CAN BOĞAZA GELDİKTEN SONRA İNANSAN, NE İŞE YARAR Kİ?

CAN BOĞAZA GELDİKTEN SONRA İNANSAN, NE İŞE YARAR Kİ?

ALPEREN GÜRBÜZER

Kul iman üzere hayatını tanzim edip, şeksiz şüphesiz bir şekilde ahir ömrünün sonuna kadar ehlisünnet itikadı doğrultusunda amel işleyerek geçirirse gerçek anlamda hayat bulur. O halde itikadımızı can bedenden çıkmadan korku ile ümit arasında muhafaza etmeli ki kurtuluşa erebilelim. Din akide üzerine kurulu çünkü. Akide olmayınca imanda olmaz zaten.
Şurası muhakkak; İslam’ın zahiri kaide kurallarını ela alan ilminde hata etmek hoş görülmüş, ama tevhit ilmi öyle değildir, Tevhit ilminde ihtilaf etmek bidattir. Her şeyden öte itikat hata kabul etmez, zaten böyle bir hata baştan küfürdür. Ancak hata ile söylenen elfaz-ı küfür böyle değil, yani 'sehven söylenilmiş küfür sözler' küfre götürmez, ama tövbe etmeyi gerektirir. Keza dil sürçmesiyle söylenen küfür sözlerde bu kapsamda değerlendirilir. Bir kimse baskıyla, zorla küfür söz söylerse yine kâfir olmaz, fakat bir başkasına küfür söz telkininde bulunan küfre girer. Bilindiği üzere müşrikler Ammar’ı inancından dolayı kafasını suya soktular. O bütün gücüyle birinci ve ikinci daldırışlarda Kelimeyi Tevhidi ikrar etmeye devam etti, artık üçüncüye geldiğinde artık takatinin kalmadığını anlamıştı. Ne yapabilirdi ki? Nihayet bir noktadan sonra müşriklerin beklediği cevabı söyler de:
— O peygamber değildir, diye.
Bu cevap karşısında Ebu Cehil’in gözlerinde zafer şimşeği çakmış ve ardından şöyle der:
— Ha! Şöyle ol, daha ne istiyorsun baban ve annen gibi pisipisine ölmekten kurtuldun.
Fakat müşrikler Ammar’ın ikrarını yeterli bulmamış olsalar gerek ki ona Lat ve Uzza tanrıdır lafını söylettirmeyi de ihmal etmezler.
Ammar bütün bu olanlardan sonra kalktı Habib-i Kibriya’nın huzuruna mahcubiyet içerisinde çıkıp şöyle dedi:
— Ya Rasulullah! Bana zorla söylettiler, şimdi benim halim nice olur?
Habib-i Kibriya:
— Ya Ammar! Takatinin dayanamayacak noktada iken, o sarf ettiğin sözleri ikrar ederken kalbinin durumu nasıldı?
Ammar ağlayarak cevap verdi:
— Ya Rasulullah! Kalbim her an şeksiz şüphesiz seninleydi.
Bunun üzerine Fahri Kâinat Efendimiz(s.a.v):
— Sana tekrar baskı yaparlarsa, hatta zorlarlarsa istediklerini söyleyebilirsin, dedi.
Ammar bu sözlerden derin bir nefes almıştı. Çünkü imanını kaybedip kaybetmediğinin endişesini taşıyordu, bu sefer gözlerine sevinç yaşları bürümüş ve o an bu konu ile ilgi vahiy iner de:
— İman etmesinden sonra her kim küfür hayatına dönerse… Ancak kalp iman huzuruna ermiş olarak zor karşısında diliyle küfür kelimesini söyleyen böyle değildir (Nahl 106–109). Böylece, bundan böyle hiç kimse Ammar dininden döndü ifadesini söyleme cesaretini kendinde bulamayacaktır.
