk bu gerçekliği kavrar, yani kızlarda erkek cinsel organı olmadığını anlar, bu yüzden büyük bir şok yaşar. Hadım edilme kompleksinin etkisi altına girer. Bu kompleks oedipus kompleksini yıkmaya başlar. Zira erkek çocuk cinsel organının kesilebileceğini düşünür. Bundan büyük bir kaygı duyar. Annesi ile evlenmesi halinde babasının kendisini cezalandıracağını varsayar. Tabii bütün bunlar, genellikle bilinçli değil bilinçaltına bastırılan düşüncelerdir. Dolayısıyla bunların büyükler tarafından hatırlanması, anlaşılması mümkün değildir. İşte yüce Allah (c.c.) buluğa ermeyen çocukların hadım edilme kompleksinde büyük yıkımlar yaşamaması için bir önlem almış ve anne babaların aynı odada kalıp yattıklarında onların çıplak bedenlerini görmemesi için izinsiz olarak içeriye girmemeleri için buluğa ermemiş çocukları da belirtmiştir (bk. Nur suresi, 31). Bunu belirtirken de Kuran-ı Kerim’in bir mucizesi olarak ‘çocuklardan kadınların cinsel organını tanımayan (evi’t-tıfli’l-lezine lem-yezheru alâ avrati’n-nisâi)’ tabirini kullanmıştır. Hâlbuki burada buluğa ermeyen ifadesi kullanılabilirdi. Hem de akıl ve mantık açısından daha uygun düşerdi. Çünkü Kuran-ı Kerim’in çok yerinde bu tabir, yani buluğ kelimesi geçmektedir. Hâlbuki yüce Allah (c.c.) bu ayette kadınların ‘çocuklardan kadınların cinsel organını tanımayan’ ifadesi ile bu çocukların hassas bir noktalarına vurgu yapmakta, onların hadım edilme kompleksi etkisi altında olduklarına dikkati çekmekte, böyle bir kompleksin etkisi altındaki çocuğun anne ve babasını çıplak olarak görmesinin uygun olmayacağını dolaylı bir şekilde ifade etmektedir. Kısacası bu Kuran-ı Kerim’in büyük bir mucizesidir.

Ben bu mucizeyi görünce çok şaşırdım. Bir de şöyle düşündüm: Keşke bunu Freud da görseydi… Acaba bunu nasıl karşılardı? Kuran-ı Kerim’in kendi keşfini desteklemesine ne derdi? Onun Allah kelamı olduğuna iman eder miydi? Bunlar kafamdan çokça geçti. Ama Allah’ı (c.c.) inkâr eden bir insanın O’nun kitabındaki bir ayetine inanacağına pek ihtimal vermedim. Çünkü zaten dünyadaki, evrendeki her şey Allah’ın (c.c.) varlığına ve birliğine işaret edip dururken bu insanın sadece keşfini doğrulayan bir ayetteki bir işaretle inancını değiştirebileceğini pek sanmıyorum. Bu durum olsa olsa onu kendi nefis hesabına biraz sevindirirdi.

Freud nefsin dilini başarıyla çözümlemiştir. Özellikle nefsanî rüyaları çok başarılı bir şekilde ele almıştır. Hak rüyalara zaten hiç inanmamıştır. Emmare nefis sahibi kişiye zaten hak rüya görme pek nasip olmaz. Bu rüyaları çözümlemede kullandığı serbest çağrışım gerçekten isabetli bir yöntemdir. Daha sonra bu tekniği hastalarında hastalık nedenini bulmada, bilinçdışını ortaya sermede de kullandı. Ayrıca dalgınlıkla, yanlışlıkla yapılan işlerin, söylenen sözlerin bilinçdışını ortaya serdiğini söylemesi ve bu konuda sunduğu malzemeler de kayda değerdir. Kısacası Freud, insan nefsini tanımada bizlere büyük bir hazine sunmuştur.

Peygamberimiz (s.a.s) ‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’ demiştir. Psikanaliz ise baştan sona nefsi konu almaktadır. İnsan psikanalize bu açıdan bakınca büyük bir hazine ile karşı karşıya olduğunun farkına varmaktadır. Oysa aynı psikanaliz bazıları için ruhu, Allah’ı inkâra kadar götüren bir alan olmaktadır. Bunun en başlıca sebebi onların psikanalizden çıkamamaları, insanı ruh boyutuyla bir bütün olarak görememeleridir.

Tasavvuf yüzyıllarca psikanalizin yaptığı işi yaptı. Hasta ruhlara şifa dağıttı. Bunu yaparken kişinin nefsanî yapısını kırmaya, düzeltmeye; ruhunu beslemeye özen gösterdi. Nefis Allah rızası için iş görmekle, çeşitli mahrumiyetlere katlanmakla (oruç, çile, erbain) ezilir, düzelir, kendisine gelir; ruh ise zikirle nurlanır ve feyizlenir. Nefsini Allah’ın kitabına göre terbiye eden, ruhunu ibadetlerle besleyen bir insanın ruh hastalıklarının esiri olarak kalmasına imkân yoktur. Böyleleri hem dünyada hem ahrette mutluluğa ererler.

Psikanalizin tasavvuf erbabı tarafından doğru bir şekilde anlaşılırsa onları büyük bir marifete götüreceğine, en azından bu sayede nefs-i emmareyi iyi bir şekilde tanıyacaklarına inanmaktayım. Peygamberimizin (s.a.s) buyurduğu gibi ‘İlim Çin’de bile olsa alınız.’ Yine başka bir hadis-i şerifte, ‘İlim Müslüman’ın yitik malıdır, nerede bulursa alır.’ Psikanaliz kuşkusuz sakıncaları bulunan bir ilimdir. Biz bu yazımızda bunların en başlıcalarını zikrettik. Bunun yanında psikanaliz nefs-i emmareyi tanımada adeta bir hazine değerindedir. Bu yönü ile asla ihmal edilmemesi gerekir, kanaatindeyim. Çünkü dinin de tasavvufun da bilgi ve hizmet sahası öncelikle nefis gerçeğini bütün yönleriyle en iyi şekilde tanımakla gerçekleşmektedir.

Freud hayatının sonlarına doğru yazdığı bir makalede psikanalizin hastaları iyileştirmedeki başarısızlığını itiraf etmiştir. Onun bu yazısı da benim için çok ilginçtir. Zira farenin, buluşu olduğunu iddia ettiği psikanaliz labirentinden bir türlü çıkamadığını kabul etmesi beni çok şaşırtmıştır. Bir insanın acizliğini anlaması, büyük bir hikmete kapı açabilirdi. Daha doğrusu hidayete gelmesine vesile olabilirdi veya bu konuda önemli bir rol oynayabilirdi. Ama ne yazık ki, hayatının sonlarında yakalandığı ağız kanseri gibi çok zor bir hastalık da, ayrıca psikanaliz hakkındaki bu karamsar görüşü ve bu konuda aczini ifade etmesi de onu inançsızlık buhranından kurtaramamış, hayatının sonlarında daha çok ateistliğini vurgulayan yazılar yazmasını engelleyememiştir.