Rabbül Âlemin insanın önce itikadına bakar, sonra ameline. Malum insanın son nefese kadar imanla göç edip etmeyeceği garanti değil. Ancak şunu da göz önünde bulundurmakta fayda var; can boğaza dayandığında iman etsen ne işe yarar ki? Şöyle ki; ölüm meleği o an söz konusu insanın ahiret hallerini gösterdiğinde yanıldığını anlayıp pişmanlık duyacak, ama artık kurtuluş için geç kalınmıştır. Zira hüsnü hatime denen 'mutlu sonla çene bağlama', ancak Salih imana sahip kullar içindir. Biliniz ki; cehennemden insanı koruyacak tek kurtuluş reçetesi imandır. İman ne alınır ne de satılır. Bu yüzden Arifler iman en büyük nimettir demişlerdir. Bakın İmamı Azam’ı sınamak için yanına bir grup inkârcı geldiğinde, O; daha onların söz söylemelerine fırsat vermeden der ki;
—Şu Dicle Nehrinde bir gemi var. Bakın tek başına hareket edip sahile yanaşıyor. Hatta gemi bir yandan kendi kendine yiyecek, içecek vs. bir sürü malzeme alıp kaptansız yol alırken, diğer yandan gideceği yerde yükleri boşaltıp geri dönüyor da. Siz buna ne dersiniz?
Adamlar:
—Tek başına bir geminin bunları yaptığı nerede görülmüş, hiç öyle şey olur mu? Dediler.
İmamı Azam Ebu Hanife;
— Madem bir gemi tek başına bu işleri yapmaya muktedir olamıyorsa, peki şu koca kâinatın kendi kendine kurulması, hareket etmesi mümkün mü? diye sual edince susmak zorunda kalıp akabinden Müslüman oldular. Bediüzzaman’da bu anlamda; Nasıl ki bir köy muhtarsız olmaz, bir kitap kâtipsiz olmaz, bir bina ustasız olmaz, keza bir ülke sultansız idare olmazsa, şu kâinatta elbet sahipsiz ve idaresiz olamaz buyurmuşlardır.
Rabbül Âlemin; “Size düşünecek bir kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcıda gelmişti. Şimdi tadın azabı, artık zalimler için bir yardımcı yoktur” (Fatır,37) buyuruyor.
Ah! Hem de ne ah! Bir zaman aramızda olup da şimdi aramızdan ayrılan ölülerimiz bir dile gelseler belki de şu cümleleri kuracaklar:
“ Her nefes, her can kalıcı değil, bunu gerçek anlamda göçtüğümüzde anladık. Demek ki; dünyada hiç kimse durucu değil. Bir gün sizlerde göçtüğünüz vakit dost bildikleriniz mezara kadar uğurlayacaklar, ondan ötesini dünyadakiler bilmeyecekler. Adeta iyiyi kötüyü seçmeye geldik buraya. Ölüm suyundan içtiğimiz vakit neler yaşadığımızı bir bilseniz, hatta canımızın yandığını da. Şayet bizi merak edip arıyorsanız tabutumuzu sardığınız o günden bugüne buradayız. Orada ne var ne yok soruyorsanız cevaben; burası öyle bir yer ki kimine cennet bahçelerinden bir bahçe, kimine de cehennem çukurlarından bir çukurdur hadisi şerifi meramımızı anlatmaya yeter artar da. Bundan ötesini anlatmaya izin yok zaten. Zavallı sağır ve habersiz dünya! Ey dünyalılar! Bilmem halimizi anlayabildiniz mi?”
Madem durum vaziyet bu, daha ne duruyoruz, ibret alma zamanı bugün değilse ne zaman? Biz dünyalılar Allah’ü Teâlâ’yı tefekkür etmeli, ama nasıl? Bakın Allah Resulü; Allah’ın zatını düşünmeyiniz. O’nun nimetlerini ve yarattığı varlıkları düşününüz. Her ne akla geliyor, her ne hayal ve tasavvur ediliyor biliniz ki o Allah değildir buyurmakta. İmam Şafii’de; Bir kimse kendi fikrinde tasavvur ettiği varlığı Rabbi sansa Yaratıcıyı varlıklara benzetmiş olur, fakat O’nu anlamaktan aciz olduğunu ikrar ederse Allah’ın birliğine iman etmiş olur der. Sakın ola ki Allah gökleri ve yeri aydınlatandır ayetini baz alıp; Allah parıldayan nurdur diye nitelemeyin, zaten caiz değildir. Çünkü o ifade mecazidir, nur sonuçta bir ışık ve bir renktir. Miraç’ta Habib-i Kibriya Efendimiz (s.a.v) Allah’ı baş gözüyle değil, manevi kalp gözüyle gördü. Aynı şey biz insanlar için söz konusu olamaz, ancak ahirette sınırlama olmaksızın cemalullahı seyir için perdeler açılacak elbet. Bu dünyada ancak Rabbani âlimler basiret gözüyle Allah’ın sıfatlarının tecellilerini temaşa edebiliyorlar. Keza Resulü Ekrem (s.a.v); “Allah zatını nurlarla perdeledi. Eğer O perdeyi açsaydı zatının nurlarından cümle âlem yanardı” beyan buyurması buna işarettir.
Hayatını kibir ve bidatlerle donatmış insana son nefese kadar yakin ilmi açılmaz. Zira Allah (c.c); “O kibir edenleri katiyen sevmez” buyuruyor (Nahl (16),123). Hakeza yine Rabbül Âlemin; “Yeryüzünde haksız yere kibr edenleri ayetlerimizi görmekten ve anlamaktan men edeceğiz. Bu durumda onlar bütün mucizeleri görseler yine iman etmezler.. Onların bu hali, ayetlerimizi yalanlamalarından ve ondan gafil olmalarındandır” (A’raf 146) diye beyan buyurmakta. Malum kibir boynun kasılması, ya da yüzün kırışıp karşısındakini küçük görme şeklinde dışa yansımaktadır.
Mukarrebun kullardan olabilmenin ilk adımı faziletten ve takvadan geçer, asla neseb soya bakılmaz. İman zayıflığı, Salih amelden uzak kalmak kuru bir taklitçilik doğurur. Dolayısıyla kulaktan dolma bilgilerle gününü gün edenlerle yakini gören hiç bir olur mu? Elbette bir olmaz. Efendimiz (s.a.v); “Kulakla duyulan haber, gözle görmek gibi değildir” (Hakim) diyor ve devamında;
“Allah-ü Teala Tur-i Sina'da Musa (a.s)’a kavminin fitneye düşüp bir buzağıya taptığını haber verdi, Musa o anda oralı olmadı. Ta ki; Tur-i Sina'da dönüp gözüyle görünce Tevrat levhalarını yere fırlattı” (Buhari ) beyan-ı şerifiyle de örneklendirmiştir. Malum Hz. Musa ses ve harf olmaksızın, arada melek olmaksızın ve perde arkasında Allah’ın kelamını işittiği için ona kelamullah denilmiştir. Bu durumu Rabbül Âlemin Kuran'ı Kerimde ‘Ve Allah Musa ile vasıtasız konuştu’ (Nisa/164) beyanıyla bildirmişte. Demek ki; işitmek ayrı, görmek başka, iş Allah’ı bilmekte gizli. Nitekim Marifetullah ilmi avam Müslüman’ın bildiğinin kat be kat üstünde bir şey. Yeter ki niyetimizi halis tutalım, inşallah tevfik noktasına (niyetimize aldığımızla kulun buluşulması) geliriz elbet. Derken 'Gayret bizden Tevfik Allah'tan' niyazı eşliğinde sabırla Salih amel işleyerek azalarımız dirlik kazanıp, nihayetinde ruhumuz vuslata erişmiş olacaktır. Baksanıza kara, hava ve deniz yolları bile sabırla aşılıyor. Kaldı ki söz konusu yol Allah yolu olunca hem uzun, hem bir o kadarda ince ve zarif bir yol olduğunu fark ediyoruz. Üstelik yolda bize ait gerçek anlamda ne bir Salih amel, ne de hayır hasenat var. Her ne varsa bizde ki güç ve takat hep Yüce Allah'a aittir. Bu yüzden şu fani dünyada kalp kırmaya değmez, can boğaza dayanmadan sevelim sevilelim işi kolay kılmaya bakalım. Nitekim Rasulüllah (s.a.v); “Merhamet ediniz ki merhamet olunasınız. Affediniz ki affolunasınız” (Heysemi) diye buyuruyor.
Velhasıl; kul hayatını iman üzerine tanzim etmeli ki felah bulabile. O halde gün doğmadan gün batımı sevdamız olmalı.
Vesselam.