Allah (c.c.) nefsi en iyi şekilde bilmeyi ve şerlerinden korunmayı müyesser kılsın, cümlemize imanla çene kapamayı nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

[img]http://www.denizlerkitabevi.com/vitrin/kbimg/cch/prd/2/200/730922.jpg[/img]
Hiç, Hiççilik, Hiç Olmak, Hiçin Felsefesi, Tasavvufta Hiç,
İki yıl kadar önce bir dostumun cep telefonunun duvar resminde Arapça imlalı bir ‘Hiç’ yazısı gördüm. Onu pek beğendim. Dostum benim cep telefonuma ilgili yazıyı aktardı.

Cep telefonumda bu ‘Hiç’ yazısını görenlerin çoğu, bunun ne anlama geldiğini benden sordular. Ben onları kısaca bilgilendirince onlardan bazıları, ‘Hiç’ yazısının kendi cep telefonlarının duvar resmini de süslemesini arzu ettiler. Onlarca kişi benden bu şekilde ‘Hiç’ yazısını aldılar. Kim bilir, onlar da kaç kişiye böyle ‘Hiç’ yazısını aktardılar…

Elbette güzel ve anlamlı şeyler paylaşılmalı. Çoğalmalı, çoğaltılmalı. Bunlara vesile olanlardan Allah (c.c.) razı olsun…

‘Hiç’ bir sembol ve slogandır. Arkasında büyük ve engin bir düşünce, felsefe, ideoloji yatar. Tasavvufun da köşe taşıdır. Dosdoğru anlaşılırsa insana yüce haller, manevi makamlar bağışlar.

Her şeyde olduğu gibi ‘Hiç’in de bir negatif bir de pozitif yönü bulunmaktadır. Olumsuz tarafını felsefe yüklenmiştir. Buna ‘Nihilizm (Hiççilik)’ denmektedir. Burada ‘Hiç’ nefsin arzularına hitap etmektedir. Bu felsefi ekole bağlı olanların temel sorunu, nefsi sınırlayan, kısıtlayan, engelleyen her şeyi özellikle ahlaki, dini kuralları yok saymaktır. Ortadan kaldırmaktır. Çöpe atmaktır. Her ne kadar Nihilistler siyasi, sosyal, felsefi alanlarda da tam bir özgürlük, hiçbir tabu tanımama, hiçbir şeye inanmama, bağlanmama gibi iddiaları dile getirseler de temel sorunları din ve ahlak cephesinde görülür.

Bir insan bu Hiççilik felsefesine bağlandığı zaman içgüdülerini adeta ilah edinmiş gibi olur. Çünkü içgüdülere az çok nizam veren din ve ahlak kurallarıdır. Onları ortadan kaldırdığımızda, hiç olarak gördüğümüzde içgüdüler, her türlü denetimden ve nizamdan uzak bir anlayışla adeta hortlarlar. Toplumda büyük suçların, ahlaksızlıkların işlenmesine neden olurlar. Din ve ahlak kuralları, insanların cinsel hayatlarını düzenler, cinsel sapıklığa, sapmaya düşmelerini engeller, içgüdüleri denetim altına alır.

Nefis ve şeytanlar, insanların zinaya, cinsel sapıklıklara ve sapkınlıklara düşmeleri yönünde sürekli olarak vesvese verirler. Kişinin sahip olduğu bazı değerler, özellikle din ve ahlak kuralları onu bunlardan alıkoyabilir. Şayet bir insan ‘Ben felsefi bir görüş olarak Hiççiliği benimsiyorum.’ diyorsa, o nefse ve şeytanlara bu konularda adeta davetçi çıkarmış gibi olur. Onun nezih, temiz bir hayatı yaşaması artık çok zorlaşır. Çünkü nefis ve şeytanlar nasıl olsa bu kişi din ve ahlak kurallarına bağlı değil, onların varlığına bile karşı diyerek, her vesile ile ilgili kişinin cinsel hayatını alt üst etmek için komplolar kuracaktır.

Tabii ‘Hiççilik’ felsefesini benimseyip de zinadan ve cinsel sapıklıktan, sapkınlıktan uzak insanların varlığını da inkâr etmemek, bu felsefi ekole bağlı her insana olumsuz bir gözle bakmamak da gerekir. Yüce dinimiz insanlar hakkında suizannı yasaklamış, her insana hüsn-i zanla bakmayı emretmiştir. Elbette dini ve ahlaki kurallara saygılı olup da Hiççiliği siyasi ve felsefi gibi düzlemlerde uygulamak isteyen kişiler de bulunabilir. Böyle olduklarını iddia eden bir ikisine ben rastladım. Onlara pek inanmasam da iddialarına saygı göstermek gerektiğini düşündüm.

Bir insan, karşı cinsten çekici ve hoş birisi ile karşılaştığı zaman ona karşı biraz meyil hissedebilir. Bu normaldir. Çünkü her birimiz nefis sahibiyiz. Kişi, dini ve ahlaki değerlere sahipse, bunu ona göre ölçüp değerlendirir. ‘Estağfirullah!’ diyerek gözünü, gönlünü o kişiden çeker. Nefsine ve şeytanlara uyarsa bu meyli önce hareket ve ses tonu gibi çeşitli dillerle karşı tarafa sezdirebilir. Biraz cesaret alırsa ona yakınlaşabilir. Açık bazı tekliflerde bulunabilir. Şayet karşı taraf din ve ahlak yönü ile güçlü ise, bundan hemen utanır ve kaçma refleksi ile tepki gösterir. Eğer daha güçlü bir karaktere sahipse kızabilir, çeşitli birimlere, kişilere şikâyetçi olabilir. Böyle birisi, yani dini ve ahlaki yönü güçlü birisi bu tür bir teklifi hoş görürse dinin ve toplumun meşru ilişki ölçülerinin dışına pek çıkmak istemez. Çeşitli şekillerde ilişkiyi meşru zeminde sürdürme yollarını arar, sunar. İşte Nihilist birisi böyle konularda utanmayı ve kaçmayı, din ve ahlak kurallarını, toplumu küçük gördüğü, onlara değer vermediği, onları hayatından dışladığı için farklı düşünmekte ve genellikle nefsinin ve şeytanların istediği doğrultuda hareket etmektedir. Zinaya veya bazı sapkın ilişkilere çok kolaylıkla düşebilmektedir. Toplumun temeli olan aile kurumunu yıkıcı, yozlaştırıcı etkilerde bulunabilmektedir. Tabii her Nihilisti bu kefeye koymamayı yukarıda belirttik.