SON NEFESTE PİŞMAN OLSAN NE OLMASAN NE

SELİM GÜRBÜZER
Allah'a inanan her mümin hayatını ehlisünnet itikadı doğrultusunda amel işleyerek tanzim etmesi gerekir. Aksi halde son nefeste imanla göç etmek nasip olmayabilir. Dikkat edin nasip olmayabilir dedik. Çünkü son nefeste hiç kimsenin imanla göç etme garantisi yoktur. Dolayısıyla iman hususunda ümitle ümitsizlik arası bir konumda bulunmakta fayda var. Bu demektir ki ne ümitsizliğe kapılıp ibadet boşlansın ne de aşırı ümit var olup teat ve ibadetlerde gevşek davranılsın. Gerçektende imanda rehavete kapılmak ibadette gaflet ve gevşekliği beraberinde getirebiliyor. Şöyle bir etrafımıza dönüp baktığımızda:

- Başlangıcı iyi ama sonu felaket,

-Başlangıcı kötü ama sonu çok iyi,

-Hem başlangıcı hem de sonu iyi olan insanlardan müteşekkil tasnifle karşılaşabiliyoruz.

Elbette ki bu tasnifin ikinci kısmı için Allah sonumuzu hayır etsin niyazında bulunmak temennisinden başka elimizden bir şey gelmez. Ama üçüncü kategoride yer alan temenniden öte çalışılarak elde edebilecek bir istikamet çizgisidir. Üstelik bu üçüncü şık hem ölmeyecekmiş gibi dünyaya hem de yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak gerçeği ile yüzleşmek de vardır. Zaten yüzleşildiğinde ister dünyalık işler olsun isterse ahretlik hiç fark etmez işi son ana bırakmamış oluruz. Hele işin ucunda birde iman söz konusu olunca ha bugün ha yarın derken işi şansa bırakmak olur ki, bu bizim için bir felaket doğuracağı muhakkak. Ölümün ne zaman ne şekilde vuku bulacağı belli değil, her an kapımızı çalabilir de. Allah korusun ölüme hazırlıksız yakalandığımızda imanımız her an gümbürtüye gidebilir. Öyle ya, madem dinimiz akide üzerine kurulu, o halde itikadımızın gereğini yapmakla mükellefiz. Nasıl mı? Mesela fıkhı konularda kafa yormuş bir ulema düşünün, ibadet, ukubat ve muamelat gibi konularında hata yaptığında dinimizce hoş görülebiliyor, ama mevzu akaid konusu olunca asla hoş görülmez. Hatta dinimizde hoş görülmesi bir yana akaidin ihtilaf konusu edilmesi bile bidat kapsamında değerlendirir. Hem nasıl hoş görülsün ki, iman parçalanıp dilimlere ayrılan bir nesne değil ki üzerinde ihtilaf edilsin.

Anlaşılan iman hususu hassas bir konu, üzerinde pek ihtilaf edilmeye gelmez. Şayet ihtilaf konusu edilip hata edilirse bu küfürdür. Fakat elfaz-ı küfür türünden kasıtsız ve sehven söylenilmiş sözler bundan istisnadır. Yine de sehven söylenilmiş olsa dahi tövbe edilmesi gerekir. Keza buna dil sürçmesiyle söylenen küfür sözlerde dâhildir.

Bir mümin düşünün ki baskı altında küfür söz söylemek zorunda kalmış, peki bu duruma ne demeli, elbette ki bu kişi baskıya maruz kaldığı için kâfir olmaz. Delil mi? İşte Ammar bin Yasir’in başına gelenler bunun en bariz delili. Malumunuz müşrikler, Ammar bin Yasir’e işkence yapıp kafasını birinci ve ikinci daldırışlarda suya soktuklarında o yine Kelime-i Tevhidi ikrar etmekten geri durmayacaktır. Ta ki üçüncü daldırışa gelindiğinde artık takati kesilip diliyle:

- O peygamber değildir demek zorunda kalacaktır.

Tabii o anda Ebu Cehil’in gözlerinde zafer şimşeği çakıp şöyle der:

- Ha! Şimdi oldu, yoksa sende tıpkı baban ve annen gibi pisipisine gidecektin.

İşte çirkeflik bu ya, müşrikler bununla da yetinmeyip bu kez Ammar bin Yasir’e ‘Lat ve Uzza Tanrıdır’ lafını da zorla söyleteceklerdir.