Kısacası Nihilizmde ‘Hiç’ olan şey, genellikle dini ve ahlaki kurallardır. Tek var olan şey ise, nefsin arzularıdır. Amaç nefsin arzularını her sahada hâkim kılmak, ilah edinmektir.

Şimdi asıl konumuza dönelim. Hiççiliğin negatif yönünü, felsefeye bakan tarafını bir yana bırakalım. Pozitif cephesine değinelim.

‘Hiç’ tasavvufun ideolojisinin sembolü ve sloganıdır. Tek bir kelime ile tasavvufun temeli ve ideolojisi olan vahdet-i vücut düşüncesini taşır, ifade, hatta izah eder. O kadar derin bir kelimedir…

‘Hiç’ tasavvufta derin anlamlı bir kelimedir. Ama bunun yanında öz ve açık bir anlama da sahiptir. Sadece bu anlamı ile vahdet-i vücut düşüncesini de taşıyabilir: Öz ve açık anlamı ile ‘Hiç’, kişinin kendi nefsinin ve varlık âleminin yok olduğunu, asıl var olanın yalnız Allah olduğunu anlatır.

‘Hiç’ Allah’tan başka gerçek varlık yoktur, demektir. Öncelikle kişinin varlığını, nefsini yadsır. Tek gerçek varlığın Allah (c.c.) olduğunu vurgular. Bu açıdan İslam’a girişte söylenilen parolayı, yani kelime-i tevhidi tasavvufi anlamı ile tefsir eder.

Nefis makamları kelime-i tevhidi tasavvufi anlamı ile zikretmedikçe aşılamaz. Normal anlamı ile yani Allah’tan başka ilah yoktur anlamı ile kelime-i tevhit zikredilirse sevap kazanılır, günahlar dökülür. Ama tasavvufi anlamı ile kelime-i tevhit zikredilirse bunların yanında nefis yağ gibi erimeye ve nefis makamları hızla kat edilmeye başlanır. Allah’ın (c.c.) rızasına erişilir.

Kelime-i tevhidi tasavvufi anlamı ile zikretmek kolay değildir. Bunun için ölüm murakabeleri (tefekkür-i mevt), vahdaniyet murakabeleri alışkanlık haline gelmiş olmalıdır. Yani bu derslerle nefis iyice hal sahibi olduktan sonra kelime-i tevhidi bu tasavvufi anlamı ile zikretmek mümkün olur.

Eskiden tekke ve dergâhların girişlerinde genellikle bu ‘Hiç’ yazısı bir tabloda veya levhada gözlere çarpardı. Daha doğrusu insanların adeta gözlerine sokulurdu. Onların görmeleri sağlanırdı. Bununla pek çok faydalar mülahaza edilirdi, amaçlanırdı.

Bir kısım insanlar tekke ve dergâhlara psikolojik rahatsızlıklarından, sinir hastalıklarından şifa bulmak için geliyorlardı. O zamanlar tekke ve dergâhların bu gibi toplumsal hizmetleri de vardı. ‘Hiç’ onların bu tür dertlerine en büyük şifaydı. Çünkü nefsine ‘Hiç’ dersini günde en az beş dakika kadar veren bir kişinin bütün psikolojik ve sinir rahatsızlıkları sabunun suda erimesi gibi yavaş yavaş ortadan kalkar. Yok olur.

Her türlü psikolojik ve sinir rahatsızlıkları nefsin komplekslerinden kaynaklanır. Olumsuz yaşantılar ve duygular nefiste kendini savunmak için kompleksler meydana getirir. Kompleksler olumsuz yaşantıların bilinçaltına bastırılması sonucu oluşur. Negatif duygular buralardan kaynaklanır ve insan ilişkilerinin sağlıklı olmasını önlerler. İşte nefse talim edilen günde beş dakikalık bir ‘Hiç’ dersi onun bütün komplekslerini yavaş yavaş ortadan kaldırır. İnsanı ahlaki açıdan üstün duruma doğru yükseltmeye de başlar.

‘Hiç’ olduğunu günde birkaç dakika tefekkür eden bir kişi bir başka insana karşı kibir, küçük görme, haset, nefret, intikam, çekememezlik gibi olumsuz duyguları duyamaz. Duysa da bunlar ‘Hiç’ tefekkürü ile yavaşa yavaş erirler ve yok olurlar.

Ben ‘Hiç’ olduğuma göre bu tür olumsuz duygularım benden de hiçtirler. Hiçliğini duyumsayan bir insanda varlık ve benlik kalmaz. Dünyaya karşı şehveti sakinleşir. Başka insanlara karşı olumsuz duygular duyması için bir nedeni de olmaz. Böyle olunca da insanların psikolojik ve sinir rahatsızlıkları da ortadan kalkar.

Üst katımızda oturanlar iki yıldır evlerini tamir ediyorlar. Daha doğrusu ev sahibi kendi çapında bir usta. Gündüz işine gidiyor. Akşamları ve pazar günleri evini tamir etmeye çalışıyor. Bunun için de bize mazeret bildirdi, bizden özür diledi. Tamir sesleri eşimi sinir hastası yaptı. Psikolojisini bozdu. Ben ise önceleri bundan büyük bir rahatsızlık duyarken sonraları bu rahatsızlık duygusunu irdeleyince onda nefsin bazı olumsuz damarlarını keşfettim. İnsan kendisinin bir hiç olduğunu biraz tefekkür edince başkalarına karşı pek öfkelenemiyor. Çok anlayışlı biri haline gelebiliyor. Bambaşka bir insan oluyor. Sabrı yudum yudum tadabiliyor. Bundan da büyük bir keyif alabiliyor. Bunu bu hadisede daha bir yakinen anladım. Hadis-i şerifte belirtildiği üzere sabır imanın yarısıdır. Yüce Allah (c.c.), sabredenlere mükâfatlarını hesapsız vereceğini söylüyor (bk. Zümer suresi, 10). Bu müjdeler bile bizleri bu gibi durumlarda yeterli derecede sabırlı kılabiliyor.

Bir insan başkalarına karşı niçin öfke, kin, haset… gibi olumsuz duyguları duyar? Çünkü karşı taraftaki insanları küçük görmektedir. İnsan kendisinden üstün ve büyük kişilere karşı bu olumsuz duyguları duymaz. Bilakis onlara karşı bir hayranlık besler. Oysa bu büyüklük davası insana yakışmaz. Şeytana has bir sıfattır. O, Hz. Âdem’e (a.s) karşı böyle büyüklendi. Hem cennetten oldu hem de Allah’ın lanetine müstahak oldu. Şayet bir insan nefsine her gün birkaç dakika bu ‘Hiç’ dersini uygulasa bu olumsuz duygulardan tamamen uzaklaşır. Melekler gibi saflaşır. Manevi haller yaşamaya başlar. Nefsi de ileri makamlara doğru yükselir.

Namazda ihsan hali ile huşua daldığımızda, sonra da kendimizi Allah (c.c.) karşısında bir ‘Hiç’ olarak gördüğümüzde ilgili hal daha da derinleşir. Namaz çok feyizli ve nurlu olur.

‘Hiç’ hali kadar şeytanları çaresiz, perişan bırakan başka bir şey bilmiyorum. ‘Hiç’ hali olmasaydı şeytanların elinden kurtulmak ve onlara karşı zafer elde etmek mümkün olmazdı. Bu sözlerimi kalp gözü ile nurları müşahade etmiş ve tecelli-i nura gark olmuş kişiler anlayabilir.

Mevlana’nın Mesnevi’sini değişik zamanlarda baştan sona üç kere okumak nasip oldu. İkinci okuyuştan sonra kendime şu soruyu sordum: Bunca hikâye içerisinde tasavvufi mesaj açısından en etkili dersi hangisi verdi? Aklıma iki hikâye geldi. Bu iki hikâyeyi iyi okuyup anlayana büyük bir ders verilir, diye düşündüm. Hatta bu yolda büyük nasiplere kavuşur. Tasavvufun özünü anlar, kanaati bende oluştu. Sonra, Mesnevi’yi üçüncü kez baştan sona okumak nasip oldu. Aynı soruyu bir daha kendime sordum. Kendi kendime aynı cevabı yineledim. Aynı sonuca ulaştım. Görüşümde bir değişiklik olmadı.

Evet, bu iki hikâyenin diğer yüzlerce hikâyeden ayrılan yönü, tasavvufun temel konusunu doğrudan işlemeleriydi. Yani bu iki hikâye ‘Hiç’i temel konu olarak almışlardı. Çok etkili bir şekilde bu temayı adeta insanın kafasına kazıyorlardı.

Ben bu iki hikâyeyi çok tefekkür ediyorum. Her zaman aklıma gelirler. Özellikle bir manevi güç almak istediğimde şuurum derhal bu iki hikâyeye yönelir, manevi açıdan adeta şarj olurum. Öyle ki, bu benim için adeta ‘Hiç’i murakabe etmek gibi bir şey oldu. Onlar bana çok şey öğrettiler.

Burada kısaca bu iki hikâyeyi özetlemek istiyorum:

Birinci hikâye şöyle:
‘’Tacirin birisinin bir papağanı vardı. Onu bir kafeste besliyordu. Tacir bir gün Hindistan’a gitmeye niyetlendi. Ev halkına veda etti. Onlara Hindistan’dan sizlere ne getireyim, diye sordu.
Sıra papağandan ayrılmaya gelmişti. Tacir kuşuna da aynı soruyu sordu. Papağan efendisine dedi ki:
-Benim vatanıma gidiyorsun. Orada nice papağanlar vardır. Ancak onlar benim gibi bir kafeste mahpus değillerdir. Kimi yeşillikler içerisinde bahçede, kimi dallardadır. Onlara benden selam söyle. Onlara de ki: Benim papağanım sizlere hasret çekiyor. O bir kafeste esirdir. Sizler ise özgürsünüz. Ona bu sıkıntıdan kurtulması için bir öğüt veriniz.
Tacir Hindistan’a vardı. Sahralarda pek çok papağan gördü. Onlara selam verip kendi papağanından bahsetti. Ansızın bu papağanlardan birisi titremeye başladı. Kendisinden geçti. Yere serildi.
Tacir papağanı öldü sandı. Verdiği bu haberden dolayı pişman oldu. Üzüldü. Kendi papağanın bununla akraba olduğunu, bunun için kederinden dolayı öldüğünü düşündü.
Tacir ticaretini bitirerek evine döndü. Hediyelerini dağıttı. Papağan kendi hediyesini isteyip oradaki ahvalden sordu.
Tacir papağana üzüntü ve pişmanlığını belirttikten sonra Hindistan’da bir papağanın kendi papağanının durumundan haberdar olunca titreyip yere düştüğünü ve öldüğünü söyledi.
Papağan bu hikâyeyi işitince o da tıpkı Hindistan’daki papağan gibi titredi, yere düşüp öldü.
Tacir papağanı kafesten alıp dışarı attı. Papağan uçup yüksek bir ağacın dalına kondu.
Tacir bu duruma şaşıp kaldı. Nedenini papağandan sordu. Papağan şöyle dedi: Hindistan’daki papağan fiil ve hareketleriyle bana ders verdi, nasihat etti. Hal dili ile bana dedi ki, seni sesin esarete düşürdü. Kendini ölü gibi gösterirsen kurtulacaksın. Sözlerini tamamlayan papağan Hindistan’ın yolunu tuttu. ‘’

Her birimiz papağan misali ten kafesinde esiriz. Nefsimize ve dünyaya bağlıyız. Şayet Hindistan’daki papağan gibi birisinden yani bir mürşid-i kâmilden ders alırsak marifete ve hakikate ulaşabiliriz. Bu ten kafesinden kurtulmanın yolu tacirin papağanı gibi ölmeden önce ölmenin, yani ‘Hiç’ olmanın sırrına ermektir.