Tabi Ammar bin Yasir ikrarın akabinde nefes nefese soluğu Habib-i Ekrem’in yanında alıp huzura çıktığında şöyle der:

“ - Ya Rasulullah! Bu kelamı zorla söylettiler, şimdi düşünüyorum da benim halim nice olacak?”

Habib-i Ekrem (s.a.v);

“ - Ey Ammar! Hani takatinin kesildiği anda o sözleri sarf ettin diyorsun ya, peki o esnada kalbinin sesi nasıldı?”

Ammar bin Yasir tutku gözyaşları eşliğinde cevaben şöyle der:

“ - Ya Rasulullah! İnanın kalbim hep seninleydi.”

Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.v) bu cevabı sözler üzerine:

“ - Bak Bilal, şayet sana tekrar baskı yapıp zorlarlarsa yine söyle, sakın çekinme” der.

Ammar bin Yasir bu sözleri işittiğinde derin bir oh çekip kendine gelirde. Nasıl kendine gelmesin ki, aksi cevap alsaydı sürekli kafası ‘acaba imanımı kaybettim mi’ saikiyle içten içe yanıp tutuşacaktı. Neyse ki Allah Resulünün sözleri hem kendisini hem de bu vesileyle tüm Ümmet-i Muhammedi bağlayacak hüküm hale gelir. Nitekim Yüce Allah bu hususta: “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse, -kalbi iman ile dolu olduğu halde inkâra zorlanan müstesna- fakat kimin küfür ile gönlü seviniyorsa, işte onların üzerine Allah’tan bir gazap vardır ve ayrıca onlar için büyük bir azap vardır (Nahl 106)” beyan buyurmakla hükme bağlanmış olur. Yani “her kim küfür hayatına dönerse… Ancak kalp iman huzuruna ermiş olarak zor karşısında diliyle küfür kelimesini söyleyen böyle değildir” hükmünce hiç kimse çıkıp da bundan böyle Ammar dinden döndü ifadesini söyleme cesaretini kendinde bulamayacaktır.

Keza bir mümin düşünün ki, bir başkasına küfür söz söylemesi için telkinde bulunmuş, elbette ki böyle bir kişinin savunulacak hiçbir tarafı yoktur, küfre girmesi de gayet tabiidir. Düşünsenize el insaf, kendisi küfür söz söylemeyecek ama bir başkasına söyletmede beis görmeyecek. Oysa bu tutum düpedüz imanla dalga geçmek anlamına gelir ki, bir bakmışsın imanı uçuruvermiş. Ki; ahır zamanda iman kor ateş olup elde tutması zor olacak ta. Madem ahır zamandayız, o halde iman hususunda Ammar bin Yasir örneğinde olduğu gibi üzerinde bir değil, iki değil, üç değil, belki bin kez düşünüp titrememiz gerekir.

Evet, Rabbul Âlemin, insanın önce kalbindeki imana bakar, amel defteri ise sonrasında açılır. Zaten iman olmayınca amelden sual olunmaz da. İşte bu nedenledir ki, kâfirler ruz-i mahşerde sorgusuz sualsiz cehenneme atılacaklardır. Mizan sadece iman edenler içindir. Mizan bir anlamda müminlerin amelini ölçmeye yarayan bir terazi. Ve Allah’ın adil sıfatının tecellisiyle bu terazi milim sapmaz da. Şayet bir mümin dünyada iken Salih amel işlediyse ne ala, işlemediyse hak ne ise terazide o tecelli edecek. Müminin mizandan sonra tek kurtulma ümidi var ki, o da sırasıyla ya peygamberler, ya âlimler ya da şehitler zümresinden birinin şefaatine nail olmak yoluyla olacaktır. Oldu ya şefaate nail olamadı en azından müminin kâfire göre bir şansı daha vardır ki o da cehennemde günahlarının bedelini çektikten sonra cennete girebilme avantajıdır. Hiç kuşkusuz bu dünyada iken iman etmenin getiresi bir avantajdır.