İkinci hikaye şöyle:
‘Arslan, kurt, bir de tilki avlanmak için dağa, ormanlığa gitmişlerdi. Savaşçı bir arslanın peşine takılan elbette eli boş dönmez. Kısa zamanda bir dağ sığırı, bir keçi, bir de semiz bir tavşan avladılar. Avları sürükleye sürükleye dağdan ormana getirdiler.
Kurt ile tilki açgözlü bir tavır takındılar. Hisselerine düşecek etleri düşünmeye başladılar. Ağızları sulanarak daha çok et yemenin hayalini kurdular. Arslan ferasetiyle kurt ve tilkinin kalbinde geçirdiği şeyleri bildi. Yüzlerine gülmesine rağmen içten içe öfkelendi. Huzurunda bu tür bir edepsizliği cezasız bırakamazdı. Onlara bir ders vermek istedi.
Arslan kurdu imtihan etmek için av hayvanlarını aralarında paylaştırmasını istedi. Kurt dedi ki: Padişahım, yaban sığırı senin payın olsun. O da büyük, sen de büyüksün. Orta boyda, irilikte olan keçi de benim olsun. Tavşan da tilkiye uygun bir av.
Arslan kükreyerek söylediklerini bir daha tekrar etmesini emretti. Sonra kurdu yanına çağırdı. Bir pençe darbesiyle canını aldı. Kurdu cansız yere serdi.
Arslan, kendi kendine şöyle dedi: Ey koca kurt, madem hayvanlar padişahının önünde kendini ölü saymadın. Cezanı gör. ‘Biz onlardan intikam aldık (Araf suresi, 136).’ ayet-i kerimesinin hükmü budur.
Ondan sonra arslan yüzünü tilkiye çevirdi. Haydi, dedi, bunları aramızda sen pay et!
Tilki arslana şöyle dedi: Ey yüce padişah, şu semiz öküz, senin kuşluk yemeğin olsun. Şu keçiden de aziz padişahımızın öğle yemeği için yahni yapılır. Tavşan ise lütuf ve kerem sahibi padişaha akşamleyin bir çerez olur.
Arslan: Ey tilki, dedi, bu hakça paylaşmayı nasıl öğrendin? Tilki: Ey cihan padişahı, dedi, bunları ben kurdun başına gelenlerden öğrendim.
Arslan: Mademki kendini bizim aşkımızda fani eyledin. Avların üçü de senin olsun. Al götür!
Arslan sözlerine şöyle devam etti: Ey tilki, sen tamamıyla biz oldun. Bizim oldun. Artık seni nasıl incitebiliriz? Biz de seniniz. Bütün hayvanlar da senin. Artık yedinci kat göğün üstüne ayak bas, yüksel!
Tilki, arslan bunu bana kurttan sonra teklif etti diye yüzlerce şükürde bulundu.
Akıllı insanlar Firavunların, Ad kavminin başına gelenleri duyunca şu varlıktan da geçer, hırs ve gururu da bırakır. Varlıktan, kendini büyük görmekten vaz geçmezse bu sefer onun halinden, sapkınlığından başkaları ibret alır.’

Her insan, aslında kurt gibi düşünür. Akıl mantık bunu gerektirir. Kurt burada aklı ve mantığı temsil eder. Ama bu hikâyede yüce Allah’ı (c.c.)temsil eden arslan bundan razı değildir. Gerçi kurt akıl ve mantığı şeriata ters değildir. Görünüşte büyük bir adaleti de temsil etmektedir. Fakat ilahi aşk yolunda bu kurt aklı ve mantığı beş para etmez. İlahi aşk yolunda kadere itirazsız teslim olmak, hatta her şeyde hayırda ve şerde yüce Allah’tan razı olmak gerekir. Onun için yüce Allah’ın (c.c.) karşısında ‘Hiç’ olmak ancak bu ayrıcalığı sağlar. Onun lütuf ve ihsanlarına sonsuz bir güvenle bağlı olmak, bela ve musibetlerine güzelce sabretmek ilahi aşkın bir gereğidir. Yoksa bu yolda bir milimetre bile ilerleme olmaz. Tilki gibi hadiselerden ibret almak da büyük bir makam ve derecedir. Kurt gibi bu ilahi aşk yolunda tamamen nasipsiz olmaktansa tilki gibi taklidi, zoraki bir yol tutmak da bir kardır. Büyük kazanç sağlar.

Yüce Allah (c.c.) nefsimizi tanımayı ve ona hiçbir değer vermemeyi nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi

[img]http://www.denizlerkitabevi.com/vitrin/kbimg/cch/prd/2/200/730922.jpg[/img]
Hiç, Hiççilik, Hiç Olmak, Hiçin Felsefesi, Tasavvufta Hiç (2)
İlk yazımızda ‘Hiç’ kelimesini ağırlıklı bir şekilde kullanınca daha sonra içimde buna bir itiraz yükseldi. Hâlbuki tasavvuf ve tarikat literatüründe bunun yerine ‘Fena’ terimi kullanılmaktaydı. O yazıda buna hiç değinmemem, bu terimi hiç kullanmamam daha sonra ilgili yazıda büyük bir eksiklik olarak görüldü. Gerçi ‘hiç’ ve ‘fena’ tasavvuf ve tarikat kültüründe birlikte kullanılmaktaydı ama ‘hiç’ genellikle bir aksiyonu, düşünce jimnastiğini, murakabe çeşidini ifade ederken ‘fena’ ve ondan türeyen fenafillâh bir hal ve makama işaret etmekteydi. Hiç aksiyonu, murakabesi insanı fenaya, o da fenafillâha götürür, şeklindeki bir düşüncede kelimeler yerli yerinde kullanılmıştır, diyebiliriz.

Allah dostu olmak kolay değildir. Bir Müslüman ve mümin nefis sahibidir. Genellikle cehennemden korktuğu ve cenneti arzuladığı için haramlara karşı sabır gösterir, onlardan kaçar; ibadetlere de tahammül eder. Bu da onu maksadına Allah’ın izniyle ulaştırır.

Allah dostluğu ise bunların üzerindedir. Nefis genellikle zikir ve rabıta nurları ile terbiye olunur. Bunun için bir Müslüman’ın günlük ibadetlerinin üstüne en az onun iki katı kadar daha nafile ibadetler eklenir. Yani zikir ve rabıta çok zaman alır. Bir de tasavvuf ve tarikat yolunda sünnet-i müekkede olan şeyler farz hükmüne geçtiği için ibadet hayatı hayli vakti işgal etmiş olur. Örneğin teheccüt namazı en başta bu kategoride yer alır. Tehecceüt namazı olmadan tasavvuf ve tarikat yolunda hal ve makam sahibi olmak mümkün değildir. Teheccüt namazı tasavvuf ve tarikat yolunda farz hükmündedir. Ayrıca kişinin işrak, duha, evvabin namzalarına da gücü ve imkânı yettiğince devam etmesi gerekir. Tabii bütün bunlardan önce üzerinde kaza orucu ve kaza namazı varsa bunların gereğini yerine getirmesi de gerekmektedir. İşte tüm bunlardan sonra nefis yavaş yavaş nurlarla terbiye olunmaya başlar. Belli bir dereceye gelindiğinde kişi bu nurları müşahede edebilir. Hatta ötesinde güneş gibi etrafa nur saçtığını da kalp gözüyle görebilir.