Bu manada dezavantaj kâfirler içindir elbet. Bu yüzden cehennem sadece kâfirlerin baki kalacağı yurttur. Cennet ise sadece Müminlerle beraber ona eşlik edeceklerin beka yurdudur. Madem öyle, “Ya Baki Ente’l-Baki” sırrınca fani olana değil baki olana tutunmak gerekir. Allah’ın ipine sımsıkı sarılalım ki imanımızı muhafaza edebilelim. Ki, bu yönde gayret eden müminden şeytan kaçar da. Yok, eğer gayret etmekten imtina edip gaflete düşersek şeytanın yakamızı bırakmayıp yapışacağı muhakkak. Allah korusun gafletten çıkamayıp can boğaza dayandığında pişman olsak da fayda vermeyecektir. Ölüm meleği o esnada sadece ruhumuzu kabzetmek için değil aynı zamanda ahirette ki yerimizi göstermek içinde devreye girecektir. Dolayısıyla sekerat anında pişman olsak ne olmasak ne, artık bu noktada kurtuluş için geç kalınmıştır. Besbelli ki hayatını hüsnü hatime ile sonlandıranlar, sadece ömrünü boşa harcamayan mümin kullara has 'mutlu sonla çene bağlama' bir hadisedir. Ama gel gör ki maalesef biz zor olana değil kolay olana talip olduğumuz içindir şeytan için kolay lokma olabiliyoruz. İşte bu nedenle cehenneme girmek hem ucuz hem de çok kolay diyoruz. Fakat cennet öyle değil, bilakis çok büyük emek gerektirdiği için iman biletini almak her babayiğidin harcı değil gibi gözüküyor. Çünkü iman ne alınan ne de satılan bir değer, gerçek manada kalben tasdik dille ikrar edilecek bir değer hazinesidir. Arifler bu nedenle iman akidesi için en büyük değer demişlerdir. İnkârcılar açısından imanın hiçbir kıymeti harbiye ifade etmediği akıbetlerinde gözleri fal taşı gibi açılıp hüsrana uğrayacaklardır İşte inkârcılık bu ya, inkârcılardan bir kısım kimseler güya İmam-ı Azam’ı köşeye sıkıştıracaklarını sanaraktan çok önceden hazırladıkları sorularla büyük bir hevesle yola koyulurlar bile. Ama hevesleri kursaklarında kalacaktır. Nitekim huzuruna vardıklarında daha söz söylemelerine fırsat vermeksizin inkârcıları şöyle karşılar:

“- Şu gördüğünüz Dicle Nehrinde bir gemi var ya, bakın tek başına hareket edip sahile yanaşılmakta. Hatta gemi kendi kendine yiyecek, içecek vs. bir sürü malzeme alıp kaptansız yol aldığı gibi bir yandan da gideceği yerde yükleri boşaltıp geri dönüyor da. Bilmem sizler bu gemi hakkında ne dersiniz?”

Adamlar cevaben:

“ - Hiç öyle şey olur mu, hem nerde görülmüş tek başına bir geminin bunları yaptığına ki, şimdi de görülsün” derler.

İmamı Azam Ebu Hanife;

“- Madem bir gemi tek başına bu işleri yapmaya muktedir değil, o halde şu koca kâinat ne mümkün ki arkasında ilahi güç olmadan kendi kendini idare edebilsin“ diye karşılık verdiğinde sus pus kalacaklardır. Derken bu müthiş cevap karşısında imanla şereflenirler de. Hakeza Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri de bu manada iman hakikatlerini şöyle bir örnek vererek taçlandırır: “Nasıl ki bir köy muhtarsız olmaz, bir kitap kâtipsiz olmaz, bir bina ustasız olmaz, bir ülke sultansız idare olmazsa, hiç kuşkusuz şu kâinatta sahipsiz ve idaresiz olamaz.” Gerçekten de teşbihte hata olmasın, işte görüyorsunuz verilen örnekler gayet yerinde müthiş tespitlerdir. Nitekim bu tespitlerin Kur’an’da desteği de var. Şöyle ki Yüce Allah (c.c) bu hususta “Size düşünecek bir kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcıda gelmişti. Şimdi tadın azabı, artık zalimler için bir yardımcı yoktur” (Fatır,37) beyan buyurmakla bu gerçeği teyid etmekte. Yok, bir kısım aklı evveller tarafından biz sadece gördüğümüze inanırız deniliyorsa onlara biz elbet çare olamayız, bu noktada bize ancak ‘Allah hidayet versin’ demek düşer.

Ne diyelim, bir zaman aramızda olup da şimdi kabirde olan mevtalarımız var ya, ah bir yerlerinden kalkıp bir dile gelseler bakalım o zaman ‘biz sadece gördüğümüze inanırız’ neymiş dediklerine bin pişman olacaklardır elbet. Hiç kuşku yoktur ki yüce makamlardan böylesi bir izin verilseydi mevtalarımız inanan inanmayan herkese şu gerçekleri dile getireceklerdi:

“ Her nefes, her can kalıcı değil, bunu gerçek anlamda göçtüğümüzde anladık. Kaldı ki; dünyada hiç kimse durucu değil. Bir gün elbet sizlerde göçtüğünüz vakit dost bildikleriniz mezara kadar uğurlayacaklar, ondan ötesini dünyadakiler bilmeyecek. Hele ölüm iksirini kokladığımız vakitten itibaren neler yaşadığımızı bir bilseniz, dünyanın ne kadar kıymetsiz olduğunu anlarsınız. Şayet bizi merak ediyorsanız tabutumuzu sarıp sarmaladığınız günden bugüne berzah âlemindeyiz. O âlemde ne var ne yok diye sual edecekseniz, cevaben deriz ki; burası öyle bir yerdir ki ‘kimine cennet bahçelerinden bir bahçe, kimine de cehennem çukurlarından bir çukurdur’ hadisi şerifi sualinizin cevabı olmaya yeter artar da. Zaten bundan ötesini anlatmaya izinde yoktur. Ey dünyalılar! Bilmem meramımızı dile getirebildik mi?”

Evet, madem biz müminler olarak berzah âlemine, ahirete inanıyoruz, o halde görünmeyen âlemden gelen hal lisanına kulak vermek bugün değilse peki ya ne zaman? Gelin yol yakınken biz dünyalılar olarak berzah âlemine göçmeden evvel Allah Teâlâ’nın yarattıkları üzerinde tecelli ettiği dairelerinin her birini tefekkür ederek göç edelim. Ancak tefekküründe bir adabı usulü var, şayet o usule riayet edersek bir anlam ifade edecektir. Nitekim Allah Resulü tefekkür hususunda şöyle bir usul ortaya koyar: “Allah’ın zatını düşünmeyiniz. O’nun nimetlerini ve yarattığı varlıkları düşününüz. Her ne akla geliyor, her ne hayal ve tasavvur ediliyor biliniz ki o Allah değildir.” Keza İmam Şafii’de; “Bir kimse kendi fikrinde tasavvur ettiği varlığı Rabbi sansa Yaratanı varlıklara benzetmiş olur, fakat O’nu anlamaktan aciz olduğunu ikrar ederse Allah’ın birliğine iman etmiş olur” demek suretiyle konuya açıklık getirmiştir. Maalesef bu açıklamalara rağmen, bir bakıyorsun Yüce Allah’ın beyan buyurduğu “Allah gökleri ve yeri aydınlatandır” ayeti celilesinden (hâşâ) Allah’ı parıldayan nur şeklinde anlam verenler çıkabiliyor, Oysa söz konusu ayette ifade edilen ibare mecazidir, nur sadece Allah’ın tecelli dairesinden bir ışık veya bir renk olarak yorumlanabilir, bunun dışında zatına yorumlamak asla caiz değildir. Kaldı ki Habib-i Kibriya Efendimiz (s.a.v) Miraç’ta Allah’ı baş gözüyle değil, kalp gözüyle görmüştür. Rabbani âlimlerde basiret gözüyle sadece Allah’ın sıfatlarının tecellilerini temaşa edebiliyorlar, bunun dışında anlam vermek adaba mugayirdir zaten. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.v)’in; “Allah zatını nurlarla perdeledi. Eğer O perdeyi açsaydı zatının nurlarından cümle âlem yanardı” beyan buyurması buna işarettir. Malum müminlerde ancak ahrette Cemalullah’ı temaşa edebileceklerdir.