Nurlar nefsi terbiye ettiği gibi cinni şeytanları da uzaklaştırır. Yani bu yolda cinni şeytanlarla mücadele de devreye girebilir. Tabii bu durum arizidir. Herkeste olmaz. Bu yoldaki kişilerin binde birinde olur. Zikrinde ve rabıtasında istikrar gösteren sofilere cinni şeytanlar pek yaklaşamazlar. Musallat olamazlar. Allah dostunu şeytanlardan koruyan şey, tecelli-i nurdur. Bu tecelli az veya çok olabilir. Az olduğu zaman cinni şeytanlardan gelen bazı sıkıntılara tahammül etmek gerekir. Çok olduğunda cinni şeytanlara büyük zararlar verilir. Onlar uzaklaştırılır. Bu tecellinin miktarını belirleyen şey, kişinin ibadetlere, özellikle zikre ve rabıtaya gösterdiği özen ve ayırdığı vakittir. Böyle cinni şeytanların musallatına maruz kalan sofi kardeşlerime tavsiyem zikir, rabıta, murakabe ile nur ve feyizlerini artırma yoluna gitmeleridir. Onların elinden kurtulmada başka bir yol yoktur. Bu, büyük bir cihattır.

Nurlarla bezenen ruhtur. Nefis, ruhtan uzak değildir. O da bunda hisse sahibi olur. Ruhun nurlara kavuşmasının nedeni, ibadetlerle, özellikle zikir ve rabıta ile beslenmesidir. Bu sayede ruh ve manevi organları olan letaiflerin emir âlemine yükselmesi gerçekleşir. Letaifler emir âlemindeki yerlerine vardığında sinyal olarak kendine has bir nur rengi ile kendisini belli eder. Bu da gözler kapatıldığında müşahede olunur.

Nefis nurlarla uzun bir süre terbiye olunduktan sonra kişide kötü olan ahlaklar yok olmaya başlar. Kişinin nefsi yavaş yavaş Allah rızası için ibadet etme yoluna koyulur. Yani cehennem korkusu ve cennet arzusu ile ibadetten ziyade Allah (c.c.) muhabbeti devreye girer. Bunun neticesinde Allah’ın güzel isimleri ve sıfatları o kişide tecelli ederek kişi üstün ahlaki vasıflara, faziletlere ulaşır. Bu yüksek hal ve makamlara fenafillâh ve bekabillah denir. Velilik nefsi bu makamlara ulaştırmakla mümkün olur.

İlahi nurları müşahede etmeden, bu nurlarla şeytanları nefsinden uzaklaştırmadan, ruh ve onun manevi organları olan letaifler emir alemindeki ilgili yerlerine ulaşmadan, nefis tecell-i nurla ( tecell-i nur, tıpkı güneş aydınlığında ve yalımlarında oluşan nur hali) yoğrulmadan, nefisteki kötü ahlaklar yok olmadan, tüm bunlardan sonra Allah’ın güzel isim ve sıfatlarından bazıları kişide yüksek ahlak ve faziletler olarak tecelli etmeden ve müşahede olunmadan velilik mümkün olamaz.

Nefis hiçbir zaman yok olmaz. Kişi veli de kutup da olsa onda yine nefis vardır. Fakat bu nefis artık terbiye görmüştür. Nefsin fena hali ile anlatılmak istenen şey, nefsin terbiye görmesidir. Onda bazen günah işleme arzusu uyansa da bu hemen nefis sahibi tarafından fark edilir, engellenir. Ona bu manevi güç verilir. Şayet bir günah işlendiğinde ısrar edilmez, tövbe yoluna gidilir. Veliler günahtan masum değillerdir.

Yüce Allah (c.c) insanı Kendisine kul yapmak üzere yaratmıştır (bk. Zariyat suresi, 56). Nefis tasavvufi terbiye yolu ile bu dünyadan yüz çevirince ibadetlere yönelir. Böylece yaratılış amacına ulaşmış olur.

Fena halinde ne meydana geliyor ki velilik bu makamda başlıyor? Nefis hiç olduğunu algılamaya başladığında beraberinde yüce Allah’tan (c.c.) gelen bir muhabbet baş gösteriyor. Nefis fena hali ile ayna gibi saflaşıyor. Yüce Allah’ın güzel isim ve sıfatlarının tecelli olacağı bir duruluğa, berraklığa ulaşıyor. Bu durum da Allah’ın muhabbeti ve rızasına vesile oluyor.

Yüce Allah (c.c.) fena halini yaşayan kuldan niçin hoşnut olmakta, fena halini yaşayan bir kula karşı bir muhabbet duymaktadır? Fena hali ölüm halini andırır. Bu manevi makam ve hali elde etmek için nefisle büyük mücadele etmek, savaşmak gerekmektedir. Bu da her babayiğidin üstesinden kalkacağı bir şey değildir. Büyük bir fedakârlık ve feragat gerektirmektedir. Allah’ın (c.c.) fena halini yaşayan kişiye karşı muhabbet duymasını şu misalle yakından kavrayabiliriz: Kendilerini çok sevdiğimiz eş ve dostlarımıza şöyle bir baktığımız zaman onları bu kadar çok sevmemizin en başlıca nedenini şu olguda görürüz. Onlar kimi konularda bize baş eğmekte, sözümüzü dinlemekte ve bizlere itaat etmektedirler. Yani nefislerini bazı konularda bizden üstün tutmamaktadırlar. İşte eş ve dostlarımıza olan muhabbetin sırrı buradadır. Yüce Allah da nefsini fena kılan kuldan böyle hoşnut olmakta, ona karşı muhabbet duymaktadır. Çünkü fena halini yaşayan bir kul, yüce Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına gönül rızası ile uyar. Bunlar karşısında en ufak bir benlik hali göstermez. Allah’a tam anlamıyla teslim olur.

Nefsin fena halinde yüce Allah’ın (c.c.) muhabbeti de tecelli ettiği için bu makamdaki kişi Allah dostluğuna nail olmaktadır.

Fena halini somut olarak anlamamız için bir zamanlara yaptığımız günahlara daha sonra tövbe etmeyi kafamızda canlandırmamız yeterlidir. Nefis o zamanlar nasıl o günahlara koşuyordu? Daha sonra Allah’ın hidayeti ile nasıl o günahlardan uzaklaştı? Değişen ne oldu ki, nefis o eski günahları artık işlemiyor? Adeta o nefis fena (yok) oldu da, yerine başka bir nefis geldi. Tövbe ile bir insan eski nefsini öldürüp toprağa gömdüğü gibi yeni bir nefis sahibi de olmaktadır. Allah’ın rüya âleminde de bunu böyle yaratması manidardır. Gerçekten rüyada ölü olarak görülen kişiye genellikle tövbe nimeti Allah’ın izni ile erişir. Yani rüyalarda ölü olarak görülen kişinin tövbe edeceği, Allah’ın rızasına uygun yeni bir hayatı yaşayacağı umulur.