Hele bir mümin düşünün ki, hayatı boyunca kibir abidesi bir halde bidatlerle hep iç içe yaşamış biri, elbette ki böylesi bir mümine hayatı boyunca Allah’ın sıfatlarının tecelli daireleri kapalı kalacaktır. Nitekim Allah (c.c) bu hususta şöyle beyan buyurur da: “O kibir edenleri katiyen sevmez” (Nahl (16),123, “Yeryüzünde haksız yere kibr edenleri ayetlerimizi görmekten ve anlamaktan men edeceğiz. Bu durumda onlar bütün mucizeleri görseler yine iman etmezler.. Onların bu hali, ayetlerimizi yalanlamalarından ve ondan gafil olmalarındandır-” (A’raf 146). Peki, kibirli insanın halini nasıl anlarız derseniz, gayet basit, bikere boynun kasılmasından ya da yüzün kırışıp karşısındakini küçük görme şeklinde pekâlâ anlamak mümkün.

Kibir edenler kibirleriyle dolaşadursun, şu bir gerçek Allah’ın mukarrebun kullarından olabilmek için birbirimizle dünya metasi için değil bilakis fazilet ve takvada yarışarak ancak mukarrebun kul oluruz, bunun dışında dünya hırsıyla yapılacak tüm ameller kuru bir taklitçilikten öteye geçemeyecektir. Zaten bir müminde erdem ve takva sahibi olmak diye bir dert tasa yoksa biliniz ki hayatı boyunca kulaktan dolma bilgilerle gününü gün edecektir. Dolayısıyla Allah’a yakınlığı artmış mukarrebun kullarla birlikte olmayacaktır. Elbette birlikte olmaz. Zira Efendimiz (s.a.v) bakın bu hususta ne buyuruyor: “Kulakla duyulan haber, gözle görmek gibi değildir (Hakim).” Hatta bir hadisi şerifte bunu şöyle örneklendirir de: “Allah-ü Teâlâ Tur-i Sina'da Musa (a.s)’a kavminin fitneye düşüp bir buzağıya taptığını haber verdi, Musa o anda oralı olmadı. Ta ki; Tur-i Sina'da dönüp gözüyle görünce Tevrat levhalarını yere fırlattı” (Buhari ).

Bilindiği üzere peygamberler arasında sadece Hz. Musa (a.s), Allah-ü Teâlâ ile arada ses, harf ve melek olmaksızın perde arkasında konuştuğu içindir kendisine ‘Kelimullah’ denmiştir. Nitekim Rabbül Âlemin elçisini ‘Ve Allah Musa ile vasıtasız konuştu’ (Nisa/164) beyanıyla taltif etmiş bile. Zaten ayetten öyle anlaşılıyor ki işitmek başka bir şey, görmek başkadır. Asıl marifet Allah’ı bilmekte gizlidir. Marifetullah ilmi malum çalışarak elde edilebiliyor. Yeter ki Hak ve hakikat yolunda gayret edilsin Tevfik Allah’dan elbet. Madem Tevfik Allah’dan, daha ne duruyoruz şimdi 'Gayret bizden Tevfik Allah'dan' niyazının gereğinin yapma zamanıdır. İcabında bu da yetmez, gün bugündür deyip tüm samimiyetimizi ortaya koyma vaktidir. Zaten samimiyetimizi ortaya koyup birinci adımda nefsin tepesine bastığımızda biliniz ki ikinci adımda Allah’da fenafil kul olduk demektir. Zira Yüce Allah; hiçbir kuluma taşıyamayacağı yüklemem diye buyurmakta. Şu fani dünyada edindiğimiz ne kadar mal mülk varsa bunların hepsi Yüce Allah'ın bize lütfettiği nimetlerin neticesi bir mülk edinmedir. İşte bu nedenle Yunus’un dile getirdiği malda yalan, mülkte yalan, var birazda sen oyalan bilinciyle hareket edip Allah’a vasıl olmak gerektir. O halde hiç yoktan yere dünya malı için birbirimizi kırmanın âlemi yoktur En iyisi mi biz can boğaza dayanmadan Gelin Yunuşça tanış olalım, işin kolay tutalım, sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz diyelim ki Rasulüllah (s.a.v)’in; “Merhamet ediniz ki merhamet olunasınız. Affediniz ki affolunasınız” (Heysemi) müjdesine mazhar olabilelim.

Velhasıl; biz mümin kullar olarak acziyetimizin idrakiyle hayatımızı tahkiki iman ve Salih amel üzerine tanzim etmeli ki felaha erişebilelim.

Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3149/son-nefeste-pisman-olsan-ne-olmasan-ne.html