Fena halinin fenafillâha basamak oluşu ise şu şekilde anlaşılabilir: Kişi için artık dünyanın mubah, helal olan şeyleri bile zevk vermez hale gelir. Elbette Allah’ın nimetlerine şükür gerekir. Bunun için de onlardan yararlanılır. Fena halini yaşayanda bu da vardır. Bu işin bir yönüdür. Ama fena halini yaşayan sofide bu nimetlerin olması ile olmaması indinde eşit hale gelir. Kalbi Allah aşkı ile o kadar meşguldür ki, gözüne ibadetlerden başka bir şey görünmez olur. Şeytanlar onu dünya ile kandırmada büyük bir acziyet yaşamaya başlarlar.

Nefsi fena haline erdirmeden Allah dostluğu söz konusu olamaz. Nefis de öyle dünya zevklerini kolaylıkla terk edemez. Haramları değil mubah, helal olanlarını kastediyorum. Bu tıpkı şuna benzer: Bir tüccarsınız. Elinizdeki malı para ile değiştiriyorsunuz. Kar elde ediyorsunuz. Nefis bundan elbette zevk alır. Ama elinizdeki malı kaybederseniz, çaldırırsanız veya az bir paraya, daha doğrusu zararına satarsanız nefsiniz bundan hoşlanmaz. Bunun gibi nefsin Allah aşkı ve rızası için dünyadan yüz çevirmesi de Allah’ın nimetleri ile olmaktadır. Bu nimetleri tüccarın kar olarak kazandığı paralara benzetebiliriz. Bu nimetler olmasa hiçbir insanın Allah yolunda ilerlemesi, dostluk kazanması mümkün olamazdı.

Tasavvuf ve tarikat yolunda tüccarın karını temsil eden paraların yerini tutan şeyler, nur ve feyzdir. Çoğu kişilere bu kelimeler soyut birer anlama gelir. Hâlbuki tasavvuf ve tarikat yolunda nur ve özellikle feyz somut bir anlama sahiptir. Yani bu yoldaki kişiler kalp ve letaif noktalarında feyzi algılarlar. Varlığını hissederler, onunla çeşitli hoş halleri de yaşarlar. Bu kalpte algılanınca çeşitli cezbe ve vecd halleri meydana getirir. Nurları müşahede etmek çok ileri makamlarda, hallerde söz konusudur. Bu, belki elli binde, yüz binde bir sofiye nasip olur. Ama feyz sofi için ilk ayda bile hemen algılanabilir. İşte sofiler kalpte ve letaif noktalarında varlığını somut olarak hissettikleri bu feyizle nefislerini ikna edip dünyadan yavaş yavaş yüz çevirip Allah aşkına ve rızasına yönelirler. Dünya nimetlerinden aldıkları zevkten daha büyük ilahi zevklerle mutmain olurlar. Eğer nur ve feyz bu yolda mükâfat olarak sunulmasaydı hiçbir nefis sahibi bu yola giremezdi. Girmeye de güç ve takat bulamazdı. Çünkü nefis karşılıksız hiçbir şey yapamaz. O şekilde dizayn edilmiştir. Yüce Allah (c.c) bu nimetlerle, yani nur ve feyz ile nefis sahibi kullarını ilahi aşk yolunda yürütmektedir. İnsanların gözlerinde büyüttükleri ibadetleri sofilere ilahi feyz ve nurla kolaylaştırmakta ve bunlardan zevk almalarını sağlamaktadır. İlahi feyz kalbe düşünce cezbe ve vecd halleri meydana gelir, bu da her ibadete çok büyük bir zevk katar. Haz sağlar.

Sofi makamı ilerledikçe nur ve feyz ile meydana gelen zevkten daha çok hisse sahibi olur. Öyle ki tüm letaifleri açıldığında ilahi aşk şarabı ile mest olur. İbadetler sırasında adeta kendinden geçer. İlahi aşk şarabından sarhoş olmak hayali bir şey değildir, yaşanan bir olgudur. Ruhsal bir gerçekliktir.

Kalbinde feyzi algılamayan kişiler, tasavvuf yolunun meşakkatlerine fazla katlanamazlar. Kısa zamanda bu yolu terk ederler. Az da olsa kalp tarafında feyzi algılayan bir sofi ileri halleri ve makamları büyüklerin kitaplarında okuyunca daha bir şevke gelir. Onları yaşamak ister. Kendinde manevi bir güç ve kuvvet bulur.

İnsanın kendi nefsine, eşyaya, dünyaya Hiç/Fena nazarıyla bakması kolay değildir. Bu iş o kadar kolay olsaydı tasavvuf ve tarikat yoluna giren herkes makam ve hal sahibi olurdu. Bir imam bilirim. 25 yıldır tasavvuf ve tarikat yolunda olduğunu söyler. Zikrini de daima çektiğini, rabıtasını da pek ihmal etmediğini belirtir. Ama kalbinde zerre kadar bir hal mevcut olmamıştır. Beri tarafta yüzlerce içki içme, zina gibi kebairden tövbe etmiş insana rastladım. Tasavvuf ve tarikat yoluna girer girmez onlardan çoğu birkaç ayda, hatta birkaç haftada hal sahibi olmuşlar, feyzi kalp bölgesinde hissetmişlerdir. Cezbe ile ortalığı inletmişlerdir. Bu durum beni her zaman şaşkınlığa sevk etmiştir. Bir tarafta günahtan uzak ve ibadetlerinde olan bir imam diğer tarafta günaha batmış kişiler... Nasıl oluyor da tövbe eden birisi ömrünü İslam yolunda harcayan bir kişiyi bir anda geçebiliyor?.. En sonunda şöyle bir düşünce ile bu meseleyi çözdüğüme inanmaktayım: Manevi haller kalp dahil diğer letaiflerin Allah’a doğru yükselmesi ile meydana gelmektedir. Nefis bu dünyaya, eşyalara gereğinden çok bağlandığı zaman bu manevi yükselme istenilen oranda gerçekleşmemektedir. Bir insan namazında niyazında olsa da, tasavvuf ve tarikat yoluna intisap etse de, yani virdi ve zikri olsa da, o kişi nefsini Hiçle/Fena ile terbiye etmediği sürece çok az, belli olmayacak derecede, yani manevi halleri açık bir surette yaşamayacak oranda bir ilerleme kat etmektedir. Beri tarafta bir sarhoş veya büyük günahlara batmış bir kişi tövbe edip bir mürşid-i kâmile bağlı olduğu anda nefsini ve dünyayı bir hiç olarak gördüğü için ruhu, dolayısıyla letaifleri bir anda yükselerek yüce makamlara ulaşmakta, böylece ilgili kişi bazı manevi halleri kısa zamanda yaşayabilmektedir. Nefis hiç/fena halleri ile terbiye edilmediği sürece ruhu ve letaifleri elinde tutmakta, onların yükselme hızlarını çok yavaşlatmaktadır.

Tasavvuf ve tarikat yolu aşkla geçilirse kolay olur. Akıl ve mantık bu yolda pek iş görmez. Bir sarhoş zaten tövbe etmeden önce de genellikle dünyaya pek değer vermez. Nesi var nesi yoksa bu yolda harcar. Dünyayı gözden çıkarır. Tövbe edip hak yola girince onun bu hayat felsefesi ona üstün hal ve makamları kazandırmakta büyük yararlar sağlar. Zira nefsine ve dünyaya hiç/fena nazarıyla bakması onun için büyük bir problem teşkil etmez. Bakıyorsunuz ilahiyatta akademik kariyeri olan bir hoca tarikat münkiri oluyor. Yani tasavvufi halleri yaşayamayınca inkâr yoluna gidiyor, bu yoldaki kişileri tekfir ediyor. Geçmişi büyük günahlarla dolu olup da tövbe edip bir mürşid-i kâmilin eteğine yapışmış bir insan kadar bile olamıyor. Onun tırnağına bile ulaşamıyor. Aklıyla mantığıyla, ilmiyle tasavvufi halleri anlayamıyor. Adeta gözlerine, basiretine bir perde çekiliyor. Evliyaları inkâr edince bu sefer peygamberlerin hallerini ve mucizelerini anlayamıyor. Peygamberin (s.a.s) mucizelerini inkâr ve tevil yoluna sapıyor. Bu konuda da gizli gizli şüpheler başlıyor. İmanına kurt giriyor. Ama tabii işi icabı bunları saklı tutması gerekiyor. Pek dışa vurmuyor. Tasavvuf münkirlerinin peygamberle (s.a.s) ilgili vesveselere tutulmadan, hatta şüphelere düşmeden bu dünyadan göçmeleri pek enderdir, zordur. Allah (c.c.) cümlemizi bu dünyadan imanla ahrete göçmeyi nasip eylesin. Âmin.

Nefsi hiç/fena haline ulaştırmanın en kestirme yolu rabıtadır. Rabıtanın nefse ağır gelmesinin nedeni de budur. Çünkü onda nefis için hiç/fena dersi vardır. Çoğu kişi zikirden zevk alır, virdini pek aksatmaz. Ama rabıtayı ihmal eder. Rabıta sırasında büyük bir hoşnutsuzluk duyar, yaşar. Bunun en temel nedeni rabıtanın nefse hiç/fena dersini eksiksiz ve en etkili bir şekilde vermesidir. Rabıta ile kişi kendi nefsini şeyhinin nefsinde fani kılmaya çalışır. Onun içindir ki fenafillâhın mukaddimesi fenafişşeyhtir. Fenafişşeyh olmadan fenafillâha erişmek mümkün değildir.

Rabıta baştan aşağı nur kesilen şeyhin hallerini kendi üzerine almaktan ibarettir. Ruh ve letaifler kendisi ile iletişime geçen kişilerle bir zaman sonra kontak kurarlar. Şeyh ruhunu ve letaiflerini emir âlemine yükselten ve ulaştıran kişidir. Rabıta vasıtası ile onu düşünen ve hayal eden kişi de ruh ve letaiflerini şeyhinin ruh ve letaiflerinin gölgesine koymuş olur. Böylece rabıta yapan kişi kısa zamanda yüksek haller yaşar ve makamlara ulaşır.

Ruhun ruhla olan iletişimi cep telefonlarının kartlarının istasyonlarla ve uydularla olan bağlantısından aşağı değildir. Ruhu materyalist bir anlayışla tanımlayan kişiler, maalesef rabıtayı anlayamıyorlar, kavrayamıyorlar. Allah’tan ilahi bir nefha olan ruh, dünya kanunlarının dışında pek çok özelliğe sahiptir. Rabıta ile onun sadece bir gizli özelliğinden istifade edilir. Rabıta sırasında ruh ve onun manevi organları olan letaifler, şeyhin ruhuna, letaiflerine vasıl olur ve onlardan yararlanır. Sofi bunları bilmez ve anlamaz. Ama bu yolda ileri makamlara ulaşınca rabıtanın sırları ona açılır.

Rabıtanın en etkilisi telebbüsü rabıtadır. Çünkü onda nefsi sıfırlamak söz konusudur. Bu rabıtayı kısaca ifade etmek gerekirse, kendini şeyhin yerine koymak olarak tarif edebiliriz. Hem sureten hem sireten kendini şeyhle özdeşleştirmektir. Şeyhi bir elbise gibi üstüne giyinmektir. Zaten kelime olrak telebbüsünün anlamı budur. Bu çeşit rabıta her zaman, her iş sırasında yapılabilir. Bundan elde edilen kazanç çok büyüktür. Tek başına bile bu rabıta insanı maksada ulaştırabilir.

Her şeyde olduğu gibi ibadetler sırasında da ibadetlerden en azami şekilde yararlanmak gerekir. Bunun çaresi de ibadetler sırasında nefse hiç/fena halini murakabe etmekle olur. Bir kişi rabıta ve zikir sırasında nefsini hiç/fena kılarsa o rabıta ve zikir maksimum seviyede gerçekleşmiş demektir. Keza namazda bunu gerçekleştirirse hem vesveseden kurtulmuş olur hem de namazı çok feyizli ve nurlu olur.

Yaşanan manevi hal ve makamları başkalarına anlatmak doğru değildir. Kişide kaldıramayacağı bir enaniyet duygusu meydana getirebilir. Nefis ucba düşünce bundan kurtulması çok güç olmaktadır. Bir de nazara uğrayabilir. Zira insanlar birbirlerine çok kolay nazar edebilirler. Nazar, hasetten doğar. Bu farkına varmadan herkeste olabilir. Hatta baba ve anneler farkına varmadan evlatlarına bile yapabilirler. Üstün hal ve makamlar her nefsin gıpta damarını celbederek ona sahip olanları güçlü nazarlara maruz bırakabilir. Bu konularda söz söylenecekse mutlaka mürşidinden izinli olmak gerekir.
Yüce Allah (c.c.) ilmimizi ve nurumuzu artırsın. Âmin.
Muhsin İyi

Selâm.
Psikalanizi inceleyen birinin, L. Ron Hubbard'ın İnsan Aklnının Sınırları (Dianetik) adlı kitabını okuması özellikle gereklidir.
Yazarın, cinlere inandığını da ayrıca belirtmek gerekir.
Freud gibi varsayımlar içinde boğulmuyor.
Bilinçaltını bilimsel olarak açıklıyor.
Temizleme yöntemini de...
Bilinçaltı temizlenen insanın nezle bile olmadığını belirtiyor.

Kitabın eski baskısı (Link kaybolabilir)
http://urun.gittigidiyor.com/kitap-dergi/insan-aklinin-sinirlari-lon-hubbard-1989-57280584
yeni baskısından daha iyi.